Emperyalizm ve savaş ile ilgili panel, seminer ya da söyleşilerde ısrarla gelen bir soru var: Emperyalist ülkeler arasında yeni bir savaşın patlak vermesi olası mı?
Hayır, derseniz, emperyalistler arasındaki çelişkilerin zayıfladığı ve sarsılması hiç kolay olmayan bir egemenlik sisteminin kurulduğu tezini desteklemiş olursunuz. Dahası, “Emperyalizmin militarist yanının zayıfladığını söyleyebilir miyiz?” ya da “Emperyalistler arası paylaşım mücadelesi önemini yitirmiş midir?” türünden yeni sorularla karşılaşırsınız.
Evet, derseniz, “ne zaman” sorusuyla karşılaşacağınız kesindir. Kısa vadede çıkabileceğini iddia edemeyeceğinize göre, “orta ya da uzun vadede” türü bir yanıt vermek zorundasınız. Bu durumda da, kısa ya da orta vade için, “hayır” yanıtının sonuçları geçerli olacaktır…
Kuşkusuz, bu son derece yalın sorunun etrafından da dolaşabilirsiniz.
Örneğin, bir görüşe göre, dünyamız zaten “Üçüncü Paylaşım Savaşı” dönemine girmiş durumda. ABD, AB (ya da Almanya), Çin ve hatta Rusya bu savaşın tarafları arasında sayılıyor (uzunca bir süredir ekonomik krizle boğuşan Japonya şimdilik unutulmuş durumda).
Bu tezin içeriğini tartışmadan önce, iki kavramsal sorundan söz etmekte yarar var.
Birincisi, Birinci Dünya Savaşı’nı bir “paylaşım savaşı” olarak nitelendirmek mümkün ve doğrudur. Ama İkinci Dünya Savaşı, emperyalistler arasındaki bir paylaşım savaşı olmaktan önce, emperyalizmin sosyalizme karşı açtığı bir savaştır. Bu savaşın bir cephesinde emperyalist saldırganlık varsa, diğer cephesinde de sosyalist anayurdu savunma savaşı, Nazi işgaline karşı direniş ve anti-faşist mücadele vardır.1 Dolayısıyla, bugün bir paylaşım savaşının yaşandığı iddia edilse bile, bunun başına “üçüncü” sıfatını koymak doğru değildir.
İkincisi, bundan önceki her iki dünya savaşı da son derece “somut” savaşlardır. Emperyalist ülke yurttaşları da dahil olmak üzere milyonlarca insanın ölümüne ve çok büyük fiziksel tahribatlara yol açmışlardır. Kuşkusuz, bazı somut olgulara dikkat çekmek için abartma sanatına başvurmak her zaman mümkündür. Ama açıkçası, emperyalistler arasındaki rekabet ve mücadeleyi bir “dünya savaşı” olarak nitelendirmek fazla abartılı olacak ve “dünya savaşı” (ya da “paylaşım savaşı”) kavramının içini boşaltacaktır.
Gelelim asıl meseleye, yani içeriğe…
“Üçüncü Paylaşım Savaşı” tezini ileri sürenlerin asıl amacı, emperyalist ülkelerin dünya ölçeğindeki paylaşım mücadelesinin eskisine göre fazlasıyla şiddetlenmiş olduğunu ve bu mücadelenin içinde bulunduğumuz dönemin temel dinamiğini oluşturduğunu savunmak.
Reel sosyalizmin çözülüşüyle, yani emperyalist ülkeleri birlikte hareket etmeye zorlayan “baş düşman”ının ortadan kalkmasıyla birlikte, emperyalist sistem içi rekabet ve mücadelelerin şiddetleneceği ve şiddetlenmekte olduğu uzunca bir süredir söyleniyor. Bu söylenende önemli bir gerçeklik payının bulunduğu kesin.
Ama buradan, yakın gelecekte emperyalist ülkeler arasında sıcak savaşların bile yaşanabileceği sonucunu çıkarmadan önce birkaç kez düşünmek gerekiyor.
Çünkü, her şeyden önce, emperyalist ülkeler de tarihten ders çıkarıyor. Her iki dünya savaşı da, yalnızca savaşı başlatanlar için değil, bu savaşa dahil olan (ve hatta olmayan) tüm ülkeler için yıkıcı sonuçlar doğurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında baş düşmanları olan Sovyetler Birliği’ne karşı sıcak savaşa girişmeyi göze alamayan emperyalist ülkelerin kendi aralarında bir savaşa girişmesi çok daha zor. Burada sorun, emperyalist ülkelerden birinin başına bir delinin geçmesi ihtimalinin bulunup bulunmaması değil. Böyle şeyler her zaman olabilir. Ama delilikler için tek başına delilerin varlığı yetmez. Sermaye sınıflarının delilik yapmaktan başka çıkar yol görememesi gerekir. Oysa bugünün dünyasında, silah üreticileri bile emperyalist ülkeler arasındaki bir savaştan kârlı çıkıp çıkamayacaklarından emin olamaz, çünkü onların fabrikaları da böylesi bir savaşın hedefleri arasında yer alacaktır.
Kuşkusuz, bu tartışma açısından çok daha fazla önem taşıyan konu, emperyalistler arasındaki rekabet ilişkilerinin boyutu ve bu ilişkilerin ne tür dinamikler üretebileceği. Savaşlar, anlık kararların değil, süreçlerin ürünüdür. Bir başka deyişle, hiç kimse istemese bile, belirli süreçler kaçınılmaz olarak savaşla sonuçlanabilir.
Bu noktada, emperyalist ülkeler arasındaki güç dengelerine bir miktar daha yakından bakmakta yarar var…
ABD: Dünyanın en büyük ekonomisi
Tablo 1, ABD ekonomisi ile rakipleri arasındaki farkın ne denli büyük olduğuna işaret ediyor.
Bu tabloya göre, 2000 yılında, İngiltere, Rusya, Japonya, Almanya ve Fransa’nın gayri safi yurtiçi hasılalarının (GSYİH) toplamı, ABD’nin GSYİH’sına ancak ulaşıyor. Çin’in bir diğer “dev” gibi görünmesi ise, bu ülkenin nüfusundan kaynaklanıyor.
Bu türden istatistiklere çok fazla güvenilmemesi gerektiği doğrudur. Özellikle de belirli bir yıla ait mutlak rakamlar çoğu zaman yanıltıcıdır. Ama yine de, Tablo 1’den, ABD ile rakipleri arasındaki mesafenin son 15 yıl içinde çok fazla değişmediği sonucunu çıkarmak çok riskli olmayacaktır.
Tablo 1: GSYİH büyüklükleri açısından karşılaştırma (ABD = 100)
Kaynak: The Economist, June 27th 2002
Bir ülke ekonomisinin toplam büyüklüğü önemli bir veridir. Küçük bir ekonominin dünya liderliğine soyunması mümkün değildir. Ama toplam büyüklük kadar, kişi başına büyüklük de önemlidir. Örneğin Türkiye’nin GSYİH’sının Danimarka ya da Finlandiya’nınkinden büyük olması, ekonomik açıdan bu iki ülkeden daha gelişkin ya da güçlü olduğumuz anlamına gelmez.2
Tablo 2, ABD’nin bu açıdan da rakiplerinden ileride olduğunu gösteriyor.
Tablo 2: Bazı ülkelerde kişi başına GSYİH (2001, dolar)
2002 verileri
Kaynaklar: OECD (www.oecd.org ), The Economist (www.economist.com).
