Ortaokul tarih kitaplarında sık sık rastladığımız bir hikaye vardır: Aslında Türkler bilmem ne savaşını tam kazanıyorlardı ki, Türk olmayan boyların son andaki ihanetiyle savaş kaybedildi. Resmi tarih baştan sona kahramanlık ve fetih kültürüyle yoğurulduğundan, bin beş yüz sene evvel kaybedilen savaşlar için bile bir bahane bulunması alışkanlık haline gelmiştir. İhanet nedeniyle, düşman karşısında hazırlıksız yakalanmak gibi gerekçeler uydurmak, makul bir çözüm yolu olabilir. İnandırıcı değildir şüphesiz, ama önemi yok. Önemli olan bir nokta var; cephe gerisinde “düzen” sağlanamadığında, savaş kaybedilir. Türkiye görünüşte işgalin cephe gerisinde yer almakta ve düzen tutmamaktadır. O halde emperyalist işgalin gerçek yenilgisi Türkiye’den başlayabilir mi?
Öncelikle, bugün ABD emperyalizminin Ortadoğu’da yenildiğini söyleyebilir miyiz? Tarık Ali, New Left Review dergisinin Mart-Nisan sayısında yer alan, başyazısının sonunda önemli bir noktaya değiniyor:
“Bu arada, hegemonun mevzileri hemen hemen hiç yerinden oynamamıştır. Ortadoğu’daki mevcut kargaşa Amerikan gücünün yirmi beş yıldır hiçbir zaman gerçekten giremediği alanlarla sınırlıdır: Batı Şeria, Baasçı Irak, Humeynici İran. ABD’nin bölgede asıl olarak demir attığı yerler başkadır: Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Ürdün. Buralarda ABD’nin geleneksel velinimetleri sıraya girmiş bölgesel sorunlara ilişkin [ABD’ye] yardım etmek için başla komutunun verilmesini beklemektedir. Onların ötesinde Avrupa ve Japonya, İran ve Filistin konularında Amerika’yla omuz omuza vermişken, Rusya, Çin ve Hindistan herhangi bir güçlük çıkartmamaktadır. Emperyalizmin yenilgisine bel bağlamak için henüz çok erkendir.”1
ABD emperyalizmi Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle Ortadoğu’da büyük bir boşluk doğduğunu görmüş ve bu bölgeye dönük kapsamlı bir müdahale başlatmıştır. ABD’li stratejistler doksanların başından itibaren uluslararası politikada doğan boşlukları doldurmaya ilkin Ortadoğu’dan başlanması gerektiğini yazıp durdular. Bu, emperyalizm adına “doğru” bir siyasi yaklaşımdır; zira Ortadoğu artık Avrupa’nın doğu ve güneydoğusundan, Orta Asya’ya uzanan bir bölgenin ağırlık merkezi konumundadır. Bu nedenle Ortadoğu’nun bir kriz bölgesine dönüştürülmesi, Rusya’dan Çin’e ve Hindistan’a varıncaya değin, mevcut emperyalist hegemonyanın dışına savrulma eğilimleri barındıran tüm aktörleri kontrol altında tutmak ve sindirmek için bir zorunluluktu. Birinci Körfez Savaşı’yla müdahale başlatıldı ve emperyalizm adına bölgede yeni cepheler açıldı.
Bugün bu cephelerdeki çarpışma halen devam etmektedir. İkinci Bush döneminde bu cephelere yenilerinin eklenmesi doğrultusunda adımlar atılmıştır. Bu adımlar yenilgi korkusunun ve krizin kontrol dışına kaydığının işaretlerini barındırmaktadır. Ancak, bugün emperyalizmin giderek kontrolünü yitirdiği alanlar, yakın geçmişte zaten kontrol edemediği alanlardır. Tüccar deyişiyle, ABD emperyalizmi kârdan zarar etmektedir.
