Reel sosyalizm sonrasında yükselişe geçen emperyalist saldırganlık, özellikle de 11 Eylül’le simgelenen dönemdeki yeni saldırı, emperyalizmin “soldan” eleştirisine ve analizine yönelen pek çok çalışmaya neden olmuş durumda. Elbette bu doğal bir eğilim. Sınıf hareketinin gerilediği 80’lerde de sınıf tartışmaları çok revaçtaydı. Bu tartışmalar, tartışmacıların konumlarını netleştirmeleri açısından yararlı da olur. Üstelik, marksistlerin yıllarca kendi temel kavramlarını sorgulamaktan “dış”a dönmüş olmaları kötü bir şey de değildir.
Ancak böyle genel başlıklarda yenilik aramak solda kimilerinin alışkanlığı haline gelmiştir. Oysa hiçbir şey değişmiyor demek marksizmle ne kadar bağdaşmazsa, hemen yeni kavramsal araçlar icat etmek de marksizmin iç tutarlılığını, sistematiğini bir o kadar küçümsemek anlamına gelir. Bu aceleciliğin de her zaman bir politik faturası vardır.
Vardır, çünkü, “egemen sınıfın belirlediği egemen düşünce”nin tuzaklarını hele bugün küçümsemek mümkün değildir. Aşağıda üzerinde duracağız ama sadece örnek vermek için söylemek gerekirse, emperyalist yerine “emperyal devlet”, ABD emperyalizmi yerine “ABD imparatorluğu”, kapitalist-emperyalist sistem yerine “küresel kapitalizm”, uluslararası yerine “ulus-ötesi” denmesi hiç de masum değişiklikler değildir. Hatta bu yeni kavramlar, emperyalist ülkelerdeki egemen medya tarafından hoşnutlukla karşılanabilmektedir. Haksızlık etmeyelim, ABD emperyalizmine meydan okuyan Avrupa emperyalizmi tasvirleri de Avrupa Birliği’nin hoşuna gitmektedir. İkirciksiz söylemek gerekiyor: Zaten değiştirmek için anlamak çabası içinde olması gereken bir marksistin en önemli sorumluluğu, ideolojik bağımsızlığını titizlikle korumaktır. Burada açık bir sorun vardır.
Bununla bağlantılı ikinci bir sorun ise solun bu başlıklardaki tartışma gündemlerinin çok fazla dışından belirleniyor oluşudur. Dışımızdaki gündeme, elbette, kapalı olmak gerektiğini savunacak değiliz, ancak dışımızda oluşturulan her gündemin ideoloji yüklü olduğunu unutmadan. Küreselleşme gündemi böyle bir gündemdir ve küreselleşmeye referansla tartışmanın ciddi sakıncaları vardır. Çokulusluluk hatta ulus-ötelik, sermayenin sınırsız dolaşımı vesaire söylemler birer gerçek falan değildir. Bizim kavramlarımızla söylersek, evet, tekelleşme artmaktadır, ama bu önsüz sonsuz bir süreç değildir -ki bunun eşitsizlikleri, sınırları üzerinde Lenin çok durmuştur. Bir diğer söylem, ulus-devletin dönüştüğü hatta çözüldüğüdür. Bunu kabul etmek, açık biçimde burjuvazinin “ayağınızın altındaki halıyı çektim” mesajını kabul etmektir. Nitekim, ABD medyasının övdüğü Hardt ve Negri’nin İmparatorluk kitabının önemli bir mesajı budur: Alacak bir iktidar kalmadı. Bu savlarını da “ulus ötesi şirketlerin” mutlak gücüne bağlıyorlar. Elbette bu postmodern Kautsky karikatürlerini fazla ciddiye almak mümkün değil; her aklı başında insan bunun böyle olmadığını görmekte zorluk çekmez.
Bu yazı bir savunma yazısı olmayacak; tam tersine savunma pozisyonundan çıkılması gerektiğini vurgulamak ve bunun yolunu örmek amacındayız. Bu nedenle, bugün “ulus ötesi denen” uluslararası kartellerle ilgili, şimdilik Lenin’in ne dediğini hatırlatıp birkaç senedir moda haline gelen bu postmodern İmparatorluk tartışması üzerinde fazla durmayacağız:
“Kautsky’nin, içlerinde ‘ultra-emperyalizm’in embriyonunu gördüğü uluslararası karteller, dünyanın paylaşılmasının ve yeniden paylaşılmasının, barışçı paylaşmadan barışçı olmayan paylaşmaya ve tersi duruma geçişin örnekleri değil midir?”1
Öte yandan, burjuvazinin iktidarı emekçilerden kaçırmak, siyaseti onlara kapatmak gibi bir isteği olduğu doğrudur, ama bunu panik havasıyla karşılamak anlamsızdır. Emperyalizm bunu el çabukluğu marifet yaptıramaz; yaptıramamaktadır. Avrupa Birliği’ne karşı mücadele bunun bir parçasıdır ve önümüzde önemli bir mücadele gündemi vardır. Yazıdaki bir amacımız da bu politik gündemin karşısına çıkabilecek kimi muğlaklıkları gidermektir.
Emperyalizm tartışmalarıyla ilgili bir diğer sorun ise, bu emperyalizm tahlillerinin önemli politik sonuçlara işaret edeceğinin unutulması ya da önemsenmemesidir. Yukarıdaki başlıkların akademide ya da medyada çokça tartışılıyor olması, bunların akademik ya da medyatik başlıklar olduğu anlamına gelmez. Marksistlerin işi anlamak veya analiz etmek gibi akademik biçimde tanımlanamaz; kaldı ki, marksizmin felsefesi insanın etkin müdahalesine dayalı bir bilinçlenme önerir. Marksistler ne zaman anlamakla yetinseler, Lenin’in deyimiyle bilgiçlik (sofizm) yapmaya başlarlar. Marksist üretim, sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının iktidarı içindir. Zaten en önemli sorun da buradadır. Solun kendi araçlarıyla kendi yaklaşımını oluşturmasının önüne geçilmek ve sol paralize edilmek istenmektedir. Açıkçası bu bakımdan mesafe de almışlardır ve durum tehlikeli bir hale gelmektedir.
Sol, politik bir amaçla yani proletarya iktidarı için adlı adınca emperyalizmi (küreselleşmeyi değil!) tahlil etmelidir ve marksizm-leninizm bunun için gerekli araçlara sahiptir.
ABD imparatorluk mu?
En büyük kafa karışıklığı, ABD emperyalizminin emperyalist sistemin bütünü içinde nereye konulacağında yaşanıyor. ABD’nin askeri alandaki muazzam eşitsiz gücü, bugüne kadar askeri müdahalelerin hep başını çekmesi, ABD’nin bir imparatorluğa benzetilmesine yol açmış görünüyor. Hatta emperyalist devletler yerine imparatorluğu ima eden emperyal (imperial) devletler demek tercih edilmeye başlanmıştır.