En büyük şirketler arasında ABD şirketlerinin ağırlığı
Fortune dergisinin 1995’ten bu yana her yıl açıkladığı en büyük 500 şirket listelerine göre, 2001 yılında, ciroları açısından dünyanın en büyük 500 şirketinden 197’si ABD şirketleriymiş (bir başka deyişle listenin yüzde 40’ı). 1995 ile 2001 yılları arasında ilk 500’e giren ABD şirketlerinin sayısı 151’den 197’ye yükselirken Japon şirketlerinin sayısı 149’dan 88’e ve 15 AB ülkesinin tüm şirketlerinin sayısı da 155’ten 143’e gerilemiş. Bu arada 2001 yılında Çin de listeye 11 şirketle girmeyi başarmış.3
Cirolar ve özellikle de kârlar açısından ilk 10’a giren şirketlere baktığımızda (Tablo 3 ve 4), ABD şirketlerinin çok daha ezici bir ağırlığıyla karşılaşıyoruz. En kârlı 10 şirket arasında ne bir Alman ne de bir Japon şirketi var. Bu arada Almanya, en kârlı 50 şirket listesinde yalnızca bir şirketle temsil ediliyor.
Tablo 3: Cirolarına göre dünyanın en büyük 10 şirketi
(2001,milyar dolar)
Kaynak: Fortune, July 22, 2002
Tablo 4: Karlarına göre dünyanın en büyük 10 şirketi
(2001,milyar dolar)
Kaynak: Fortune, July 22, 2002
Dış ticarette kim kime ne oranda bağımlı?
ABD ile Avrupa ülkeleri arasındaki siyasi gerilimler ne zaman artsa, ABD içinde Avrupa ülkelerine yönelik ticari ambargo talepleri güç kazanıyor. Neden hiç tersi olmuyor? Neden Almanya ve Fransa da dahil olmak üzere Avrupa ülkeleri ABD’ye ticari ambargo uygulamayı tartışmıyor bile? Ve neden Alman hükümeti ABD’ye direnç oluşturmaya kalkıştığında Alman sermayedarlar olası bir ticari savaşın tehlikelerinden söz etmeye başlıyor?
Bunun çok basit bir nedeni var: Dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD, aynı zamanda açık arayla dünyanın en büyük ithalatçısı. Almanya ve Japonya gibi ihracatçı ülkelerden farklı olarak, ABD’nin ihracatı ithalatının üçte ikisi kadar. Alman, Japon ve Çin ekonomileri açısından, ihracatın ve özelde ABD’ye ihracatın sürekliliği büyük bir önem taşıyor. Buna karşın ABD’nin bu ülkelerden yaptığı ithalat, kendi GSYİH’sı içinde hiç de o kadar büyük bir paya sahip değil.
Örneğin, ABD’nin Almanya’dan ithalatını dondurması durumunda, Alman ekonomisi daha ilk anda yüzde 3.2’lik bir küçülme yaşayacaktır. Tersi olduğunda ise, ABD ekonomisi yalnızca yüzde 0.29 oranında daralacaktır. Tablo 5 ve 6, Japon ve Çin ekonomilerinin dış ticaret açısından ABD ekonomisine çok daha bağımlı olduğunu gösteriyor.
Nitekim ABD, dış ticarette korumacı önlemlere başvurması nedeniyle özellikle AB ülkeleri tarafından Dünya Ticaret Örgütü’ne en fazla şikayet edilen ülke durumunda.
Tablo 5: Bazı rakiplerinin ABD’ye ihracatına ilişkin oranlar (2001, yüzde)
Kaynaklar: CIA (www.cia.gov/cia/publications/factbook/geos/us.html ),The Economist (www.economist.com).
Tablo 6: ABD’nin bazı rakiplerine ihracatına ilişkin oranlar (2001, yüzde)
Kaynaklar: CIA (www.cia.gov/cia/publications/factbook/geos/us.html ) The Economist (www.economist.com).
Askeri alanda ABD’nin ezici ağırlığı
Askeri harcamalar ve silahlanma söz konusu olduğunda, ABD ile en yakın “rakip”leri arasındaki fark en uç noktalara varıyor. Tablo 7’ye göre, 2000 yılında İngiltere, Rusya, Japonya, Almanya, Fransa ve Çin’in askeri harcamalarının toplamı ABD’nin askeri harcamalarının yalnızca yüzde 82’sini düzeyindeydi. Silah ihracatı söz konusu olduğunda da benzer bir eşitsizlik var. 1999 yılında dünya silah ihracatının üçte ikisinden fazlası ABD tarafından gerçekleştirilmişti. ABD’nin toplam ihracat gelirinin neredeyse yüzde 5’i silah satışlarından kaynaklanmıştı.
Yalnızca nicel göstergeler açısından değil, silah teknolojisinin gelişkinliği açısından da ABD rakipsiz durumda.
Askeri kapasite, emperyalist sistem içi liderlik mücadelesinde ihmal edilmesi mümkün olmayan bir faktör. Nitekim, dünya kapitalizminin bunalımı derinleşirken, ABD, kendi sermaye gruplarını korumak için askeri üstünlüğüne giderek daha fazla başvuruyor.
Tek başına askeri alandaki bu eşitsizlik bile, herhangi bir ülkenin ABD’ye savaş açmasını olanaksız hale getiriyor. Aradaki farkın zaman içinde kapanabileceği iddia edilebilir elbette. Ama en azından bugünkü eğilimler bu doğrultuda değil. Bir tarafta Avrupa (ve Almanya) da dahil olmak üzere dünyanın dört bir köşesinde asker bulunduran ve yine dünyanın dört bir köşesine müdahale edebilen bir güç, diğer tarafta ise aynı kıtada yer alan bir ülkeye bile tek başına askeri müdahalede bulunamayan ve ABD’yi yardıma çağıran bir Avrupa var.
Tablo 7: Askeri harcamalar açısından karşılaştırma (ABD = 100)
Kaynak: The Economist,(June 27th 2002)
Tablo 8: Dünyanın en büyük silah ihracatçıları
(1999, milyar dolar)
Kaynak: ABD Dışişleri Bakanlığı
Tablo 9:Bazı ülkeler içinsilah ihracatı / toplam ihracat
(1999, yüzde)
Kaynak: ABD Dışişleri Bakanlığı
Her şeye rağmen çelişkiler derinleşmiyor mu?
Gelenek için istisnai sayılabilecek kadar çok tabloya yer vermemizin nedeni, özellikle emperyalistler arasındaki ilişkilere dair tartışmalarda bazı çok yalın gerçeklerin kolaylıkla unutulabilmesi.
Buradaki tablolar, öyle üç beş hatta on yıl içinde köklü bir şekilde değişemeyecek bir gerçekliğe işaret ediyor.
Emperyalist ülkeler arasında elbette ciddi çelişkiler var. Uluslararası ilişkileri çözümlemeye çalışırken bu çelişkileri bir yana bırakmak elbette mümkün değil. Dahası, dünya kapitalizminin bunalımının derinleşmesi, emperyalist ülkeler arasındaki “paylaşım” mücadelesini de şiddetlendiriyor.
Ama kesin olan bir şey var: Bugün, tek tek emperyalist ülkeler (ve kapitalist ülkelerin sermaye iktidarları) açısından, ABD ile ilişkilerinin çok fazla zarar görmesine engel olmak, başka her türden işbirliği ya da ittifaktan daha önemlidir.
ABD’nin Avrupa’yı bu denli kolay bir şekilde bölebilmesi ve Fransa-Almanya ittifakının karşına (kimilerinin Almanya etkisi altında olduklarını iddia ettiği Doğu Avrupa ülkeleri dahil) Avrupa’nın neredeyse tüm diğer ülkelerini çıkarabilmesi de bunu anlatmıyor mu?
