Özellikle 2001 yılında dünya ekonomisindeki durgunluk sonrasında Avrupa Birliği’ nin ABD’ nin emperyalist sistem içerisindeki hegemonik rolünü AB’ ye devretmekte olduğu yolunda bir kanı ortaya çıktı. Bu kanının temel dayanağı ABD’ nin yüksek cari açığına ek olarak bütçe açığının da artması, başka bir deyişle ABD’ nin dış finansman ihtiyacının artık sürdürülemez bir seviyeye çıkmasıydı. Bu saptamayı takiben, doların aşırı değerli olduğu ve cari açığın sürdürülebilir bir seviyeye çekilmesi için doların değerinin düşürülmesi gerektiği eklenmekteydi. Ancak bu durumda yabancıların dolara olan talebi düşecek ve ABD’ nin dış finansman bulma olanağı zayıflayacaktı. Bunun sonucu doların dünya piyasalarındaki oynadığı rolü yavaş yavaş yitirmesi ve başka bir para birimine, tamamen olmasa bile kısmen, bu işlevi devretmek zorunda kalması olacaktı. Bu role en uygun ekonomi Avrupa Birliği, en uygun para birimi de Euro olarak görülüyordu. Hatta tartışmayı daha da ileri götürenler, ABD’ nin Irak’ a saldırmasının ardındaki asıl nedenin bu olduğunu ileri sürüyorlardı. Saddam Hüseyin’ in petrol satışını Euro cinsinden yapacağını duyurması ABD’ nin sabrını taşırmaya yetmişti, çünkü ABD, AB’ nin alternatif bir ekonomik odak olarak yükselmesini kesinlikle istemiyordu.
Bu iddia değişik kesimlerden farklı nedenlerle destek gördü. Liberal solcular AB ekonomisinin yükselişte olduğu iddiasına, ABD’ nin yerini “demokratik” birikimi çok daha yüksek olan AB’ nin almasının bir olanak olduğu düşüncesiyle sarıldılar. Komplo teorilerine meraklı bazı sol entellektüellerse aynı argümana emperyalizm içi çelişkilerin yoğunlaştığı, yeni bir çatışma dönemine girildiği ve bunun solun önünde yeni olanaklar açtığı gerekçesiyle sahip çıktılar.
Bu argümanın ilk kısmına, yani ABD ekonomisinin yapısal sorunlarına işaret eden bölümüne dair bir sorun yok. Ancak bunun ardından AB’ nin alternatif bir model oluşturduğunun söylenmesinin ya da AB’ nin ABD’ nin hegemonik pozisyonunu ele geçireceğinin iddia edilmesinin bir temeli bulunmuyor. AB’ nin alternatif bir ekonomik model olduğu tezinin de, emperyalistler arasındaki çelişkilerin yoğunlaştığı tezinin de ciddiyetle ele alınması için birkaç noktayı değerlendirmeye katmak zorundayız. Birinci olarak, son üç dört senede yaşanan gelişmelere bakarak emperyalizmin çok önemli bir dönüşüm süreci içerisinde olduğunu ileri sürmek gerçekçi görünmüyor. Bu tür dönüşüm süreçleri genellikle daha uzun dönemi kapsayan bir tarihsel perspektif içerisinde değerlendirilmek durumundadır. İkinci olarak, ABD ekonomisinin yapısal sorunlarını saptarken bu sorunların bugünün emperyalist mimarisinin bir sonucu olduğunu ve aynı mimarinin ABD kadar AB’ yi de kapsadığını göz ardı etmemek gerekiyor. Dolayısıyla ABD ekonomisinin sorunlarını AB ekonomisinin sorunlarından bağımsız düşünmemek durumundayız. Bunu saptadıktan sonra iki blok arasındaki ilişkinin çelişki tarafından mı, uzlaşma tarafından mı belirlendiğinin tespit edilmesi zorunlu. Üçüncü olarak, AB’ nin ekonomik olarak daha “demokratik” bir odak olduğunun söylenebilmesi için bu birliğin izlediği ekonomi politikalarının ve bu politikaların toplum üzerindeki etkilerinin tartışılması gerekiyor. Ancak bu tartışma sonucunda AB ülkelerinin izlediği iktisat politikalarının ABD’ den farklı olup olmadığı konusunda bir fikre varabiliriz.
Neoliberalizme geçiş sürecinde AB’ nin rolü
Dünya kapitalizminin son yirmi senesini neoliberalizm dönemi olarak ele alabiliriz. Neoliberalizm dönemi öncesinde kapitalist yapılanma Keynesyen iktisat politikalarına dayanıyordu. Keynesyen politikaların gelişmiş kapitalist ülkelerdeki aldığı biçim, yüksek büyüme oranları, fiyatlar genel seviyesinin çok düşük bir hızla artması ve buna bağlı olarak satın alma gücünün yükselmesi, özellikle sağlık, eğitim ve emeklilik gibi başlıklarda refah devleti uygulamalarının yaygınlaşması ve düşük işsizlik oranları ile özetlenebilir. 1970′ lerde öncelikle sanayileşmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan kriz, bu başlıkların her birinde tam ters yönde bir gidişatın ortaya çıkmasına neden oldu. 1970′ lerden itibaren kapitalist dünyanın bütünü düşük büyüme oranları, yüksek enflasyon ve kitlelerin düşen alım gücü, refah devleti uygulamalarının tasfiyesi ve yüksek işsizlik oranlarıyla nitelenmeye başladı. Neoliberalizm bu dönüşümün ihtiyaçlarına karşılık veren bir ideolojik çerçeve oluşturmuştur. Bu çerçeve ana hatlarıyla emek sürecinin, sermayenin, özellikle de finansal sermayenin çıkarlarına göre yeniden örgütlenmesi, finansal kurumların aşırı büyümesi, deregülasyon politikası adı altında sermayelerin birleşerek tekelci güçlerini artırmalarını ve dünya çapında serbest dolaşımlarını kolaylaştıran bir yasal çerçevenin geliştirilmesi, özellikle de finansal serbest dolaşımın artmasıyla az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak transferinin IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar eliyle süreklileştirilmesi, merkez bankalarının güçlendirilmesi ve faaliyetlerinin fiyat istikrarı üzerinde temellendirilmesi biçiminde özetlenebilir.
