Yalnızca dar anlamıyla düşünsel yaşamımızın nereye doğru gittiğini değil, genel olarak siyasetin nasıl yapılandırılmakta olduğunu kavramak için de kitapçılardaki değişimi izlemek yararlı olabilir. Daha geniş mekanlara geçilmesinden, büyük yayın tekellerinin bu sektörü her geçen gün daha etkili bir biçimde denetlemesinden söz etmiyorum. Bu ikincisiyle elbette ilişkili olarak, kitapçı raflarındaki dağılımdaki değişime dikkat çekmek istiyorum. Çocuk kitaplarını bir kenara bırakacak olursak, bundan on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında, dört alanda yayınlanan kitaplarda bir patlama yaşanıyor.
Kısa geçmek istiyorum, bu nedenle adlandırmalara fazla takılmamalı. Bu alanlardan ilki iyi patron, iyi yönetici ve iyi bir ücretli olmanın sırlarını veren “iş dünyası” kitaplarıdır. Yalnızca bu konuda yayıncılık yapan onlarca yayınevi var ve bunların bir bölümü, piyasayı “eski” hatta “faal” solcular tarafından yazılan saçmalıklara yabancı yazar adı vererek “yönetici olmak”, “işi örgütlemek”, “geleceği okumak” türünden kitaplarla suluyorlar. Saçmalıklara talep arttığı oranda, kitapçılarda daha fazla raf işgal edecek bu tür kitaplar…
Fal, büyü, kehanetle ilgili yayınlar da aynı hızla çoğalıyor. Üstelik bunların bir bölümü, bilimsel disiplinlerin içerisine sızdığı için fark edilmiyorlar. Oysa dikkatli bir gözle bakıldığında psikoloji, tarih, sosyoloji, felsefe gibi etiketlerin altına dizilmiş kitapların önemli bir bölümünün mistik zırvalıklarla dolu olduğu görülmektedir. Geçenlerde Engin Ardıç, Türkiye’de kitap dünyasını lise mezunu sekreter kızların beğenilerinin yönlendirdiğini yazıyordu. Binlerce emekçi kadını aşağılaması bir yana, anladığım kadarıyla beyefendi okuma ve iş olanağı daraltılmış ve yaşamla bağını Hayat dergisi aracılığıyla kurmaya çalışan 1960’lı kızlardan söz etmeye çalışıyor. Oysa bu ülkede ve dünyada yayıncılık Ardıç’ın sözcülüğünü yaptığı sermaye düzeni tarafından belirleniyor ve UFO, astroloji, Nostradamus… kitaplarını okuyanların önemli bölümü kazık kadar adamlar.
Kitapçılardaki değişimin bir başka motor gücü ise mikro kültür tarih alanında yazılan kitaplar. Artık “okuyan” gençlerimiz Fransız Devrimi hakkında pek az şey bilip, Cizvit papazların saç tıraşı konusunda en küçük bir ayrıntıyı dahi kaçırmama olanağına, işçi sınıfının tarih sahnesine ne zaman ve nasıl çıktığından bihaber olup, Romalılardan bu yana insanların ne yiyip ne içtikleri konusundaki meraklarını giderme hakkına sahipler. Bilgiyle cahilleştirmek bu olsa gerek.
Son patlama ise konumuzla ilgili… Kitapçılar uluslararası ilişkiler ve dış politika başlığında toparlanabilecek kitapların istilasına uğramış durumda. Öyle ki bazı kitapçılarda kocaman bir bölüm 11 Eylül’le ilgili kitaplara, bir diğer bölüm ise birkaç yıl öncesine kadar toplasanız sayıları onu aşmayan Kıbrıs kitaplarına ayrılmış durumda. Türkiye’nin dünyadaki yeri, uluslararası strateji ve güvenlik gibi alt başlıklarda ise açık bir çıldırma hâli yaşanıyor. Demek ki, memlekette işsizlik artıkça, derin analiz yapanların sayısı da artıyor.
Artıyor, çünkü bu alanda kalem oynatanların hemen hiçbirisi herhangi bir cezai sorumluluk hissetmiyor. Anladığım kadarıyla burçlarla ilgili bir şeyler yazmanın bile bir adabı var, kuralına göre uydurmak zorundasın, yoksa camiada ayıplanıp dışlanıyorsun. Strateji uzmanlığı ise böyle değil. Herhangi bir sınırlama yok.
İnsanların toplumsal olaylar karşısında kendilerini çaresiz hissetmelerinin istendiği bir çağda yaşıyoruz. Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada, hiçbir şey öngörülemez ve bilinemez!
Zaten uluslararası ilişkiler alanında yazılıp çizilenlerin nicel büyüklüğü doğrudan düşün alanındaki kısırlaşmaya işaret etmektedir. Bu olgunun “sermayenin küreselleşmesi” ile anlamlandırılabileceğini düşünmüyorum. “Küreselleşme” kavramının sakilliğini bir kenara bırakacak olsak bile, bugünün dünyasını anlamak için “uluslararası ilişkiler” alanına bu kadar yoğunlaşmak gerektiğini asla düşünmememiz gerekiyor. Tersine, bugünkü haliyle bir araştırma/inceleme konusu olarak “uluslararası ilişkiler”, sınıflar mücadelesini perdelemekte, onun üzerini örtmektedir.