Peki ama, Fransa, Almanya, Rusya ve Çin, ABD’nin Irak planlarına neden muhalefet ediyor?
Son derece basit bir nedenle: “Irak pastası”ndan daha fazla pay almaya ve Ortadoğu’yu tümüyle ABD denetimine terk etmemeye çalışıyorlar.
Bilinen petrol rezervleri açısından Suudi Arabistan’ın ardından ikinci sırada gelen Irak’ın petrol gelirlerinin ne şekilde pay edileceği, elbette bir mücadele konusudur. ABD’nin petrol şirketleri varsa, Fransa ve Rusya’nın da var. ABD’nin Irak’ı tek başına (ya da yalnızca İngiltere’yle birlikte) işgal etmesi, şu anda bu ülkede faaliyet yürüten Fransız ve Rus şirketlerinin devre dışı kalması anlamına gelebilecek. En az bunun kadar önemli bir mücadele konusu, sıra “Irak’ın yeniden inşası”na geldiğinde hangi emperyalist ülkelerin şirketlerinin ne kadar pay alacağı. Tüm bunlardan daha önemlisi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik planlarının Irak’la başlayıp Irak’la bitmemesi. OECD üyesi Avrupa ülkeleri petrol ithalatlarının yüzde 35’ini, Japonya ise yüzde 75’ten fazlasını Körfez ülkelerinden karşılıyor. Diğer emperyalist ülkelerin bölgedeki petrol kaynaklarını ve gelirlerini tümüyle ABD’ye bırakmak istememesinden daha doğal ne olabilir?
Dünya kapitalizminin bunalımı derinleşirken, emperyalist ülkeler açısından, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden aktarılan kaynakların miktarı çok daha yaşamsal bir önem kazanıyor. Dünya üzerindeki kaynaklar tüm emperyalist ülkeleri aynı anda doyurmaya yetmediği için de paylaşım mücadelesi şiddetleniyor.
Ama bu mücadelenin, mecazi bir anlamda bile olsa “savaş” boyutuna ulaşması için, diğer tüm emperyalist ülkelerin ABD’ye karşı birleşebilmesi gerekir. Bir an için böylesi bir birlikteliğin kurulabileceğini varsaysak bile sonuç değişmeyecektir: Bu birlikteliği bozarak ABD’nin yanına geçecek olan ilk ülke ciddi avantajlar elde edecektir. Zaten tam da bu nedenle, böylesi bir birlikteliğin öngörülebilir bir vadede kurulması ihtimal dışıdır.
Sorun, emperyalist-kapitalist sistemin iç çelişkilerinin giderek güçlenmesi gerektiği düşüncesinde değil. Bunalımın derinleştiği bir dönemde iç çelişkilerin güçlenmesi kaçınılmazdır. Ama hangi iç çelişkiler? Sorun, çelişki dendiğinde yalnızca emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve mücadelenin anlaşılmasında…
Bir kriz dinamiği olarak askeri harcamalar
Ekonomik kriz dönemlerinde ABD’nin silahlanmaya ağırlık verdiği biliniyor.
Bu somut olguyu ne şekilde yorumlamak gerekiyor?
Kimilerine göre, silahlanma harcamaları, bir bütün olarak ABD ekonomisinin yeniden canlanmasına hizmet ediyor. Yaygın bir inanışa göre, ABD, diğer sektörlerdeki teknolojik üstünlüğünü de asıl olarak silahlanma alanındaki teknolojik ilerlemelere borçlu. Bir başka deyişle, silah teknolojilerini geliştirmek için yapılan büyük yatırımlardan ekonominin tüm sektörleri faydalanıyor.
Bu söylenenler gerçekliği tam olarak ifade etseydi, işimiz gerçekten de fazlasıyla zorlaşırdı. Silahlanmaya daha fazla para ayırdıkça ekonomisi büyüyen ve ekonomisi büyüdükçe silahlanmaya daha fazla para ayırabilen bir emperyalist güçle baş etmek mümkün olabilir mi?
Söylenenlerde elbette belirli bir gerçeklik payı var. Örneğin, silahlanma alanındaki pek çok teknolojik ilerlemenin “sivil” sektörlerdeki teknolojik ilerlemeye de katkıda bulunduğu doğru. Diğer yandan, silah ihracatının ABD ekonomisi açısından kritik bir önem taşıdığı da tartışma götürmez. Ülkeler arasındaki her tür gerilim, çatışma ve savaş, ABD’li silah tekellerinin pazarlarının büyümesi anlamına geliyor. Ülkeler ve halklar arasındaki düşmanlıkları körüklemek, ABD’nin dış politikasının en vazgeçilmez unsurlarından biri.
Ama tüm bunlar, askeri harcamalardaki artışın aynı zamanda ABD’nin krizini derinleştiren bir faktör olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Çok basit bir nedenle: Askeri harcamalar, tüketicilerin banka hesaplarından değil, devlet bütçesinden yapılır.
Devlet harcamalarının asıl kaynağı, kapitalistlerin işçilerden sızdırdığı artı-değer kitlesidir. Bu harcamalar belirli sermaye gruplarını ihya etse bile, mal ya da hizmetlere dönük devlet harcamalarının artması, bir bütün olarak sermaye sınıfının kârını azaltır.
Devletin harcadığı paralar da zaten yine sermaye sınıfının cebine girmiyor mu?
Silahlanma harcamaları ile sözgelimi iç borç faiz ödemeleri arasında ciddi bir fark var. Devlete silah (ya da silah teknolojisi) satabilmek için, her şeyden önce bunları üretmek, yani sermaye yatırmak gerekiyor. Devlete yapılan satışlar ne denli kârlı olursa olsun, buradaki maliyet unsuru, sermaye sınıfının gerçek ya da potansiyel kârından bir indirim anlamına gelir.
“Potansiyel” kâr derken, silahlanma harcamalarındaki artışların işçi ücretlerinden yapılacak ek kesintilerle finanse edilmesi olasılığından söz ediyoruz.
Gerçekten de, belirli bir anda, devletin, yalnızca işçilerin gerçek gelirlerinin bir bölümünü dolaylı vergiler ya da yeni kesintilerle gasp ederek silahlanmaya daha fazla para ayırması mümkündür.
Ama böylesi bir olasılığın bulunması, işin özünü değiştirmiyor. İşçi sınıfı ile sermaye sınıfı ve sermaye devleti arasındaki ücret ve sosyal hak mücadelelerinin merkezinde, brüt ücretler değil, işçilerin alım gücü ve yaşam standartları vardır. Sermaye sınıfının gerçek ücretleri düşürmeye yönelik mücadelesi süreklidir ve bu mücadele kriz dönemlerinde daha bir yoğunlaşır. Devlet de, işçilerin gerçek ücretlerini düşürerek ya da sosyal harcamaları kısarak açığa çıkardığı ek kaynakları sermaye sahiplerinin ödediği vergileri düşürmek ya da iç borç faizlerini ödemek için kullandığında, sermaye sınıfının toplam gelirinin artmasını sağlar. Buna karşın silahlanma türü devlet harcamalarının artırılması, söz konusu kaynakların bir bölümünün sermaye sahipleri açısından da çarçur edildiği anlamına gelir.
Kısacası, askeri harcamalarının artırılması, sermaye sınıfının bazı kesimlerinin toplam artı-değerden aldığı payın artmasına, bir bütün olarak sermaye sınıfının elinde kalan artı-değer kitlesininse azalmasına yol açar. Aynı anlama gelmek üzere, silahlanma harcamalarındaki artışlar, genel kâr oranının düşmesine neden olur.