Bu çerçevenin gelişmesinde ABD emperyalizmi kadar Avrupa emperyalizminin de büyük bir rol üstlendiğinin altını çizmek durumundayız. ABD ekonomisinin AB ekonomisi karşısında gerilemesi iddiasına gelince, ABD emperyalizminin AB’ ye oranla neoliberalizmden daha fazla yararlandığını ve neoliberal dönemde birçok açıdan daha “başarılı” bir ekonomik performans çizdiğini belirtmeliyiz.
Öncelikle neoliberal politikaların ortaya çıkışını kapitalist dünya ekonomisinin bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. Söz konusu politikalar emperyalist odakların 1970′ lerde başlayan daralma eğilimli uzun dalganın yol açtığı sorunlara karşı çözüm arayışlarının ortak ürünüdür. Neoliberal politikaların iki önemli unsurunun, finans piyasalarının deregülasyonunun ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin gelişiminde daha sonra Avrupa Birliği’ ne dönüşen Avrupa Ekonomik Topluluğu’ nun özel bir rolü olmuştur. Finansal deregülasyonun tohumlarının 1960′ ların başında atıldığını, ancak bunun bir politika halini sabit döviz kurlarına dayanan Bretton-Woods sisteminin 1971′ deki çöküşünden sonra aldığını söyleyebiliriz.
Bu gelişmenin öncesinde, 1950′ lerin başlarında Avrupa bankaları ABD Merkez Bankası’ nın belirlediği oranından farklı bir faiz oranıyla işleyen bir dolar piyasası oluşturmuşlardı. Bu piyasanın önemi 1957′ de İngiltere’ nin Sterlin’ in istikrarını sağlamak üzere bu para cinsinden verilen kredileri ve Sterlin’ in uluslarası finansal işlemlere aracı olma rolünü kısıtlamasıyla daha fazla arttı. Daha sonra euro-dolar piyasası adını alan bu piyasa, öncelikle Avrupa ülkeleri için bir dolar rezervi ve dolar cinsinden yapılan işlemler için bir finansman aracı olarak işlev görmekteydi. Ancak özellikle 1960′ lı yıllarda euro-dolar piyasası, ABD’ li bankaların ABD Merkez Bankası’ nın getirdiği düzenleyici tedbirlerden kaçmak için giderek daha büyük ölçüde başvurdukları bir dolar kaynağı olarak işlev görmeye başladı. 1960′ ların sonunda ve 1970′ lerin başındaysa aynı piyasa, ABD iç piyasasından daha düşük faiz oranlarıyla kredi olanakları sağladığı için ABD bankalarının spekülatif amaçlarla kullandıkları bir araca dönüştü. Euro-dolar piyasaları ABD bankalarına bu piyasadan borçlanarak faiz arbitrajı elde etme olanağı sunmaktaydı. Bu nedenle bu piyasa kısa bir süre içinde özellikle ABD bankalarının at koşturduğu bir alan haline gelmiştir.
“… ABD bankalarının euro-dolar piyasasından borçlanması, bu borçlanmanın ortaya çıkışı bu piyasaya temel olarak ABD’ nin ekonomik koşullarına bağlı bir sürekli talep unsuru olarak hizmet ettiği için, asıl borçlanmaların kendisinden çok daha kalıcı olmuştur. Bunun etkisi ABD, euro-dolar ve Avrupa piyasaları arasında güçlü bir bağlantının ortaya çıkması ve Avrupa sermaye piyasalarının ABD’ nin ulusal para politikasındaki değişmelere daha açık hale gelmesi olmuştur.”1
1980′ lere gelindiğinde ise finansal deregülasyon neoliberalizmin ana araçlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. 1978′ de ABD’ de Carter yönetiminin Paul Volcker’ i Merkez Bankası başkanlığına getirmesinin ardından, 1980 ve 1982 yıllarında Merkez Bankası’ nın gücünü artıran ve para ve finans piyasalarını liberalleştiren Mevduat Kurumlarının Deregülasyonu ve Parasal Denetim Yasası ve Garn-St. Germain Mevduat Kurumları Yasası ABD Kongresi’ nden geçirildi. 1981 yılında ise ABD Kongresi Uluslararası Bankacılık Kurumları adı altında euro-dolar piyasalarının kurulmasını bu ülkede serbest bıraktı.2 Başka bir deyişle, euro-dolar piyasası finansal deregülasyon doğrultusundaki eğilimlerin güç kazanmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Bu eğilimin güçlenmesi ise Avrupa ekonomisinin ABD’ deki gelişmelere daha duyarlı olduğu ve iki bloğun ABD hegemonyası altında karşılıklı bağımlılığının güç kazandığı bir ekonomik ortamın doğmasına yol açmıştır.