Emperyalizmin bölgede gerçekten yenilmeye başladığı bir momentten söz edeceksek, bunun muhakkak “cephe gerisini” de hesaba katması gerekmektedir. Tarık Ali’nin cephe gerisine ilişkin saptaması ise yanlış değil, eksiktir: ABD’nin bölgede demir attığı ülkeler arasına Türkiye’yi yazmamak olmaz…
Türkiyeli yurtseverler için bu tespitin ağırlığının ne kadar büyük olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var; emperyalizmin bu coğrafyadaki asıl yenilgisinin başlangıcı da ülkemizde olacaktır. Bu ağır yükü omuzlayıp ülkemizden atacak olan toplumsal ve siyasi güçler memleketimizde mevcuttur. Bu nedenle biz Ortadoğu’daki gelişmeleri izleyip, emperyalizmin yenilgisine bel bağlamıyoruz; emperyalizmi yeneceğimizi söylüyoruz. İşimiz, cephe gerisinde düzen sağlamakta zorlanan emperyalizmin bu ülkede asla dikiş tutturamayacağını dosta düşmana göstermektir.
Türkiye lojistik destek merkezi olur mu?
Bugün Türkiye’deki ABD üslerinin sayısı 180’in üzerindedir. Türkiye sermayesi Irak’ta ve Afganistan’da ABD ordusuna taşeronluk yapmaktadır.2 Doksanların ortasında İsrail Genelkurmayı’yla imzalanan “stratejik işbirliği anlaşması”, bugün İran sınırında ortak askeri tatbikat yapmaya kadar vardırılmıştır.
O halde yukarıdaki sorunun cevabı “zaten olmuştur” şeklinde verilebilir mi?
Yanıt, “hem evet hem de hayır”dır. Evet, çünkü Türkiye burjuvazisi tüm kesimleriyle bölgede emperyalizmin giriştiği ve girişmeyi tasarladığı maceralara taşeronluk ederek iktidarını sürdürebileceği ve bunun için de bütün olanaklarıyla ülkemizin emperyalist saldırganlığa alet edilmesi gerektiği görüşünde hemfikirdir. Hayır, çünkü: (1) Burjuva iktidarı, emperyalizme sadece “lojistik destek” sunarak bölgede yaşanan süreçlerden “istifade edemeyeceğini”, bu kadarına razı olsa bile bunun mümkün olmadığını bilmektedir; (2) Türkiye, bölgede yaşanan gelişmelerin etkilerinin dışında kalamayacak kadar karmaşık bir toplumsal yapıya sahiptir.
Birinci Körfez Savaşı’nda Özal’ın “bir koyup üç alma” kurnazlığının ne kadar ahmakça olduğu, doksanların ilk yarısında yükselen iç savaş ve Irak sınırından Türkiye’ye akın eden Kürtler tarafından teyit edilmişti. Egemenler aynı ahmaklığı bir kez daha tekrarlamayacak kadar siyasi bilince ve öğrenme kapasitesine sahiptir. Ancak bu beceri, bugün ne yapacaklarını bildikleri anlamına gelmemektedir. En önemlisi Türkiye’nin cephenin neresinde yer alacağı konusunda hiçbir öngörüleri yoktur; tek bildikleri “arka planda” kalamayacaklarıdır. Pek çok veri, cepheyi bugünden yarına nasıl şekil değiştireceğini, ABD emperyalizminin bile tam olarak kestiremediğini ve kestirmekle de pek uğraşmadığını gösterirken, Türkiye burjuvazisinin ne istediğini tam olarak bildiğini varsaymak hayalciliktir. Ancak burjuvazinin tarihsel birikimi, bu sınıfa belirsizlikten sakınmamayı öğretmiştir. Türkiye burjuvazisi de bütün korkularına rağmen çekingen kalmamayı destur bellemiştir.
Bildiklerimiz, gördüklerimiz…
Belirsizlik mutlak bilgisizlik ve öngörüsüzlük anlamına gelmez. O halde neler biliyoruz ve neler öngörebiliyoruz?
1. ABD emperyalizminin Irak’ta batağa saplandığını biliyoruz. Emperyalizmin Irak için planı, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden bu yana tekrar ve pervasızca kullanılmaya başlayan, “böl ve yönet” politikasını Irak’ta da uygulamaktı. Bu politikanın birinci ayağında önemli bir mesafe kat edilmiş, ancak ikincisinde kesinlikle yol alınamamıştır. Parçalanmış Irak’ın yönetilebilmesini sağlamak için tutulan yol Irak’ın içinde geri çekilirken, işgali yeni cephelere yaymaktır.
İran, sadece güney Iraklı Şiiler üzerinde değil, Irak’ın emperyalizm tarafından yönetilmeye en fazla aday olan, kuzeyi üzerinde de önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Suriye, Irak’ın batı sınırı boyunca direnişin güç aldığı bir ülkedir. Emperyalizmin Irak’ta içine düştüğü durumun işgali öncelikle bu iki coğrafyaya yayma hırsını perçinlemekte olduğunu öngörebiliyoruz.
