Avrupa Birliği’nin (AB) genişlemesi emperyalist sistemin yeniden yapılanmasının bir kurumsal alt başlığıdır.
Bu genel-geçer ya da fazla “indirgemeci” görünebilecek tezin hemen ardından vurgulanması gereken ise şu: AB’nin genişlemesinin Soğuk Savaş sonrası dönemin uluslararası hiyerarşisi içinde Avrupa-ABD odaklarının “çekişmesi” çerçevesinde değerlendirilmesi hatalı bir yaklaşımdır.
Avrupa-ABD çekişmesi yanılsamasının en fazla beslendiği dönem olan Irak Savaşı’nın ardından Nisan ayında Atina’da gerçekleştirilen ve 10 yeni aday ülke için Katılım Anlaşması’nın imzalandığı AB toplantısında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell şunları söylüyordu:
“10 yeni üyenin kapsanması Avrupa Birliği’nin kurumsal gücünün ve kendine güveninin göstergesidir. Bu aynı zamanda Birliğin bir demokrasi ve refah gücü Avrupa’da ve Avrupa dışında bir istikrar gücü olarak rolünün de kanıtıdır.”
ABD AB’nin genişlemesini istiyor…
ABD AB’nin eski sosyalist ülkelerin bulunduğu Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’da “etkin” olmasını istiyor.
ABD Başkanı George W. Bush 24 Temmuz 2001 tarihinde şöyle demişti:
“Balkan ülkeleri ve halkları Avrupa’ya yakınlaşırken Avrupa’nın liderlik ve sorumluluğunun artmasını beklemek doğaldır. Avrupa Birliği’nin bölgenin gelişmesi ve istikrar kazanmasında öncü rol oynama taahhüdünü memnuniyetle karşılıyorum. Makedonya’daki barışçı çözümün ardından isyancıların silahsızlandırılması yükünü NATO görev gücüyle paylaşma konusundaki isteklerini de memnuniyetle karşılıyorum. Makedonya’da sergilenen ABD NATO ve AB işbirliği gelecekte inşa edebileceğimiz ilişki tarzının bir modelidir.”
ABD NATO ve AB işbirliği Amerikan emperyalizminin liderliğinde adım adım konsolide ediliyor ve bu işbirliği Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin temel kurumsal yapısını tarif ediyor. Bu yapıda Avrupa Birliği’nin kendi doğusunda kalan coğrafyada etkin olması isteniyor.
‘90’ların başlarında yaşanan uluslararası hiyerarşideki belirsizlik dönemi çoktan sonra erdi. Bu dönemdeki “belirsizliğin” sosyalizmin beklenmeyen çözülüşünün yarattığı boşluktan da beslendiğini saptayabiliriz. Bugünden bakıldığında emperyalist sistemin “son tahlilde” nasıl yol alacağının aslında baştan belli olduğu görülebiliyor. Ve gelinen noktada ne kadar yol aldığı… Ancak yukarıda da değinildi; kimi yanılsamalar bir türlü ortadan kalkmıyor.
Soğuk Savaş ve emperyalizmin kurumları
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası sistem yeniden yapılanır ve “iki kutuplu” hale gelirken emperyalist kutbun başına Amerika Birleşik Devletleri yerleşti. Emperyalist sistem kendi iç işleyişini “düşmanına karşı” kurumsallaştırma ihtiyacının ürünü olarak bir dizi mekanizma ortaya çıkardı. Düşmanla savaşma ihtiyacını karşılamak için oluşturulan en gelişkin ve sistemin merkezindeki kurum Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’dür (NATO). ABD Kanada ve kendi ordusu bulunmayan İzlanda dışında örgütün kuruluşunda yer alan diğer 9 ülke (İngiltere Fransa İtalya Portekiz Danimarka Belçika Hollanda Lüksemburg Norveç) Avrupa ülkeleridir. Soğuk Savaş döneminde üç kez “genişleyen” NATO -Türkiye özel bir örnek olarak dışında tutulacak olursa- yine Avrupa’da genişlemiştir. 1
“Kuzey”de sosyalist sistemin dışında kalan coğrafyada kurumsal bir işleyişin örgütlenmesini sağlayan NATO’nun uluslararası hukukun elverdiği çerçevedeki temel fonksiyonu emperyalist sistemde ABD liderliğini güvence altına almak oldu. Düşmanla savaş adına sürdürdüğü yasadışı faaliyetleri ise farklı bir çalışmanın konusu…
Bugünkü Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan Avrupa Toplulukları ise Soğuk Savaş dönemi emperyalist kurumlaşmanın başka bir önemli bileşeni olarak ortaya çıktı.
Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin diğer üyeleri olan Doğu Avrupa ülkelerine coğrafi yakınlık Avrupa için her zaman bir tehdit oldu. Tehdidin Soğuk Savaşın ilk yıllarındaki biçimi Avrupa’da faşizme karşı direnişte etkin olan komünist partilerin güçlenme potansiyeli ‘60’lar sonrasındaki biçimi ise sosyalist ülkelerin “örnek toplumlar” haline gelmesi olmuştur. Avrupa emperyalizmi tarafından istismar edilecek olan kimi zaaflara rağmen…
Ekonomik yapıyı sağlamlaştırma ve güvenlik arayışı Avrupa’yı birlik olmaya itmiştir.
Bu ABD tarafından da böyle kabul edilmektedir.
Birliğin çekirdeğini oluşturan ilk topluluklar da bu konjonktürde şekillendi.
Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) olarak ortaya çıkan ilk oluşumun Fransa ve Almanya arasında zengin kömür ve çelik yataklarının bulunduğu Ruhr bölgesinin kontrolü üzerine bir kez daha (Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi) anlaşmazlık çıkma olasılığı belirdiğinde imdada yetiştiğini görüyoruz. AKÇT bir Birlik projesi olarak esasen Fransız ekonomisinin kurtuluşunun Avrupa ekonomisinde bir canlanma olmadan mümkün olmayacağı saptaması üzerine temelleniyordu. Ancak Avrupa’daki tarihsel gerginliklerin tasfiyesi için de faydalı olacağı düşünüldü.
AKÇT projesinin mucidi olan Jean Monnet İkinci Dünya Savaşı yıllarında ABD Fransa ve İngiltere yönetimlerine ekonomik danışmanlık yapmış savaşın ardından Fransa’nın ekonomisinin yeniden yapılandırılması için bir plan hazırlamakla görevlendirilmişti. Konyak imalatçısı bir aileden gelen burjuva kökenli İkinci Dünya Savaşı yıllarında emperyalist odaklar arasında yoğun bir diplomatik mesai yapmış olan Fransız işadamı ve diplomat Monnet’nin kendi adını taşıyan 5 yıllık planda getirdiği bir önemli yenilik 48 saatlik çalışma haftasıydı. Ancak sömürünün arttırılması sorunların çözümünde yeterli olmadığı gibi Avrupa emperyalizmi için riskli toplumsal sonuçları da olabilecek bir tercihti.
Daha önce de Fransa kapitalizminin ancak federal bir çatı altında varlığını sürdürebileceğine inanan Monnet planının uygulanmaya başlamasından kısa bir süre sonra Avrupa’nın ekonomik bütünleşmesinin zayıf düşen ekonomileri güçlendirmenin zorunlu koşulu olduğunu bir kez daha saptadı.
Dönemin Dışişleri Bakanı Robert Schuman ile birlikte çalışan Monnet Fransa ve Almanya’nın kömür ve çelik üretimini ortaklaştırma fikrini AKÇT’nin oluşumu olarak formüle etti ve Schuman’ın desteğiyle bu plan hayata geçirildi. Monnet 1952-55 yılları arasında başlangıçta 6 Avrupa ülkesi arasında (Fransa Almanya İtalya Belçika Hollanda Lüksemburg) bir Birlik olarak ortaya çıkan AKÇT’nin başkanlığını yürüttü.