1970′ lerin sonları ve 80′ lerin başlarındaki bu gelişmelere emperyalist odakların sermaye hareketlerini serbestleştirme yolundaki adımları da eşlik etmekteydi. Avrupa’ da para birliğine geçiş yolunda atılan her adım, sermayenin bölge içinde serbest dolaşımını sağlamayı hedefliyordu. Sermayenin serbest dolaşımının sağlanması aslında daha AET’ nin kuruluş anlaşması olan Roma Andlaşması’ nda yer alan bir hedefti. Bu andlaşmanın 67. maddesinde yazılanlar yeterli kanıt olarak görülebilir:
“Geçiş dönemi boyunca ve Ortak Pazar’ ın düzgün işleyişini temin edecek ölçüde Üye Devletler, bu devletlerin vatandaşlarına ait sermayenin söz konusu ülkeler arasında serbestçe dolaşımının önündeki kısıtlamaları ve ulusa, tarafların faaliyette bulundukları yerelliğe veya bu tür sermayenin yatırıldığı yere dayanan her tür ayrımı tedricen ortadan kaldırmalıdır.”3
Bu maddenin işlevsel bir anlam kazanması 1970′ lerin sonunda gerçekleşmiştir. Ancak AB projesinin daha 1957 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi hedefiyle ortaya çıkmış olması çarpıcıdır. AET’ nin kuruluş anlaşmasında yer alan bu ilke, örneğin IMF’ nin kuruluş sözleşmesinden daha liberal bir çerçeveye işaret etmektedir. Keza IMF’ nin 1944′ te kabul edilen kuruluş sözleşmesinin 6. maddesi sermaye aktarımlarını konu edinmekteydi ve bu maddenin “sermaye aktarımlarının denetimi” başlıklı üçüncü kısmında şunlar yazmaktaydı:
“Üyeler uluslararası sermaye hareketlerini düzenlemek için gerekli olan denetimleri uygulayabilirler, ancak hiçbir üye bu denetimleri cari işlemler kapsamında yapılan ödemeleri kısıtlayacak veya taahhütlerin yerine getirilmesi için yapılan fon aktarımlarını haksız olarak erteleyecek biçimde uygulayamaz…”4
Görüldüğü gibi AET, IMF’ nin kuruluş sözleşmesine oranla sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine daha taraftar bir kurum olarak doğmuştur. Bu doğrultudaki adımların hız kazandığı dönem 1980′ li yıllar olmuştur. 1988 yılında AB Bakanlar Konseyi, birlik içinde sermaye hareketlerinin önündeki bütün engellerin kaldırılmasını yasalaştırmıştır. Bu yasayla birlikte tek bir Avrupa Merkez Bankası’ nın kurulması ve bu bankanın temel hedefinin fiyat istikrarını sağlamak olması konularında da anlaşmaya varılmıştır. Bu kararların birlikte geçmesi tesadüf değildir; aksine bunlar Avrupa Birliği’ nin neoliberal politikaların gelişiminden ve uygulanmasından bilfiil sorumlu olduğuna işaret etmektedir.
Bugün bu politikaların özellikle geri kalmış kapitalist ülkeler üzerindeki yıkıcı etkileri gayet iyi biliniyor. Ancak nedense bu politikaların oluşumundan sadece IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi bazı kurumlar ve bu kurumların dayandığı temel güç olan ABD emperyalizmi sorumlu tutuluyor. Oysa ki burada sunulan kısıtlı tarihsel çerçeve bile neoliberal politikaların oluşumunda AB projesinin çok önemli bir payı olduğunun görülmesi için yeterli kanıt sunmaktadır. Avrupa Birliği ‘nin ABD emperyalizmine alternatif bir ekonomik proje sunup sunmadığı sorusuna bu noktadan yaklaşmak durumundayız: Avrupa emperyalizmi, neoliberalizmin mimarlarındandır ve bizzat AB’ nin kendisi neoliberal bir proje olarak doğmuştur. Dolayısıyla AB’ yi neoliberal politikaların sonuçlarından bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Dahası AB’ nin ekonomik doktrini yine bu ilkelerle şekillenmiştir ve bu proje üye ülkelere bu ilkeler dışında bir “alternatif” sunmamaktadır. Sunulan “alternatifin” nasıl bir şey olduğunu görmek açısından ortak para birimine geçişin AB ülkeleri üzerindeki etkisine göz atabiliriz.
Euro’ nun işlevi
Şüphesiz Euro’ nun tek bir işlevinden söz etmek mümkün değil. Euro’ nun ABD Doları’ nın dünya ekonomisinde oynadığı role rakip olduğu da bir bakıma doğru. Ancak Euro’ nun ortak bir para birimi olarak görülmesi, ortak para birimi politikasının ardında yatan emperyalist özü gizlemektedir. Çünkü Euro özellikle diğer Avrupa ülkelerine göre rekabet avantajı bulunan ülke sermayelerinin, dolayısıyla AB’ nin ekonomik dinamosu olduğu şüphe götürmez olan Alman sermayesinin çıkarlarına hizmet eden bir araçtır. Euro’ nun karakterini ABD Doları’ yla rekabetten önce bu unsur belirlemektedir. ABD Doları’ nın yerini almaksa birçok iktisadi ve siyasi gelişmeye bağlıdır ki Avrupa Birliği’ nin her iki açıdan da böyle bir olgunluk düzeyinde olduğu söylenemez. Burada Euro’ nun, başta Alman sermayesi olmak üzere teknolojik üstünlüğü olan AB ülkelerinin çıkarlarına nasıl hizmet ettiğine göz atacağız.