2. ABD’nin işgal alanını İran’a doğru genişletme hırsının arkasında Irak’taki direnişi zayıflatma amacının da önemli bir etken olduğunu biliyoruz. Geçenlerde Yasemin Çongar’dan bildirdiklerinden öğrendiğimize göre, Washington’da “Kuzey Amerika Kürt Ulusal Komitesi” adlı bir kuruluş, İranlı azınlık temsilcilerini toplayarak rejim değişikliğini görüşmüş. Katılan örgütler arasında İran Kürt Demokratik Partisi, Kürt Komala Partisi, Güney Azerbaycan Demokratik Misyonu, Ahvaz İnsan Hakları Örgütü ve Belucistan Halk Partisi yer alıyormuş.3 ABD, İran’da belirlenimi altında örgütlenmeler yaratarak Irak’taki etnik-cemaatsel çatışmaları yükseltecek yeni bir manivela elde edebilme hesabı yapmaktadır. Özellikle İran’daki Kürt örgütlerini de safına çekerek, Irak’taki işbirlikçi Kürt aşiretlerinin elini güçlendirmeyi hedeflemektedir. Ancak bu silahın geri tepmesi olasılığı çok güçlüdür.
İran’ın elinde Irak’taki Şiilerin ABD’ye karşı mücadeleye katılmalarını sağlamak için önemli kozlar bulunmaktadır. İran, işgalden sonra Ayetullah Ali el-Sistani’ye açık destek vererek zımnen ABD işgalini kabullenen bir konum aldı. Bu desteğin arkasındaki gücün Ali Hamaney olduğu biliniyor. Sistani, Ocak 2005 seçimlerinde Birleşik Irak İttifakı’nı destekledi ve İslami Dava Partisi’nin lideri İbrahim el-Caferi’nin önderliğinde bir kabine kurulmasını sağladı. Liderleri seksenli yılları İran’da sürgünde geçiren Dava Partisi, İttifak’ın en önemli bileşenlerinden bir tanesidir. Parti’nin önder kadrosunun Hamaney’le yakın bağlantıları olduğu bilinmektedir. Şiilerin Irak’taki üç önemli hareketi -İslami Dava Partisi, Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi ve Sadr’cılar- arasında yıllardır süregiden bir rekabetin olduğu bilinmektedir. Bu hareketlerden ilk ikisi İran’a daha yakın bir tutum izlemekteyken şu anda Irak direnişi içerisinde diğerlerinden daha fazla ağırlığa sahip olan, Sadr’cıların İran’a daha mesafeli durduğunu biliyoruz. Ancak Sadr’cılarla Dava Partisi, dolayısıyla Ali Hamaney arasındaki ilişkiler de tarihsel köklere sahiptir. Örneğin, şu anda Sadr’cıların lideri olan Mukteda el-Sadr’ın babası Muhammed el-Sadr’ın halefi Ayetullah Kazım el-Haeri, Dava Partisi’nin eski liderlerindendir ve şu anda Mukteda el-Sadr’ın danışmanları arasında yer almaktadır.
Dolayısıyla, İran’ın Irak’taki tüm büyük Şii gruplarıyla tarihsel köklere dayanan bağlantıları bulunmaktadır. İran’ın bu üç büyük grup arasında Sistani’ye sunduğu desteği geri çekip, özellikle Sadr’a yönelik desteğini artırması olasılığı güçlüdür. Mehdi Ordusu’nun ABD karşıtı mücadeleye ikirciksiz biçimde dâhil olması durumunda, ABD’nin Irak’ta yaşadığı cehennemin sıcaklığının bir kat daha artacağını öngörebiliyoruz.
