Gelişme, mevcut yapıyı değişim yönünde zorluyor. Statükocular, yani mevcut durumun sürmesini isteyenler değişim istekleri karşısında savunmaya geçiyorlar. Buradaki savunmayı, saldırı olarak anlamak gerekiyor. Daha düne kadar, statükocular hep hüsrana uğramışlar ve yenilerek meydanı ilerlemeye bırakmak zorunda kalmışlardır.
Günümüzdeki emperyalist saldırılar da bu kuralın işlemesinin sonucudur. Bugün dünden farklı şeylerin yaşandığı görüntüsü sonucu değiştirmeyecek. İlerici güçlerin başarıya ulaşacağı zamanı kestirmek pek kolay görünmüyor ama, başarıya ulaşılacağına mutlak gözüyle bakmak gerekiyor.
Zafere ulaşmada, öngörülenden daha uzun süre geçmesinin görünür nedenlerinden ikisine dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlardan birincisi, bugünkü statükonun buna emperyalist odaklar diyebilirsiniz üretici güçlerin gelişmesini önlemede geçmişe oranla daha kalıcı önlemler alabilmesidir. Şöyle de söylenebilir: Üretici güçlerin gelişimi hiçbir şekilde önlenemiyor. Yani üretici güçler gelişmesine gelişiyor ama, gelişimin insanlığın yararına sunulmasının önünde büyük engeller var.
Üretici güçlerin gelişimini somut anlamda teknolojik gelişmelere indirgediğimizde konu daha anlaşılır olacak. Teknolojik gelişmeler, birkaç emperyalist odağın tekeline girmiştir. Tekeller, büyük gizlilik altında üretilen teknolojilerin kırıntılarını, insanlığın hayrı için ortaya sürüyor. İnsanlığın hayrı için demek tam da gerçeği yansıtmıyor. İnsanların yaşamlarını kolaylaştırıyor görünümünde ama, sermayenin aşırı kâr hırsını tatmin ediyor demek daha doğrudur.
Diğer yandan, geliştirilen teknolojilerin büyük bir bölümü savaş sanayisinde kullanılırken, önemlice bir başka bölümü de gelecekte kullanılmak üzere depolanıyor.
Teknolojik gelişmelerin insanlığın refahı ve mutluluğu yönünde değil de savaş sanayisinde kullanılması, bir tercih sorunu değil zorunluluktur. Zorunluluğu açıklamaya yardımcı olması açısından önce şunlar söylenebilir: Savaş, insanlık suçudur. Ne var ki bugün dünya egemeni konumundakiler, savaşı, yani insanlık suçunu işlemeyi sürdürmekle yükümlüdürler. Zira dayandıkları sistemi, yani kapitalizmi sürdürebilmenin, krizleri aşabilmenin tek umarı buradadır. Sistemin hayatiyeti kâra, daha çok kâra bağlıdır. Aksi durumda “öcü” kapıda beklemektedir. Geçmişte kalan irili ufaklı öcülerin hayali hâlâ üzerlerinde dolaşmaktadır.
Dağılan sosyalist sistemi bir kenara bırakalım. Önemsiz olduğu için değil; diğerlerine sıra gelsin diye. Geçmişte kalan Şili’yi, Endonezya’yı, Vietnam’ı, Balkanlar’ı, Afganistan’ı unutmamız mümkün mü? Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ile birlikte Küba’yı ayrı bir yere koymamız gerekiyor. Çünkü hâlâ öcü olmayı sürdürüyorlar. Venezüella öcü olmada aday. Brezilya sıraya girdi bile.
Kore ile başlayacak olursak, nükleer denemelere başlaması gerekçe gösterilerek topun ağzına konmak üzere. Oysa, Kore, ABD’nin uyguladığı ambargo nedeniyle, gerekli enerjiden mahrum. Yapmak istediği, kendisine gerekli olan enerjiyi elde etmekten başka bir şey değil. Kaldı ki, güneyine ABD tarafından yerleştirilmiş nükleer başlıklı füzelerden rahatsızlık duyuyor.
Kırk yıldır ambargo uygulanan Küba, dimdik ayakta. Ambargoyla dize getirilemeyen Küba halkı için her gün yeni yöntemler uygulanıyor. Beş yurtsever Kübalı, bir süredir ABD zindanlarında. Yurtseverlerin inandırıcı olmayan casusluk suçlamalarıyla, uydurma tanıklarla, taraflı mahkemelerce mahkum edilmesi karşısında dünya kamuoyunun gerekli duyarlılığı göstermemesi, insanlık suçu işleyenleri yüreklendirmektedir.
Zorunluluğu açıklayabilmek için yukarıda sözünü ettiğim nedenlerden ikincisini ortaya koymak gerekiyor. Yani statükoyu korumanın yanına “ulusal” devleti. Çünkü sistem, yani emperyalist sistem, “ulusal” devletler ve bu devletlerin sürekli çatışır halde bulunmaları esasına göre şekillenmiştir. Böylesi bir çatışma ortamında silahlara ihtiyaç vardır. Buraya biraz daha açıklık getirmek mümkün.
Açıklık için “ulus” kavramından başlanabilir. Bu kavram, kapitalist üretim biçiminin gelişme sürecinde ortaya çıkmıştır. Sistemin ihtiyacının ürünü olduğu da söylenebilir. İhtiyaç, iç pazarla yakından ilgilidir. Bu pazarın bir diğer adı da ulusal pazardır. İç pazar, belli ki gelişen kapitalist ilişkiler için ihtiyaçtır. Daha açık söylemek gerekirse, açıktır ki tüketime yöneliktir. İhtiyacı, tüketimin örgütlenmesi diye de adlandırabiliriz. Sözü edilen örgütlenme için yeni kurallar, yeni kanunlar gerekir. İşte “ulusal devlet” yeni kanunların bütününden başka bir şey değildir. Bu anlamda ilk ulusal devletin İngiltere olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkedeki süreç, daha 1200’lü yıllarda başlıyor ve 1215 tarihli Magna Carta, yani Büyük Berat, bunun başlangıcı sayılmalıdır.
Avrupa kıtasında başlayan bu süreç, birkaç yüz yıl sürmüştür. Fransa’yı, ikinci ulusal devlet saymakta hiçbir sakınca yok. Büyük Fransız Devrimi, bu sürecin eseridir. Napolyon’la başlayan imparatorluk dönemi, ulusal devlet sürecinin Avrupa kıtasına yayılması olarak nitelenebilir.