Gerçekten dünyanın dört bir tarafında askeri operasyonlar peşinde olan ve kendine state-building (devlet kurma) gibi işler edinen ABD, geçmişin imparatorluklarını andırmaktadır. Hatta Bush, Irak müdahalesini “haçlı seferi”ne (güya dil sürçmesiyle) benzetebilmiştir. Ama onların yaptıkları işleri nasıl düşündükleri, bunlar en yetkili ağızlardan söylense de, bizim hareket noktamız olamaz. Buna Lenin’in açık bir yanıtı var:
“Sömürge politikası da, emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu. Ama ekonomik ve toplumsal biçimler arasındaki farkı görmezden gelerek ya da arka planlara iterek, emperyalizmin ‘genel düzeni’ üzerine fikir yürütmek, tıpkı ‘Büyük Roma’ ile ‘Büyük Britanya’ arasında kıyaslamalara girmek gibi birtakım boş palavralara ve bayağılıklara düşürür kişiyi. Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile, mali sermayenin sömürge politikasından temel ayrılıklar göstermektedir.”2
ABD emperyalizminin kapitalist-emperyalist sistem içindeki yerinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde aşağıda duracağız. Ama bu yeri anlamak için imparatorluk benzetmesiyle başlayamayacağımızın anlaşılmış olması gerekir.
Bu noktada daha “ortodoks” görünen dünya savaşı tezi ise belki daha çok ilgiyi hak ediyor. Ancak, bunun üzerinde daha önce Gelenek’te zaten duruldu ve böyle bir dünya savaşının ekonomik, askeri, mali nedenlerle kısa ve orta vadede imkansızlığı açıklandı.3 Ancak ben, burada ABD imparatorluğu, dünya savaşı vb. tezlerin neredeyse kategorik olarak ihmal ettiği ve emperyalistler arası ilişkilerin anlaşılmasında önemli gördüğüm bir başka boyut ya da daha doğrusu tarihsel oluşum üzerinde duracağım.
Ancak, buna devam etmeden önce, Lenin’in emperyalizm tahlilinde ısrarla üzerinde durduğu bir noktanın hatırlatılmasında yarar var. Lenin’e göre “Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği, meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.”4 Lenin bunu ayrıca emperyalizmin karakteristik beş özelliğinden biri olarak verir. Dolayısıyla, emperyalizme dair her türlü açıklamanın dayanması gereken verilerden biri, sermaye ihracının yönü ve niteliğidir. Bunun da pek çok emperyalizm tahlilinde ihmal edildiğini düşünüyorum.
Reel sosyalizmin tarihsel etkisi
Yabancı sermaye stokunun toplam seyri üzerine yapılan bazı çalışmalar ilginç veriler sunuyor. 1913’te dünyadaki toplam yabancı sermaye stokunun yarıdan fazlası bugün gelişmekte olan ya da az gelişmiş olarak nitelenen o dönemin sömürge veya yarı-sömürge ülkelerinde bulunurken, 1997’de bu oran yüzde 15’i ancak geçiyor. Sadece toplam doğrudan yabancı yatırım stoku alındığında da benzer bir örüntü ortaya çıkıyor. 1914’te bu stokun yüzde 62,8’i gelişmekte olan ülkelerde yatırılmışken, oran 1960’da yüzde 32,3’e, 1996’da ise yüzde 28,4’e düşüyor. Ayrıca 1998’de gelişmekte olan ülkelere akan yabancı doğrudan yatırımın yüzde 70’i sadece 10 ülkeye gitti. 1994’te doğrudan yabancı yatırımların yüzde 97’si gelişmiş kapitalist ülkelerden kaynaklanıyor ve büyük ölçüde (yüzde 75) yine gelişmiş kapitalist ülkelere gidiyordu.
Bu verilerden çıkan en önemli sonuç, ‘70’lerden bu yana süren finansal genişlemeye rağmen, sermaye hareketlerinin halen büyük ölçüde gelişmiş kapitalist ülkeler arasında olduğu. Başka bir deyişle, Lenin’in Emperyalizm kitabında incelediği dönemde, emperyalist ülkelerin dünyanın kalanına sermaye ihracı toplam sermaye ihracı içinde daha büyük oranlara ulaşmıştı.
1972’de yayınladığı kitabında Mandel, bu eğilimin Ekim devrimiyle ve onun etkilediği ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişkisini şu şekilde kuruyor:
“20. yüzyılda kapitalizmin genel yapısal krizinin patlak vermesinin ardından, Rusya’daki Ekim devriminin zaferiyle birlikte geniş bir alan kapitalist dünya pazarından çekildi. Bundan sonra temel eğilim, 19. yüzyılın sonunda Çin’in dahil edilmesiyle birlikte muzaffer yürüyüşünün doruğuna ulaşmış olan sermaye birikiminin coğrafi alanının giderek sınırlanması oldu. Uluslararası rekabet artık giderek yabancı pazarlardan emperyalistlerin kendi ülkelerine geri döndü.” 5
“Sosyo-politik güçler (İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde süren devrimci hareketlenme) ve ekonomik güçler (hammadde üretiminin önceki endüstriyel teknolojiden ileri endüstriyel teknolojiye dönüşümü; bu maddelerin doğal üretim metotları yerine kimyevi üretim metotlarının gelişimi vb.) az gelişmiş bölgelere sermaye ihracında göreli düşüşe yol açtı. Sonuçta, aşırı sermaye ağırlıkla emperyalist ülkeler arasında hareket etmeye başladı”6
Bu anlamda merkeze çekilen sermaye, faşizmin geriletmiş olduğu reel ücretlerin de sayesinde yeni değerlenme alanları yarattı: Özellikle tüketim malları sektörü, hammaddeler sektörü (sentetik ürünler), silah sektörü ve nihayet uzun bir süredir sanayi karşısında ağır bir eşitsizlik yaşayan tarımda yoğun bir sermaye birikimi başladı. Buna Mandel’in 3. teknolojik devrim adını verdiği otomasyon gibi gelişen üretim teknikleri ve onunla birlikte hızla artan verimlilik düzeyleri eklendiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ‘60’ların ikinci yarısına kadar devam eden bir kapitalist genişleme evresi yaşandı. Bu dönemde büyük ölçüde emperyalist merkezler arasında gerçekleşen sermaye hareketlerinde ‘60’lara kadar ağırlık ABD’den Avrupa’ya doğruydu ve bunun da büyük bölümü doğrudan yatırım biçimindeydi. Bu anlamda ABD kapitalizmi, dünya savaşlarından eşitsiz gelişmenin ürünü olarak gelişerek çıkmış ,ancak ‘50’lerin ortalarından itibaren baskın hale gelmeye başlayan emperyalizmin ayrılmaz çürüme eğilimi, dışarı sermaye çıkışına neden olmaya başlamıştı. ‘60’ların ortalarından itibaren ise hızla gelişen Avrupa kapitalizmleri bu defa çürüme eğilimine girmiş, sermaye ihracında giderek ağırlıklarını arttırmışlardır.