Bu nedenle inceleme nesnesi olarak global ölçeği alan ve ulusal ölçeği büyük ölçüde ihmal eden çalışmaların hızla artması ve bu yönelimin solu da etkilemeye başlaması, üzerinde durulması gereken bir olgudur. Dünyada olup bitenlere fazla önem vermemek gerektiğini ileri süremeyeceğimize göre, Marksistlerin nasıl bir sistematikle ve hangi araçlarla söz konusu alana yaklaşabilecekleri, anlamlı bir tartışma konusudur.
Dünyaya tepeden bakılabilir mi?
Hiç kuşkusuz, bütünü oluşturan ulusal ölçekleri herhangi bir biçimde hesaba katmaksızın, dünyayı tarihsel ya da aktüel bir bağlamda ele almak mümkündür. Burada ulusal dinamikler, tek tek sınıf iktidarlarının dış politika alanındaki yansımalarına indirgenmiş durumdadır. Ne denli titiz olunursa olunsun, bu düzlemin analiz boyutunda aşılması neredeyse olanaksız olan sınırları vardır. Çünkü siyasal aktörler hiçbir zaman gerçek olmayacak ölçüde yalınlaştırılmış, daha doğru bir ifadeyle sıkıştırılmışlardır. Sözgelimi, “Fransa’nın yayılmacı eğilimleri karşısında İspanyolların tepkisi…” diye başlayan bir saptama, bütün masumluğuna ve açık bir biçimde Fransız sermayesinin emperyalist karakterini işaret etmesine karşın, çok daha farklı analitik düzlemlerden destek gelmediği takdirde yetersiz olmak bir yana, yanıltıcıdır da. Bir dizi uluslararası birimin devindiği bir ortamda, aslında hiçbir zaman tam olarak bir “özne” olarak tarif edilemeyecek parçaların davranış kalıplarını ortaya koymak, bütün bunların arasındaki dengelerden hareketle dünyayı okumaya kalkmak, başlı başına bir sorundur.
Yukarıda işaret edilen yalnızca bir başlangıç problemidir. Çünkü, uluslararası düzlemde öznelere ilişkin yanılsamalar birtakım ek araçlarla giderilse bile, her bir birimin arka planını sözü edilen düzleme gerekli zenginlikle içselleştirmek zor, birçok durumda olanaksızdır.
Bütün bunları söyledikten sonra, iç dinamiklerin dış dinamiklere tâbi hale geldiği ve neredeyse silikleştiği bazı özel kesitler (dünya savaşları gibi) dışında uluslararası düzlemi daraltılmış bir ölçeği referans noktası alarak değerlendirmenin Marksizmin yöntemsel kazanımlarını korumak açısından daha fazla olanak sağladığını vurgulamak gerekiyor.1
Belki daha fazlası da söylenmeli.
Uluslararası alan, tepeden bakıldıkça soyutlama düzeyini zayıf düşüren özgün bir inceleme konusudur. Biraz da bu nedenle, bu alanı bir bütün olarak kucaklamaya kalkan “teori”ler yalnızca sınıf gerçeğinden malum nedenlerle kaçan “batı”lı kafaların ürünü oldukları için değil, aynı zamanda olmayacak duaya amin deyip devasa bir ölçekte çocukça “kural”lar icat ettikleri için de bir türlü değer kazanamamaktadır. Marksist kimi akademisyenlerin bazı çalışmalarını bir kenara bırakacak olursak, “uluslararası ilişkiler” alanına ilişkin batılı ve “yerli” üniversitelerde geliştirilen modellerin hemen hepsini çöpe attığımızda bir şey yitireceğimizi sanmıyorum. Realist, kurumsal, yapısal, davranışsal bakışa dayanan teoriler, jeo-strateji belirlenimli analizler ve en korkuncu oyun teorisine yaslanan projeksiyonlar, gezegenimizi daha anlaşılmaz hale getirmekten başka bir şeye yaramıyor.
Bir olasılık, işlevleri bu!
Oysa bu devasa ölçek, tarihsel bir kavrayışla ele alındığında ne kadar fazla ipucu ortaya çıkarıyor. Çünkü, tarihsel bakış açısı, uluslararası ölçeğin hangi birimlerinin hangi dönemlerde hangi dinamikleri algılamak açısından referans noktası olarak ele alınabileceğini ortaya çıkarmaktadır.
Marksizmin avantajı buradadır. İngiliz Sanayi Devrimi’nin, Fransız Burjuva Devrimi’nin, Ekim Sosyalist Devrimi’nin merkeze konduğu ve bu merkezden aynı dönemin başka dinamiklerine kement atıldığı araştırmaların gücü, olgulara eşit uzaklıkta durarak bir tür kuşbakışı yakalamak isteyen genel modellere göre de, birincil ögelerle ikincil ögeler arasındaki bağlantı ve farklılıkları görünmez kılan mikro çalışmalara göre de çok daha fazladır.