Zaten, aksi doğru olsaydı, kriz dönemlerinde de büyüme dönemlerinde de askeri harcamaları sürekli bir şekilde artırmak tercih edilir ve ABD’nin askeri harcamalarının GSYİH’sına oranı, 1989 ile 1999 yılları arasında yüzde 5.5’ten yüzde 3’e gerilemezdi. Bu konuda Almanya daha çarpıcı bir örnek oluşturuyor: Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni ilhak ettikten sonra emperyalistler arası rekabette daha iddialı bir güç haline gelen Almanya, 1989 yılında, GSYİH’sının yüzde 2.8’ini askeri harcamalara ayırıyormuş. Bu oran 1999 yılında artmak bir yana yüzde 1.6’ya gerilemiş, yani ABD’de olduğu gibi neredeyse yarı yarıya azalmış.4
Askeri teknolojilerin sivil kullanım alanları bulabilmesine gelince… Hiç kuşku yok ki, askeri teknolojilerin geliştirilmesi için ayrılan kaynakların doğrudan sivil teknolojiler için kullanılması çok daha verimli bir yoldur!
Öyleyse kriz dönemlerinde ABD’nin askeri harcamaları neden artıyor?
Dünya kapitalizminin bunalımı yeniden derinleşirken, ABD’nin askeri harcamalarının 2003 yılında bu ülkenin GSYİH’sının yüzde 4’üne yaklaşması bekleniyor. Üstelik bu hesaba Irak Savaşı’nın olası maliyetleri dahil değil. 2000 yılında 50 milyar dolar civarına gerileyen silah alımlarının 2003 yılında 70 milyar dolara yaklaşacağı ve önümüzdeki yıllarda da 100 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. 2004 bütçesinden askeri harcamalara toplam 380 milyar dolar ayrılması teklif edilmiş durumda.
Birincisi, ABD, askeri ve siyasal üstünlüğünü, dünya üzerindeki ekonomik kaynaklar üzerindeki denetimini artırmak için kullanıyor.
İkincisi, ekonomik kriz dönemleri, aynı zamanda sermaye sahipleri arasındaki rekabetin şiddetlendiği dönemlerdir. Bu dönemlerde tekelci sermaye grupları devletle ilişkilerini de kullanarak krizin etkisini en aza indirmeye çalışır. Askeri harcamalardaki artış, yalnızca silah üreticileri için değil, gıdadan tekstil ve dokumaya, bilgisayar yazılımlarından iletişime kadar pek çok sektördeki tekeller için bir gelir kapısıdır.
Üçüncüsü, askeri harcamaların kısa vadede asıl olarak dış borçlanma yoluyla finanse edilmesi mümkün olduğu ölçüde, bu harcamalar yine kısa vadede genel kâr oranının yükselmesini bile sağlayabilir.
Bu açılardan bakıldığında, Körfez Savaşı, ABD açısından ideal bir savaş olmuştu. Her şeyden önce, bu savaşın 80 milyar dolar olarak hesaplanan maliyetinin 76 milyar doları Arap ülkeleri ve Japonya tarafından karşılanmıştı.5 Savaşın ardından Kuveyt’in yeniden inşası pastasından en büyük dilimleri ABD şirketleri almış ve bölge ülkelerinin silahlanmaya devam etmesi silah tekellerinin pazarının çok fazla daralmasını önlemişti. Diğer yandan, petrol fiyatlarındaki geçici yükseliş ABD’li petrol şirketlerinin kârlarını artırmıştı.
Afganistan Savaşı da kolay bir savaştı ve ABD’nin bir diğer petrol bölgesi üzerindeki denetimini artırmasını sağladı.
Ancak Irak Savaşı’nın benzer bir şekilde sonuçlanması ihtimali hiç de o kadar yüksek değil.
Her şeyden önce, bu savaşın kontrol altında tutulup tutulamayacağı belli olmayan faturasını başkalarının üzerine yıkma olanağı bulunmuyor. Savaşın birkaç hafta yerine birkaç ay sürmesi ve savaş sonrasında da “Irak pastası”ndan diğer emperyalist ülkelere daha fazla pay verme zorunluluğunun ortaya çıkması, ABD’nin maliyet hesaplarını altüst edebilir.
Daha genel olarak bakıldığında ise, ABD’nin liderlik konumunu güçlendirme stratejisinin giderek daha masraflı olmaya başlayacağı öngörülebilir.
Örneğin, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ile Afganistan ya da Irak arasında pek az ortak nokta var. Askeri açıdan ABD’nin KDHC’yi alt edebileceği açık. Ama KDHC’ye açılacak bir savaşın maliyeti çok yüksek ve olası ekonomik getirileri çok sınırlı olacaktır.
Dünya kapitalizminin bunalımı derinleştikçe, uluslararası sömürü mekanizmalarını daha iyi işler hale getirmek, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler açısından daha yaşamsal bir ihtiyaç haline geliyor. Buna karşın, sömürü mekanizmalarının güçlendirilmesi de, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri giderek daha yaşanmaz kılıyor. Kriz koşullarının süreklileşmesi, toplumsal muhalefet dinamiklerine ve bu arada ABD karşıtlığına güç kazandırırken, farklı siyasal çıkış arayışlarını gündeme getiriyor.
Dünyanın dört bir köşesinde toplam 250 bin askeri bulunan ABD, “arka bahçesi” kabul edilen Latin Amerika’da bile ciddi sıkıntılarla karşı karşıya. Yine Irak’tan farklı olarak, Latin Amerika’nın yeniden mutlak denetim altına alınması, ABD açısından, eski sömürü düzeyini korumak için yeni ve büyük masraflara girişme ihtiyacı anlamına geliyor.
Latin Amerika söz konusu olduğunda, ABD’nin önemli bir avantajı var: Diğer emperyalist güçlerin bu bölgedeki etkinliği bir hayli sınırlı. Buna karşın, Ortadoğu, Orta Asya ve Güneydoğu Asya’da giderek artan denetim masraflarına bir de diğer emperyalist güçlerin pay talepleri ekleniyor.
Tüm bunlar, askeri harcamaların ABD ekonomisi için giderek daha güçlü bir kriz dinamiği haline geleceğine işaret ediyor.
Aynı anlama gelmek üzere, tam da “imparatorluk” haline geldiği iddia edilen bir dönemde, ABD’nin dünyanın dört bir köşesini denetim altında tutması giderek zorlaşıyor.
Peki, bu durum, ABD’nin rakipleri açısından ne anlama geliyor?
Bu rakiplerin dünya liderliği konusunda daha iddialı hale gelmesi olası mı?
ABD ekonomisinin çökmesini kim ister?
Dünya kapitalizminin ‘70’li yıllarda girdiği bunalım, başlangıçta en fazla ABD’yi etkiledi. Bunalıma bir yanıt olan “neo-liberal” politikalar ABD’de üretildi. Özelleştirmeler, dış ticaretin serbestleştirilmesi ve “kumarhane kapitalizmi”nin geliştirilmesi konularında ABD, tüm diğer emperyalist ülkelere öncülük etti. Bu arada, çok sözü edilen “yeni teknolojiler” de, rakip emperyalist güçler tarafından değil, ABD tarafından geliştirildi.
Bu noktada altı kalınca çizilmesi gereken bir olgu var: Ne Japon ne de Alman (ya da Avrupa) ekonomileri, ABD ekonomisinin bunalıma girdiği bir dönemde, bu bunalımı kendileri için avantaja dönüştürecek bir dinamizm sergileyebildi. Tam tersine, ABD ekonomisinin bunalımı, aynı zamanda bu ülkelerin bunalımı anlamına geldi. Ve ABD ekonomisinin çöküş sinyalleri verdiği dönemlerde, böylesi bir çöküşün kendileri için de büyük bir felaket anlamına geleceği kaygısıyla, ABD’ye destek verdiler.