İlk bağımsızlık savaşı veren ulusun hangisi olduğu sorusunun yanıtı ise Yunanlılardır. 1821’de başlatılan bağımsızlık savaşı, bizim resmi tarihimizde Mora İsyanları olarak geçer. Avrupa’da kapitalist ilişkilerin gelişimiyle boyut kazanan ulus ve ulusal devlet kavramlarıyla birlikte burjuvazi, Mora Yarımadası’ndaki başkaldırıyı saygıyla karşılayıp desteklemeye yönelmiştir. Ulusal devlet yönünde hayli yol almış Avrupa devletleri, en başta İngiltere olmak üzere, Yunanlılar’ın yardımına koşmuştur. Yardımla birlikte, egemenlik ilişkileri de taşınmıştır. Egemenlik ilişkilerinde, yeni ülkenin rejiminde Avrupa usulü krallar yer almıştır. Yunan kralı, İngiliz soylularından seçilmiştir.
Ulusallık ve ulusal devlet sorununu, bir başka açıdan Almanya ve Japonya’ya bağlayabiliriz. Her iki ülke de geç kapitalist olarak bilinirler. Böyle bilinmelerinin nedeni, sanayi devrimini, yani sanayileşmelerini tamamlayarak kapitalist devletler safında yer aldıkları zaman dilimidir. Zaman dilimi, 1800’lü yılların son çeyreğini göstermektedir.
Bunun anlamı nedir? Bunun bir anlamı, üretici güçlerin gelişiminin sağlanmasında, diğer anlamı ise, iç pazar oluşturulmasında kullanılan yöntemdir. Her ikisi de aynı kapıya çıkıyor: Ulusal birliğin sağlanması. Almanya için bu yoldaki itici güç, Prusya devlet örgütlülüğü olmuştur. Bu yolla ulusal birlik sağlanmış, dışa kapanıp Büyük Almanya yaratılarak iç pazar örgütlenmiştir. Bir başka deyişle ulusal devlet oluşturulmuştur.
Japonya’nın Almanya’yla benzerliği, dışa kapanıklıktır. Japonya, bir adalar ülkesi olmanın avantajını kullanarak tıpkı İngiltere gibi ulusal pazarını geliştirmiş, bir başka deyişle ulusal devlet statüsüne bürünmeyi başarmıştır.
Almanya ve Japonya’nın kapitalist ülke olarak sahneye çıkmalarının 1800’lü yılların son çeyreğinde gerçekleştiğini söylemiştik. Bu zaman diliminde kapitalist üretim biçiminin emperyalist aşamaya eriştiğini eklememiz gerekiyor. Bu dönemi de paylaşım savaşı izlemiştir.
Paylaşım savaşının sonunda “ulusal bağımsızlık” savaşları artmıştır. Anadolu’daki mücadele de böyle sıfatlandırılıyor. Hem de emperyalizme karşı verilmiş ulusal bağımsızlık savaşı. Bunun böyle olmadığına yönelik görüşlerimi burada aktarmam gerekmiyor. Konumuzla ilgili olması nedeniyle Asya’da yaşanan gelişmelere bakabilir ve dikkatimizi, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ulus devletlerin çoğalması üzerinde yoğunlaştırabiliriz. Ancak dikkatimizi asıl yoğunlaştırmamız gereken sözü edilen ulusal devletlerin ne kadar bağımsız olduğudur.
Burada söylenmesi gereken şudur: Kapitalist ilişkilerin başladığı süreçte, ilişkilerin gelişmesi için olmazsa olmaz olan ulusal devlet, kapitalizmin emperyalist aşamasını izleyen dönemde, bağımlı olmanın tuzağı haline gelmiştir. Ulusal bağımsızlık isteminin önü alınamayınca, böylesi mücadeleler sonucunda oluşacak devletlerin başına çorap örmek için sistem, yani emperyalizm çareler üretmiştir. Üretilen çarelerin en bileneni, sınır sorunlarıdır. Sonuç olarak ortaya çıkan ulusal devletler, çepeçevre düşman devletlerle karşı karşıya kalmıştır. Bazen de, bizdeki örneğinde olduğu gibi, ülke yöneticileri, çevre devletlerin düşman olduğu yönünde şartlanmaya sevk edilmişlerdir.
Altını çizerek söylemek gerekirse, bağımsız sayılan her bir ulusal devlet, gözünü savunma-saldırma güdüsüyle açıyor. Bununla birlikte, dikkat etmesi gereken ikinci önemli davranış biçimi de “serbest piyasa ekonomisi”ni kabul etmiş olmasıdır. Aksi durumda başına gelmedik kalmaz; hatta ulusal devlet olarak tanınmasını dahi tehlikeye sokar. Oysa bu yol, yani serbest piyasa ekonomisi, bağımlılık yolunun ilk durağıdır. Çünkü “serbest piyasa”, “açık pazar” olarak anlaşılmalıdır. Emperyalizmin böylesi alanlara ihtiyacı vardır. Hatta yaşayabilmesi için yenilerinin bulunması zorunludur. Esasen devletlerin halihazır durumlarını belirleyen, yüzyıllardır işleyen eşitsiz gelişme yasasıdır. Bu yasanın binlerce yıldan bu yana varolduğunu bilmekle birlikte, kapitalist üretim biçimiyle daha acımasız işlediğinin altı çizilmelidir. Şöyle de söylenebilir: Kapitalist metropollerin dışındaki toplumsal-ekonomik gelişme, metropollerin izin verdiği zamanda ve izin verdiği ölçekte işleyecektir ki, bağımlılığın temelini teşkil etsin. Dışalımda da dışsatımda da bağımlılık böyle işlemektedir. Sınai üretiminiz için metropollere bağımlısınız. Dışsatımınız için gümrük birliği ve kotalara bağımlısınız. Topraklarınızda yetiştireceğiniz ürünlerin cinsi ve miktarı için de bağımlısınız. Bu sorun, yani bağımlılık biraz daha açıklanmaya muhtaç.
Günümüzde savaşları kaçınılmaz kılan nedir? Bu sorunun yanıtı çok net: Emperyalizm. Irak örneğinde ülkemizin savaşa taraf olmasını gerekli kılan nedir? Bu sorunun yanıtı da çok net: Bağımlılık. Bağımlılık nedir?