Kapitalist ekonomi, üretimin toplumsal karakterine karşılık üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanması nedeniyle anarşik bir üretim yapısına sahip. Bu anarşik üretim yapısı kendisini ekonominin değişik sektörleri arasındaki teknolojik eşitsizliklerde göstermektedir. Yüksek üretkenliğin olduğu sektörlerde sermaye diğer alanlara göre daha yüksek bir kâr oranı elde eder ve bu durum sermayenin bu sektörlerde daha hızlı birikmesine neden olur. Ayrıca her bir sektörün kendi içinde de teknolojik olarak ileri durumda olan sermaye, bu üstünlüğü sayesinde piyasa aracılığıyla ürettiği artı değerden daha fazlasına el koyma şansına sahip olur. Daha üretken sermaye, rakiplerine göre her zaman daha yüksek bir kâr oranı elde eder. Piyasada fiyatların oluşumu, artı değerin farklı üretkenlik düzeylerine göre sermayeler arasındaki yeniden dağılımını yansıtır.
Bu durum uluslararası düzeyde de geçerlidir. Bir ülkenin üretkenlik düzeyi diğerinden yüksekse ve eğer ticaretin ve sermaye hareketlerinin önünde bir engel bulunmuyorsa, teknolojik olarak geri durumda olan ülkeden üstün durumda olan ülkeye doğru bir kaynak aktarımı gerçekleşir. Bu kez fiyatların farklı para birimleri cinsinden oluştuğunu göz önünde bulundurursak, değerin üretimi ve bölüşümü bu ülkelerin para birimlerinin birbirlerine göre değerlerinde, yani değişim oranlarında kendisini gösterecektir. Dolayısıyla uluslarası fiyatların oluşumu bu değişim oranlarının belirlendiği mekanizmalara bağlı olarak gerçekleşir. Ulusal sermayeler uluslararası değeri yabancı ülkenin para birimi biçiminde elde ederler.
“Döviz kuru, uluslararası para birimi de dahil, yabancı para birimlerinin ulusal para cinsinden ifade edildikleri orandır. Döviz kuru mekanizması değere el konulmasını ifade ediyorsa, döviz kurlarının hareketlerinin bu süreç üzerinde etkisi olduğu ifade edilmelidir. Örneğin bir para biriminin, diyelim ki Japon Yeni’ nin bir başka para birimi, diyelim ki Alman Markı karşısında değer kazanması, elinde Yen bulunduranlara daha fazla DM, dolayısıyla da DM cinsinden fiyatlandırılmış daha fazla kullanım değeri elde etme hakkı verir.”5
Diyelim ki bir ülkede teknolojik bir ilerleme gerçekleşti; bu durumda teknolojik gelişmenin sonucu olarak birim sermaye başına üretilen kullanım değeri miktarı artacaktır. Ancak teknolojik gelişimin emeğin sermayeyle ikame edilmesine yol açacağını, bunun da üretilen toplam artı değerin azalmasına (çünkü artı değer sadece canlı emek tarafından üretilir) yol açacağını ilave edelim. Bu kullanım değerlerinin uluslararası ticarette değişim değerine dönüştürüldüklerini varsayarsak, teknolojik gelişimin gerçekleştiği ülkenin elinde daha fazla miktarda yabancı para birikecektir. Başka bir ifadeyle bu ülke, bir birim ulusal para karşılığında daha fazla yabancı paraya sahip olabilecektir. Döviz kurunun değerlenmesi biçiminde yansıyan bu gelişme, aslında o ülkenin daha üretken sermayeyle üretim yapması karşılığında uluslararası piyasada dolaşan artı değerden daha fazla pay alması ya da daha yüksek bir kâr oranı elde etmesinin bir sonucudur.
Özetle, bir ülkede üretkenlik artışı genel bir olgu olarak karşımıza çıkıyorsa, diğer ülkelerin o ülkenin parasına olan talebi artacaktır. Bu da o ülkenin para biriminin değerlenmesine, dolayısıyla ihracatının artıp ithalatının azalmasına neden olur. İhracatla elde edilen gelir, o ülkede üretilen ve o ülkenin para birimiyle fiyatlanan malların, döviz kurundaki değişim sayesinde daha fazla yabancı parayla değişilmesi sayesinde artar. İthalatsa, ithalatçıların her birim yabancı mal karşılığında ödedikleri yerli para cinsinden fiyatın artması nedeniyle azalır. Ancak bu gelişmeler aynı zamanda ihracat üzerinde bir miktar kısıtı doğmasına da yol açar, çünkü yabancı ithalatçıların söz konusu ülkeden aynı miktarda para ve bu para cinsinden fiyatlandırılmış malları alabilmesi için daha fazla miktarda kendi ülkelerinin parasına ihtiyacı olacaktır. Bu da ihracat üzerine bir miktar kısıtı koyacaktır. Dolayısıyla paranın değerlenmesinin ticaret dengesindeki etkisinin pozitif ya da negatif olması başka koşullara da bağlıdır. Ancak ana eğilim bu etkinin pozitif olması yönündedir.