3.Afganistan ve Irak işgallerinin petrol kaynaklarını kontrol etmek amacıyla gerçekleştirildiğini biliyoruz. Batılı petrol tekellerinin işgalden kazanımları muazzam boyutlara ulaşmıştır.4 Bu veri işgalin emperyalizme yaradığına dair bir gösterge olarak kabul edilebilir. Ancak işgalin amacı, bölgedeki diğer aktörlerin hareket alanını sınırlandırmak üzere petrol kaynaklarını denetim altında tutmaktı. Petrol şirketlerinin kârlarını artırmaları bu hedefe ulaşılabildiğini göstermez. Nitekim Rusya ve Çin, bölgedeki gelişmeler karşısında nüfuz alanlarını genişleten salvolar gerçekleştirmektedirler. 15 Haziran’da İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üyeliğe kabul edilecek olması, Putin’in Rusya’nın petrol ve doğalgaz ticaretinde rubleye daha fazla rol verileceğini ve Rusya’nın dolar rezervlerinin bir kısmını avroya bir kısmını da (40 milyar dolar) altına çevireceğini ilan etmesi, Çin’in Afrika ve Kazakistan’da petrolü kaynağında kontrol etmek yönündeki adımlarını sıklaştırması5 bu türden önemli göstergelerdir. ABD işgali hedeflerine ulaşmak konusunda tıkandığı sürece başka aktörlerin hegemonyayı sarsıcı bir yönelim içine girebileceklerini öngörebiliyoruz.
4. ABD’nin uluslararası hegemonyasının, henüz yıkılmış olmasa bile, ciddi bir sarsıntı içerisinde olduğunu biliyoruz. Bazı aydınlar bu noktayı uzun zamandır dillendiriyorlar. Ancak sarsıntı asıl olarak 11 Eylül sonrasında başlamıştır. ABD’nin 1974 bunalımıyla başlayan daralma eğilimiyle birlikte iktisadi öncülük rolünde aşınmalar yaşanmıştır. Hegemonun iktisadi egemenliğinin erozyona uğraması yeni bir durum değil. ABD hegemonyasını büyük ölçüde siyasi, ideolojik ve askeri ağırlık merkezi olmaya devam etmesine borçlu bulunuyor. Bu başlıklardaki etkinliğinin iktisadi getirilere de tahvil edildiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Bretton Woods sisteminin çöküşünden bu yana fiilen bir uluslararası para sistemi yokken, ABD dolarının rezerv para olarak konumunu sürdürebilmesi bütünüyle siyasi bir durumdur.6
Uluslararası mali sistemin, merkezi emperyalist gücün siyasi etkisine göre belirlenmesinin iktisadi mimari üzerinde çok önemli sonuçları olmuştur. Uluslararası rezervlerin en hızlı büyüyen bileşeni, kredi enstrümanlarına yatırılan yabancı paradır. Bu nedenle emperyalist ülkeler son otuz senedir sağladıkları düşük maliyetli borç sayesinden son derece hızlı bir biçimde kredi hacimlerini artırmış bulunuyorlar. Bu, “finansallaşma” diye adlandırılan süreçtir. ABD, doların hegemonyası sayesinde tüm dünyadan hortumladığı düşük maliyetli tasarruflar sayesinde, kendi ülkesinde daha az tasarruf yaparak ekonomisini döndürebilme ayrıcalığına sahip bulunmaktadır. Bu yapının sürmesi ABD dışındaki ülkelerin dış ticaret fazlası vermesine ve ABD’nin de söz konusu ticaret için dolar satmak karşılığında yabancıların ürettikleri malları tüketmeye devam etmesine bağlı bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, ABD doların hegemonyasını giderek artan bir cari açık vermek pahasına sürdürebilirdi; öyle de oldu.
Şimdi deniz bitmiş gibi görünmektedir. Mevcut mali hegemonyanın reformdan geçirilerek varlığını devam ettirmesi olanaklı görünmemektedir. ABD reform çabalarının çare olamayacağının farkındadır ve bu nedenle yeni alanlara yayılmak, dünya siyaseti üzerindeki kontrolünü artırmak ihtiyacını hissetmektedir. İktisadi mekanizmanın yenilenemediği her durumda yayılmanın temel aracı daha fazla güç kullanımı olabilir. Bütün dünyayı sürekli olarak krizle yaşamaya mahkûm etmek için, baskıyı artırmaktan başka çare yoktur. Hegemonyanın sarsılmasının temel sonucunun uzun süren bir savaş dönemi olduğunu öngörebiliyoruz.
Türkiye cephesi dağılırken…
Bildiklerimizin ve öngörebildiklerimizin Türkiye üzerindeki izdüşümleri nelerdir?