Önce, günümüzde, bireylerin, yani insanların bağımlılığından başlamak gerekiyor. En yaygın olarak bilinen uyuşturucu bağımlılığını bir kenara bırakalım. Önemsiz olduğu için değil. Üzerinde durulmayanlara, dikkat edilmeyenlere sıra gelsin diye. En masum gibi görülen televizyona bağımlı değil mi insanlarımız? Daha doğru bir ifadeyle bağımlı kılınmadılar mı? Bağımlılık söz konusu edilince neden otomobil akla gelmiyor dersiniz? Ya da cep telefonu? Kola ve hamburger çok mu masum? Ya bira? Hani şu, futbol haberleriyle birlikte beyinlerimize sokulan marka biralar? Hadi, onlarca marka yabancı sigaraları da kervana katalım. Sanal alanda ufuklarımızı genişleten bilgisayarı da ekleyelim. Ya marka bağımlılığı ve bununla birlikte kartopu gibi büyüyen tüketim bağımlılığı? Çocuklarımız, yani geleceğimiz için üretilen oyuncakları göz ardı etmememiz gerektiğini hatırlatmak zorunluluktur. Eklenmesi gerekiyor: Bireyleri olur olmaz nesnelere bağımlı kılmak, sistemli bir çabanın sonucudur. Sistemli çabanın, elbette emperyalist odaklarca planlanıp uygulanmakta olduğu çok açık bir gerçektir.
Bireylerin, yani insanların bağımlılığı kadar önemli, belki de sözü edilen bağımlılığın önüne konulması gereken, ülkelerin bağımlılığıdır; daha doğrusunu bağımsız olmayışlarıdır. Konuyu ülkemiz özelinde ele alırsak, söylenmesi gerekenlerin başına Lozan’ı koyabiliriz. Resmi tarihin yazdığı gibi burada altına imza konulan anlaşma, bağımsız bir devletin ortaya çıkışını değil, ülkemizi bağımlı kılmanın başlangıcıdır. Bağımlılığı pekiştiren ikinci adım, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde atılmıştır. Atılan adım, yenilgiyi kabullenip teslim olan Almanya ve Japonya’ya savaş ilanıdır. Bunun, yeniden şekillenen ve Birleşmiş Milletler Cemiyeti olarak bilinecek olan kuruluşa girebilmek için gerekli bir adım olarak söylenir. Ne var ki yeniden şekillenecek uluslararası oluşum, bağımlılığın tek yönlü işlemesinin merkezi olacaktır. Bunun anlamı, sürekli bağımlılıktan başka bir şey değildir. Ama daha önemlisi, NATO üyeliğidir. Bu üyelik bağımsızlığı hepten ortadan kaldırmış ve emperyalizme göbekten bağlanmayı pekiştirmiştir. Konu başlığımızdaki Kore Savaşı, bizim açımızdan göbekten bağlılığı pekiştirebilmek için sunulan kan bedelinin adıdır.
Bireylerin bağımlılığı ile ülkelerin bağımlılığı birlikte ele alındığında söylenmesi gereken ise, nesnelere bağımlı kılınan bireylerin, ülkelerinin bağımlılığını düşünemez olmalarıdır. Tersinden söylemek daha doğru olur: Ülkelerinin bağımlılığını düşünemez hale gelmeleri için bireyler, olmadık nesnelerin bağımlısı haline getiriliyorlar.
Ünlü bir gazetenin, üçüncü sayfada köşe yazarlığında ünlenen bir yazarı, “bağımsızlığın gözü kör olsun” başlığını atmış (Hürriyet, 25 Aralık 2002, Bekir Coşkun). Bakın ne diyor:
“Eğer her lider adayı, onay almak için ABD’ye uçar, Washington’da adamların sağını solunu yalarsa; başbakanlar, Beyaz Saray’a kabul edildiklerinde bu, ulusal bayram sayılırsa; yağma ekonomisi her çöktüğünde para dilenmek için hükümetler ABD’ye koşarlarsa; emekli maaşlarından işçilerin kömür parasına kadar ABD güdümündeki finans kurumlarının izni ile ekonomi yönetilirse; bir ülke ABD’nin uzaktaki eyaletine dönüşmüşse; yapacak bir şey yok…”
Bu ünlü yazara yazdıklarının bir sonuç olduğunu, bağımlılığı doğuranın başında Lozan’da imzalanan anlaşmanın bulunduğunu söylediğinizde, yanıtı şiddetli bir itiraz olacaktır. Hele NATO üyeliğinin bağımsızlığı hepten ortadan kaldırdığını kabul ettirmeniz mümkün değildir. Böylece, ülkemizin, ABD’nin uzaktaki eyaletine dönüşmesini, ülkeyi yöneten bazı insanların dirayetsizliğine bağlayıp işin içinden çıkarlar. Bağımsızlık istemiyle yanıp tutuşanların, kişisel bağımlılıktan yana oldukları açıktır. Çünkü bağımsızlığı böylesine savunanların kendilerinin bir ayağı da ABD’dedir. Bazen, hafta tatillerini bile orada geçirirler. Kendileri olmasa bile patronları, Washington’daki adamların sağını solunu yalamaktan geri kalmazlar. Bu ünlü yazarlar, emekli maaşının ve işçilerin kömür parasının ne anlama geldiğini de bilmezler; çünkü paracıklarını dolar cinsinden alırlar. Dolara bağımlı kılınmışlıklarını anlamaları da mümkün değildir. Bu yazarların görevleri, her zaman gerçeğin üstünü örtmektir. Hem de bilerek.
Üstü örtülmek istenilen gerçek nedir? Gerçek, ünlü yazarın, yukarıda sözünü ettiğim yazısında da var. Ama, tersinden okumakla anlaşılabiliyor. Yazar, “ABD ekonomisi için bir savaş bu…” diyor. Tersinden okunduğunda, savaşın da ABD ekonomisinin, kapitalizmin, emperyalizmin yöntemi olduğu ortaya çıkar. O halde karşı çıkılması gereken kapitalizm ve emperyalizmdir. İşte üstü sürekli örtülen gerçek budur. Bu beyler arada bir emperyalizme karşı olduklarını söylerlerse de kastettikleri, bizim sözünü ettiğimiz sistem değildir.
Hikayenin başlangıcı, üretici güçlerle, yani emekle ilişkili. Daha doğrusu üretici güçlerin gelişmesiyle. Yani, binlerce yıl öncesine dayanıyor. Dünyamızın tanık olduğu bildiğimiz uygarlıkların tamamı emek ürünü. Günümüze ulaşmak için binlerce yılı atlayarak, birkaç yüz yıl öncesinden başlamak, konumuz açısından yeterli olacak. Sözü edilecek birkaç yüz yıl öncesinde gelişen üretici güçler, üretim ilişkilerinde bir yeni dönemi, kapitalist üretim biçimini yaratmıştır.