Teknolojik olarak geride kalan ülkelerin bu durum karşısında iki seçeneği bulunmaktadır: Birinci ve kuşkusuz daha sağlıklı olan seçenek, kendi ülkelerindeki sermayelerin üretkenliğini artırmak ve ileri ülkenin teknolojik seviyesini yakalamaktır. Ancak emperyalist bağımlılık ilişkileri bu tür bir stratejinin önündeki en önemli engeldir. Diğer seçenek, ticaret dengesini sağlamak amacıyla ulusal paranın değerinin düşürülmesi, yani devalüasyondur. Ancak devalüasyon da, paranın değerlenmesi (revalüasyon) gibi, uluslararası değer miktarının yeniden bölüşümü üzerinde bir etkiye sahip olacak ancak rekabet üstünlüğü teknolojik düzeyi ileri olan ülkede olduğu için, geri ülkenin uluslararası sisteme giren değer miktarından aldığı payın azalmasına engel olamayacaktır.6 Üretkenlik düzeyi düşük olan ülkeler, teknolojiyi geliştirme olanakları emperyalist düzen tarafından kısıtlandığı için emek üzerinde baskı kurarak gerçek ücretleri düşürme yoluna gitmektedirler. Gerçek ücretleri düşürmenin bir yolu çalışma sürelerini uzatmaksa, bir diğer yolu da fiyatlar genel seviyesinin artırılması, yani enflasyon olmaktadır. Ancak ülke içinde yükselen fiyatların, teknolojik olarak ileri ülkelerin rekabeti nedeniyle düşen uluslararası fiyat düzeyiyle dengelenmesi gerekir. Aksi takdirde ithal mallarının fiyatları artacak ve bu da hem ücretler üzerindeki baskıyı artıracak hem de, eğer ithalat sermaye malları ağırlıklıysa kâr oranlarını sıkıştıracaktır. Kâr oranları sıkıştığında sermaye bir kez daha fiyatları artırarak ücretleri düşürme yoluna gidecek ve enflasyon ve ücretler üzerindeki baskı bir miktar daha artacaktır. Dolayısıyla devalüasyon ve enflasyon bir sarmala dönüşebilir.
Ancak sorunun odağında ülkeler arasındaki üretkenlik eşitsizlikleri ve bunun yol açtığı eşitsiz mübadele yatmaktadır. Bu eşitsizlikler giderilmeden yukarıda işaret edilen soruna “fiyat istikrarı” nın sağlanması düsturuyla, yani azgelişmiş ülkelerdeki iç talebi daha da kısacak sıkı para ve maliye politikaları ile yaklaşılması, hastayı iyileştirmek yerine öldürmeyi bir çözüm olarak önermekten başka bir şey değildir. IMF dünyanın dört bir yanında azgelişmiş ülkelere bunu dayatmaktadır. Ancak AB ve Euro’ nun oluşumuyla tamamlanan ortak para sisteminin de mantığı bundan farklı değildir.
Avrupa Para Birliği Anlaşması’ yla, taraf ülkelerin para birimlerinin hesaplamasına değişik ağırlıklarla katıldıkları sabit bir ortalama değer olan Avrupa Para Birimi (ECU) kabul edilmiştir. Bütün ülkelerin paralarının ECU karşısındaki değişim oranları sabitlenmiş ve fiyat istikrarını sağlamak adına taraf ülkelerin para birimlerinin, ECU karşısında sabitlenen değerler üzerinden belirlenen çapraz kurlar etrafında -/+ yüzde 2,5 oranında dalgalanmalarına izin verilmiştir. Bu oran, 1993 para krizi sonrasında -/+ yüzde 15’e çıkartılmıştır. Başka bir ifadeyle, para birliği anlaşması, ülkelerin para birimlerini, anlaşmaya imza koyan tüm ülkelerin para birimlerinin ağırlıklı ortalamasına göre sabitlemiş ve ülkelerin para politikasını bir araç olarak kullanarak uluslararası rekabet güçlerini etkilemelerinin önüne geçilmiştir. Bu mekanizmanın nasıl işle-diğini anlatan şu örnek açıklayıcı olacaktır:
Fransız frankının (FFr) Hollanda florini (Fl) karşısında değer kaybettiğini varsayalım.
“Ya FFr en fazla yüzde 15 oranında değer kaybedecek ya da Fl en fazla yüzde 15 oranında değer kazanacaktır. Siyasi olarak, Hollanda’ nın Fransa karşısında parasının değerini artırmasıyla, Fransa’ nın Hollanda karşısında parasının değerini düşürmesi arasında fark bulunmaktadır. Fransa devalüasyondan ve buna eşlik edecek olumsuz görünümden kurtulmak için bu seçeneklerden ilkini tercih edecektir. Sayısal olarak da bu iki sonuç birbiriyle aynı değildir. Dolayısıyla ortalama alınmaktadır. Örneğin FFr yüzde 15 devalüe edilirse 2,152 Fl’ e göre değeri (6,406 + 6,406′ nın yüzde 15′ i) 7,3669 FFr’ ye düşecektir.7 Eğer Fl yüzde 15 değer kazanırsa 6,406 FFr’ ye göre değeri (2152 – 2152′ nin yüzde 15′ i) = 1,8292 Fl’ ye çıkacaktır. Yani 1,8292 Fl = 6,406 FFr, dolayısıyla 1 Fl = 6,406/1,8292 = 3,5021 FFr olacaktır. Bu ikisinin ortalaması alınırsa (3,5021 + 3,423)/2 = 3,457 FFr bulunur.8 Bu hesaplama bize FFr’ nin Fl karşısındaki maksimum değer kaybını (yani Fl’ nin FFr karşısındaki maksimum değer kazanışını) vermektedir.”9
Bu düzeyde bile karşımıza bir sorun çıkıyor. ECU, Para Birliği’ ne giren üyelerin ulusal para birimlerinin ağırlıklı bir ortalaması olduğuna göre ve bir para birimi kendi etrafında dalgalanamayacağına göre maksimum dalgalanma aralığı aslında yüzde 15′ in daha altında bir seviyededir. Carchedi’ nin örneğinden devam edecek olursak, örneğin Alman Markı, ECU’ nun değerinin yüzde 30′ unu oluşturuyorsa, Mark’ ın ECU karşısındaki salınımı en çok (100-30).0,15 -/+ 10,5 olabilir.10
Bu sınırlama, teknolojik olarak geri ülkelerin uluslararası rekabet olanaklarını kısıtlayıp karşı çevrimsel politikalar geliştirme olanaklarını önemli ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Düşük üretkenliğe sahip bir ülke yukarıda işaret edildiği gibi enflasyon yoluyla gerçek ücretleri baskılayarak uluslararası rekabet gücünü bir ölçüde koruma yoluna gidebilir. Oysa ki para biriminin değerinin dar sınırlar içinde salınmasına izin verilmesi, böyle bir politikanın uygulama alanını önemli ölçüde daraltmaktadır. Düşük üretkenliğe sahip bir ülke, örneğin İspanya, Peso’ yu devalüe etme kararı alacak olsa, ancak yukarıda anlatılan bantların koyduğu sınırlar içinde böyle bir politika izleyebilir. Bu durumda İspanya’ nın ticaret dengesinin bozulması kaçınılmaz görünmektedir. Ayrıca uluslararası ticaretteki eşitsiz mübadelenin avantajları, gelişmiş ülkeler adına, örneğin Almanya yararına sabitlenmiş olmaktadır. Çünkü Almanya, İspanya’ da enflasyonun ne kadar yükselebileceğine para birliği politikasıyla bir sınır çizmiş olmaktadır.