Burada üzerinde durulması gereken ,sıkça yanlış anlaşılan bir nokta, Lenin’in emperyalizmin kapitalist gelişmeyi durduracağını söylediğinin sanılmasıdır. Oysa, Lenin hiç de bunu söylememektedir:
“Burjuvazinin gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmakla’ yaşadığı, ‘rantiye-devlet’in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm ,eskiye göre çok daha büyük hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) kendini göstermektedir.”7
Ekim Devrimi, emperyalizme gerçekten öldürücü bir darbe indirmişti ancak emperyalistler de “olağanüstü” iktisat politikaları uygulamaya başladılar ve bir anlamda krizi ertelediler. Başlıca iktisat politikaları Keynes’le anılan genişlemeci politikaydı. Bu politika esasen parasal efektif talep yaratılmasına dayanıyordu. Banka kredileri aracılığıyla muazzam bir kaydi para yaratıldı. Örneğin 1955’te dolaşımdaki kağıt para miktarı, 14 milyar marktan 1973’te 475 milyar marka yükseldi. Oysa aynı dönemde yerli şirketlere ve gerçek kişilere verilen banka kredileri, 63’ten 631 milyar marka yükseldi. Hemen tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşanan bu sürecin mali sermayenin güçlenmesi anlamına geldiğini herhalde kimse reddetmeyecektir. Elbette bu parasal genişlemenin ve enflasyonist politikanın uzun dönemde istikrarsızlık yaratacağının farkındaydılar; ancak Keynes’in dediği gibi “Uzun vadede herkes ölüdür”. Bu ifade, emperyalistlerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelecekten çok, muzaffer komünizme karşı bugünlerini kurtarma derdine düştüklerinin ifadesidir. Kitlesel işsizliğin yeniden ortaya çıkması, emperyalistler için muazzam bir sosyal kriz anlamına geliyordu.
Sonuçta, reel sosyalizmin dünyaya yayılması emperyalizmi büyük ölçüde değiştirmiştir. Sermaye hareketlerinin emperyalist merkezler arasında yoğunlaşması bunun en açık göstergesidir. Sermaye ihracı emperyalizmin karakteristiğidir ve İkinci Dünya Savaşı sonrası az gelişmiş kapitalist ülkelere sermaye ihracının göreli olarak azalması, reel sosyalizmin emperyalizme geri adım attırdığını gösterir. Bugünkü emperyalizm tartışmalarının önemli eksikliklerinden birisi sermaye ihracı analizinin önemsenmemesi, çoğu zaman meta ticareti ile ilgili verilerin öne çıkarılmasıdır. Oysa sermaye ihracı ile emperyalizm arasında çok yakın bir bağ vardır:
“Dolayısıyla, sermaye ihracı da, kapitalizmin gelişimi içinde düz bir çizgi boyunca artmaz. Dünya kapitalizminin büyüme dönemlerinde emperyalist ülkelerden sermaye ihracı ikincil bir önem taşır ve sınırlı boyutlarda kalır. Buna karşın bunalım dönemlerinde, tek tek emperyalist ülkelerin kendi içlerindeki kârlı yatırım olanaklarının sınırlanmasıyla birlikte, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin sömürülmesi daha bir önem kazanır ve hem sanayi sermayesi hem de mali sermaye ihracı artar. Yine ’70’li yıllardan bu yana olduğu gibi… Tüm bunlar emperyalist ülkelerin her zaman aynı derecede ‘sömürgeci’ olmadıkları anlamına da geliyor.” 8
Reel sosyalizmin etkisi altında oluşan emperyalizm açısından özgün sayılabilecek bir dönem, Lenin’in emperyalizm teorisinin “yetersiz” bulunmasına ve tümünün neo-marksizm adı altında toplandığı “yeni-emperyalizm teorileri”nin türemesine neden oldu. Kimi marksistlerin yenilik merakı yine devredeydi. Emperyalistlerin dünyanın kalanına sermaye ihracı göreli olarak (mutlak anlamda değil) gerilerken meta ticareti öne çıkıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce sömürge aşırı-kârları,
“(…) 3. Dünya”nın sömürülmesinin esas biçimi iken, eşitsiz değişme ikincil biçimdi. 1920’lerden sonra sömürgelerin sömürülmesinin esas biçimi eşitsiz değişme haline geldi. Bunun göstergesi, sömürge ve yarı-sömürge ürünlerinin ticaret hadlerinde görülen çok büyük bozulmaydı.” 9
Yeni emperyalizm teorilerinin başını çeken Bağımlılık Okulu, bu eğilimi mutlaklaştırıp her şeyi değişim ilişkileriyle açıklamaya yöneldiler. Hatta bu eğilimi iyice abartıp ortaya çıkmaya başladığından beri dünyayı sürekli bir pazar haline getiren kapitalizmin başından emperyalist olduğunu ileri sürdüler. Bu muazzam emperyalizm görüşü tam da sosyalizmin tehdit ettiği emperyalizmin sömürgecilik yapmakta zorlandığı bir zamanda ileri sürülüyordu. Uzun bir süre epey devrimci görünen bu emperyalizm teorileri sermaye ihracının ve mali sermayenin yeniden önem kazandığı 1970’lerde eleştirilmeye başlandı. Lenin’in eserinin güncelliği yeniden keşfediliyordu; gerçekteyse güncelliğini hiç kaybetmemişti. Ancak bu eleştiriler, önemli olanın ticaretin gerçekleştiği dolaşım değil, üretim olduğunu vurgulamanın ötesine bugüne kadar pek geçemediler. 19. yüzyıl marksizmine (hatta daha gerisine!) bir ricat yaşanıyordu ve halen ricat edenler leninizme ulaşamadılar. Amaç siyasi iktidar olmayınca leninizm “ağır” geliyordu. Leninizme ulaşamayanlar ise marksizmden de koparlar!
Reel sosyalizme dudak bükenler emperyalizmi anlayamazlar, anlayamayınca da imparatorluk kitaplarının müşterisi oluyorlar!
Reel sosyalizmin varolduğu 70 küsur yıl boyunca rekabetlerini frenleyen emperyalistler arası eşitsizlikler, bugün de büyük ölçüde ortadan kalkmış değiller. ABD halen askeri üstünlüğünü kimseye kaptırmıyor ve bunu emperyalistliğinin temeli haline getirmiş durumda. Bu da emperyalist olmak için en az ekonomik güç kadar geçerlidir:
“(Güçler arasındaki ilişkilerdeki) değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu an içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiçbir temel kanıyı değiştiremeyecek ikinci bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için gene barışçı olmayacak) biçimleri sorununu koymak bir bilgiççi (sofist) gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” 10
Reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında da NATO’nun sürmesi ve hatta misyonunu genişletmesine bir de bu gözle bakılmalıdır. Geçmişte olduğu gibi ABD, Avrupa Ordusu çabalarına karşın Avrupalı emperyalistlerin NATO’ya bağımlı kalmasını sağlamayı başarmıştır.