Avrupa’da Birliğin bir şekil alması sürecinde yukarıda sayılan niteliklere sahip bir kişinin imzasının bulunması çok şey anlatıyor. Monnet 1963’te ABD yönetimi tarafından verilen Başkan’ın Özgürlük Madalyası’nı alan ilk Avrupalılardan biri oldu.
AKÇT’yi tamamlayıcı diğer oluşumlar 1957’de kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) idi. 2
Roma Antlaşması ile çerçevesi tarif edilen AET Avrupalı kapitalist ülkelerin iktisadi yapılarını sağlama almak için önlerine bütünleşme hedefini koydukları temel kurum oldu. Resmi belgelerde hedefi “Topluluğun görevi ortak pazarın kurulması ve üye ülkelerin ekonomik politikalarının giderek yakınlaştırılması suretiyle Topluluğun bütünü içinde ekonomik etkinliklerin uyumlu olarak gelişmesini sürekli ve dengeli bir yayılmayı artan bir istikrarı yaşam düzeyinin hızla yükseltilmesini ve birleştirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkileri gerçekleştirmektir” şeklinde formüle edildi.
AET’nin bütünleşme hedefinin araçları malların hizmetlerin sermaye ve emeğin serbest dolaşımını sağlayacak bir ortak pazar ve gümrük birliği oluşumu şeklinde tarif edildi.
1960’lar: Fransa direniyor
Avrupa Topluluklarının başlangıçta kendilerine biçilen kapitalist ekonomileri korumak için işbirliği misyonu üzerinden gelişen süreç belli bir aşamada farklı arayışları gündeme getirdi. Avrupa’ya emperyalizm içinde daha ileri misyonların biçilmesi İngiltere’yi Topluluklarla yakınlaşmaya zorlarken Fransa bu yönelime direnç gösteriyordu. İngiltere önceleri AKÇT’den ayrı bir oluşum olan Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA) ile yetinirken ‘60’larla birlikte Avrupa’daki bütünleşme sürecinin dışında kalamayacağını anladı ve bu dönemde iki kez (1962 ve 1967) Topluluklara katılım için başvuruda bulundu. 1966’da NATO’dan çıkmış olan Fransa’nın İngiltere’nin başvurularını veto etmesi emperyalist sistem içinde bir rahatsızlık yarattı.
1960’ların sonu AET bütünleşmesinde yol alan Avrupa’nın hedeflerini başarıyla yerine getirdiği bir dönem oldu. İlk hedef olarak konulan gümrük birliğine Roma Antlaşması’nda öngörülen tarihten bir buçuk yıl önce (1 Temmuz 1968’de) ulaşıldı.
1968’le birlikte Fransa bir kez daha Birliğe sığınma ihtiyacı duyarken 1969’da Charles de Gaulle’ün yerine Georges Pompidou’nun geçişiyle birlikte İngiltere’ye dönük tutum da değişti. Böylelikle kritik bir evrede gerçekleşen yeniden yapılanma/genişleme emperyalist ihtiyaçlarla uyumlu bir biçimde gerçekleşmiş olacaktı.
1969 Lahey Zirvesi İngiltere İrlanda Danimarka ve Norveç’in Topluluklara katılımı için müzakerelerin başlatılmasına karar verilen zirve oldu.
‘70’lerin başı aynı zamanda ABD emperyalizminin hiyerarşik konumunda kimi sallantıların yaşandığı bir dönemdi. Uluslararası Para Sistemi’nin çöküşü Petrol krizi gibi gelişmeler emperyalist sistemin kurumlaşmalarını da etkiliyordu. Bu dönemde Avrupa Toplulukları için bir “siyasi misyonun” da tartışılır hale geldiğini görüyoruz. İngiltere’nin tam da böylesi bir dönemde Topluluklara dahil olması ABD emperyalizmi açısından rahatlatıcı bir gelişme olmuştur.
1973’te İngiltere İrlanda ve Danimarka ile birlikte topluluğa katıldı. Norveç ülkede yapılan referandumda “AB’ye hayır” dendiği için sürecin dışında kalmış oldu.