Doğu, özellikle de Hindistan’ın, Avrupa kıtasındaki egemenlerin rüyalarına girdiğini biliyoruz. Ve rüyaların gerçekleşmesi için hep batıya giderek Hindistan’a ulaşmak istedikleri de. Hep batıya gidilerek Hindistan’a ulaşılamıyor ama, bir yeni kıta, Amerika keşfediliyor. Bundan böyle Avrupalıların Amerika’ya yönelip elde ettikleri zenginlikleri eski kıtaya, Avrupa’ya taşıdıkları da biliniyor. Ancak bu yöneliş ve getirdiği büyük zenginliklerin, Avrupalıların Hindistan sevdasını ortadan kaldırmadığı, üzerinde durulmayan olgudur. Avrupalılar, Hindistan’a karayoluyla ulaşmanın güçlüğü karşısında suyolunu deniyorlar. Böylece, Ümit Burnu’nu aşarak Hint Okyanusu’na ulaşmak mümkün oluyor ve Hindistan’a ulaşılıyor. Daha sonra Süveyş Kanalı açılacak. Bu aşamada, Avrupalı yerine İngiltere’den ve onun yanı sıra Fransa, İspanya, Portekiz ve Felemenk devletlerinden söz edilmelidir. Çünkü, kapitalist üretim biçimiyle birlikte gelişen, geliştirilen kavramların yol açtığı yenilikler vardır. Bunların başında ulusal devlet yapısı gelmektedir. Bu yeni devlet yapısı, kapitalist üretim biçiminin gelişip serpilmesi için olmazsa olmaz koşuludur. Nedeni, masum “iç pazar” olgusuna dayanmakta olmasıdır. İç pazarın kurallarının belirlenmesi, belirlenenlerin korunup kollanması, ancak ulusal devletin varlığıyla mümkün olmaktadır. Felemenk devletinden hareketle bu olgu daha da açılabilir.
Bugünkü Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un yer aldığı coğrafya, 1500’lü yıllarda İspanya Krallığı’nın egemenliği altında bulunuyordu. Bu yüzyılın sonlarına doğru başlayan ayaklanmalar sonunda Felemenk Krallığı kuruldu. Uzak denizlere açılan ticaret filoları, ülkesine zenginlikler taşıdı. Ama ulusallık ve buna dayalı ulusal devlet kurulması ilkesi hep işledi. Bu nedenle Felemenk, 1700’lü yılların sonunda Fransız saldırılarıyla dağıldı. Ve bir yüzyıl sonra bugünkü yapıdaki devletler yani Hollanda, Belçika şekillendi.
Yeni üretim biçimi, yani kapitalist gelişim, öyle bir olgudur ki, üretimi insanların havsalasının alamayacağı düzeylere ulaştırıyor ve bu nedenle de dış pazar ihtiyacı doğuyor. İşte sözü edilen Avrupa ülkeleri, dünyanın dört bir bucağına bu nedenle saldırmışlardır. Kore de, böylesi saldırıların birinde tesadüfen keşfedilmiş ve o günden bu yana gündemde kalmayı sürdürmüştür. 1656, yılında bir Felemenk ticaret gemisi, Kore açıklarında karaya oturmuş. Gemiden sağ olarak kurtulanlar Korelilerce tutsak edilmişlerse de, günün birinde, ülkelerine dönmeyi başarmışlar. Ve bu ülkeyi, Kore’yi tanıtmışlar. Ama Avrupalıların Kore ile sıcak ilişkileri için daha bir yüz yıl gerekecektir.
Bu bir yüz yıl içinde neler olmuştur Kore’de?
Koskocaman Asya kıtasının Doğu uçlarındaki bir yarımada hatta yarımada, yerine küçük bir burun denilebilecek Kore, ardını Çin topraklarına dayamışken, burnunu da Japon adalarına uzatmış durumda. Daha 1200’lü yıllarda Moğol istilasına uğramasına rağmen, Buda ve Konfüçyüs öğretileriyle kültürünü geliştiren Kore insanı, tarıma dayalı ekonomisi ile doğaya karşı yaşam mücadelesini sürdürürken, bu iki devletin, Çin ve Japonya’nın hüküm sürmek istediği alan olmaktan kurtulamamış.
Kore’ye en büyük belalardan birisi, Hıristiyanlık, 1700’lü yılların sonunda, Çin’den ulaştığında, ülke yöneticileri, Buda ve Konfüçyüsçü görüşlerle bağdaşmayan bu inanca karşı mücadeleyi, dış dünyaya karşı kapanarak yürütmeyi başardı. Söz konusu dışa kapanma, Japonya’da da yaşandı. Ama nedeni başka. Dünyanın dört bir yanına saldıran silahlı ticaret filoları Japon adalarına dayanınca, umulmadık dirençle karşılaşıyor ve direnç kırılamıyor. Adalar ülkesi olmanın avantajlarını kullanan Japonya, bu nedenle Avrupalıların, özellikle de İngiltere’nin açık sömürgesi olmadı. Dışa kapanma Japonya’ya aynı zamanda kapitalist gelişme yollarını açtı ve 1800’lü yılların son çeyreğinde, Almanya ile birlikte geç kapitalist ülkeler safında yer aldı. Bu yıllarda, kapitalist üretim biçiminin emperyalist aşamaya ulaştığını yeniden hatırlamak gerekiyor. Ve geç kapitalist ülkeler, dış pazar elde etmenin zorluklarını yaşamaya başladılar.
Kore’nin yazgısı da bu dönemde belirlenmeye başladı. Avrupalılar, hep batıya giderek Hindistan’a ulaşamamışlardı ama, ABD, Amerika kıtasının batı yakasından batıya giderek Kore’ye ulaşabildi. Kore’ye ulaşan ABD savaş gemilerine Hindiçini bölgesine yerleşerek bu yöreleri daha önceleri sömürgeleştiren Fransa da katıldıysa da, Kore, bir dönem bu saldırıları püskürtmeyi başardı. Ne var ki, burnunun dibindeki Japonya’nın sürekli baskısı karşısında boyun eğmekten başka yolu kalmayınca, 1876 yılında dayatılan ticaret anlaşmasını imzaladı. Bir defa zaaf göstermeye görün; arkası çorap söküğü gibi gelir. Kore pazar olma yolunda istemeyerek de olsa adım atmıştır. Çin, ardından ABD, İngiltere, Almanya, Rusya ve Fransa ile de benzeri ticaret anlaşmaları imzalar. Burada durulamazdı: Batıya öğrenciler göndererek, ticaret anlaşması yaptığı ülkelerin kurumlarını da ülkesine taşımaya başlar.