Burada doğal olarak tarih bilimini özellikle ilgilendiren bir soruna değinmiş oluyoruz. Tarihi önemli bir bilim yapan, “bulmak” değil “bağlantı kurmak”tır. Bu nedenle birden fazla dinamiği, az önce sözünü ettiğimiz referans noktalarını oluşturarak birbirlerine göre konumlandırabilmek, tarih yazımında büyük bir önem taşıyor. Mikro tarih yazımı, bağlantıların oluşması için gerekli birikim için vazgeçilmez öneme sahip olmakla birlikte, kendisine bilimsel değer aktaran bütüncül yaklaşımlara mutlak anlamda mahkumdur.
Bugün tarih biliminin içine girdiği krizin nedenini de burada aramak gerekmektedir. Dünyanın her köşesinde insanlığın geçmişi didik didik ediliyor, ortaya sayısız eser çıkıyor ve bunların bir bölümü bu yazıyı kaleme alan kişi dahil olmak üzere, birçok kişiyi heyecanlandıracak ögeler barındırıyor. Ancak her bilimsel alan, kendisiyle iletişime geçen bütün aktörlerin içinde yer aldığı bir ekolojiye sahip olduğu için ve tarihselcilik tarih biliminin ekolojisinde marjlara itildiği için tüm bu çalışmaların havada uçuştuğu son derece verimsiz bir dönem yaşıyoruz.
Fransız Devrimi, bu devrimin Avrupa’da açtığı yeni dönem ve burjuva egemenliğinin şekillenmesinde bu devrimin oynadığı role dair herhangi bir fikri olmayan birisinin; Napolyon ordularının kullandığı silah sistemleri hakkında “mükemmel” bir eseri okuduktan sonra dünyayı daha iyi kavrayacağından ciddi kuşkularım var. Burada sorumluluk tek başına yazıcıda değil, bir bütün olarak geriye çekilen marksist üretimdedir.
Uluslararası alan, tarih biliminden çok fazla uzaklaşma şansı bulunmadığı oranda, marksist üretimin geriye çekilişinden en fazla etkilenen inceleme nesnelerinden birisidir.
Doğal olarak işe “uluslararası olan nedir?” sorusuna yanıt arayarak başlanmalıdır. Sanıyorum şu ana kadar yazılanlar bazı ipuçları veriyor. Örneğin uluslararası alanda kendi başına birer “özne” olarak varsayılan aktörlerin gerçekte çok karmaşık bir içyapıya sahip olduklarını, bu aktörler arasındaki ilişkileri tarihsel bir bakış açısıyla tasnif etmeden ve sağlam referans noktaları belirlemeden herhangi bir model kurulamayacağını söylemiş olduk.
Ancak iç dinamik-dış dinamik ayrımı, üzerinde biraz daha fazla durulmayı hak ediyor. Kestirmeden gidelim… İç ve dış dinamik ayrımı, sınıf merkezli bir bakış açısıyla, dünyada tek bir proletarya ve tek bir burjuvazi olmadığının kabulüdür. Şaşırtıcı gelebilir, çünkü yaşadığımız çağda tek bir proleter sınıfı ve onun karşısında egemen sermaye sınıfı olduğu da evrensel bir doğrudur!
Sorun şudur ki, “bütün ülkelerin işçilerini birleşmeye” götüren süreçte, sınıflar yalnızca onları sınıf yapan olguyla (yani üretim araçlarının mülkiyeti bağlamında toplumsal ilişkilerde tuttukları yere) değil, oldukça karmaşık tarihsel koşullar içerisinde biçimlenirler.
Bu anlamda tek bir proletarya ve tek bir burjuvaziden söz etmek olanaksızdır. Sınıflar, belli bir formasyonda ideolojik, ekonomik, kültürel, siyasal açıdan başka ülkelerdekilerle aynı orijine sahip, ama birçok açıdan özgül koşullarda mücadele ederler. İşte iç dinamikle dış dinamiği ayırt edebilmemizi sağlayan en önemli olgu, bu formasyonların her birisine denk gelen bir siyasi iktidardır.
Uluslararası ilişkiler alanında, hangi yönde ağırlık konulacaksa konulsun, hangi referans noktasına yaslanılacaksa yaslanılsın, siyasal iktidardan hareket etmek durumundasınız. Dolayısıyla, global ölçekte, her birisi bir “özne” olarak varsayılan birimler, aslında sınıf egemenliğine tekabül eden birer siyasal iktidardır ve uluslararası alana yalnızca egemen sınıfı değil, bir bütün olarak o ülkedeki sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı dengeleri de taşırlar.
Uluslararası alan, bütün bu egemenlik(ler) yumağını ve onların her birisine içkin sınıfsal dengeleri örtecek ayrı kurallara asla sahip değildir.
Uluslararasından dış politikaya
Dikkatli okurlar şu ana kadar “bir dış politika teorisi mümkün mü?” sorusundan çok, “bir uluslararası ilişkiler teorisi mümkün mü” sorusu etrafında dolaşıldığını hemen fark etmişlerdir. Ancak, birini yanıtlamadan, ötekine geçmek neredeyse olanaksız. Çünkü eğer gerçekten uluslararası alan, tek tek ulusal ölçeklerin çok ötesinde bir aşkınlıkla hareket eden özel yasalara sahipse; o halde bu alanda boy gösteren aktörlerin de, kendi içyapılarından (ki bunun sınıflar mücadelesi ve bu mücadelenin mihenk taşı olan siyasal iktidardan başka bir şey olmadığını vurgulamıştık) büyük ölçüde bağımsızlaşmış hareket yasaları olduğunu söylememiz olanaklı hale gelecektir.