ABD’nin hem kendi pazarını hem de (İngiltere ile birlikte) kontrol ettiği pazarları açması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın kapitalist gelişmesi açısından büyük önem taşımıştı:
“Bretton Woods’ta oluşturulan uluslararası ekonomik anlaşmalar gayriresmi bir pazarlığa neden oldular: Bir yandan, doları dünya parası olan ABD, hem denizaşırı askeri üslerini ve (çoğu askeri olan-bn) uluslararası yardımlarını hem de şirketlerinin doğrudan yabancı yatırımlarını finanse etmek imkanı buldu. Öte yandan, hem müttefikleri hem de rakipleri olan ülkelerin ABD’nin meta ve sermaye piyasalarına çeşitli yollarla erişimlerine izin verdi.” 11
Üstelik, bu açıklık ABD imalat sektörünün rekabetçiliğini yitirme pahasına gerçekleşirken bile ABD pazarını açık tutmayı sürdürdü:
“Alman ihracat çekişli büyümesi sadece dünya pazarında ABD üreticilerinin düşen rekabetçiliği ile kolaylaşmadı. Aynı zamanda bizzat muazzam ABD pazarının Alman ithalatına daveti bu büyümeyi doğrudan stabilize etti, hatta ileri çekti.”12
Bugün de hem ABD pazarı hem de ABD’nin faiz, kur politikaları Avrupa’yı etkilemeye devam ediyor, üstelik AB’nin geniş bir pazar oluşturuyor olmasına rağmen. ABD’de 2000’de baş gösteren ve 2001’de doruğuna çıkan durgunluk çok geçmeden Avrupa’ya da sirayet etmeden önce Avrupa Merkez Bankası başkanı “Biz 300 milyon nüfusu olan öyle büyük otonom bir bölgeyiz ki dışımızdaki gelişmelerin etkisi ihmal edilebilir değilse bile, gerçekten oldukça sınırlıdır”13 diyordu. ABD’deki durgunluğun etkisi hiç de sınırlı olmadı. Nitekim 2003’de Bundesbank’ın başkanı bir konuşmasında “Dünya ekonomisi ABD’nin şoförlüğüne halen çok fazla bağlı durumda” diyordu.
Bir de bunlara başta değindiğimiz sermaye hareketlerinin ve ticaretin halen büyük ölçüde üç büyük emperyalist güç arasında gerçekleştiğini eklediğimizde, dünya savaşının neden gündemde olmadığını anlayabiliriz: Reel sosyalizm döneminde oluşan emperyalistler arası eşitsiz ilişkilerin oluşturduğu yapı, bugün de büyük ölçüde varlığını sürdürmektedir. Kuşkusuz bunu demekle bir ultra-emperyalist sistemin varlığından bahsetmiş olmuyoruz. Dünya savaşı gündemde değildir, ama pekala bölgesel savaşlar fazlasıyla gündemdedir. Kaldı ki, ultra-emperyalizmi reddetmek dünya savaşı çıkacağını kabul etmek gibi bir zorunluluk yüklemiyor.
Bir önemli nokta da, reel sosyalizmin çözülmesinin yarattığı boşluğun emperyalistlerce doldurulması, eski sosyalist ülkelerin hazmedilmesi ve dahası sosyalizmin yarattığı denge sayesinde varlığını sürdürmüş politik aktörlerin de tasfiyesi veya sisteme eklemlenmesi sanıldığı kadar hızlı olmamıştır ve bugün bile bu sürecin tamamlandığını söylemek mümkün değildir. Reel sosyalizmi küçümseyenler bu süreci de görmezden gelmektedirler ve emperyalistler yollarına çıkan her şeyi hemen deviren canavarlar görüntüsü vermekten hiç rahatsız değiller, aksine oluşturulan bu görüntü süreci hızlandırmalarına hizmet etmektedir. (Neyse ki, Irak direnişi bu görüntüyü biraz olsun bozdu.) Emperyalistlerin bu süreci gerçekleştirmek için de birbirlerine ve yukarıda bahsettiğimiz aralarında oluşmuş ilişkilere ihtiyaçları vardı. SSCB’ye karşı oluşan emperyalist ittifak varlığını bir de bu nedenle sürdürdü.
“Küreselleşme”: Dünyanın emperyalist paylaşıma açılması
Irak konusunda ABD’ye esip üfleyen Avrupalı emperyalistler, 1999’da Yugoslavya bombardımanını pek haklı ve pek insani bulmuşlardı. Çünkü, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinden hepsi Slovenya ve Hırvatistan gibi yeni nüfuz alanlarıyla güzel ganimetler elde etmişlerdi. Sırbistan’ı iyice zayıflatarak Balkanlara iyice yerleştiler. Irak’ta ise, yine pazarlık yapmanın bir yolu olarak savaşa karşı çıktılar, daha doğrusu savaşın zamanlamasına. ABD’nin hesapları ise zamanı iyi kullanmasını gerektiriyordu. Zaten kısa bir süre sonra karşılıklı yumuşama sinyalleri geldi ve pazarlık masası açıldı:
“Nitekim, Tomahawk füzeleri Bağdat gecelerinin ufuklarını aydınlatmaya ve deniz piyadeleri Iraklı sivilleri katletmeye başlar başlamaz, Chirac alelacele bir açıklama yapıp, Fransa’nın Amerikan bombardıman uçaklarının kendi hava sahasından geçmesine izin vereceğini (oysa -yine kendisi başbakanken- Reagan Libya’ya saldırdığında bu izni vermeye yanaşmamıştı) ve Irak’taki Amerikan birliklerinin ‘süratle’ başarıya ulaşmasını temenni ettiğini bildirdi. Almanya’nın kadavra yeşili Dışişleri Bakanı Joschka Fischer de, hükümetinin Anglo-Amerikan saldırısına karşı direnişin ‘bir an önce’ kırılması dileklerine yürekten katıldığını ilan etti.” 14
11 Eylül’le başlayan, önce Afganistan’a sonra Irak’a yönelen yeni ABD saldırganlığı hep tek yanlı olması özelliğiyle tartışıldı. Zaten bu dönemde ABD imparatorluğu tezi doruğa çıktı. Yukarıdaki satırları alıntıladığımız Tarık Ali de bu tezin savunucularından. Hatta görünürdeki bu tek yanlılık, kimi solda o kadar rahatsızlık yarattı ki, bütün mesele Bush ve çevresindeki bir klik olarak lanse edildi. Kimileri de uluslararası hukukun çiğnenmemesi gerektiğini savunuyordu. Sanki Irak işgali çok taraflı olsa daha haklı olacakmış gibi. Şimdi bu tezi savunanlar rahatlayabilirler. Çünkü Bush’un medya destekli rakibi Demokrat Kerry, işgali doğru bulmakla birlikte müttefiklerle daha iyi ilişkiler kurulması gerektiğini savunuyor.