Bu politikanın bir başka sonucuna daha işaret etmek gerekiyor. Ortak para biriminin istikrarlı olabilmesi için üye ülkelerin ekonomik gelişmelerinin eşitlenmesi gerekir. Oysa ki bu politika tam tersine var olan eşitsizlikleri derinleştirmektedir.
ECU’ dan Euro’ ya geçiş, bu sorunlarda herhangi bir değişime yol açmamıştır. Aksine Euro, üye ülkelere kendi para politikalarını belirleme esnekliğini ECU kadar bile tanımadığı için aynı sorunların Euro için daha da büyük ölçüde var olduğunu söyleyebiliriz. Euro, üye ülkelerin ekonomik politikalarının, Alman tekellerinin inisiyatifine bırakılmasından başka bir şey değildir.
Enflasyonist politikaların hedefinin gerçek ücretleri baskılamak ve böylece elde edilen mutlak artı değer miktarını artırarak kâr oranlarının düşme eğilimine karşı bir eğilim oluşturmak olduğunu vurguladık. Ancak enflasyonist politikaların baskılanmasının ya da fiilen emperyalist odakların belirlenimine terk edilmesinin sonuçları daha da vahim olmaktadır. Çünkü bu durumda teknolojik olarak geri kalmış ülkeler, ekonomik daralmanın etkilerini hafifletecek politika araçlarından yoksun kalmakta, böylece istihdam ve iç talep üzerinde daha büyük basınçlar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla asıl diyeti, gerçek ücretler üzerindeki baskıların ve işsizlik tehdidinin sürekli artması biçiminde Avrupalı emekçiler ödemektedir. Bu nedenle Euro’ nun dolar karşısındaki yükselişini heyecanla izleyenler, Euro’ nun anlamını akıllarına getirmek durumundadırlar.
AB ekonomisinin genel görünümü
Uzun dönemli veriler, AB ekonomisinin 1950′ lerin sonundan bu yana ABD ekonomisine göre ciddi bir büyüme göstermediğine işaret etmektedir. Savaş sonrasındaki on beş yıllık dönem, Avrupa ekonomisinin hızlı bir büyüme kaydedip ABD’ ye yaklaşmasına tanıklık ediyor. Ancak 1960′ lardan itibaren bu ivme azalmıştır. Duménil ve Lévy’ nin, ABD ve Avrupa’ nın dört büyük ülkesinde (İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya), özel sektör kâr oranlarının değişimini hesapladıkları makalelerinde önemli sonuçlara varıyorlar. Burada bu sonuçlar üzerinden AB ekonomisinin performansına göz atacağız.
Kâr oranları sermaye birikiminin ivmesini belirleyen temel değişken olarak kabul edilebilir. Buradaki hesaplama, vergiden ve finansal faktörlerden (faiz gelirleri, kâr payı akışı vs.) arındırılmış kâr oranlarının (Net Milli Hasıla – İşçi ödenekleri)/sabit sermaye stoğu = r (kâr oranı) formülüne göre yapılmıştır. Bu oran, emek ve sermaye üretkenliği cinsinden şu biçimde yazılmıştır:
r =
Bu denklemde, PK sermaye üretkenliğini, PL emek üretkenliğini, w gerçek ücretleri, r ise kâr oranını ifade etmektedir. Bunların dışında sermaye-emek oranındaki değişime, yani emek başına düşen sermaye miktarına, başka bir deyişle mekanizasyon düzeyine bakmak anlamlı olacaktır.
Yazarlar, yaptıkları hesaplamalarda Avrupa’ da, özellikle emek üretkenliğinin (1960′ da ABD’ nin yüzde 60′ lardan, 1998′ de yüzde 103 seviyesine çıkıyor) ve sermaye-emek oranının (1960′ da ABD’ nin yüzde 70′ den, 1998′ de yüzde 116′ ya çıkıyor) ABD’ ye göre önemli artış kaydettiğini, ancak kâr oranlarının ve sermaye üretkenliğinin birbirlerine oranında önemli bir değişiklik olmadığını gösteriyorlar. 1970′ lerin başlarındaki kriz her iki blokta da kâr oranlarının önemli ölçüde düşmesine neden oluyor ve bu 1960-1973 döneminin negatif ortalama kâr oranında kendisini gösteriyor (ABD için -0,08, Avrupa için -2,27). Ancak Avrupa’ da, krizin yol açtığı işsizlik, daha büyük boyutta ve daha uzun süreli yaşanıyor. Toplam istihdamı L = şeklinde yazarsak, sermaye-emek oranındaki artışın daha hızlı gerçekleşmesi, istihdamdaki azalmanın daha derin yaşandığına işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle, kâr oranlarının bütün dünyada düşüşe geçtiği kriz dönemlerinde, ekonomik olarak ABD’ ye yaklaşmanın Avrupa açısından çok iyi sonuçlar vermediğini saptayabiliriz.