Kapitalistleşme sürecinde, ister istemez dışalım ve dış borç, işbirlikçi yöneticiler eliyle ülke insanının omuzlarına vergi olarak bindirilir. Bu kural Kore için de işledi. Ülkede tefecilik yaygınlaştı ve köylülerin yoksulluğu derinleşmeye başladı. Kore, 1895’de büyük bir ayaklanamaya sahne oldu. Batının güçlü silahlarıyla donatılmış olmasına rağmen ülkenin güneyinde yenilgiye uğrayan devlet yönetimi, Çin’den yardım istedi. Çin birlikleri Kore’ye girince, Japonlar da askeri müdahalede bulundular. Çin-Japonya savaşına dönüşen çatışmanın galibi Japonya oldu.
Japonya, Kore ile yetinmek niyetinde değildi ve anakaranın içlerine doğru yürümeyi amaçlıyordu. Bu noktada Rusya devreye girdi. Almanya ve Fransa’dan destek alan Rusya, Kore’de, Japon karşıtı güçleri harekete geçirmeyi başardı. Nihayetinde Rusya ve Japonya savaşa tutuştu (1904-1905). Savaş sürecinde Kore, tarafsız kalmak istemesine rağmen, Japonların topraklarını kullanmasına izin vermek zorunda kaldı. 1910 yılında Kore’ye tamamen yerleşen Japonya, kendi eğitim sistemlerini de getirerek baskı rejimini kurdu. Artık bu tarihten sonra Kore, Japonya’nın açık sömürgesidir. Japonya, Kore’de geniş kapsamlı idari ve mali düzenlemelere girişti. Eğitim, para ve maliye sistemlerini kendi yapısına uydurdu. Ulaşım ağını, kıyı limanlarından kıta içlerine doğru yani emperyalizm adı verilen yöntemle geliştirdi. Toprak mülkiyetini değiştirip kapitalist gelişmenin önündeki en büyük engel olan feodal kurumların ortadan kaldırılması çalışmaları yoğunluk kazandı.
Birinci Dünya Savaşı’na katılmayan Japonya, Kore topraklarından ülkesinin pek çok tarımsal ihtiyaçlarını karşıladı. Köylüleri pirinç üretiminde zor kullanarak çalıştırdı. Kore halkı, verimli topraklarının ürünlerinden yararlanamaz oldu.
Kore’de uzun yıllar başarıya ulaşamayan baskıcı sömürge sistemine karşı direnişler, İkinci Dünya Savaşı yıllarında belirginleşti. Kore’de örgütlü ilk halk hareketi, 1 Mart 1919’da yaşandı. Halk hareketinin kanla bastırıldığını söylemeye gerek yok. Her şeye rağmen halk hareketinin temelindeki örgütlülük tamamen ortadan kalkmadı. Varlığını sürdürdü. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda yer almasının ardından daha önceleri kurulan Kore Direniş Hareketi, 1942 yılında diğer cephede yer alarak Japonya ile savaştı. Saf tuttuğu müttefikleri, Kahire Konferansı’nda (Aralık 1943), “zamanı geldiğinde bağımsızlığına kavuşur” gibi net olmayan bir karar aldılar. Yalta Konferansı’nda ise (Şubat 1945), ülkenin kaderi şöyle belirlendi: Dörtlü vesayet yönetimi. Yani Kore, bağımsız devlet statüsünde olamayacaktı. Belirsizlik, Potsdam Konferansı’nda da (Temmuz 1945) giderilemedi. 8 Ağustos 1945 günü Japonya’ya savaş ilan eden Sovyetler Birliği, aynı anda Japon işgalindeki Kore’nin kuzey bölümüne asker çıkardı. ABD askeri güçleri ise, daha öncesinden Güney Kore’ye girmişti. 11 Ağustos’ta Kore’deki Japon birlikleri teslim bayrağı çekince, teslim işlemleri güneye inen Sovyet ve kuzeye yönelen ABD güçleriyle birlikte gerçekleştirildi. Ve 38. Paralel, Sovyetler Birliği ile ABD kuvvetleri arasındaki sınır olarak belirlendi. Benzer uygulamaların bir diğeri, aynı günlerde ve aynı güçler arasında Almanya’da; Berlin önlerinde yaşanmıştır. Bu uygulamalar tesadüf sayılmamalıdır. Çünkü artık yaşlı dünyamız iki “blok” ile anılacaktır. Birincisi, “hür” sıfatıyla olsa da bağımsızlığı ortadan kaldıran ve odağında ABD’nin durduğu “Batı”; ikincisi ise, odağında Sovyetler Birliği’nin durduğu “sosyalist” “Doğu” bloğudur.
Vesayet sistemi hakkında birkaç söz edilebilir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında uygulama alanı bulmuştur. Savaş sonrasında dağılan Osmanlı topraklarının yönetimi için tartışılan manda olgusu, vesayet sisteminin diğer adıdır. Bu sistem, yüzyıllardır uygulanan ve artık uygulayıcıları için ekonomik bulunmayan açık sömürge sisteminin dezavantajlarını gidermek için geliştirilmiştir. Hatırlanacağı üzere, Anadolu için de Amerikan mandası olma konusu o günlerde açıkça tartışılmıştı. Osmanlı’nın paylaşılan Arabistan bölgesinde, İngiliz ve Fransız mandaları yaratılmıştı. Suriye’nin Fransız, Irak’ın ise İngiliz mandası olduğu örnek olarak verilebilir. Aynı dönemde, başka örnekler var. Örnekler, İngiliz sömürgelerinden verilebilir. Örneklerden en ilginci, Avustralya’da geçerliliğini hâlâ sürdüren Genel Valilik’tir. Bu sistem, günümüzde, Saddam sonrası Irak’ı için düşünülmektedir.
Kore hakkında söyleneceklere devam etmeden önce, ABD ile Japonya arasındaki benzer ve benzemez yanları belirtmekte yarar var. Önce, her ikisin de Birinci Dünya Savaşı’na katılmadıklarını belirtelim. Ancak, ABD’nin bir ayrıcalığı var: Pek çok İngiltere kökenli ABD vatandaşı, soydaşlarının safında savaşmak isteğiyle yanıp tutuşunca, soluğu Kanada’da aldılar. Kanada, o tarihlerde Fransa’nın yanı sıra İngiltere’nin sömürgesiydi ve bu ülkeye geçenler, İngiltere ordusuna katılıp savaştılar. Kanada, 1917’den itibaren düzenli ordu kurarak İngiltere’nin yanında savaştı. Böylece rüştünü ispatlayıp İngiliz Uluslar Topluluğu’nun üyesi olmayı başardı.