ABD ekonomisinin son yıllardaki büyümesi, dünya ekonomisini ayakta tutan faktörlerden biri durumundaydı. Japonya’da, Güneydoğu Asya’da, Rusya’da ve Latin Amerika’da yaşanan krizlerin dünya ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri, ABD ekonomisinin büyümeye devam etmesi sayesinde sınırlı kaldı.
Bu büyümenin ardındaki nedenlerden biri de, ABD ile Almanya ve Japonya’nın 1995 yılında ABD dolarının değerini yükseltmeye yönelik bir anlaşmaya varmış olmasıydı. Bu sayede bir yandan Almanya ile Japonya’nın ABD’ye yönelik ihracatı artarken diğer taraftan da uluslararası mali sermaye ABD’ye akmaya başladı. ABD, hızla artan dış ticaret açıklarını dış borçlanmayla finanse ediyordu.6
Bu süreçte ABD borsalarında işlem gören hisse senetleri, 1929 Bunalımı öncesine göre bile aşırı ölçülerde değer kazandı. Hisse senetlerinin durduk yerde değer kazanması, kimseyi üzmez. Aksine, bu şekilde yaratılan “hayali” değerler, neredeyse herkesin yararınadır. Büyük sermaye sahipleri ve profesyonel şirket yöneticileri kağıt üzerinde aşırı zenginleşirken, “küçük tasarruf sahipleri” de kendi çaplarında kazanç sağlar. Asıl önemlisi, hayali sermaye birikiminin hızla büyümesi, tüketimi de canlandırır.
Bu şekilde sağlanan bir büyüme, ancak hayali sermaye birikimi giderek artan hızlarla devam ederse korunabilir. Hayali sermaye birikimi durduğunda, her şey hızla tersine döner. Büyümenin büyümeyi teşvik ettiği dönemden, küçülmenin küçülmeyi teşvik ettiği döneme girilir. Bugün de böylesi bir dönemdeyiz…
Şaşırtıcı olmayan gelişme, güncel krizin önce “yeni ekonomi” şirketlerini vurmasıydı. Hayali sermaye birikiminden beslenen ve bu birikimi hızlandıran bilgisayar ve iletişim şirketlerinin hisse senetleri hızla değer yitirirken, bu şirketlerin temellerinin aslında ne kadar çürük olduğu da belirginlik kazandı.
ABD’nin dünyanın en borçlu ülkesi olduğu ve her yıl ciddi miktarlarda yeni sermaye girişine muhtaç olduğu sık sık hatırlatılır. Ama bunun yalnızca ABD açısından değil, büyümelerini ABD’nin dış ticaret açıklarına borçlu olan Japonya, Çin ve Almanya gibi ülkeler açısından da son derece kritik bir sorun olduğu genellikle ihmal edilir.7
Bu noktada, son dönemde ortaya atılan saçma sapan bir “teori”ye değinmek üzere bir parantez açalım…
İddia o ki, ABD ile AB arasındaki gerilimlerin kaynağında, euro’nun doların egemenliğini tehdit etmeye başlaması var…
ABD, doların dünyanın dört bir köşesinde ödeme aracı olarak kabul edilmesi sayesinde, borçlarını para basarak ödeyebiliyormuş. Oysa şimdi pek çok ülke dolardan euro’ya geçiyormuş. Irak kendi petrolünün fiyatını euro cinsinden belirleme kararı almış. Pek çok ülkenin merkez bankasının para rezervlerinde euro’nun payı artıyormuş vb. vb…
Bu tür saçmalıkları ileri sürenlerin bir bölümünü anlayış ve hoşgörüyle karşılamak mümkün. “Para” dendiğinde akıllarına ceplerindeki kağıt paralardan ve bozukluklardan başka bir şey gelmeyenlerin ve küçük birikimlerini döviz bürolarından aldıkları dolar ve euro’ları evlerinin bir köşesine saklayarak korumaya çalışanların sığlığı, onların değil, kapitalist düzenin bir kabahati. Onlar, kağıt ve metal paraların “para hacmi”nin çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu, geri kalan kısmın “kaydi para”dan oluştuğunu, ticari ve mali işlemlerin çoğunda kağıt ve metal paraların hiç kullanılmadığını, doların bir “dünya parası” olarak ABD’ye “karşılıksız” olarak sağladığı kazancın yalnızca ABD dışındaki ülkelerde kullanılan kağıt ve metal paralardan kaynaklandığını, ancak bu kazancın geçmişe ait olduğunu, ABD dışındaki ülkelerde kullanılan kağıt ve metal dolarların miktarında bir artış olmadığı sürece herhangi bir ek kazancın doğmayacağını ve bu paralar ABD’ye geri dönmedikçe bir kaybın da olmayacağını bilmeyebilir.
Borçları para basarak ödeme meselesine gelince…
Bu, yalnızca ABD’nin değil, Türkiye dahil tüm devletlerin yapabileceği bir şeydir! Türk devleti de Türk lirası cinsinden borçlarını para basarak ödeyebilir. Buna neden başvurulmadığı meselesine burada girmeye gerek yok.
Ya borç geri ödemenin ötesinde ek gelir yaratma olanağı?
Bu “olanak” da, yalnızca ABD’nin değil, paraları dünyanın her tarafında ABD dolarına kolaylıkla çevrilebilen tüm ülkelerin (AB, İngiltere, Japonya, İsviçre vb.) elinde var. Bir başka deyişle, örneğin İsviçre hükümeti de, İsviçre Merkez Bankası’nın daha fazla frank basmasını sağlayabilir ve bunlarla ABD doları ya da euro satın alabilir.
Petrolün dünya fiyatları dolar cinsinden belirlendiği sürece, Irak’ın kendi petrolüne euro cinsinden fiyat koymasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü diğer ülkeler, eğer bu fiyat o günkü kurlarla daha yüksek bir dolar değerine karşılık geliyorsa, Irak yerine başka ülkelerden petrol almayı tercih edecektir.
Merkez Bankası rezervlerine gelince… Bu rezervlerin de çok küçük bir bölümü kağıt ve metal paralardan oluşur. Dolayısıyla, bir Merkez Bankası bütün dolar rezervini satıp euro’ya geçiş yaptığında, bavullarla ya da para taşıma araçlarıyla bir ülkeden bir diğerine milyarlarca dolarlık kağıt ya da metal para taşınmaz; bugünün dünyasında, yalnızca elektronik ortamda birkaç işlem gerçekleştirilir. Böylesi işlemler de ne ABD’ye para kaybettirir, ne de Avrupa ülkelerine para kazandırır.
Kuşkusuz, dünya ölçeğinde dolardan euro’ya geçiş, ABD dolarının değerini düşürürken euro’nun değerini artırır. Ama böylesi bir gelişme, ABD’den önce Avrupa ülkelerini rahatsız eder! Çünkü ABD doları euro karşısında ne kadar değer kaybederse, örneğin Almanya’nın ABD’ye yaptığı ihracat da o kadar azalacaktır.
Tüm bunlar bir yana, hangi ulusal para biriminin uluslararası ölçekte daha büyük bir ağırlığa sahip olacağı, ülkelerin iktisadi ve siyasi güçleri tarafından belirlenir. Bir başka deyişle, bir devletin ulusal para birimini daha güçlü kılmak için yapabileceği tek şey, ülkenin iktisadi ve siyasi gücünü artırmaktır. Ama zaten her devlet, tam da bu ikincisini yapmaya çalışmak için vardır!