Burada karşımıza bir soru çıkmaktadır: Avrupa’ da işsizliğin hızla artmasının temel nedeni emek üretkenliğinin artması mıdır, yoksa sermaye birikim hızının yavaşlaması mıdır? Sermaye birikimiyle istihdam arasındaki ilişki, sermaye-emek oranının değişimi (yani mekanizasyon düzeyinin değişimi) ve çalışma sürelerinin değişimi üzerinden kurulabilir. Dolayısıyla istihdamın büyüme hızını,
İstihdamın büyüme hızı = (üretken kapasitesinin büyüme hızı) – (sermaye/emek oranının büyüme hızı) – (çalışma süresindeki değişim hızı)
biçiminde yazabiliriz. Duménil ve Lévy başka bir çalışmalarında, Almanya ve ABD’ deki bu büyüme hızlarının değişimini hesaplayarak işsizliğin artışının ardındaki temel unsuru ortaya koyuyorlar. Aşağıdaki tablo aynı dönemler arasında iki ülkede bu oranların değişim hızlarını göstermektedir:
Tablo-1: Almanya ve ABD’ de ortalama değişim oranları (yıllık yüzde değişim)
Bu tablo iki olguya işaret etmektedir: 1. Her iki ülkede de sermaye birikim hızı (üretken kapasitenin artış hızı) 1973-1993 döneminde yavaşlamış, bu da istihdamın azalması üzerinde etkili olmuştur, 2. ABD’ de teknik değişim, yani mekanizasyonun artış hızı (sermaye/emek oranının büyüme hızı) Almanya’ ya göre daha yavaş olmuş, bu da istihdamdaki azalmanın daha az olmasına neden olmuştur. Bu saptamanın diğer büyük Avrupa ülkeleri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan emek üretkenliğindeki (birim emek başına düşen çıktı miktarı) değişim hızlarına bakıldığında, ABD’ de birinci dönemde yıllık yüzde 2,23′ lük bir artıştan, ikinci dönemde yıllık ortalama yüzde 1.24′ lük bir artış hızına inildiğini, Almanya’ da ise birinci dönemde yıllık yüzde 5,74′ lük bir artış hızından, ikinci dönemde yüzde 2,70′ lik bir artış hızına gerilendiğini görüyoruz.11 Dolayısıyla 1960′ lardan bu yana, her iki blokta da emek üretkenliğinin artış hızının ortalaması düşüyor. Bu verilere bakarak Duménil ve Lévy şu sonucu kaydetmektedirler: İşsizlik, emek üretkenliğindeki artış sonucunda değil, asıl olarak sermaye birikim hızının yavaşlaması sonucunda artmıştır.12
Gerçek ücretlerin artış hızına baktığımızda da AB’ nin merkezinin ABD’ ye yetiştiğine, ancak ABD’ ye yaklaştıkça gerçek ücretlerin artış hızının azaldığına tanık oluyoruz. Kâr payına bakıldığında ise 1980′ den bu yana neredeyse bütün ülkelerde bir artış gözleniyor. Bunun neoliberal politikaların sonucu olduğu saptanabilir. Kâr oranlarında da özellikle 1970′ lerin başından bu yana önemli bir yakınsama gözleniyor. Aşağıdaki grafik, imalat sanayi kâr oranlarındaki değişimi göstermektedir. İmalat sanayi kâr oranlarının değişimi, özellikle uluslararası rekabetin etkisini daha fazla yansıttığı için yakınsamanın en açık izlendiği sektördür.
Grafik-1: İmalat Sanayi Kâr Oranları
Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi imalat sanayi kâr oranları aşağı doğru bir eğilim içinde birbirlerine yakınsamıştır. Buna bağlı olarak AB sanayi üretiminin, ABD’ deki seviyenin altında kaldığını ve ABD imalat sanayiine kıyasla daha fazla dalgalanma gösterdiğini gözlemekteyiz. Bu da ABD ekonomisinin derin bir krize girmesi halinde, AB’ nin kendi içinde istikrarlı bir büyüme odağı olmaya aday olmadığının bir işareti olarak değerlendirilebilir. Aşağıdaki grafik ise AB, ABD ve Japonya’ da sanayi üretiminin 1990′ lardaki seyrini göstermektedir:
Grafik-2: Euro Bölgesi, ABD ve Japonya’ da Sanayi Üretimi
Kaynak: UNCTAD Trade and Development Report, 2004, s.8.
AB ekonomisi, özellikle 1990′ lardan bu yana, bir düşük büyüme merkezi olmayı sürdürmektedir. Euro’ nun dolar karşısında 2001 sonundan beri yaklaşık yüzde 20 değer kazanmasına bakarak, AB ekonomisinin çok başarılı bir performans gösterdiği sonucuna varmak mümkün görünmemektedir. AB’ nin büyüme performansında dış ticaretin rolü önem taşımaktadır ve bunun da Euro’ nun değerlenmesiyle darbe aldığı ve zaten başarısız bir performans sergileyen ekonomi üzerindeki ısınmayı artırdığı söylenebilir. AB’ nin ekonomik gidişatı büyük ölçüde ABD pazarındaki gelişmelere bağlıdır. Kaldı ki, AB iç pazarında talep unsurları durgunluk göstermektedir; özel tüketim harcamaları neredeyse hiç artmamakta, yatırım talebi ise azalmaktadır. O halde, AB’ nin dış talebin sürükleyiciliğine ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır. ABD ve İngiltere’ de, 1996-2003 arasında özel tüketim harcamaları yüzde 30 civarında büyürken, Euro bölgesinde bu oran yüzde 15 civarında gerçekleşmiştir.13 Tüketim talebinin artmamasının ardındaki en önemli etkenler, istihdamın artış hızının çok düşük olması ve 1990′ ların ortasından beri gerçek ücretlerin neredeyse hiç artmamış olmasıdır. Aşağıdaki grafikte İngiltere, ABD, Euro bölgesi ve Almanya’ da 1996-2003 döneminde reel ücretlerin değişimi görülmektedir:
Grafik-3: Reel Ücretler, 1996-2003
Kaynak: UNCTAD Trade and Development Report, 2004, s.14. (İşçi başına ödenek özel tüketim deflatörüne göre hesaplanmıştır).