Avrupa’da birliğin ilk “genişlemesi” bir yönüyle Fransa’nın “bağımsız” yönelimlerinin siyasal olarak denetlenmesi ihtiyacını da karşılıyordu.
NATO dışına çıkarak kendi emperyalist rotasını çizme arayışındaki Fransa bundan sonraki süreçte de birlik içinde çoğu zaman İngiltere’nin etkinliği ile dengelenen bir “sivriliği” muhafaza edecekti.
Zaman zaman Avrupalı motifleri ön plana çıkaran tercihleriyle emperyalizm içi bir çeşitlilik görüntüsü yaratılmasına hizmet eden bu tarzın emperyalist odaklar arası rekabet başlıklarında bir gerilim kaynağı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Örneğin ‘70’lere girerken Fransa’nın uluslararası silah pazarındaki payı ABD ve İngiltere’yi rahatsız edecek düzeyde artıyordu.
Zayıf halkalar ve istikrar sorunu
AB’nin Soğuk Savaş dönemindeki ikinci ve üçüncü genişlemeleri tümüyle “siyasi” gerekçelerin belirleniminde olan genişleme adımları olarak görülüyor. 1981’de Yunanistan ve 1986’da da İspanya ve Portekiz topluluk şemsiyesi altına giriyorlar. İktisadi olarak birlik kurumlarını dara sokan bu katılımların bedelinin göze alınmasının nedeni ise son derece basit. Avrupa’nın zayıf halka adayları olarak görülen bu üç ülkenin de sistem dışına düşmesinin engellenmesinin tek yolu birliğe dahil edilerek iktisadi olarak desteklenmeleriydi.
Daha önceki tarihlerde NATO üyesi olan Portekiz ve Yunanistan’ın yanında 1982’de İspanya da İttifak’a dahil edilmişti. Ancak NATO’nun ülke ekonomilerine “lig atlatma” misyonu bulunmadığı için bu önemli görev Avrupa topluluklarına devredildi.
Yunanistan İspanya ve Portekiz’in birliğe katılımları ve ardından yaşanan gelişmeler sınıf mücadeleleri tarihinde sol cephede büyük bir yanılsamanın yolunu açtı: Avrupa birliği demokrasiyi finanse edebiliyordu.
Bir kez daha baskıcı yönetimlerle yönetilme şansını yitirmiş bulunan ve iktisadi zayıflıkları nedeniyle de istikrarsızlığa kapıları açık olan bu ülkeler Avrupa’nın güvenlik sorunu çerçevesinde değerlendiriliyor ve “demokrasilendiriliyor”lardı. Dışarıdan bakıldığında son derece “pürüzsüz” görünen bu süreç Türkiye benzeri konumda olan ülkeler için örnek alınacak bir yol olarak görülmeye başlayacaktı.
Avrupa’nın bu genişlemesinin taşıdığı büyük ideolojik değer ise sosyalist sistemin çözülüş sürecinde anlaşılacaktı. Yunanistan İspanya ve Portekiz’in “kurtarılması” ‘80’lerde riskleri bertaraf etme işlevinin yanında ‘90’larda kapitalizmin başka araçlarla dolduramayacağı bir ideolojik boşluğa uygun bir modeli de hediye edecekti emperyalizme.
AB ve ABD’nin “işbirliği” kurumları
Sosyalist sistemin çözülüşünün ardından yaşanan kısa belirsizlik döneminden sonra emperyalist sistem kendi iktisadi yapısını hukuksallaştırma ihtiyacı duydu. 1990’lar bugün “küreselleşme” olarak tarif edilen sürecin kritik adımlarının atıldığı dönem oldu. Dünya Ticaret Örgütü hukukunun ve diğer uluslararası mali oluşumların rollerinin belirginleştirilmesi emperyalist odaklar ve kapitalist ülkeler arasındaki iktisadi ilişkilerin çerçevesinin çizilmesini sağladı.