Avrupalı emperyalistlerin, ABD’yi durdurmak isteselerdi yapacakları çok şey olabilirdi. Mesela ABD’nin devasa cari açıklarını finanse etmeyi reddedebilirlerdi, tabii kimse bunu aklından bile geçirmedi. Oysa emperyalistler dünyayı paylaşmak için çıkarları gerektirirse, gerçekten bir dünya savaşını bile hiçbir insani kaygı gütmeden çıkarabilirler; zaten geçmişte bunu iki defa yaptılar. Bunun iyilikle kötülükle, hakla hukukla bir ilgisi de yoktur:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar” 15
Gerçekte olan şudur: Emperyalistler, çekişerek de olsa, reel sosyalizmin dünya sahnesinden şimdilik çekilmesinden sonra dünyayı paylaşıma yeniden açmak için, hiç kolay olmasa da, işbirliğiyle hareket ediyorlar. Aslında, reel sosyalizmin kendisinin ortadan kaldırılması da bu işbirliği ile gerçekleşmiştir. “Küreselleşme” diye kodlanan bu süreci, bu bakımdan anlamlandırmak için dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki en derin krizinin ortaya çıktığı 1970’lere dönmek gerekiyor.
1970’lerin başında ortaya çıkan ağır kriz, geçici olarak emperyalistler arasında rekabetin artmasına yol açtı. ABD, ekonomisini canlandırmak için önce faizleri gevşetince, krizin etkisiyle şişen spekülatif sermaye Avrupa’ya hücum etti. ABD bu yolla krizini Avrupa’ya yüksek enflasyon ve Avrupa paralarının değerlenmesi biçiminde ihraç etme olanağı buldu. Buna rağmen, Almanya ekonomik büyümesinin temelini oluşturan ihracattaki rekabetçiliğini kaybetmemek için enflasyonla mücadele etmeye çalıştı ve faizleri düşürmemekte ısrar etti. Ayrıca bugün tekrar tartışılan sermaye kontrolleri uygulamaya niyetlendi. Ancak bunlara petrol fiyatları şokları eklenince, Almanya köşeye sıkışmış oldu ABD’yle birlikte çaresiz krizi paylaşacaktı. Aslında zaten krizden kaçış yoktu, çünkü bu gerçekten etkileri bugün de süren yapısal bir krizdi: Bu bir aşırı kapasite ve aşırı üretim kriziydi. ABD’nin bloke etmesiyle sıkı sermaye kontrolleri uygulanmadı ‘80’lerde ise tam tersi, yani liberalizasyon tüm Avrupa’da uygulamaya sokulacaktı. Petrol üreticilerinin artan gelirlerinin de Avrupa’ya akmasıyla Eurodolar piyasası adı verilen muazzam bir mali sermaye gücü ortaya çıkmıştı.
Buna paralel olarak, az gelişmiş kapitalist ülkelere sermaye ihracı artış gösteriyordu. Özellikle, askeri diktatörlüklerin pençesinde ABD kapitalizmi için görece “güvenli” olan Latin Amerika ülkelerine ABD bankaları yoğun biçimde borç veriyordu. 1982’ye gelindiğinde, “Üçüncü Dünya” borçlarının yarıdan fazlası Latin Amerika’da toplanmıştı, özellikle de Brezilya ve Meksika’da. Avrupa’da kanlı NATO faaliyetleri aracılığıyla komünizmle mücadelesinde ciddi bir mesafe alan ABD, benzer yöntemlerle Latin Amerika’yı pençesine almaya çalışıyordu. Avrupa’dan sonra sıra Latin Amerika’daydı.
ABD 1979’da, ekonomiyi canlandırmak için uyguladığı düşük faiz gibi genişlemeci (Keynesyen) politikalardan keskin bir dönüş yaptı, sıkı para politikası ve yüksek faiz (monetarizm) uygulamaya başladı. Bunun bir nedeni, genişlemeci politikanın yarattığı likiditenin, sermayedarların düşük kârlılık ortamında yatırım yapmaya yanaşmamaları nedeniyle, sadece enflasyonun artmasına yol açmasıydı. Ancak faiz artışları sadece bununla açıklanamayacak denli olağanüstüydü. ABD sadece yeni bir ekonomi politikası tercih etmiyordu, aynı zamanda kapsamlı bir emperyalist politika geliştiriyordu: Günümüze kadar süren bu politika neoliberalizmdi. 1980’lerin başında ABD’nin zorlamasıyla Avrupalı emperyalistler de neoliberalizmi uygulamaya başladılar; sermaye üzerindeki kontrolleri azalttılar.
1979’dan sonra birkaç yıl çok yüksek faiz oranları uygulayan ABD bunu, reel sosyalizme karşı yeni bir soğuk savaş başlatmanın ekonomik zemini olarak kullandı:
“(Reagan döneminde) SSCB ile olan ilişkiler, Carter’ın son aylarında görülenden bile farklı bir biçimde değişime uğrayarak… komünist kampın dağılıp bütünüyle ortadan kalkmasını öngören bir tarza büründü.”16
Reagan döneminde Sovyet tehdidi retoriği yoğun olarak kullanılarak askeri harcamalarda çok büyük artışlar gerçekleştirildi. Bu harcamaların finansörleri başta Japonya olmak üzere diğer emperyalist ülkelerdi:
“Reagan döneminin büyük bir bölümünde, Japonya büyük ölçüde Amerikan isteklerine göre hareket ediyordu. Böylece, 1980’lerin başında ve ortalarındaki İkinci Soğuk Savaş sırasında Amerika’nın dış hesap açıklarını ve iç mali dengesizliklerini desteklemek için çok büyük miktarda sermaye kullandı.” 17
Bu arada, 1987’den itibaren ABD’nin cari açığını biraz olsun kapatmak için doları ciddi oranlarda devalüe etmeye başlamasıyla Japonya’nın ABD’ye yatırdığı bu sermayenin büyük değer kaybına uğradığını, Japonya’nın içine girdiği ekonomik durgunluğun sebeplerinden birinin bu olduğunu, ancak bu durumun Japonya’nın ABD’ye savaş açmasına sebep olmadığını geçerken belirtelim.