Burada hemen bütün aktörleri bir biçimde bağlayan ya da onların davranışlarını kontrol eden uluslararası anlaşmalar, diplomasinin kural ve alışkanlıkları işimizi elbette zorlaştırmaktadır. Ne var ki; son tahlilde “bağımlı” olan ve sınıflar mücadelesinin ulusal ve uluslararası sonuçlarına göre yeniden ve yeniden şekillenen bizzat bu anlaşmalar, diplomasinin kural ve alışkanlıklarıdır. Bu açıdan, önemli bir alt başlık olmakla beraber, diplomasinin, bir uluslararası ilişkiler teorisi veya bir dış politika teorisi yaratmak için fazlasıyla sığ kaldığını hatırlatmak durumundayız.
Kaldı ki, “diplomasi tarihi”, her bir ülkenin elbette dönem ve koşullara bağlı olarak kendi dış politika alışkanlıklarını yarattığını göstermekte ve en önemlisi sosyalist ülkelerle kapitalist ülkeler arasında bu alanda pek az ortak noktanın olduğu anlaşılmaktadır. Bugün kapitalist dünyaya neredeyse tek başına kafa tutmakta olan sosyalist Küba, bu yalnızlık nedeniyle daha benzeşen bir dış politikaya yönelmemekte; tam tersine Küba dış politikası, her geçen gün kendisini kuşatan sistemin dış politika kalıplarından daha da uzaklaşmaktadır.2
Sözün kısası, bugün uluslararası alanda boy gösteren ulusal birimlerin her birisini içine koyacağımız ve önemli her gelişmeyi açıklayabileceğimiz bir “teori” ortaya çıkarmak olanaksızdır. Şu ana kadar bu işe soyunanlar, kaçınılmaz bir biçimde devletlerin uluslararası alandaki davranışlarına ilişkin genel modellere yaslanmaya kalkmış ve açık bir başarısızlığa uğramışlardır.
Bugün bu başarısızlık, uluslararası alanda boy gösteren “devlet dışı” birimlerin arkasında gizlenmeye çalışılmaktadır. IMF, NATO, Avrupa Birliği gibi örgütlenmeler, çok uluslu şirketler, NGO’lar… Kimilerine göre bu türden “devlet dışı” birimlerin sayı ve ağırlığının artması, uluslararası düzlemin belirleyiciliğinin bir başka kanıtıdır. Bu nedenle devletlerin davranış kalıplarını ortaya çıkarmak yerine bugün uluslararası alana egemen olan yeni işleyişin kuralları üzerinde durulmalıdır.
Bir şey değişmiyor. Dün bir takım “küçük hile”lerle uluslararası alanı bireylerin davranış özellikleriyle açıklamaya kalkanlar, bugün o alanı bir kez daha “küreselleşme” başlığı altında homojen ve eşitlenmiş bir bütüne indirgemeye çalışıyorlar. Halbuki, yeni uluslararası aktörlerin sayı ve etkinliğindeki artış, marksistleri haklı çıkarmakta ve uluslararası alanda boy gösteren ulusal aktörlerin tek bir hareket yasasına tâbi olamayacağına yeni bir kanıt oluşturmaktadır. NATO’nun rolündeki artış, hiçbir biçimde ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin rolünün azalması anlamına gelmemektedir. Bugün Avrupa’da sınır tanımayan ve her tarafa el atan sivil toplum örgütleri, zinciri Alman ve Fransız devletleri tarafından yönetilen vakıfların maymunu durumundadır. Bu örgütlerin davranış kalıplarını ortaya çıkarmak isteyenlerin, bugünü bıraktık, 20. Yüzyıl başlarında Alman bürokrasisinin sosyal demokrasi eliyle nasıl yeniden yapılandırıldığına yakından bakmaları, son on yılda “küreselleşme ve ulus devletlerin sonu” üzerine yazılan tonlarca saçmalığın içine gömülmekten çok daha verimlidir.
İşte bu nedenle, pusulamızı şaşırmamak için küreselleşme kavramını pek sevmiyor ve emperyalizm olgusunda ısrar ediyoruz.
Emperyalizm, bugünün merkezi gerçekliğidir ve ulusal devletler olmaksızın varlığını sürdüremez.
Tersinden okursak, bugün uluslararası alandaki aktörlerin (ulusal devletler de dahil olmak üzere), birbirleriyle olan ilişkilerinin mantığını kavramanın tek yolu; emperyalizm teorisine yaslanmaktır. Buradan, olup biten her şeyi emperyalist ülkelerin çıkar ve tercihlerinin ürünü olarak gören, aşırı mekanikleştirilmiş bir dünyaya ulaşmıyoruz; emperyalist ülkelerin hegemonik açılımlarına ek olarak, emperyalizm teorisinin ayrılmaz bir parçası olan sınıflar mücadelesini ve bağımlılık ilişkilerinin çift yönlü yapısını, dünyayı anlamak ve dönüştürmek için kullanmış oluyoruz.
Doğal olarak, iç dinamik-dış dinamik ilişkilerinin tek taraflı bir soyutlama düzeyinde ele alınamayacağı noktasına geliyoruz.