1. Bütün işaretler emperyalizmin yaşadığımız coğrafyayı parçalama ve dağıtma yönündeki hırsının artarak süreceğine işaret etmektedir. Bu hamlelerin “başarıyla”, sürdürülebilmesi, savaşın şimdilik ileri mevzilerde yürütülmesini gerekli kılmaktadır. Yukarıda da belirttik; Irak, İran, Suriye ileri mevzilerdir. Ancak emperyalizm bu alanlarda istediği sonuçları alamadığı ve kontrolü elinden kaçırdığı ölçüde cephe gerisindeki baskıyı daha fazla yoğunlaştırmaktadır. Bağımlılık ilişkileri yeniden tarif edilmekte, büyük umutlar atfedilen projeler bir çırpıda çöpe atılmaktadır. AKP projesi böyledir ve artık çöpe atılmıştır.
Savaşın sıcak biçimde yaşandığı tüm bölgelere yayılmak istenen bölünme ve dağılma, cephe gerisini de içine almaktadır. Türkiye’de 28 Şubat Restorasyonu, düzeni toparlama girişimiydi. Ordu, restorasyon sürecinde dağılmakta olan düzeni nasıl toparlayacağı konusunda bir programa sahip bulunmaktaydı: Dinci gericilik burjuva aydınlanmacılığının Türkiye versiyonunun izin verdiği ölçüde geriletilecek, faşist çeteler kapitalizmin müsaade edebileceği sınırlar içerisinde tasfiye edilecek ve hizaya getirilecekti. Bu kısıtlı optimizasyon kısmen başarıldı. Ancak sağlanan denge çok kısa ömürlü oldu.
İçinde bulunduğumuz uzun savaş döneminde düzeni yönlendirecek, toparlayacak bir aktör bulunmamaktadır. Emperyalizmin hedeflerini hangi siyasi aktör üzerinden gerçekleştireceği konusunda son dönemde bir netliğe ulaşılmıştır: Adres yeniden TSK’dır. Ancak bu kez TSK’nın elinde düzeni toparlayacak bir program bulunmadığı gibi, emperyalizmin kasasında tuttuğu bir proje de yoktur. Ordunun inisiyatifi eline geçirdiği süreç, Türkiye’yi bölgedeki dağıtıcı dinamiklerin tam da göbeğine yerleştirmektedir. Özneliği baki kalmakla beraber, bu kez aynı kurum düzeni -28 Şubat’ın tersine- dağılmanın içine sürüklemektedir.
2. Türkiye kapitalizmi, emperyalizmin bölgede yer alan önemli aktörleri geriletmek için attığı adımlarda rol kapacak güçten çok uzaktır. Rusya’nın ve Çin’in mevcut hegemonyanın dışına savrulma potansiyeli barındıran adımlarına karşı, emperyalizmin gerçekleştirdiği ataklarda yeniden dağılmakta olan Türkiye kapitalizminin sürükleyici kanat oyuncusu rolünü üstlenemeyeceği kesindir. Son on yılda allanıp pullanan projelerin akıbetine bir bakmak bunu görmek için yeterli: Bakü-Ceyhan-Tiflis boru hattının bölgesel dengeleri alt üst edeceğini artık hiç kimse dillendirmemektedir;7 Karadeniz’in Türk gölü haline getirilmesi bir yana, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki denetimini sürdürüp sürdüremeyeceği bile artık tartışmalıdır; Türkiye’nin Orta Asya üzerindeki nüfuzunu artıracağı görüşü artık sadece faşist çetelerin bir fantezisi olarak görülmektedir.
Emperyalizm, Türkiye’den “istikrar” çıkartamayacağının farkına varmıştır. Bundan böyle sürekli altı çizilen istikrarlı, model, vs. Türkiye değil, orta sahada çok koşan, görev adamı Türkiye’dir.