Yukarıda anlatılanların da işaret ettiği gibi, neoliberalizm ile anti-komünizm arasında güçlü bir bağ vardır. ABD’nin İkinci Soğuk Savaşla iç içe gelişen neoliberal saldırısı hem reel sosyalizme hem işçi sınıfına hem de emperyalist sistemin iç gerilimlerine dönüktü. 1970’lerde reel sosyalizmi daha çok ekonomik bağlar kurarak kontrol altına alma eğilimi gösteren Avrupalı emperyalistler, ‘80’lerde ABD’nin modeline ikna edilmişlerdi. Aslında başka çare de yoktu. Çünkü emperyalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası görülen en büyük ekonomik kriz içindeydi; kriz gerçekten çok derindi. Bu krize özellikle ‘70’lerin ikinci yarısında, üçüncü dünya denen ülkelerde yoğun bir devrimler ve devrimci durumlar dalgası eklenmişti ve emperyalizmin çok şiddetli bir yanıt vermesi gerekiyordu. Bugün emperyalist sermayelerin işbirliğinin ve ortak saldırısının devam eden temeli bu dönemde güçlendirildi. Burada bir parantez açarak, reel sosyalizmin çözülmesinin sadece bu saldırganlığa bağlı olarak açıklanmasının yanlış olacağını söylemeliyiz. Emperyalistler reel sosyalizmin çözülmesinde Gorbaçov ihanetine de çok şey borçludurlar.
Olağanüstü artan faiz oranları, ‘70’lerde hızla borçlanmış olan Latin Amerika ülkelerini ‘80’lerde birbiri ardına krize sürükledi. Emperyalistler bunları pek önemsemediği gibi krizlerden yararlandılar: IMF’nin dayattığı “yapısal programlar” aracılığıyla bunların sisteme eklemlenmesini hızlandırdılar.
‘80’lerde Latin Amerika’da, Kuzey Afrika’da, Afganistan’da ve başka yerlerde kanla geçen saldırılarından sonra 1989’a gelindiğinde, ABD, yıllarca umursamadığı borç krizi konusunda yumuşama sinyalleri vermeye başladı. ABD Hazine Bakanı Nicholas Brady’nin ismiyle anılan Brady planı 1989’da sunuldu. Bu plan ,borçların Brady bonoları denen yeni bonolarla daha düşük faiz oranlarıyla değiştirilmesini ve kısmen borç affını içeriyordu. Hoş, bu “yardım eli” daha fazla özelleştirmeyi ve sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılmasını şart koşuyordu ama “artık o kadar olacaktı”. 2001 sonunda iflas noktasına gelen Arjantin için bu kadarının bile yapılmadığını, daha doğrusu hiçbir şey yapılmadığını herkes hatırlayacaktır. Farklılık çarpıcıdır.
Aslında bunun nedeni açıktı. 1989’da reel sosyalizm çözülüyordu:
“Gidişat çözülüştür. Bu gidişatı bozucu davranışlardan kaçınmak gerekmektedir. Yani, emperyalist ülkeler Sovyetler Birliği’ndeki statükonun korunmasına karar vermişlerdir. Çünkü, bu ülkede gerek toplumsal gerekse kurumsal düzlemde sosyalizm için kavgaya sevk edebilecek çok ciddi kaynaklar vardır. Hedefi olan kavga eder. Sovyetler tehdit altındaydı. Bu tehdit yeterince kavranmamıştı. Bu nedenle emperyalist ülkeler ‘çözülüşün açık hale geldiği’ sırada Sovyet toplumunu tehdit etmemeye özen gösterdiler.” 18
Bizzat sosyalizmin çözüldüğü ülkelerin ötesinde emperyalizmin genel bir temkinliliği vardı ‘90’larda. İlginçtir, Tarık Ali’nin yukarıda alıntı yaptığımız kitabında ABD’nin önemli müdahalelerini gösteren çizelgede, 1990-99 arasında bir boşluk göze çarpmaktadır.19 Bu boşluk, 1990 Körfez Savaşı ile başlamaktadır ve 1999’da NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısıyla sona ermektedir. Yazık ki, SSCB’nin onayının alındığı 1990 Körfez Savaşı’yla bugün yaşadığımız saldırganlık için emperyalizm mevziler elde etmiştir. Ancak bu kadarı yapılmış, Saddam yerinde bırakılmıştır. ABD, Orta Doğu’da bugünkü gibi büyük bir düzenlemeye girişmedi. Tüm dengeleri sarsacak böyle bir girişim erkendi, riskleri çok fazlaydı. Gerçekten emperyalistler reel sosyalizm döneminin tüm statükosunu birden dağıtmamaya karar vermişlerdi.20
Ancak ABD ve Avrupalı ortakları Yugoslavya’yı parça parça etmekte tamamen uzlaştılar. Burada bir tarih özeti yapmak iddiasında değilim. Neredeyse on yılı bulan Yugoslavya’nın parçalanma süreci üzerine pek çok şey söylenebilir, ama ben konumuz açısından önemli birkaç noktanın altını çizmekle yetineceğim. 1980’lerde, sonradan diktatör ilan edilen, oysa iktidara gelirken liberalliği nedeniyle emperyalistlerin desteklediği Miloseviç, bizzat IMF reformlarını uygulamaya girişti. Oysa bu reformlar, yol açtıkları ekonomik zorluklar nedeniyle sadece milliyetçiliğin artışına neden oldu, hatta Yugoslavya’nın parçalanması üzerine iyi bir incelemesi olan Johnstone’a göre, IMF programı en önemli nedenlerden biriydi.21 Neoliberalizm çoğunlukla işaret edildiği gibi küreselleşmeyle değil, doğrudan emperyalizmle ilgilidir.
Bir diğer önemli nokta, emperyalistlerin aralarında anlaşmalarının her zaman nüfuz bölgeleri oluşturmakla el ele gideceği kuralının burada da gerçeklenmesidir. Hırvatistan ve Slovenya için Almanya’nın çok iştahlı davranmasına karşılık ABD de Bosna-Hersek Kosova ve Arnavutluk’a yerleşti.
Konumuz açısından en önemli nokta ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet dönemi başlarken emperyalistlerin “önce Avrupa” tercihini yapmaları gibi, Sovyet dönemi kapanırken de “önce Avrupa” tercihini yapmalarıdır. Yugoslavya’nın parçalanması, paralel gelişen AB ve NATO’nun Orta ve Doğu Avrupa’ya genişlemeleri bu sürecin ayakları oldu.22 Bu önceliklerin varlığı ,öncelik belirleme zorunluluğu ve söz konusu genişlemelerin on yılı bulması bile emperyalistlerin “hazım” sürecinin kolay olmadığını ve emperyalistlerin (belki insanlığın baş belası olmaları anlamında canavar oldukları doğru olmakla birlikte) önlerine çıkan her şeyi hemen halleden canavarlar olmadıklarını göstermeye yeter.