Bu süreçte emperyalist hiyerarşinin iktisadi “güç” dengelerinin de belirlediği ama görece özerk bir “siyasi/askeri” etkinlik üzerinden yeniden inşa edildiğini görüyoruz. ABD’nin iktisadi olarak kendisiyle “rekabet etme”ye niyet eden Avrupa odağına “dünya liderliği”nin anahtarının militer birikim ve güç ile ilişkili olduğunu gösterdiği/kabul ettirdiği bir süreç yaşandı. Kapışma bölgesi Avrupa’nın arka bahçesi Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’dı. Kapışmanın nasıl sonlandığı biliniyor. Bir tarih vermek gerekirse 1999 Kosova bombardımanıyla artık uluslararası sistemde hiyerarşinin üst bölmesinin nasıl şekilleneceği tescillenmiş durumdaydı. Nitekim bu tarihten sonra Türkiye’nin de içinde bulunduğu kademeleri ilgilendiren adımlar atılmaya başladı. ‘90’lardaki “yeniden yapılanma” sürecine tekrar dönülecek; ancak öncesinde ‘90’lı yıllarda emperyalist ekonomik ilişkilerin hukukunun tarifine ilişkin olarak atılan adımları not edelim.
Bu özellikle Avrupa ülkeleri ve ABD’nin birbiriyle nasıl bütünleşik bir yapıda hareket ettiklerini göstermek açısından önem taşıyor.
Bugün AB ve ABD’nin ekonomileri hacim olarak tüm dünya ekonomisinin yarısını oluşturuyor. Bunlar aynı zamanda en büyük ticaret ve yatırım hacimlerine sahip iki odak. Atlantik’in iki yakası arasında günde 1 milyar dolarlık bir para ve sermaye akışı oluyor. Dünya ticaretinin neredeyse yüzde 40’ı ABD ve AB ülkeleri arasında gerçekleşiyor.
1953’te Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na (AKÇT) ilk ABD gözlemcisi atanıyor. Bugünkü Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan Avrupa Toplulukları’nda ABD temsilciliklerinin kuruluş tarihi de 1961. O dönemin AKÇT Başkanı Jean Monnet’nin çabaları sayesinde Avrupa Komisyonu da 1954’te bir delegasyon halinde Washington’da temsil edilmeye başlıyor.
1990’da ABD-AB ilişkilerini düzenleyen Transatlantik Deklarasyonu kabul ediliyor. ABD ve AB arasında daha fazla işbirliği ve danışmanlık öngörülüyor. Yılda iki kez toplanacak zirveler ve bakanlar toplantıları ve çeşitli başka oluşumlar tarif ediliyor.
1995’te Yeni Transatlantik Gündem (NTA) ve ABD-AB Ortak Eylem Planı kabul ediliyor. Dört ana başlıkta ortaklık ve işbirliği çerçevesi tarif ediliyor: Tüm dünyada barış istikrar demokrasi ve kalkınmayı geliştirmek küresel değişikliklere yanıt üretmek dünya ticaretinin büyümesine katkıda bulunmak ve Atlantik’in iki yakasını birleştirecek daha yakın bağları teşvik etmek.
Yine ekonomik işbirliği başlığında Transatlantik Ekonomik Ortaklığı ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) şemsiyesi altında çok taraflı olarak birlikte çalışan Avrupalı ve Amerikalı emperyalistler 1995’ten bu yana hatırı sayılır ilerlemeler kaydettiler. Gümrük İşbirliği ve Gümrük Sorunlarında Karşılıklı Yardımlaşma Anlaşması 1997’deki AB-ABD Zirvesinde imzalandı. 1 Aralık 1988’de yürürlüğe giren Karşılıklı Tanıma Anlaşması da özel malları kapsayacak biçimde tasarlandı (ilaç ve tıp araçları sektöründe telekomünikasyon malzemelerinde vs.). 5 Aralık 1997 tarihli Bilim ve Teknoloji Anlaşması AB’nin bilimsel kurumları ile ABD hükümetinin araştırma ajansları arasındaki etkinlikleri koordine ediyor.
1998 Mayıs ayında Londra’da yapılan bir zirvede AB ve ABD Transatlantik Ekonomik Ortaklığı’nı (TEP) başlattılar. TEP NTA’daki yaklaşımın geliştirilmesini esas alıyordu.