3. Türkiye, ekonomik anlamda “devletsizleştirilmiştir”. Bunun anlamı, Türkiye kapitalizminin ülke ekonomisini yönetmek konusunda hiçbir aygıtının kalmadığıdır. Zaten yönetmeye niyeti de yoktur… İşgal için yeni cepheler açma planları yoğunlaşırken, Türkiye’yi krizle terbiye etmenin ne kadar kolay olduğu bir kez daha görülmüştür.8
Emperyalist hegemonyanın sarsılması yer yer çöküntülere neden olmaktadır. Türkiye ise göçük altında kalacaklar listesinin en başında bulunmaktadır. Bu tablo karşısında bir süre önce Aydemir Güler’in Komünist’te yazdığı gibi, nasıl ki AKP kendini ülkenin hükümeti, TSK “sahibi” gibi hissetmiyor, TÜSİAD da kendini bu ülkenin patronu gibi hissedememektedir. Aynı yazıda sorulan şu soru bu nedenle çok anlamlıdır: “Gerçek iktidarı temsil etmediği ayan beyan ortada olan kurumların otoritesi kalır mı?”9
4. ABD Irak’ın bütününü yönetme düşüncesinden geri adım atmış bulunuyor. İran’a yönelik tehditlerin, İran’ın Filistin’den Lübnan’a, Suriye’den Irak’a kadar yayılan bölgeyle daha farklı ve eskisinden daha sağlam bağlar kurabilmesi olasılığını güçlendirdiğini söyleyebiliriz. Geri çekilen ABD’nin yanında saf tutan Türkiye ise bu durumdan nasibini almaktadır: Kürtlerin kontrolünü yitirmiştir, emperyalizmin yeni işgaller için öne sürdüğü talepler Meclis’in gündemine bile girmeden kabul edilmektedir, ülke ekonomik kriz tehdidi altında yaşamaya mahkum edilmiştir. Peki, kaderini işgale bağlayan Türkiye kapitalizmi, emperyalizm ilerlemeye başladığı takdirde etki alanını genişletebilir, dağılmadan kurtulabilir mi? Son derece şüpheli…
Emperyalizm Türkiye’yle pazarlık hattını çok ileride kurmaktadır. Türkiye’ye savaş ganimetlerinden bir şey vaadedilmemekte, “dağılmanın önüne geçmek istiyorsanız isteklerimizi yerine getirirsiniz” denilmektedir. Dağılmanın ana sebebi bağımlılık ilişkilerindeki derinleşmeyken, işgalin “başarıya” ulaşması halinde dağılmadan kurtulunacağına inanmak akıllı adam işi değildir.
Belirsizlik bizim için olanak mı?
Ortadoğu’da anti-emperyalist bir yükselişin gelişmesi için uygun bir zemin mevcuttur. Ancak bu zemin aynı zamanda son derece kaygandır, çünkü Ahmedinejad’ın çıkışlarını, Hamas’ın yola gelmeye karşı ileri geri sallanmasını, Irak’ta cemaatsel bölünmeleri de içeren direnişi ve işbirlikçilikle arasındaki mesafe çok da uzun olmayan Esad rejimini de kapsamaktadır. Bu dinamiklerin toplamından, bütün bölgeyi kucaklayan bir anti-emperyalist yükseliş beklemek mümkün görünmemektedir. Bu dinamiklerin bir ağırlık merkezine, bir üst belirlenim altında yeniden harmanlanmasına ihtiyaç vardır. İran, Suriye, Filistin ve Irak halklarının elde ettikleri kazanımların ileri mevzilere dönüşebilmesi için ABD’nin cephe gerisinde de yenilmeye başlaması gerekmektedir. Bu olanak, en fazla Türkiye’de belirginleşmiştir.
Türkiye, belirsizliklerle dolu bir coğrafyada dağılmakta olan bir düzene sahiptir. Ancak Metin Çulhaoğlu’nun daha önce Komünist’te yazdığı gibi, “Bu kargaşa ortamı solun kimi etkili çıkışları için fırsatlar yaratsa bile, aynı ortam, önüne gelen öznenin alıp götüreceği ölçüde belirsizlikler ve boşluklarla dolu değildir. Solun önündeki potansiyel fırsatları yaratacak olan, bugün itiş kakış içinde görünenlerin aslında meşruiyet ve inandırıcılık krizi yaşamalarıdır. (…) Bu ikili krize, gerçek bir anti-emperyalist konumla kama sokulması gerekiyor.” 10
Batılı yorumcular Ahmedinejad’ın, Sadr’ın, Hamas’ın siyasi olarak emekçi tabanından da beslenmelerinden duydukları ürküntüyü sık sık ifade ediyor; bu hareketlerin liderleri yola gelse bile, tabanlarında yola gelmeyecek unsurlar bulunduğundan bahsetmeyi seviyorlar. Türkiye’de emekçilere dayanan anti-emperyalist bir yükseliş, onların korkusunu tam bir paniğe dönüştürecektir.