Sadece Doğu Almanya’nın Alman emperyalizmi tarafından yutulması sürecinin bile hiç de kolay olmadığını ,bugün Alman bankaları kendileri söylüyor. ‘90’lar boyunca Alman kapitalizminin zayıf bir büyüme göstermesinin önemli nedenleri arasında bu süreç, hemen her banka raporunda vurgulanıyor. Bunlardan birine göre, Doğu Almanya’ya 1,3 trilyon Euro kaynak harcandı. Alman mali tekelleri bunun karşılığını yeterince alamamaktan yakınıyorlar ki, temkinli yaşanan ‘90’ların ardından ve Doğu Avrupa’nın emperyalist Avrupa Birliği’ne katılması sürecinin tamamlanmasından hemen sonra işçi sınıfına saldırı programları büyük bir hızla uygulanmaya başlandı. Eski IMF başkanı Köhler de yeni dönemin cumhurbaşkanı oldu.
Ancak Avrupa’dan sonra sıranın Orta Doğu’ya ve şimdi BOP adı altında emperyalistlerin üzerinde uzlaşmaya çalıştıkları gibi Kuzey Afrika ve Asya’nın içlerine geldiğini söyleyebiliriz. Dahası emperyalizm 90’ların başındaki temkinliliğini tamamen terk etmiş durumda. Artık emperyalizm insanlığı fazlasıyla provoke ediyor, artık işçilerin ve aydınların ataleti bırakıp provoke olması gerekiyor!
Burada son olarak ABD’nin müdahaleciliğini hızlandıran bir başka etmenin, 2000’lerin başında emperyalist ülkelerde tekrar baş gösteren ekonomik kriz olgusunun üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor.
Çürüyen ve çürüten emperyalizm
1990’ların çarpıcı bir özelliği, 80’lerdeki borç krizlerinin ardından mali sermayenin ‘70’lerdeki gibi genişlemeye başlamasıydı. Ancak bu defa genişlemenin biçimi farklıydı: ‘70’lerde ağırlıkla banka kredileri yoluyla genişleme yaşanmışken, ‘90’larda portföy yatırımları23 biçiminde bir genişleme yaşanıyordu.
Portföy yatırımları, genelde kısa vadeli ve sermayenin çabuk kaçabileceği (likit) türde yatırımlardır. Bugün çokça şikayet edilen “lanetli” sıcak paranın tamamı portföy yatırımıdır. Yani Lenin’in “kupon kırpma” dediği işi yapan, spekülatif, rantiye yatırımlardır. 1990-1997 arasında “Üçüncü Dünya”ya akan portföy yatırımları altı kat artarak doğrudan yatırımları gölgede bıraktı. Doğrusu portföy yatırımlarının karşısına konan doğrudan yabancı yatırımlar da farklı bir iş görüyor değiller. Çünkü bunların büyük bir bölümü, yeni yatırımlardan çok mevcut yatırımların satın alınmasına ya da özelleştirmelere akmaktadır. 1999’da Latin Amerika’daki tüm doğrudan yabancı yatırımların yüzde 68 ile yüzde 75’i arasında bir oran, bu tür satın almalardan ibaretti. Hoş, yeni yatırım olsa da emperyalist sermayenin derdi üretmek değil, yine mülk sahibi olarak en az riskle girdiği ülkenin ucuz emeğini, hammaddelerini yağmalayarak sağlayacağı kârlardır. Ancak bugün çürüme eğilimi Lenin’in ele aldığı dönemden bile o denli daha baskındır ki, yeni yatırımlar çok az örnekte yaşanmaktadır. Bu nedenle devlet tekellerinin özelleştirmeleri garantili kâr olanağı sunduğu için emperyalizmin başlıca dayatması özelliğini sürdürmektedir. Üstelik bu portföy yatırımları o denli güvensizdir ki, 1990-1997 arasında gerçekleşen portföy yatırımlarının yüzde 60’ı sadece altı ülkeye akmıştır. Emperyalist sermaye dünyanın kalanını halen güvensiz bulmaktadır. Oysa bu sermaye hareketleri, ‘90’lar boyunca “gelişmekte olan” ülkeler için bir fırsat olarak sunulmuştur; çabuk davranan, “reformları” çabuk yapanlar küreselleşmenin nimetlerinden faydalanabilirdi. Doğrusu bu illüzyon ‘90’lar boyunca emperyalist yayılmacılığı perdelemekte oldukça işe yaradı. Ancak sermaye hareketlerinden faydalanmaya çalışanlar, çabuk reform yapanlar, sadece krizden krize savruldular. ‘90’ların ortasında Meksika’da ve Türkiye’de, ‘97’den itibaren ise önce “Asya Kaplanları”nda, sonra Rusya, Brezilya ve yine Türkiye’de art arda krizler yaşandı. Bu senaryo, az çok, artık herkes tarafından biliniyor.
Ancak bugünkü emperyalist saldırganlığın anlaşılması açısından esas önemli olan, emperyalist merkezlerdeki finansal şişme ve ardından gelen krizdi. Aslında emperyalizm, büyük krizin patlak verdiği ‘70’lerden bu yana aşırı üretim krizinin pençesinde. Tekelciliğin getirdiği çürüme ve durgunluk eğilimi hemen tüm sektörlerde kendini gösteriyor. Bunun istisnası gibi görünen bilişim sektörü de, spekülasyona dayanan yüksek yatırımların ardından 2001’de aşırı üretim kriziyle karşı karşıya kaldı.24 2000-2001 arasında ABD’de hisse senetleri fiyatları ortalama yüzde 28 düşerken, “yeni ekonomi” denen bilişim sektöründe bu düşüş yüzde 70’lere vardı. 1997’den itibaren genel olarak sermayenin merkeze çekilmesi olarak tanımlanabilecek bir süreç yaşanırken, bu süreç 2001’den itibaren hızlandı. Örneğin doğrudan yabancı yatırımlar 2001’de yüzde 41 daralırken, 2002’de de daralmaya devam ederek yüzde 21 azaldı.
Bu veriler, emperyalistlerin elindeki aşırı sermayenin ciddi bir değerlenme sorunu yaşadığını göstermektedir. Aşırı sermayenin bu değerlenme sorunu, günümüz emperyalist saldırganlığının önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Kendi merkezlerinde yeni bir sektörel yapıya geçmede ciddi bir sıkıntı yaşayan emperyalizm, krizini “gelişmekte olan” kapitalist ülkelere aktarmada da giderek artan güçlüklerle karşılaşmıştır. Üretim maliyetlerinin düşük olduğu ülkelere yapılan yatırımlar, mevcut aşırı üretimle malul sektörleri daha da çıkmaza sokmuş (ki en son bilişim sektörü de bu çıkmaza girmiştir), her tür artı değerinin “kupon kırpma” ile yağmalandığı ülkeler de Arjantin’in simgelediği gibi şimdilik daha fazlasını veremez hale gelmiştir. Kuşkusuz emperyalizm var oldukça bunları yapmaya devam edecektir ,ancak bu “oyuna” yeni ülkelerin de dahil edilmesi ya da “oyunbozanların” hadlerinin bildirilmesi gerekmektedir. Ancak oyunun yeni bir unsurunun enerji sektörü olacağı belli oldu. Yeni enerji alanlarını kontrol altına almak, bunlar üzerinde spekülasyon ve kimi altyapı yatırımlarıyla aşırı sermayeye yeni değerlenme alanları yaratmak önümüzdeki dönemde daha önemli olacak. Yeni emperyalist saldırganlığın altında yatan bir faktör de budur.