Japonya, geç kapitalist süreçte, dışa kapanıklığıyla başarıya ulaşmıştı. ABD, ters yönde, dışa açık süreç içinde yükselmiştir. Bu süreçte, ilginç biçimde işleyen sömürge ilişkileri vardır. Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinin kapitalist ilişkileri bu ülkeye gelişmiş biçimleriyle taşınmıştır. ABD için söylenecek diğer ilginç şey ise, kapitalizmin gelişiminde başat rolü olan ulus sorununun bu topraklarda kapitalist ilişkilerin gelişmesinde rol oynamamış olmasıdır. Bu durum, kapitalist ilişkilerin gelişmesinde büyük bir avantajdır. Sözü edilen avantaj, diğer özelliklerle birlikte, sermaye birikimini olağanüstü boyutlara ulaştırmış ve dış pazar sorunu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında önem kazanmıştır. Aynı durum Japonya için de geçerlidir. Ve üstelik gidilecek dış pazar, her iki ülke için de sınırlıdır. Sınır olarak ABD’nin karşısında İngiliz sömürgelerinin çevresi durmaktadır. Japonya içinse, burnunu uzatmış Kore üzerinden Asya toprakları vardır.
İkinci Dünya Savaşı’nda yer alan her iki ülke de gelişmiş kapitalist ülke olmanın verdiği emperyalist işleyişle hareket etmişler ve nihayet günün birinde yolları kesişmiş ve karşı karşıya gelmişlerdir. Karşı karşıya gelme anına kadar her iki ülkenin bir benzerliğinden daha söz etmek gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı bu savaşta taraf olan ülkelerin topraklarında savaşın korkunç yıkımıyla sürüp giderken, ABD ve Japon toprakları, yıkımın dışında kalmıştır. Yangın bombalarıyla bir hayli harap olan büyük kentlerin dışında özellikle sanayi tesisleri zarar görmemiştir. Japonya için diğer istisnaya, savaşın bitiminden sonra ABD’nin atom bombalarına hedef olan Hiroşima ve Nagazaki gösterilebilir. Japonların da öncesinde Pearl Harbor deniz üssüne baskın yaptığı bilinmektedir (7 Aralık 1941). Japonların hava saldırısı düzenledikleri sözü edilen askeri üs, Hawai’de, Oaho adasındadır. Bu baskının hemen ertesinde, 8 Aralık günü, ABD Senatosu Japonya’ya savaş ilan etti. Esasen Japonya ile ABD’nin arasında gerginlik yaşanıyordu. Daha 1937’de Çin’i işgal eden Japonya, 1940 yılında da Almanya ve İtalya ile ittifak yapmıştı. ABD, bu tarihten itibaren Japonya ile bütün ilişkilerini dondurmuştu. Özellikle petrol ve savaş malzemesi göndermeyi durdurmuştu. Bu ifadeyi tersinden okursak, ABD’nin, Almanya ve İtalya’nın yanında savaşmakta olan Japonya’ya 1940 yılından önce savaş malzemesi ve petrol sattığı daha net anlaşılır. Savaşın diğer cephesinde yer alan İngiltere’yi bir kenara bırakırsak, sözü edilen yardımın Sovyetler Birliği’ni yok etmeyi amaçladığı ortadadır. Bununla birlikte Japonya’nın bir gözü de Güneydoğu Asya’da, Endonezya takımadalarında ve Güney Pasifik’tedir. Bu bölgeler ise İngiltere’nin egemenlik alanındadır. Söylemek istediğim şu ki, ABD, henüz savaşta yanında yer almasa da İngiltere’nin dostu ve müttefikidir; görüntü hep böyledir. Böyle olmasına rağmen, müttefikinin savaştığı Japonya’ya savaş malzemesi ve petrol satmaktan geri durmamıştır. Geçenlerde bir kaynak, ABD’nin, 1980 İran-Irak savaşında Irak’a verdiği savaş malzemelerini açıkladı. Malzemelerin içinde, ABD’nin bugünkü iddialarını gerçek kılacak olanlar da var. Yani bugün Irak, ne kadar kitle imha silahına sahipse, bunların yapımı için gerekli malzemeler daha 1980’li yıllarda ABD tarafından verilmiş. Daha sonraki yıllarda Almanya ve Fransa’nın verdiği malzemeler de bilinmez değil. Daha açık söylenebilir: Adına ne denirse densin; kapitalizm, emperyalizm ya da sermaye sınıfının dostu düşmanı yoktur ve salt bu nedenle de insanlığın düşmanıdır.
Japonya ve ABD üzerinde biraz daha durmak gerekiyor.
Önce Japonya’yı ele alalım. Japonya, bugün, emperyalist odaklardan birisi. Henüz saldırgan olamadığı için masum görünüyor. Oysa Japonya, yıkıma yol açan savaşı takip eden birkaç on yıl sonra paçasını düzeltmeyi başardı. Tıpkı, aynı savaşta daha çok yıkıma uğrayan Almanya gibi. Bu iki ülkenin yani Almanya ile Japonya’nın insanları çok çalışkan ve üretken olduğu için mi hemen kalkınıverdiler? Elbette hayır. Her iki ülke de silahsızlandırıldı. Yani, bütçelerinden savunma için hiç pay ayırmadılar. Kalkınmalarında uluslararası sermayenin bu ülkelere akmasının payı da göz ardı edilemez. Ama, aynı on yıllarda ülkemize de hatırı sayılır sermaye ve dış yardım girdi. Girdi de ülkemiz niye yerinde sayıp durdu? Tek neden olmamakla birlikte savunma adı altında silahlanmaya yöneldiği için. NATO’ya girdiği için; en büyük kara gücünü beslemek zorunda olduğu için; bütçesinin önemli bir bölümünü tekelci sermayenin silahlarına yatırdığı için. Ve günümüzde ABD dünyaya kafa tutacak ölçüde askeri alanda güçlüyse, güçlülüğün bizim gibi ülkelerin katkısıyla gerçekleştiğini bilmeliyiz. ABD için baştan alırsak şunları söyleyebiliriz: İkinci savaştan sonra ABD, dünya jandarmalığına soyundu. Çünkü kaynakları savaştan hiç zarar görmemişti ve insan olarak kaybı da çok küçüktü. Kesin olarak kabul edilen sayılara göre ABD savaşta, 292 bin 131 asker ve 6 bin sivilini yitirmiş. İngiltere de kayıplarını tam saymış: 264 bin 443 asker ve 92 bin 673 sivil. Söz, savaşta yitirilen insan sayısına gelmişken savaşın bilançosunu hatırlatalım. Sovyetler Birliği, bu savaşta, emperyalizme ve faşizme karşı verdiği amansız mücadelede 20 milyon evladını kaybetti. Kayıplar, ABD’de olduğu gibi, şu kadar bin ve şu kadar bir olarak bilinemiyor. Çünkü, yıllarca yakılıp yıkılan geniş coğrafyada kayıpları birebir tespit etmek mümkün değil. Batılı kaynaklar ise, Sovyetlerin kaybını yine yuvarlayarak 11 milyon asker ve 7 milyon sivil diye kayda geçirmişler. Asker ya da sivil olsun insan kaybının üretici güçlerin kaybı olduğundan ise hiç söz edilmiyor. Sovyetler Birliği’nin ardından en çok kayıp veren ülke Polonya: 3 milyon 200 bini Yahudi olmak üzere toplam 5 milyon 800 bin insan. Almanya’nın kaybı 3 milyon 500 bin asker ve 780 bin sivil. Japonya, 1 milyon 300 bin asker ve 672 bin sivil. Sivillerin yaklaşık yarısı atom bombasıyla kavruldu. Çin, 1 milyon 310 bin 224 asker ve doğruluğu saptanamadığı için kuşkuyla bakılan 22 milyon sivil. Yugoslavya, 305 bin asker ve 1 milyon 200 bin sivil. Ölenlerin toplam sayısı 35 ile 60 milyon arasında. Aradaki büyük fark, özellikle Çin’in kayıpları konusundaki belirsizlikten kaynaklanıyor.