Bir dış politika teorisi oluşturmakta karşılaşacağımız güçlüğün bir başka ifadesidir bu. Örnek olsun, Türk dış politikası dediğimiz şey, eğer “iç” ve “dış” nesnelliğin içine yerleştirilmez ve bir “özne”nin başka “özne”lerle ilişkisi olarak resmedilirse, ortaya çıkacak olan, yalnızca ve yalnızca bir yanılsamadır. Üniversitelerimizde “Türk dış politikası” üzerine okutulan literatürü az çok takip eden birisi olarak, dış politika pratiğinin çeşitli güç parametrelerinin uluslararası alana en rasyonel biçimde aktarımından ibaret bir düzeneğe indirgenmesinin ne tür bir düşünsel kısırlığa yol açtığını biliyorum.
Bu ders kitapları, Suriye ile ilişkiler dendiğinde “su” sorununu, Yunanistan’la ilişkiler dendiğinde “kıta sahanlığı”nı ve “Kıbrıs”ı, Rusya’yla ilişkiler dendiğinde “sıcak denizler teorisi”ni hatırlatmaya yarıyor ama hiçbir biçimde Türkiye kapitalizminin sermaye birikim modellerini ya da emperyalist ülkelerin bölgesel düzenlemelerde çeşitli ülkelere biçtikleri rolleri sağlam bir biçimde tablonun ortasına yerleştirmeyi beceremiyor.
Az önce iç dinamik-dış dinamik ilişkilerinin tek taraflı bir soyutlama düzeyinde ele alınamayacağını belirtmiştik. Yine daha önce uluslararası alanda siyasal iktidar(lar)ın mihenk taşı olduğundan söz etmiştik.
Sağlıklı bir bakış açısı oluşturabilmek için, bu iki vurgudan hareketle şunu söylemek gerekiyor: Dış dinamiklerin verili bir ülkedeki iç dinamiklere olan etkisi, ne denli karmaşık kanallar üzerinden gerçeklik kazanırsa kazansın, o dinamikler asıl müdahalelerini o ülkedeki siyasal iktidar üzerinden gerçekleştirir. Bu kuralın işlemediği örneklerde siyasal sistemde önemli altüst oluşlara ya da yarılmalara tanık olunacaktır.
Sonuçta, siyasal iktidar(lar)ın uluslararası alanda boy gösteren temel aktör olmasının ötesinde, bir olgu ile karşı karşıya olduğumuz açık. Siyasal iktidarlar, iç ve dış dinamikler arasındaki karşılıklı etkileşimin gerçekleştiği mekanizmalar içerisinde yalnızca kritik bir kavşak noktası olarak pasif bir işlev görmezler; aynı zamanda bu dinamiklerin yön ve şiddeti üzerinde de önemli bir etkide bulunurlar.
En büyük yanlış bu etkiye “dış politika” denmesidir. Gerçekte iç ve dış dinamiklerin “kontrol” edilmeye çalışılması, sınıf egemenliğinin bütün alanlarını kapsar; dış politika denilen şey, söz konusu egemenliğin güç dengeleri oranında başka aktörlerle paylaşılmasından başka bir şey değildir.
Şimdi soruyu yeniden sorabiliriz: Bir dış politika teorisinden söz edebilir miyiz?
Açık ki, bu soruya olumlu yanıt vermek hiçbir durumda olanaklı değil. Yapılması gereken, verili bir ülkenin dış politika pratiğini, iç ve dış dinamiklerin özellikle kesiştiği noktalar üzerinden masaya yatırarak, sınıf egemenliğinin bu dinamikleri işleme tarzını ve bu dinamiklerin yön ve şiddetine olan “öznel” müdahaleleri ayrıştırmaktır.
Bunu yaptığımızda, tek tek ülkelerin farklı dış politika alışkanlıklarına sahip olduğunu görebiliriz; emperyalizm teorisinin uluslararası olayları anlamak açısından bize ne tür kolaylıklar sağladığını bir kez daha hissederiz ama bütün ülkeleri ya da ülke gruplarını kapsayacak bir neden-sonuç ilişkisi kuramayız. Bir başka deyişle, sınıf mücadelelerini bir soyutlama düzeyi olarak dış politika alanında yalıtmak neredeyse olanaksızdır.
Bir dış politika teorisinin geliştirilemeyeceğine ilişkin vurgu, dış politika alanındaki karar süreçlerinin nasıl çalıştığını çözmeye çalışan ve uluslararası aktörlere “rasyonel davranış” yakıştıran onca kitap ve makalenin ortalıkta dolandığı koşullarda biraz şaşırtıcı gelebilir. Ancak bir konu yanlış anlaşılmamalı, ben devlet ve emperyalizm teorilerinin dışında, bunların içinden taşan bir dış politika teorisinin marksizme yabancı olduğunda ısrar etmiş oluyorum. Bunun bir diğer anlamı, sınıf mücadelerinin genel yasalarından ve tek tek ülke özgüllüklerinden hareketle, dış politika pratiklerinin teorik araçlarla incelenip bütünün içine yerleştirilmelerinin olanaklı olmasıdır.