UNCTAD raporunda Euro bölgesi ülkelerinin aynı zamanda yüksek reel faiz problemiyle karşı karşıya oldukları tespit edilmektedir.
“En düşük ücret artışına sahip ülkelerde düşük nominal ücret artışlarının özel tüketim üzerindeki olumsuz etkisi düşük enflasyonla, hatta ılımlı bir deflasyonla bir biçimde hafifletilmiştir. Ancak bu rahatlamanın bir bedeli vardır; göreli olarak yüksek faiz oranları. Euro alanındaki ülkelerin hâlâ birbirlerinden kısmen farklı enflasyon oranlarına sahip olmalarına karşın nominal faiz oranları tamamen aynıdır. Nominal ücretlerin en az arttığı Almanya, aynı zamanda en düşük enflasyon oranını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bu ülke iç talebin yavaş artmasının yanı sıra göreli olarak yüksek faiz hadleri ve bunun beraberinde gelen yatırımı caydırıcı bir süreçle karşı karşıya bulunmaktadır.”14
Son yıllarda AB’ deki kısa dönemli faiz oranları sürekli olarak ABD’ deki oranların üzerinde seyretti. Bu da yatırım talebinin düşmesinin ardındaki bir başka unsura işaret etmektedir. Buna, AB ülkelerinin tamamında devreye sokulan “maliyet azaltıcı”, daha doğrusu reel ücretleri, ücretlerin sosyal bileşenini ve kamu harcamalarını olabildiğince geriletmeyi hedefleyen politikaların iç talep üzerindeki daraltıcı etkisini ekleyince, AB’ nin neden bir düşük büyüme odağı olduğu konusunda daha bütüncül bir açıklamaya ulaşıyoruz. Burada sunulan analizin ilk bölümüyse, bunun arızi bir durum olmadığını, AB’ nin gelişim dinamiklerine bağlı sorunların birikiminin bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. Bu nedenle AB’ yi, ABD emperyalizminin hegemonik konumuna talip bir odak olarak görmek yerine, var olan statükoya bağımlı olduğu savunulmalıdır. Söz konusu statükonun bozulması halinde AB’ nin, emperyalizmin yeni merkez gücü olacağı iddiası, AB ekonomisinin gelişim dinamikleriyle ve bugünkü durumuyla çelişmektedir. Ayrıca AB’ nin, ABD karşısında “alternatif bir ekonomik model” ortaya koyduğu görüşü gerçeklikten tamamen uzaktır. AB, neoliberal politikaların oluşumunda oynadığı rolle ve ABD ekonomisinin dinamiklerine bağımlılığıyla alternatif olmanın çok uzağındadır. AB’ nin sunduğu “alternatif”, olsa olsa düşük büyüme hızı, sanayisizleşme, işsizlik ücretlerin baskılanması ve blok içindeki nispeten azgelişmiş ülkelerin, bloğun emperyalist odaklarına bağımlı kılınmasından ibarettir. Bu “alternatif” e razı olanlar, AB projesine inanmaya devam edebilirler. AB ile ABD arasındaki “çelişkilere” vurgu yapıp bu çelişkilerden medet umanlara ise AB’ nin ABD’ yi takip etmekten başka bir seçeneğinin bulunmadığını anımsatmak durumundayız.
Dipnotlar ve Kaynak
- Kane, Daniel K.; The Euro-Dollar Market and the Years of Crisis, St. Martin’ s Press, New York, 1983, s.13-14.
- Duménil, Gerard, Dominique Lévy, “From Prosperity to Neoliberalism. Europe Before and After the Structural Crisis of the 1970s” , Preliminary Draft, MODEM-CNRS ve CEPREMAP-CNRS, 2002.
- Bakker, Age F.P.; The Liberalization of Capital Movements in Europe. The Monetary Committee and Financial Integration 1958-1994, Kluvver Akademic Publishers, Dordrecht, 1996, s.41.
- Bakker, a.g.y., s.49.
- Carchedi, Guglielmo; “The EMU, Monetary Crises, and the Single European Currency”, Capital and Class, sonbahar 1997, sayı: 63, s.87.
- Carchedi, a.g.y., s.90.
- 2,152 Fl = 6,406 FFr = 1 Ecu olarak alınmıştır.
- 3,423 = 7,3669/2,152; yani FFr’ nin karşısında yüzde 15 değer kaybettiği durum. Burada iki durumun ortalaması alınmıştır.
- Carchedi, a.g.y., s.92.
- Carchedi, a.g.y., s.92.
- 1990 satın alma gücü paritesi endeksine göre hesaplanmıştır.
- Duménil, Lévy; “Structural Unemployment in the Crisis of the Late Twentieth Century. A Comparison between the European and US Experiences”, MODEM-CNRS, CEPREMAP-CNRS, s.35.
- UNCTAD, Trade and Development Report, 2004, s.13.
- UNCTAD, Trade and Development Report 2004, s.14.