Kısacası, para birimleri arasındaki güç dengesi, emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin bir nedeni değil, yalnızca ve yalnızca sonucudur.
Parantezi kapatarak, dünya kapitalizminin güncel krizine dönelim.
ABD ekonomisinin bugün yaşadığı krizin yakın geçmiştekilerden önemli bir farkı var. Bundan önceki krizler sırasında, diğer emperyalist ülkeler, ABD ekonomisine destek olmayı başarabilmişti. Ancak bu kez, Japonya ekonomisi zaten krizde. Ciddi kriz sinyalleri veren Avrupa’nınsa karşı ağırlık oluşturma şansı bulunmuyor. Nitekim, ABD’deki tüm gelişmeler hızla Avrupa’ya da yansıyor. ABD borsalarındaki düşüşleri Avrupa borsalarındaki düşüşler, ABD’de açığa çıkarılan şirket yolsuzluklarını Avrupa’da açığa çıkarılan şirket yolsuzlukları izliyor.
Dolayısıyla, bugünkü krizin yakın gelecekte derinleşmeye devam edeceği öngörülebilir. Bu krizin yıkıcı sonuçları ise, daha şimdiden, dünyanın dört bir köşesinde hissediliyor.
Emperyalist-kapitalist sistem zorlu bir döneme girerken…
ABD (ve dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistem), önümüzdeki dönemde ciddi açmazlarla karşı karşıya kalacak.
Bunalımın derinleşmesi militarizmi teşvik ederken, militarist politikalarının maliyetinin yükselmesi bunalımı daha da derinleştirecek. Bir yandan emperyalist sömürüyü artırmaya çalışan emperyalist ülkeler, diğer yandan da az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin borçlarının faizlerini bile ödeyemez hale gelmelerinden kaynaklanan sorunlara çözüm arayacak. Korumacı önlemlere başvurulmasını isteyen sermaye sahiplerinin sayısı artarken, korumacı önlemlerin dünya ölçeğinde yaygınlaşması uluslararası ticareti sekteye uğratarak büyüme dinamiklerini daha da zayıflatacak. Geçtiğimiz yıllarda yaratılan hayali sermaye birikiminin önemli bir bölümünün bu açmazlar ve geleceğe dönük güvensizlik nedeniyle buharlaşması, geleceğe dönük güvensizliği daha da artıracak.
ABD dışındaki emperyalist odaklar açısından bakıldığında, durum daha az ciddi değil: Bir yandan ABD’nin dünyanın tek hakimi haline gelmesine direnmeleri gerekiyor, ama diğer yandan da ABD’nin hem iktisadi hem de siyasi liderliğinin sürmesine ihtiyaçları var.
ABD ekonomisinin sağlığının diğer emperyalist ülkeleri neden ilgilendirdiğini zaten uzun uzadıya tartışmış olduk. Özellikle Almanya ve Japonya (bunlara Çin de eklenebilir), ekonomik güçlerini şu ya da bu oranda, ABD ile ekonomik ilişkilerine borçlu.
Bu noktada Fransa’nın biraz daha farklı bir konuma sahip olduğunu eklemekte yarar var.
Birincisi, “ihracatçı” bir ülke olmayan Fransa açısından ABD pazarı o kadar da kritik bir önem taşımıyor. İkincisi, Almanya, Japonya, ve Çin’den farklı olarak, Fransa petrol gibi stratejik bir sektörde, ABD’nin rakipleri arasında yer alıyor. Üçüncüsü, Almanya ve Japonya’dan farklı olarak, Fransa, dünya sahnesinde bir “askeri güç” olarak da yer almaya çalışıyor. Soğuk Savaş döneminde bile NATO’nun askeri kanadından çıkabilmiş bir ülke olarak Fransa, ekonomik gücüyle çok da orantılı olmayan bir siyasal iddialılığa sahip.
Tüm bunlar, Fransa’nın Irak başlığında ABD karşıtı cepheye öncülük etmesini kolaylaştırdı.
Ama Fransa’nın fazlasıyla “oportünist” bir çizgiye sahip olduğu da mutlaka vurgulanmalı. Dünya liderliği konusunda hiçbir iddiası bulunmayan ve bulunamayacak olan Fransa’nın en önemli güvencesi, ortada bir liderlik boşluğunun bulunmaması. Körfez Savaşı öncesinde de son ana kadar belirli bir direnç sergileyerek hem ABD karşıtlığının primini toplayan hem de pazarlık marjını genişleten Fransa, savaşa da aktif olarak katılarak masaya “galip”lerden biri olarak oturmuştu.
Dünya Sosyal Forumu’nu oluşturan örgütlere destek olarak “alternatif küreselleşmeci” hareketle bağ kuran Fransa’nın da Irak başlığındaki temel derdi, ABD’nin “Ortadoğu pastası”ndan başkalarına pay vermek istememesi.
Ama hem Fransa hem de Fransa’nın peşine takılan Almanya, Rusya ve Çin açısından son derece kritik bir sınır var. Bu ülkelerin hiçbiri, ABD’nin dünya siyaset sahnesinden çekilmesi durumunda ortaya çıkacak olan boşluğun ne şekilde doldurulabileceği konusunda herhangi bir fikre sahip değil. Kuşkusuz, bu konuda fikir sahibi olamamalarının temel nedeni, böylesi bir boşluğu tek başlarına ya da birlik halinde doldurma şanslarının bulunmaması.
Dolayısıyla, ABD’nin tek yanlı “yeni düzen”leme girişimlerine karşı direnç oluştururken, bu ülkenin liderliğini sorgulamaktan uzaklar. Aksine, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, gerektiğinde ABD’yi yardıma çağırabileceklerini bilmek onları rahatlatıyor. Asıl önemlisi, emperyalist-kapitalist sistemin sürekliliği açısından, en kötü düzenin bile mutlak bir düzensizlikten kötü olduğunu biliyorlar.
Tüm bu söylenenler, emperyalistler arası mücadelenin sınırlarına işaret etmekle birlikte, meseleleri çok fazla sadeleştirmiyor.
Özellikle de dünya kapitalizminin bunalımının derinleştiği bir dönemde, “ABD liderliğine evet, ABD’nin tek yanlı müdahalelerine hayır” türü bir genel ilke, somut sorunlar karşısında ne şekilde tavır alınması gerektiği konusunda pek az şey söylüyor.
Bu açıdan bakıldığında, Irak başlığının ciddi bir kısır döngü yarattığı söylenebilir. Fransa ve Almanya meydanı tümüyle ABD’ye bırakmamak için Irak’a savaş açılmasına karşı belirli bir direnç oluşturmayı zorunlu görürken, ABD de ne tür dirençlerle karşılaşırsa karşılaşsın planlarını hayata geçirebileceğini göstermek istedi. Sonuç, tüm taraflar açısından “ideal” sayılabilecek bir çözümün olanaksız hale gelmesi oldu.
Önümüzdeki dönemde bu tür kısır döngülerle karşılaşmaya devam etmemiz olasılığı güçlü. Emperyalist-kapitalist sistemden kopuş dinamiklerinin farklı coğrafyalarda güç kazanmaya devam etmesi, emperyalist ülkeleri daha da büyük sıkıntılara sokacak.
Ama devam etmeden önce, bir başka dinamik üzerinde duralım…
Savaş karşıtı hareket tablonun neresinde?
Dünya solu, uzunca bir süredir, sınıfsal niteliği bulanık olan ya da açıkça orta sınıf tepkiselliğine yaslanan toplumsal hareketlenmeleri değerlendirmek konusunda belirli sıkıntılar çekiyor. Örneğin, geleneksel sol partilerin 1968 yılıyla anılan kitlesel hareketlenmelere “zamanında” ve “etkili” müdahalelerde bulunamamış olması, bugün bile, “eleştirel” yaklaşımlara konu olabiliyor. “Sınıf takıntısı” yüzünden orta sınıfların devrimci dinamizminin küçümsendiği ve bunun da önemli fırsatların kaçırılmasına yol açtığı düşünülebiliyor.