Burada kimi alışkanlıkların değişmesi gerekmektedir. Örneğin kendi başlarına bir teorik değer taşımayan ama ufuk açıcı birçok öge barındırdıkları için son derece yararlı olan klasikleşmiş strateji kılavuzlarına, artık daha az önem verilmelidir. Machiavelli ve Clausewitz’in marksist siyaset üzerindeki etkisi abartılı hale gelmiştir. Dahası, bu işin sonu gelmemektedir. Siyasal mücadelenin ve özellikle dış politika alanının sınıf temelinden çok, rasyonellik peşindeki bireyler ekseninde incelenmesinin oldukça büyük riskleri bulunmaktadır. Hiç kuşku yok, tarihsel kişiliklerin olayların akışına dönük büyük etkileri vardır ve bu etkiyi marksizme sadakat adına küçümsemek son derece saçmadır. Ne var ki, eksen gerçekten düzeltilmeyi beklemektedir. Marksizmin bugünkü kaynakları, “siyaset yasaları”nı Çin hanedanlıklarında komutanlık yapan askerlerin notlarından ya da daha yakın bir örnek olarak Moltke, Keitel gibi Alman silahlı güçlerinin kurumsal yapısını ciddi biçimde etkilemiş kişilerden öğrenmemizi gereksiz kılacak kadar zengindir. Moltke’yi Almanya’da sivil/askeri bürokrasinin gelişimini kavramak için okumak yararlı olabilir, ne ki devrimci siyasetin mantığını yakalamak için, 1917 Şubat’ı ile 1917 Kasım’ı arasında Lenin’i, 1939-1944 arasında Stalin’i ve 1957-1959 arasında Castro’yu takip etmek hepsinden kat kat daha verimlidir.
Üstelik verdiğim örnekler, “ayrı” bir dış politika teorisinin olamayacağının iyi birer kanıtı olarak da değer taşımaktadırlar.
Bütün bunları söyledikten sonra, bir teorik çerçeveye ulaşma sevdasına kapılmaksızın, yaklaşımlarımızı Türk dış politikası örneğine aktarabiliriz.
Türk dış politikası: Planlanıyor mu
Türk dış politikasının doğrultusunu Türkiye burjuvazisinin gereksinimleri ve Türkiye’nin dünya sistemi içerisindeki yeri belirlemektedir. Bu doğrultudaki sapmaları ise kabaca dünya sisteminin iç çelişki, gerilim ve zayıflıkları ile içerdeki sınıf mücadelelerinin etkisi ile açıklayabiliriz. Böylesi bir giriş, dış politikanın rasyonel karar merkezlerinin ürünü olduğunu ısrarla savunan akademisyenlerin ve jeo-strateji delilerinin herkesi susturduğu bir ortamda mutlak bir zorunluluktur. Çünkü bunlara göre dış politikacı, verili güç dengelerinde bir ülkenin kaynaklarını ülke çıkarları doğrultusunda en “optimum” biçimde harekete geçirecek kişidir.
Dış politikanın ya da diplomasinin herhangi bir uzmanlık ya da rasyonalite arayışı gerektirmediğini elbette iddia etmiyorum, ancak ülkelerin dış politika pratiklerini büyük ölçüde öznel mekanizmalarla açıklama girişimlerine itiraz etmek gerekiyor.
Bu açıdan bakıldığında, hele hele Türkiye gibi nihayetinde “bağımlı” bir ülkede dış politikacı büyük ölçüde bir pratisyendir ve Türkiye burjuvazisinin elinde tutmaya çalıştığı pazarlık gücü ve bu pazarlık gücüne karşı etkili vuruşlar yapan emperyalist merkezler arasında sıkıştığı için, fazlasıyla kişiliksizleşmiştir.
Kim midir bu “dış politikacı”? Bu, burjuva devlet mekanizmasının herhangi bir noktasında olup da, “dış” aktörlerle temas halinde olan herkes olabilir. Bir takım nüanslar dışında, hükümet üyelerinden komutanlara, diplomatlardan istihbaratçılara kadar “tam kadro” dış politika pratiğinde aynılaşmıştır. Bir geleneği olmakla övünen Türk dış politikasının eğer bir geleneği varsa, bu da kişisel yaratıcılığı neredeyse tamamen ortadan kaldıran sinikliktir.
Bu geleneğin biraz dışına çıkılan kesit, 1995-2000 arasıdır; çok açık ki bu dönem restorasyon yıllarıdır ve Türkiye burjuvazisi can korkusuyla ilginç dış politika hamleleri yapmıştır. Söz konusu yıllarda Türkiye’nin Balkan politikası ve İsrail açılımı tek başına ABD’nin planlamasından öte bir şeydir ve bu nedenle Türkiye burjuvazisine bir şeyler kazandırmıştır. Ve pek bir önemi olmamakla birlikte, bu hamlelerin öznesinin sivil bürokrasi ya da dış politika pratisyenleri değil, can korkusunu en fazla hisseden askerler olduğu hatırlanmalıdır.
Ama bu kadar… Daha fazlası yok!
Peki, neden böyle Neden Türk dış politikası hâlâ kendisine kişilik ararken İnönü’nün, ABD Başkanı Johnson’la birlikte tezgahladığı şike gerilim sırasında “bir başka dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” sözüne ve Ecevit’in yine ABD’nin izni ve kışkırtmasıyla gerçekleştirdiği Kıbrıs çıkarmasına sığınmak durumunda?