Yine 21 Haziran 1999’da Bonn’da gerçekleştirilen AB-ABD zirvesinde kabul edilen Bonn Deklarasyonu ile taraflar “tam ve eşit ortaklık”la politik ve “güvenliğe ilişkin” başlıklarda kendilerini bağladılar. Bu deklarasyonla birlikte AB ve ABD gelecek on yılda ilişkilerini nasıl şekillendirmek istediklerini belirlediler.
1990’lar ve emperyalizmin Avrupalı kimliği
1990 yılı Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin çözülüş sürecinin tamamlandığı ve Doğu Almanya Cumhuriyeti’nin de sosyalist varlığının sona ermesiyle birlikte kapitalist Batı tarafından ilhak edildiği yıl oldu. Avrupa Birliği açısından fiili bir “genişleme” anlamına gelen Almanyalar’ın birleşmesinden sonraki genişleme ise 1995’te İsveç Avusturya ve Finlandiya’nın birliğe katılması oldu. 3
‘80’lerde gerçekleşen genişlemenin yarattığı serbest piyasa-demokrasi örneği imajını zaten “Avrupalı” olan bu üç aktörün katılımıyla pekiştiren Avrupa emperyalizmi Baba Bush’un Irak’a savaş ilan ederken açıkladığı yeni dünyanın temel ilkelerinin kararlı ve örnek bir savunucusu haline gelecekti.
1993’de Avrupa’nın büyük genişlemeye hazırlanırken formüle ettiği Kopenhag Kriterleri serbest piyasa-demokrasi modelinin tescil edilmesi anlamına geldi. Avrupalılığın bu kapitalist tarifi emperyalist sistem için bulunmaz nimetti. Artık Avrupa Birliği’nin genişlemesi eski sosyalist ülkelerin emperyalist sistem içine dahil edilmesi ve yeni hiyerarşinin yapılandırılması süreci olarak şekillenecekti.
Yukarıda değinildi; 1990’lara yayılan “yeni dünya düzeni”nin inşası sürecinde ABD ve Avrupa odakları arasında hiyerarşinin üst basamaklarındaki düzenlemelerle ilişkili bir çekişme de yaşandı. Ancak tekrar altını çizelim özellikle 1999 sonrasında yeni sistemin üst basamaklarında taşlar yerli yerine oturtulmuştur.
Avrupa’nın büyük genişlemesi ve Avrupalı kimliğin bu yeniden yapılanma sürecinde tuttuğu yer ise zaman zaman bu didişme içinde ifade ettiği anlamın dışında bir önem taşıyor.
Sosyalist sistemin boşalttığı coğrafyaları ABD’nin askeri gücüyle hizaya getiren emperyalizm bir yandan da sürekli olarak bir Avrupalılık kimliğini bu ülkelere hedef olarak dayattı. Bugünden bakıldığında bu yıllarda ABD ile AB arasında yaşanan gerilimin aslında muazzam bir işbirliği süreci olduğu daha net görülüyor.
Avrupa’nın büyük genişlemesi Doğu ve Orta Avrupa ile Balkanlar’da estirilen ABD terörünün ardından bu ülkelerin Avrupa Birliği’ne yönlendirilmeleriyle tamamlanıyor. ABD’nin terörü ise hem eski Avrupa’nın hem de adayların sistem içindeki yerleşim planının aksamadan uygulanmasında kritik bir işlev üstleniyor.
AB’nin büyük genişlemesinin adayları olan Polonya Macaristan Çek Cumhuriyeti Slovakya Slovenya Litvanya Letonya Estonya Malta ve Kıbrıs (son ikisi sistem içindeki yerleri “ihmal edilebilir” ya da “ayrıksı” olarak değerlendirilmek kaydıyla dışarıda tutulursa) NATO yolundan geçerek AB’ye erişiyorlar. Avrupa’nın kritik üç adayı Polonya Macaristan ve Çek Cumhuriyeti 1999’da NATO’ya giriyor. NATO’nun geçen yıl gerçekleştirilen son genişlemesinde ise Slovakya Slovenya Estonya Letonya Litvanya Romanya ve Bulgaristan ittifaka katılıyor. Son ikisi Avrupa’nın büyük genişleme sürecinde geriden gelen aktörler. Ancak 2004’teki genişlemede yer almayacak olan Romanya ve Bulgaristan’ın Türkiye’den önce AB’ye katılacaklarından söz ediliyor.