Türkiye halkının üzerindeki ataletin kırılması derin sarsıntıların ürünü olacaktır. Bu sarsıntılar sonucunda düzenden kopan parçalar, bölgemizdeki diğer ülkelerde de önemli toplumsal dinamiklerle buluşma olanaklarına sahiptir. “Atalet nasıl kırılacak?”, “Türkiye halkı emperyalist zorbalığa karşı nasıl ayağa kalkacak?” soruları son derece önemlidir. Bu soruların yanıtları belirginleştiği ölçüde -ki belirginleşmeye başlamıştır- Türkiye emekçilerinin Ortadoğu’daki anti-emperyalist mücadelenin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamaya başladığına tanık olacağız. Emperyalizmin esas yenilgisi işte o zaman başlayacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- Tariq Ali, “Mid-Point in the Middle East?”, New Left Review 38, Mart-Nisan 2006.
- Konuyla ilgili çarpıcı bir dosya, 5 Haziran 2006 tarihli günlük soL gazetesinde yer aldı. Dosyada ABD ve NATO işgalleriyle yerle bir edilen ülkelerin yeniden inşasında taşeron ENKA firmasının nasıl bir rol kaptığı anlatılmaktaydı. Ortadoğu’nun “kriz merkezi”ne dönüştürülmesiyle semiren ENKA, 1994’te 66 bin YTL olan sermayesini 2006’da 600 milyon YTL’ye çıkartmış, net kârını 400 milyon YTL düzeyine taşımış ve böylece Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından biri haline gelmiştir. ENKA, ABD’nin Süleymaniye üssünün inşasında da taşeron olarak görev yapmaktadır (bkz. www.sol.org.tr, 05.06.2006).
- Yasemin Çongar, “ABD timleri İran’a sızdı”, Milliyet, 1 Haziran 2006.
- Fortune dergisi Mayıs ayında, 500 büyük ABD şirketinin kârlarını geçen yıldan bu yana ortalama yüzde 18.8 artırdığını yazdı. Listenin başında yer alan Exxon Mobil’se, kârını 2004’ten bu yana yüzde 42.6 yükseltmiş bulunmaktadır (bkz. Fortune, 8 Mayıs 2006, no. 7).
- Bkz. William Engdahl, “USA Out-flanked in Eurasian Energy Politics?”, www.globalresearch.ca, 3 Haziran 2006.
- Toplam ABD doları arzının yüzde 50 ilâ 70’inin ABD dışında tutulduğu tahmin edilmektedir. 2000 yılı sonunda toplam uluslararası rezervlerin yüzde 76’sı dolar cinsinden tutulmaktaydı. Uluslararası döviz rezervleri 1990-2000 arasında yüzde 141.6 büyürken, dolar rezervleri yüzde 235.6 büyümüştür (bkz. Jane D’Arista, “The Role of the International Monetary System in Financialization”, Financialization of the Global Economy, University of Massachusetts, Amherst, Political Economy Research Institute konferansında sunulan tebliğ).
- Güneri Civaoğlu Milliyet’teki köşesinde Azerbaycan Enerji Bakanı’nın görüşlerini aktararak, Türkiye’nin neden bugüne kadar Ceyhan’a bir rafineri inşa etmeyi düşünmediğini anlamadığını yazdı (bkz. Güneri Civaoğlu, “Aman petrol”, Milliyet, 9 Haziran 2006). Dağılan düzenin bölgedeki “stratejik” rolünü artıracak projeleri gerçekleştirmek doğrultusunda adımlar atması dönemi artık geçmiştir. Emperyalizm “Ceyhan’a rafineri yap” komutu verirse yapılır; ama “İskenderun’a üs inşa et” komutu şimdi daha acil görünmektedir.
- Kısa süre önce gazetelerde yer alan bir haber, Vodafone’nun Telsim’i almak için 4.5 milyar doları bir defada ödemesinin piyasalardaki kur baskısını hafiflettiğini duyuruyordu. Türkiye ekonomisini yönetmek artık bu kadar basittir; birkaç milyar doları olan bu işi yapabilir.
- Aydemir Güler, “Provokasyon cumhuriyetine özgürlük”, Komünist sayı: 269, 9 Haziran 2006.
- Metin Çulhaoğlu, “Ortam çok mu belirsiz?”, Komünist, 269, 9 Haziran 2006.