“Küreselleşme karşıtı”, ya da daha doğru deyişle “alternatif küreselleşmeci” hareketlerin nereye konması ve bunlarla ne tür bir ilişki kurulması gerektiği konularında da tartışmaların yaşanması doğal. Alternatif küreselleşmeci hareketle kesişim kümesi hayli büyük olan savaş karşıtı hareket de aynı kapsamda değerlendirilebilir.
Bugün Almanya’nın dışişleri bakanlığını bir “eski ’68’li”nin yapıyor olması, Fransa gibi emperyalist ülkelerin bile alternatif küreselleşmeci hareketi destekleyebilmesi ya da savaş karşıtı hareket içinde sarı sendikaların ve içleri emperyalist ajan kaynayan “sivil toplum” kuruluşlarının ağırlıklı yerlere sahip olması türü somut olgular, meselenin çözümünü kolaylaştırmıyor. Ne de olsa, “toplumsal hareket”ler, ilk çıkış nedenlerinden, belirli bir dönemdeki ideolojik çerçevelerinden ve yine belirli bir dönemdeki yönlendirici unsurlarından bağımsızlaşma potansiyelini de barındırır. Bu söylenen, bu türden hareketler sayesinde siyasallaşma sürecine giren tek tek bireyler için çok daha fazla geçerli. Diğer yandan, sınıfları birbirinden ayıran duvarlar bulunmadığından, orta sınıf tepkiselliğine yaslanan hareketler, işçi sınıfı ile emekçi kitleleri de şu ya da bu oranda kapsıyor ve daha büyük oranda etkiliyor.
Dolayısıyla, mesele, orta sınıf tepkiselliğine yaslanan hareketleri önemseme ya da önemsememe meselesi değil. Bunlar her durumda önemsenmek zorunda. Dahası, yine bu hareketlerle bir “etkileşim” mesafesi içinde kalmak gerekiyor.
Ancak bu noktada, hem alternatif küreselleşmeci hareketin, hem de bu hareketle örtüştüğü oranda savaş karşıtı hareketin, “kendiliğinden” hareketlerde çok da alışkın olmadığımız ölçüde net ve keskin bazı ideolojik çizgilere sahip olduğunu saptamamız gerekiyor. Bunlar, asıl olarak, ideolojik yelpazenin soluna konan sınır çizgileri. Görünürdeki çok renkliliğin ardında, kızıl renge yönelik büyük bir alerji var.
Kimse, bu alerjinin kaynağında, solun “sekter” ve “dışlayıcı” yaklaşımlarının da bulunduğunu iddia etmeye kalkmamalı. Bir başka deyişle, bu alerjinin giderilmesinin yolu, solun daha dikkatli ve daha “yumuşak” davranmasından geçmiyor. Çünkü burada söz konusu olan, biçimsel bir sorun değil. Anarşizan eylemlerden bile esirgenmeyen “hoşgörü ve anlayış”, sıra ABD’nin yanı sıra AB’yi ve yerel sermaye iktidarlarını da hedef tahtasına yerleştiren bir anti-emperyalist ve anti-kapitalist çizginin savunulmasına geldiğinde, yerini birdenbire düşmanca yaklaşımlara bırakabiliyor.
Bu düşmanlığın ardında, orta sınıfların genlerine işlemiş olan komünizm korkusu bulunmuyor. Eğer “kendiliğindenlik” boyutu iddia edildiği kadar baskın olsaydı, harekete geçen kitlelerin sola ve komünistlere yönelik ilgi ve sempatisi çok daha hızlı bir şekilde artabilirdi. Tam tersine, hareketin sola kaymaması için son derece sistemli bir faaliyet yürütülüyor.
Alternatif küreselleşmeci hareketin geniş ve heterojen “önderlik”ini oluşturan unsurların kendilerini gerçek birer “önder” olarak görmemeleri, hatta çoğunun kendilerini hareketin dışında hissetmesi, bu söylenenin yapılmasını yalnızca kolaylaştırıyor.
Bir bölümü devletlerden, bir bölümü Avrupa Birliği’ne ya da Birleşmiş Milletler’e bağlı organlardan, bir bölümü de sermaye çevrelerinden maddi destek alan “sivil toplum” kuruluşlarının temsilcileri, sendika yöneticileri, akademisyenler, aydınlar ve “solcu”lar, hareketin ideolojik çerçevesinin çizilmesinde önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Ama burada bir tür “serbest piyasa” işleyişi söz konusu.
Tam rekabet piyasası modellerinin temel bir varsayımına göre, bu tür bir piyasada belirli bir malı satanların hiçbiri, söz konusu malın fiyatını tek başlarına belirleme gücüne sahip değildir. Arz ile talep arasındaki dengenin kurulacağı nokta, tek tek satıcı ve alıcıların iradeleri dışındadır.
“Serbest piyasa” işleyişinin bulunduğu her yerde, sermayenin çıkarları doğrultusuna çalışan bir “görünmez el” de vardır. Tekelleşme eğilimi ise, “serbest piyasa” işleyişinin doğal ve kaçınılmaz bir ürünüdür. Nitekim, alternatif küreselleşmeci hareket de, giderek daha “kurumsal” bir nitelik kazanırken, barındırdığı radikal unsurları kenarlara doğru itiyor.
Kısacası, solun alternatif küreselleşmeci hareketi (ve alternatif küreselleşmecilik belirlenimli savaş karşıtı hareketi) etkileme olanakları sınırlı, dönüştürmesi ise imkansız. Diğer yandan, bu hareketin kendi doğal evrimi içinde sola kayması da imkansız.
Buna karşın, dünyanın çok farklı coğrafyalarında harekete geçen milyonlarca insanı aynı çuvala doldurmak da bir o kadar imkansız.
Irak başlığı özelinde savaşa karşı meydanlara çıkan insanların sayısının biraz da emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler nedeniyle artmış olması, bir gerçeği değiştirmiyor: İnsanların sokakları yeniden bir mücadele alanı olarak görmeye başlamalarının ardında, yalnızca kurumsal yönlendirmeler değil, aynı zamanda neo-liberal ideolojinin zayıflamaya başlamış olması var.
Aslına bakılırsa, dünya kapitalizminin bugünkü koşullarında, burjuva ideolojisi ile neo-liberal ideoloji büyük oranda örtüşüyor. Bir başka deyişle, dünya kapitalizminin bunalımı, “sosyal” iktisat politikalarıyla birlikte “sosyal adaletçi” ideolojik motifleri de dışlıyor.
Alternatif küreselleşmecilik tam bu boşluğa oturuyor.
Geniş kitleler için yıkım ve bu arada orta katmanlar için yoksullaşma anlamına gelen neo-liberal politikalara yönelik tepkilerin burjuva ideolojisinden kopuşla sonuçlanmasına engel olma görevi, alternatif küreselleşmeci harekete düşüyor.
Bunun zor bir görev olduğu kesin.
Hem IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşları hedef tahtasına yerleştireceksiniz, hem de dış borçların tek taraflı olarak iptal edilmesi talebini dışlayacaksınız. Hem özelleştirmelerin “vahşi” sonuçlarına karşı çıkacaksınız, hem de kamucu yaklaşımların güçlenmesini önleyeceksiniz. Hem savaş karşıtlığı yapacaksınız, hem de savaş karşıtlığının anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir içerik kazanmasına izin vermeyeceksiniz. Üstüne üstlük, savaş vakti geldiğinde savaş karşıtı hareketin geri çekilmesini sağlayacaksınız.