Eski sosyalist ülkeler yeni düzenin kurallarını önce NATO’da öğrenip uyguluyorlar; sonra da AB şemsiyesi altına girerek sistem içindeki yerlerine yerleşiyorlar.
Bir demokratikleşme belgisi olarak dillere dolanan Kopenhag Kriterleri sistemin yeni unsurlarının vazgeçilmez altyapısını tarif ediyor. Sadeleştirilmiş biçimiyle birinci maddesinde yer alan “hukukun üstünlüğüne azınlıkların korunmasına ve insan haklarına saygılı istikrarlı bir demokrasi olmak” koşuluyla anılan kriterlerin asıl önem taşıyan maddesinin “işleyen bir piyasa ekonomisine” sahip olunması koşulunu getiren ikinci madde olduğu çoğu zaman göz ardı ediliyor. En yalın haliyle kapitalizmin “genişleme”sinin hukukunu tarif eden bu kriterler hiç ilgisi olmayan tartışmaların konusu oluyor.
Genişleme ve Avrupa kimliği
Bir “entegrasyon” süreci olarak Avrupa Birliği uluslararası niteliği olan yeni bir mekanizma yaratıyor aynı zamanda. Bu mekanizmanın mevcut sistem içi dengelerden ayrı bu dengeleri zorlayan bir yapıda gelişmesi olanak dışı. Elbette her yeni oluşum eski yapıyı dönüştürür ve onunla bir etkileşim içine girer. Ama buradaki etkileşim sürecinin sistem içi hiyerarşinin konsolide edilmesine hizmet etmek dışında bir iş görmeyeceğini yeniden vurgulamak gerekiyor. Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin genişlemesi emperyalist sistem içinde Soğuk Savaş sonrası dönem hiyerarşisinin kurumsallaştırıldığı ve sosyalist ülkelerin eski düzenlerine dair tüm mekanizmaların tasfiye edildiği bir süreç olarak görülmeli.
Avrupa’nın Soğuk Savaş dönemi “demokrasi kültürü”nün beşiği olma niteliğini nasıl ve hangi koşullar altında edindiğine değinilmişti. Bugün için geçerli olan ise bu kültürün ABD emperyalizminin saldırgan savaşçı ve yağmacı kimliği tarafından hızla asimile edilmekte olduğu gerçeğidir. Sosyalist sistemin çözülüşünün ardından emperyalist sistemin ihtiyaç duyduğu ideolojik cephaneyi sağlayan Avrupalılık kimliği misyonunu yerine getirmiş ve artık ömrünü doldurmuştur.
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld “eski Avrupa” sözünü küçümseyen bir ifadeyle telaffuz ederken aynı zamanda bu kimliğin artık değersizleştiğine de işaret etmektedir. Karşısına konan “yeni Avrupa” ise emperyalizmin artık “demokrasi” söylemine ihtiyaç duymadan da sistemi işleteceğinin örneği olarak belirmektedir.
Dipnotlar ve Kaynak
- 1949’da kurulan NATO, 1952’de Yunanistan ve Türkiye’yi, 1955’te Almanya’yı ve 1982’de de İspanya’yı kabul ediyor.
- EURATOM’un kuruluşunun resmi gerekçesi “Avrupa ülkelerinde nükleer sanayinin hızla kurulması ve gelişmesi için gerekli şartların oluşturulması” şeklinde formüle ediliyordu. Nükleer sanayinin geliştirilmesinin gerekçesi ise üye ülkelerin yaşam standartlarının yükseltilmesiydi!
- Aynı dalgada yer alan Norveç ise yapılan referandumla birliğe katılmayı yine reddetti ve dışarda kaldı.