Yeniden Kore’ye dönebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde bölünmüş bir Kore coğrafyası ile karşı karşıya kaldığımızı daha önce söylemiştik. Bölünmüşlüğün Kore halkına dışarıdan dayatıldığı bellidir. Bu durumda, tarafların, her fırsatta birleşmeyi gündeme getirmeleri doğal karşılanmalıdır.
Şimdi, bölünmüş Kore’nin iki yakasına bakalım.
KUZEY KORE: Koreli komünistler hızla örgütlendiler. Savaş sürecinde oluşturulan halk komiteleri bir merkezde toplandı ve Şubat 1946’da Kore Komünist Partisi Kuzey Kore Merkez Bürosu Birinci Sekreteri Kim İl Sung’nun başkanlık yaptığı Geçici Halk Komitesi’nde bir araya geldi. Yapılan hazırlıklar sonucu bir yıl sonra Yüce Halk Meclisi toplanıp anayasa çalışmasını yürüttü ve 3 Eylül 1948 günü Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Aralık 1948’de Sovyet askerleri çekildi. Çin birliklerinde bulunan 12 bin Kore askeri, yeni devletin ordusunun çekirdeğini oluşturdu. Sovyetler Birliği’nden teknik ve askeri yardım alan Halk Cumhuriyeti, iki yıl gibi kısa süre sonunda güçlendi ve bölünmüş ülkelerini birleştirmek amacıyla 38. Paraleli geçip Güney Kore’ye girdi.
GÜNEY KORE: Japon güçlerinin tesliminden sonra ABD askeri güçlerinin işgal ettiği Güney Kore’de Ağustos 1945’te kurulmuş olan Kore’nin Bağımsızlığı İçin Hazırlık Komitesi, 6 Eylül 1945 günü Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Yani kuzeyde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesinden üç gün sonra ve yine “Halk Cumhuriyeti”. Bunun anlamı, Korelilerin Kore’nin bölünmesini istemedikleridir. ABD, Halk Cumhuriyeti’ni tanımadı. Bunun anlamı da emperyalizmin ve onun baş temsilcisi ABD’nin Kore’yi bölmedeki kararlılığıdır. Aynı yılın Aralık ayında bir araya gelen Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere dışişleri bakanları, Güney Kore’de beş yıl sürecek dörtlü vesayet konusunda anlaştılar. Bu anlaşmaya ülkede büyük tepki gelişti. Dörtlü vesayetin işlemezliği karşısında ABD, konuyu Birleşmiş Milletler’e götürdü. BM Kore Geçici Komisyonu’nun gözetiminde 10 Mayıs 1948 günü genel seçim yapıldı. 31 Mayıs günü toplanan Ulusal Meclis bir anayasa hazırladı ve 15 Ağustos günü Kore Cumhuriyeti ilan edildi. ABD, arkasında askeri danışmanlar bırakarak Haziran 1949’da Güney Kore’den çekildi. Ama geniş çaplı ekonomik ve askeri yardımını sürdürdü. 1950 yazına gelindiğinde güneydeki Kore Cumhuriyeti 100 bin kişilik orduya sahipti. Ama 25 Haziran 1950 günü 38. Paraleli geçen Demokratik Halk Cumhuriyeti güçleri karşısında tutunamadı.
Birleşmiş Milletler gözetiminde kurulan güneydeki cumhuriyetin imdadına yine aynı kuruluş yetişti. BM Güvenlik Konseyi, bağımsız bir devlete bir başka devletin saldırısını barışın çiğnenmesi olarak niteleyip, bütün ülkeleri yardıma çağırdı. Yardım çağrısı havada kaldı. ABD ve İngiltere dışında sadece Türkiye çağrıya uydu. NATO’ya girebilmenin telaşı içindeki ülke yöneticileri, meclis kararı almadan 3 bin kişilik bir birliği Kore’ye yolladı. ABD savaş gemileriyle. Gemilerdeki ABD personelinin Kore’ye giden asker ve subaylara hakaret yağdırdığı, Refik Erduran’ın anı kitabında yer alıyor. Tuvalet kullanımından yemekhane düzenine kadar bir dizi konu hakaret edilmenin nedenlerini oluşturuyor.
Türk birliğinin bir ay süren bir deniz yolculuğu var. Bu süre askerlerin eğitiminde değerlendirilmiş. Askerler, savaşta kullanacakları silahlarla gemide tanışıyorlar ve atış talimi yapıyorlar. Denize atılan konserve kutuları talimlerdeki hedefi oluşturuyor. Ne kadar eğlenceli olmalı.
Türk askerlerinin bir başka alışkanlıkları, savaş sırasında bayağı pahalıya patlıyor. Alışkanlık, ülkelerinde gördükleri eğitimle ilgili. Askerler, kendilerine verilen her şeyden sorumlular. Çünkü giysisinden silahına kadar her şey devlet malı. Mermiler de. Atış talimlerinde, mermilerin boş kovanını toplayıp teslim etmek zorunda. İşte bu alışkanlık ya da görev aşkı sıcak savaşta da işleyince olanlar oluyor. Boş kovanları toplarken canlarından olanların sayısı oldukça çok.
Savaş alanındaki konuşlandırma ise ayrı bir trajedi. Türk birlikleri, taarruz eden ABD askerlerini korumakla görevlendiriliyorlar. Türk birlikleri bu koruma işini o kadar ciddiye alıyor ki kendilerini koruyamıyorlar ve bir bakıyorlar ki çembere alınmışlar. İşte o andan itibaren “kahramanlık” öyküleri başlıyor. Beline bayrağı saran komutanın arkasından savaş naraları atan Mehmetçikler bir bir toprağa düşüyor. Türk birliğinin bu savaştaki kaybı bin dolayında.