Tüm bunları başarmanın koşulu belli: Tüm bu hassas dengelere kurşun sıkabilecek bir sol hareketin bulunmaması.
Dolayısıyla, solun görevi de belli…
Emperyalistler arasındaki çelişkilerden solun payına ne düşer?
Dünya kapitalizmi bir büyüme döneminde olsaydı, ne az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin kaynaklarını yağmalama mücadelesi bu denli şiddetlenir, ne de bu ülkelerdeki yoksullaşma dinamikleri bu denli güçlenirdi. Büyüme dönemlerinde de emperyalist sömürü vardır; ama bu dönemlerde, büyümenin emperyalist ülkelerle kurulan ilişkilere borçlu olunduğu, ya da en azından bu ilişkilerin koparılması durumunda büyümenin de son bulacağı yalanını kabul ettirmek daha kolaydır.
Oysa bugün, yoksullaşma süreçleri ile ABD’nin temsil ettiği emperyalist saldırganlık arasındaki bağın gizlenmesi neredeyse olanaksız.
Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerin, ABD’nin tek yanlı politikalarını dengelemeye çalışırken, ABD karşıtlığının dünyanın her tarafında güç kazanmasından yararlanmaya çalışması doğal. Ama burada kritik faktör, Fransa ile Almanya’nın politikaları değil, ABD karşıtlığının güçlenmesidir.
Diğer taraftan, paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği bir dönemde Fransa ile Almanya’nın (bunlara Rusya ve Çin de eklenebilir) gerçek anlamıyla alternatif bir kutup oluşturma şanslarının bulunmaması, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin sermaye iktidarları açısından yeni bir sorun doğuruyor. ABD’ye koşulsuz olarak teslim olmaları durumunda, pazarlık güçlerini baştan kaybetmiş oluyorlar. ABD’nin taleplerine belirli bir dirençle karşılık vermeleri durumunda ise, hem diğer emperyalist ülkeler tarafından ortada bırakılma ve direncin ters tepmesi riskleriyle karşı karşıya kalıyorlar, hem de uzlaşma vakti geldiğinde kendi halklarını buna ikna etmeleri zorlaşıyor. Her iki durumda da, işbirlikçilik, sermaye iktidarları için, bir toplumsal meşruiyet sorunu yaratıyor.
Meşruiyet sorununun bir meşruiyet krizine dönüşüp dönüşmeyeceği ise, en azından Türkiye özelinde, aynı zamanda öznel faktöre, yani solun müdahalelerine bağlıdır. Kesin olan, müdahale kanallarının açıklığı.
Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin derinleşmesi, hiç kuşku yok ki, devrimci siyaset açısından, tüm emperyalist ülkelerin tek bir blok olarak hareket etmesine oranla çok daha elverişli koşullar yaratır.
Ama bu çelişkilerden yararlanmanın temel bir koşulu var: Emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin devrimci bir siyasete dayanak oluşturamayacağını bilmek!
Aslında bu söylenen yalnızca devrimci siyaset için geçerli değil…
Emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesi, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin sermaye iktidarları açısından, belirli bir pazarlık gücünün ortaya çıkmasını sağlar. Ama kesin olan bir şey vardır: Bu mücadelede kimin yanında olunur ve kimin desteği alınırsa alınsın, emperyalist sömürü yoğunlaşacaktır. Ünlü “denge” politikaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü pek fazla yavaşlatmamıştır.
Kendi aralarında paylaşım mücadelesine girişen güçlerin, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, devrimci bir siyaseti desteklemeleri, eşyanın tabiatına aykırıdır. Tek bir ihtimal söz konusudur: Savaş açmanın maliyetini çok yüksek bulmaları.
Devrimci siyaset açısından, emperyalistler arasındaki çelişkilerin kendisinden çok, bu çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olan koşullar önemlidir.
Bu noktada, yazının başlığını oluşturan soruya dönebiliriz.
Bu soruya kesin yanıtların verilemeyeceği açık olmalı. Olsa olsa, bazı ihtimallerden söz edilebilir.
Farklı ihtimallerden hangilerinin gerçekleşeceği, aynı zamanda bir mücadele konusudur.
Daha fazla uzatmayalım…
Emperyalist ülkeler arasındaki paylaşım mücadelelerinin bir dünya savaşına yol açma ihtimali, en azından kısa ve orta vade için, yok sayılabilir. İçinde bulunduğumuz dönemde, emperyalizmin “militarist öz”ü, kendisini, emperyalist ülkelerin diğer kapitalist ülkelere yönelik müdahaleleri ve kapitalist ülkeler arasındaki savaşlar aracılığıyla dışa vurmaktadır.
Buna karşın, kısa ve orta vadede, emperyalist-kapitalist sistemden kopuşların yaşanması ihtimali kesinlikle küçümsenmemelidir.
Yine kısa ve orta vadede, emperyalist ülkeler açısından, emperyalist-kapitalist sistemden kopan ülkelere savaş açmanın maliyeti çok yüksek olacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemden kopan ülkelerin yarattığı maliyet bizzat emperyalist-kapitalist sistemin varlığını tehdit edecek büyüklüğe ulaştığında, bir dünya savaşının yaşanması ihtimali de büyüyebilir.
Ama aynı süreçte, emperyalist-kapitalist sistemden kopuşların ve bu kopuşlara öncülük eden devrimci hareketlerin katkılarıyla, emperyalist ülkelerin kendi içlerindeki sınıfsal çelişki ve mücadelelerin şiddetlenmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Dolayısıyla, bundan sonra yaşanacak bir dünya savaşının, emperyalist ülkelerde, emperyalist-kapitalist sistemin son bulmasına yol açacak iç savaşlara yol açması ihtimali de kesinlikle küçümsenmemelidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Fransa, İngiltere ve ABD’nin Sovyetler Birliği’ne saldırması için Almanya’nın silahlanmasına göz yumması, hatta bunu teşvik etmesi ve Kızılordu’nun Nazi ordularını püskürterek Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlamasına kadar ABD’nin Avrupa’ya asker çıkarmaması gibi tarihsel olguları tartışmanın yeri burası değil.
- Uluslararası kuruluşların bu türden hesaplamalarının gerçekleri tam olarak yansıtmadığı yönünde bazı haklı itirazlar var. Ama buradaki tartışmamız açısından, nüfusu Almanya, Fransa ve Japonya’nın toplam nüfusundan fazla olan ABD’nin kişi başına ekonomik büyüklük açısından söz konusu ülkelerden geri olmadığını göstermek bile yeterli.
- Fortune, July 8, 2002.
- Burada verilen oranlar da ABD Dışişleri Bakanlığı kaynaklı. Bu arada, yine aynı kaynağa göre, 1989 sonrasında askeri harcamaları artan az sayıdaki ülkeden biri Türkiye. 1989 yılında GSYİH’sının yüzde 3.1’ini askeri harcamalara ayıran Türkiye, bu payı 1994 yılında yüzde 4’e ve 1999 yılında da yüzde 5.3’e yükseltmiş.
- The Economist, February 22nd-28th 2003.
- Robert BRENNER, “Ekonomik Patlama ve Balon”, New Left Review – 2000 Türkiye Seçkisi, çev: Özden Arıkan, Everest Yay., Temmuz 2001.
- 2002 yılında ABD’nin dış ticaret açığı, Almanya, Japonya ve Çin’in toplam dış ticaret fazlaları toplamının iki katından fazlaydı (The Economist, March 1st-7th 2003).