Bunun yanıtı çok açık.
Türkiye burjuvazisinin, ama özellikle onu büyük ölçüde “yaratan” cumhuriyetin iki büyük korkuya doğduğunu daha önce başka bir yerde yazmıştım.3 Korkulardan bir tanesi elbette komünizm. Türkiye burjuvazisi, yalnızca yanı başında ilk sosyalist ülkenin kuruluş sancıları çektiği bir dönemde iktidara yerleştiği için değil, aynı zamanda kendi egemenlik alanını biraz da bu iktidara borçlu olduğu için zaten sınıfsal karakteristiği olan anti-komünizmi iyice sivri bir hale getirdi. 4
Anti-komünizmin zayıf bir kapitalist ülkeye kişilik kazandırdığı nerede görülmüştür Cumhuriyet tarihinin en trajikomik olayları burjuva siyasetçilerinin komünizmle mücadele aşkıyla kendilerini kaybettikleri anlarda yaşanmıştır. Belki başka yerlerde zaman zaman örneklerini aktardığımız bütün bu rezillikleri bir kitapta toplayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine bir başka yönden ışık tutabiliriz.
Ama şimdilik, Türk dış politikasının anti-komünizm temelinde yükseldiğini yinelemekle yetinelim.
Bu korku Türkiye’yi emperyalist sisteme doğru ittiriyor. 5 Türkiye’nin öbür korkusu Türkiye’yi emperyalizme adeta yapıştırıyor.
Türkiye’nin öbür korkusu emperyalist ülkelerdir. Burjuvazinin kadroları emperyalizmin yönelimlerini birçok solcudan daha iyi kavramıştır. Osmanlı’nın dağılma sürecinde “ulusal kopuş”ların büyük güçler yardımıyla gerçekleştiğini gören genç subaylar, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Osmanlı’dan son ulusal devleti yaratma işine soyunurken, emperyalizm olgusuna bir kez daha doğrudan tanık oldular. Bütün bu zorlu deneylerden emperyalizmle işbirliğinin ondan en iyi korunma biçimi olduğu sonucunu çıkardılar. Dolayısıyla sınıf çıkarları nedeniyle emperyalizme yönelen burjuva iktidarı, anti-komünizmin aşırı sivriltilmesi sonucunda bunu bir teslimiyete dönüştürürken, bizzat emperyalizme dönük korkuların itmesiyle bugünkü onursuz noktaya geliyor.
Türk dış politikasında rasyonalite arayanlar boşuna uğraşmamalı… Türkiye dış dünyaya bu iki korkuyla bağlanıyor.
Diğer gereksinimler bu iki korkunun ardından geliyor.
Türkiye burjuvazisinin egemenliğini sürdürmek için “dış dinamik”lere muhtaçlığını mutlaka ön sıralara almak gerekiyor. Bu başlıkta ilk akla gelen, bütün ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de sermayenin içerde siyasal, ideolojik ya da yasal sınırlamaları aşmak için dışarıdan müdahalelere gereksiniyor olmasıdır. Bu nedenle uluslararası alanda “yerli burjuvazi”nin en önemli pazarlık ve rekabet aracı olan “ulusal devlet” bu işlevini ancak ve ancak başka “ulusal devlet”lerin varlığında yerine getirebilir. Devletin sınıflar mücadelesini yatıştırmak ve bir hakemmiş gibi davranmak zorunluluğu, başka örneklerde olduğu gibi Türkiye burjuvazisini başka devletleri ve uluslararası örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanma arayışına iter.
Ancak dış politikanın, sermayenin egemenlik gereksinimleriyle ilişkisinde kesintisiz bir tema ya da başlık olarak göreceğimiz şey, Türkiye burjuvazisinin kendisini bu topraklarda güvensiz hissetmesidir. Türk burjuvaları ama özellikle onların temsilcileri kendilerinden çok emperyalist ülkelere ve bugünkü dünya sisteminin değişmeyeceğine güvenirler. Bu nedenle Türk dış politikasında dışarıda kalmama arzusu, yalnızca emperyalistlere dönük bir korkunun değil, aynı zamanda onlara dönük hastalıklı bir öykünmenin de ürünü olarak görülmelidir.
Ayrıca bu gereksinimlerin iktisadi boyutu kesinlikle unutulmamalıdır. Türk dış politikası stratejik hesaplar ve güvenlik kaygılarından ibaret değildir. Bu ülkenin küçümsenmeyecek bir ekonomik potansiyeli ve bu potansiyele el koyan bir kapitalist sınıfı vardır. Bu sınıfın iktisadi yönelimleriyle örtüşmeyen bir dış politika pratiği asla kalıcı olamaz.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu yönelimler bir başka yönden de kısıtlanmıştır. Türkiye burjuvazisinin bir bütün olarak emperyalizme bağımlı olması, Türkiye ekonomisine yön veren mekanizmaların giderek daha fazla dışarıya devredildiği gerçeğini değiştirmemektedir. Bu nedenle Türk dış politikası önce iktisadi açıdan, sonrasında güvenlik ve stratejik konularda başka öznelerin kontrol ve denetimine açıktır. Zaman zaman zorlu bir pazarlıkçı kimliğe bürünse de, Türkiye’nin bu dış kontrol ve denetim karşısındaki alışkanlığı, ona uyum sağlamaktır. Bu uyumun şu veya bu nedenle bozulduğu örneklerde Türkiye’de sistem ciddi bir biçimde sarsıntı geçirmektedir.