Kore Yarımadası’ndaki savaş uzun sürmedi. 25 Haziran 1950 günü başlayan savaş, aynı yılın Aralık ayında sona erdi ve daha önce sınır kabul edilen 38. Paralel yine sınır olarak kaldı. Buna rağmen ABD, bu sonucu kabul etmemekte direnç göstermeye başladı. ABD, Çin askeri üslerini bombalamak için gerekçe yaratmaya çalışırken savaşın böyle yaygınlaştırılması durumunda Sovyetler Birliği’nin savaşa taraf olacağı kararlılığı ortaya kondu. ABD, bu kararlılık karşısında geri adım attı ve 1951 yılının ortalarında ateşkes şartları görüşülmeye başladı. Bir yılı aşkın görüşmelerden ABD’nin ayak sürtmesi nedeniyle sonuç alınamadı.
Ve Kore Savaşı, 1952 sonbaharında ABD’de yapılan başkanlık seçiminde malzeme olarak kullanıldı. Savaş karşıtlığını temsil eden başkan adaylarından Eisenhower, seçimleri kazanırsa, Kore’ye gideceğini ve barışı gerçekleştireceğini ilan etti ve ABD başkanı seçildi. 27 Haziran 1953’te savaş ihtimali yeniden belirdiyse de 27 Temmuz’da sağlanan ateşkes ile o günkü fiili durum resmen kabul edildi. Savaş tutsakları karşılıklı olarak iade edildi.
Savaşta “batı”nın kaybı yine kuruşu kuruşuna belirlendi: Birleşmiş Milletler kuvvetleri tamı tamına 36 bin 823 kayıp vermişti. Bunun 33 bin 629 bini ABD güçlerindendi. Çin’in kaybı ise yine yuvarlanmıştı ve kaynaklara 900 bin olarak geçirildi.
Savaş boyunca 2 milyonun üzerinde Kore vatandaşı hayatını kaybetti. Kayda geçirilmesi gereken diğer bir husus da savaş süresince Kore’deki konutların üçte birinin, sanayi tesislerin de beşte ikisinin yıkılmasıdır.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti hakkında birkaç not kaydetmek istiyorum. Neden “kısaca” Kuzey Kore denildiğinin üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü bu ifadeyle her zaman olduğu gibi bir şeylerin üstü örtülmek isteniyor. Burada üstü örtülmek istenilen, Kuzey Kore’de demokratik bir halk cumhuriyetinin bulunmasıdır. Önce, bu demokratik halk cumhuriyetinde, sınırsız özgürlüklerin varlığını söylemeliyiz. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, sömürgeciliğin baş belası misyonerler sınır dışı edildiğinden, bu ülkede yaşayanlar Hıristiyanlık belasından kurtulmuşlar. Bağımsızlık hareketinin başladığı 1919’lu yıllarda tutkal görevi gören Çandogyo inanışı bugün de egemen. Buda ve Konfiçyüsçü ahlak anlayışı, kültürlerinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bütün Asya toplumlarında görülen Şaman inançları, kırsal alanlarda etkisini sürdürüyor. Bu inançlar, ülkemizde bilindiği gibi birer din değil. Doğa güçlerindeki enerjinin bir bölümünün insanlar üzerinden açığa çıkması. Söz konusu inançlara göre ,açığa çıkan enerji ile hasta insanlar iyileştirilebildiği gibi geleceğe ilişkin tahminler de yapılabiliyor.
Modern Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti yurttaşları günlerine ve geleceklerine güvenle bakıyorlar. Günlerine güvenle bakıyorlar çünkü, işsizlik sorunları yok; konut sorunları da. Sokakta yatıp kalkan yok ki soğuktan donarak ölen olsun. Eğitim zorunlu ve parasız. Koruyucu hekimlik kalıcı hale getirilmiş. Tıbbi bakım ve tedavi tüm yurttaşlar için parasız. Modern sağlık kuruluşları, köylere kadar uzanan bir ağ kurmuş. Geleceğe güvenle bakıyorlar çünkü sosyal sigorta programları, emekli, dul ve yetim aylıklarının yanı sıra hastalık, analık, iş kazası ve iş göremezlik yardımları aksamadan işliyor.
Söz Kore Savaşı’ndan açılınca, Barışseverler Cemiyeti’nden söz etmemek olmaz.
Türk tugayının Kore’ye gönderilmesi 1950 yılının ortalarında kesinleşti. (Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki tugay, 19 Eylül 1950 günü Kore’nin Pusan Limanı’na ulaştı ve 26 Kasım’da Amerikan tümenine bağlı olarak Kunuri’deki çatışmalara katıldı. Dört gün süren çatışmalarda bine yakın subay ve asker öldü.) Türk Barışseverler Cemiyeti, dünya barışının korunmasına katkıda bulunmak amacıyla 14 Temmuz 1950 günü kuruldu. Başkanlığını Behice Boran’nın üstlendiği derneğin genel sekreteri de Adnan Cemgil’di. Güncel amacın Kore Savaşı’na katılma kararına karşı çıkmak olduğu açıktı. Ve bir yandan meclise telgraf çekilirken bir yandan da savaş karşıtı bildiri dağıtıldı. 29 Temmuz 1950 günü dernek kurucuları tutuklandı. Ankara’daki askeri mahkeme derneği kapattı ve kurucuları on beşer ay hapse mahkum etti. Kapatma gerekçesi, “Türkiye’nin ABD ile dostluğunu bozmaya ve halkın hükümete güvenini sarsmaya yönelik eylemde” bulunmaktı. Bir yıl sonra, 1951 yılında, TKP’ye yönelik geniş çaplı bir tutuklama hareketinin başlatıldığı da hatırlanmalı. Ülkemiz aydınları, bundan böyle on yıllar boyu, Soğuk Savaş diye bilinen politikanın uygulamalarından çok çekeceklerdir…1
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu yazı hazırlanırken yararlanılan kaynaklar arasında, başkalarının yanı sıra, Marc Ferro’nun “Sömürgecilik Tarihi” (İmge Kitabevi), Michael Parenti’nin “İmparatorluğa Hayır” (Ütopya Yayınları), Aram Andonyan’ın “Balkan Savaşı” (Aras Yayınları) ve Liddl Hart’ın “II. Dünya Savaşı Tarihi” (YKY Yayınları) adlı kitapları da bulunuyor.