Bazı sonuçlar
Yukarıda metin içinde yeterince öne çıkmayan bazı sonuçları bitirirken vurgulamak istiyorum.
1) Bugün emperyalist sistem açısından ne imparatorluklar söz konusudur, ne de dünya savaşına gideceği belli bir emperyalist rekabet. Söz konusu olan çürüyen, ne 1900-1914 arası gibi, ne de İkinci Dünya Savaşı sonrası gibi kalkınma vaat edebilecek durumda olan, istikrarsızlıklara mahkum bir emperyalist sistemdir. Gerek 1900-1914 dönemi gerekse de İkinci Dünya Savaşından ‘60’ların ikinci yarısına kadar uzanan dönem, dünya kapitalizmi açısından genişleme dönemleriydi. Tam anlamıyla bir emperyalistler arası savaş olan Birinci Dünya Savaşı’nın bir genişleme dalgasının tepesinde ortaya çıktığı hatırlanmalıdır. Bu rastlantı değildi. Emperyalistlerin kendi aralarında bir savaşa girebilmesi için kazanabileceklerine inanmaları ve halklarını da buna inandırabilmeleri, en azından ‘sus payı’ verebilmeleri gerekir. Bugün benzer bir genişleme döneminin yaşanmadığı açıkken, böyle bir zemin mevcut değildir. Stratejisini dünya savaşı ya da başka adlarla emperyalistler arası çatışmalara göre kuranlar ciddi bir çıkışsızlıkla karşı karşıya kalacaklardır.
2) Neoliberal saldırı emperyalistlerin üzerinde uzlaştıkları ekonomik zemin olmayı sürdürecek. Dolayısıyla askeri kontrol ve zor, başka hiçbir şey verilemeyeceği için önümüzdeki dönemde eksik olmayacak.
3) Eski sosyalist bölgelerin emperyalist paylaşıma açılmasında emperyalistlerin gösterdiği temkinlilik sona ermiş, bu geçiş dönemi tamamlanmıştır. Bir anlamda sıra “Büyük Orta Doğu” olarak isimlendirilen bölgeye gelmiştir. Irak direnişinin gösterdiği gibi bu bölgede emperyalizm karşıtı önemli potansiyeller mevcuttur. Komünist hareket bölgeyle bağlarını mutlaka güçlendirmelidir. Ancak bu bölgedeki en büyük problem dinci gericiliktir. Filistin örneğinde görüldüğü gibi dinci gericilerin direnci, toplumsal enerjinin devrimcilikten uzak tutulmasına ve bu anlamda heba edilmesine neden olacağı gibi, manipülasyonlara da açıktır. AKP’yle ve dinci gericilikle mücadelede alınacak her mevzi bu yüzden de önemlidir.
4) Lenin’in vurgusu güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir: Emperyalizm proleter devrimler çağıdır. “Daha esnek emek pazarı” parolasıyla Avrupa Birliği işçi düşmanı gerçek yüzünü giderek daha fazla gösteriyor. Emperyalizme bir bütün olarak karşı çıkabilmek büyük bir avantajdır ve bu defa emperyalizm yurtseverliği kullanıp kirletme şansına çok daha az sahiptir. İnsan hakları, insani yardım, şimdi de dinci fanatizm karşıtlığı söylemlerinin hepsi çökmeye mahkumdur. Afganistan ve Irak için devletlerarası düzenlenen para toplama toplantıları sadece birer komediydi. Ne ABD emperyalizminin ne de AB emperyalizminin dünya halklarına sunabilecekleri hiçbir şey yok, NGO ulufelerinden başka.
Dipnotlar ve Kaynak
- V.İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s.103
- V.İ. Lenin, Emperyalizm, s.88
- Erkin Özalp, “Yeni Bir Dünya Savaşı Olası mı”, Gelenek 77, Mart-Nisan 2003
- Lenin, a.g.y., s. 66
- Ernest Mandel, Late Capitalism, 1978, Verso, London, s. 312
- Mandel, a.g.y., s. 319
- Lenin, a.g.y., s. 132
- Dünya Armağan, “Lenin’in ‘Emperyalizm’i”, Gelenek 64, Haziran 2001, s.74
- Mandel, a.g.y., s. 345-346
- Lenin, a.g.y., s. 80-81
- Robert Brenner, “The Economics of Global Turbulence”, New Left Review, No.I/229, s. 43
- Brenner, a.g.y., s. 70
- Bilge Cantekin, “‘Yeni Ekonomi’ İdeolojisinin Çöküşü ve Dünya Kapitalizminin Krizi”, Gelenek 69, Kasım/Aralık 2001, s. 150
- Tarık Ali, Bush Bağdat’ta, Irak’ın Yeniden Sömürgeleştirilmesi, çev. Osman Akınhay, Agora, İstanbul, 2003, s. 209
- Lenin, a.g.y., s. 80
- Fred Halliday, Yeni Soğuk Savaş, Sovyet-ABD İlişkileri, çev. İlker Özünlü, Belge Yayınları, İstanbul, 1985, s. 109
- Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge Yayınları, Ankara, 2000, s. 515
- Cemal Hekimoğlu, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, Gelenek, İstanbul, 2000, s. 51
- Tarık Ali, a.g.y., s. 234
- Burada 90-99 arasında boşluk olduğunu söylerken, emperyalistlerin hiç katliam yapmadığını elbette söylemek istemiyorum. Pek çok katliam onlarla bağlantılıdır: Ruanda’daki, Cezayir’deki iç savaşlar ve İsrail’in Filistin’e devam eden saldırıları elbette onlarla bağlantılıdır. Ben sadece emperyalistlerin doğrudan yer aldıkları büyük düzenlemeleri kastediyorum.
- Diana Johnstone, Ahmakların Seferi, Yugoslavya, NATO ve Batının Aldatmacaları, çev. Emre Ergüven, Ergun Bulut, Bağlam, 2004, s. 35
- Evet, NATO emperyalist işbirliğinin en önemli örgütü ve bu işbirliğinin sürmesinin en önemli güvencesi. Konuyu dağıtmamak için ve başka yerlerde anlatmış olmamızın verdiği rahatlıkla ayrıca üzerinde durmadım. Ancak Johnstone’ın deyimiyle, emperyalistlerin “beraberce azgın sularda avlanmasını” (s. 350) sağlayan bu örgüt, önümüzdeki dönemde karşımıza çıkmaya devam edecek.
- Portföy yatırımlarının iki temel biçimi vardır: Hisse senetlerinin (borsa) ve hazine bonolarının satın alınması.
- Bilge Cantekin, a.g.y., s. 152