Türk dış politikasının “ideolojik” davranma katsayısı ise bütün bu özelliklerden sonra elbette düşük olacaktır. Zaten Türk milliyetçiliğinin komünizmle uluslararası mücadelede ve Kürt yükselişi sırasında kendisine yüklenen misyonlardan arındırıldığında, bir şeye benzeyeceği kuşkuludur. Her zaman devletli ya da resmi bir karakter taşıyan bir ideoloji, resmi politikalar bu kadar boynu bükükken neylesin? Özetle Türk milliyetçiliğinin hak edilmemiş bir şöhrete sahip olduğunu, alabildiğine kozmopolit bir çizgide giden Türk dış politikasının Türk iç politikasından çok daha önce ideolojisizleştirildiğini söyleyebiliriz. Birkaç bine düşmüş Rum vatandaşın yaşadığı bölgelere, örneğin Gökçeada’nın tepelerine “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısını nakşetmek ise bu aşamadan sonra “milliyetçilik” değil kazmalık olarak görülmeli.
Son olarak burjuva siyasetinin iç dengelerinden söz etmek durumundayız. Birçok ülkede iç politik dengelerdeki değişimler, dış politikada kimi oynamalara neden olabilmektedir. Türkiye bu açıdan da kısır bir ülkedir. Bizim ülkemizde burjuva siyaseti açısından dış politika, iç politikada kullanılabildiği oranda önem taşır. Bunun dışında hemen hepsi bilir ki, Türkiye’nin bir milli dış politikası vardır ve onu kimse değiştiremez.
Halbuki ortada bir politika filan yoktur. Türkiye “dış dünya”da yukarıda sıraladığımız “temel”lere teslim edilmiştir. Emperyalist ülkelerin Türkiye’yi de kapsayan net projeleri olduğu ve bu projeler aksamadan uygulandığı sürece Türk dış politikası “başarılı”, o planlarda bazı belirsizlikler ortaya çıktığında ya da öngörülemeyen nedenlerle emperyalistler tökezlediğinde Türk dış politikası yalpalamaya başlamaktadır.
Bir dış politika teorisi yok demiştim… Eğer yukarıda sıralananlardan bir Türk dış politika teorisi çıkarmak istediğim izlenimi uyandıysa, bitirirken sizi temin ederim ki, Hikmet Çetin’in, İsmail Cem’in, Abdullah Gül’ün çıktığı yerden bir teori mümkün değil, çıkmaz!
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu tür kesitler, ulusal ölçeğin gelişigüzel bir biçimde önemsizleşmesi anlamına gelmez. İlk bakışta “küresel” bir oyunun sahnelendiği düşünülse bile, aslında söz konusu olan, emperyalist aktörlerin kontrolsüz bir biçimde harekete geçerek diğer aktörleri bütünüyle kendilerine göre konum almaya zorladığı özel dönemlerdir. Böylesi dönemlerde komünistlerin anti-emperyalist görevler nedeniyle, kapitalizme karşı mücadelenin bazı cephelerinde ricat etmek durumunda kalmaları, bu “zorlanma”nın bir sonucu olarak da değerlendirilebilir.
- Amerika Birleşik Devletleri, Küba Devrimi’nin en kritik yıllarından birisi olan 1958’den itibaren, Castro ve arkadaşlarının dış politika yönelimleri ve enstrümanlarının özgün karakterini anlamamakta ısrar ettiği için, bu ülke karşısında olağanüstü başarısız olmuştur. Fidel’in Washington’un bu zayıf yönüyle oynamaktan özel bir keyif aldığı açıktır.
- Gelenek yayınlarından çıkan Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı başlıklı kitapta, bu korkulara “abartılı” bir yer verdiğimi düşünmüştüm. Aradan geçen birkaç yılda “az” yazdığımı anladım.
- Burada sözünü ettiğim yalnızca Sovyetler Birliği’nin kemalistlere yaptığı silah ve para yardımı değildir. Emperyalist ülkelerin sosyalizmin Anadolu’ya yayılışı olasılığı karşısında bir burjuva iktidara razı olmaları da, bolşevizmin Türk burjuvazisine dolayımlı katkısıdır.
- Türkiye burjuvazisinin “komünizm tehdidi”ni bir dış politika aracı olarak kullandığı, bunu paraya veya prestije çevirdiği elbette doğrudur. Ancak marksistlerin çubuğu fazla büküp, ortada bir komünizm tehdidi olmadığını sürekli tekrar etmeleri ve Türkiye burjuvazisinin bütünüyle fiktif bir Sovyetler Birliği ve sosyalizm düşmanlığı ile hareket ettiğini ileri sürmeleri, bir yerden sonra saçmalığa dönüşmektedir. Sosyalizm, Türkiye gibi bir ülkede her zaman önemli bir alternatiftir; burjuvazi adına bu alternatif elbette bir tehdittir.