Öfkemiz sevgiye benziyor, şimdi sevgimiz öfkeye
Ve tartışmaya çevirdiğimiz deniz ölüler bırakıyor
Çıplak ölüler
Birbirine kenetlenmiş çöpler halinde
Edip Cansever
“Saate Bakmak”
Giriş
Bu yazımızda Yahudiliğin tarihinden ve İsrail’in siyasal anlamından yola çıkarak Ortadoğu’daki çelişkinin tarihsel içeriğini gösterebilmek niyetindeyiz. Bizi bir tarih yazısı kaleme almaya iten pek çok nedenin olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan en önemlisi emperyalizmin Ortadoğu’ya ilişkin geliştirmeye çalıştığı açılımın kendisidir. Bu açılımı bu bölüm sınırları dahilinde detaylandırmasak da şunu söyleyebiliriz: Söz konusu açılımın en önemli ideolojik amaçlarından birini Ortadoğu’daki siyasî ve toplumsal yapıyı/yapıları kapitalist sistemin müdahaleleri dışında istikrarsızlık üreten bir küresel tehdit olarak göstermek oluşturuyor. Üstelik bu çarpık imajı yaratırken kullandığı bir diğer yöntem ise sorunların tarihsel köklerinden koparılarak gerçekdışı bir güncelliğe hapsedilmesi oluyor.
O kadar öyle ki, İsrail’in 1967’den bu yana Lübnan topraklarının bir bölümünü işgal altında tuttuğu, binlerce Lübnanlıyı İsrail zindanlarında uluslararası hukuku hiçe sayarak tutsak ettiği unutulup, bu devletin Ortadoğu halklarına kan kusturan yayılmacı-siyonist felsefesi görmezden gelinerek, tüm bunlar olmamış ya da yokmuş gibi farz edilerek; Lübnan’a dönük gerçekleştirilen son saldırı, İsrailli askerlerin Hizbullah tarafından esir edilmesi nedeniyle gerçekleşmiş gibi gösteriliyor. Üstelik bu güncel gelişme bile baş aşağı edilerek anlatılıyor. Emperyalizme karşı en önemli direnç noktalarından bir tanesini kanımızca sömürülen kitlelerin tarih bilinçlerinin köreltilmesinin önüne geçmek oluşturuyor. Halkların toplu biçimde tarih bilincinden uzaklaşmaları bir ve aynı anlama gelmek üzere tarihsel kurtuluş iddialarından vazgeçmeleri ve sürüleşmeleri demek oluyor. Söylediğimiz gibi bizi bu yazıyı kaleme almaya iten en önemli amaç budur. Bir diğer amacımız ise bu ve benzeri başlıklarda öznel bir ihtiyacın ortaya çıkmış olmasıdır. Öznel ihtiyaç, propaganda tarzımızın ve argümanlarımızın belli bir derinliği tutturabilmesidir. Genel olarak solun kitleler nezdinde inandırıcılığını yitirmesinin en başta gelen nedenlerinden bir tanesi örgütlü kadroların belli ezber ve kalıpların dışına çıkamadıkları intibaını uyandırmalarıdır. Böyle bir intibaın ortaya çıkmasında elbette egemen sınıfın ideolojik bombardımanının önemli bir etkisi olsa da solun bu kanının yerleşmesini engelleyecek zenginleşmeyi sergileyebildiğini söyleyebileceğimizi sanmıyoruz. Gelenek-TKP çizgisi bu konuda sınırları bir hayli zorlamış olsa da bu zorlama yakın zamana kadar kitlelerle kurmuş olduğu sınırlı ilişki neticesinde söz konusu sorunu aşacak güçte bir itki yaratamamıştır. Hareketimizin geniş halk yığınları ile temas yüzeyi oluşturma konusunda önemli olanaklar yakaladığı böyle bir dönemde düzenin bu saldırısını da boşa çıkarılabilmemiz için söz konusu zenginleşmeyi sergileyecek propaganda araçlarına ama her şeyden önemlisi kadrolara ihtiyacımız var.
Bu iki ihtiyacı kısaca açıkladıktan sonra bu yazının akademik ihtiyaçlara denk düşmesi için yazılmadığı ve dolayısıyla biçim ve kurgusunun da akademik normlara uymak gibi bir iddia taşımadığını belirtmiş oluyoruz. Yazımızda emperyalist-siyonist eksenin günümüz politikalarının tarihsel köklerini araştırdığımızı aklımızdan çıkarmadan belli tarihsel dönemlerin üzerine mercek tutmayı deneyeceğiz.
Bu yazı, bu sayıda son bulmayacak. Bu “ilk bölüm”de kapitalizmin ortaya çıkışı sürecinde Yahudilerin rolünü açıklamaya ve kapitalizmin doğuşu ile Yahudiler arasındaki ilişkinin günümüze ilişkin önemli ipuçları taşıyor olduğunu göstermeye çalışacağız. Buradan sonra uğrayacağımız durak ise; Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Osmanlı sonrasında hem Osmanlı’nın/Cumhuriyetin hem de emperyalist güçlerin izlediği Yahudi politikaları ve Siyonizm ile bunların arkasındaki sıkı ilişkilenme olacak. Bunların ortaya çıkarmış olduğu tarihsel zeminin yukarıda özetlediğimiz çelişkiye neler aktarmış olduğunu tartışmayı ise bir başka çalışmanın konusu olarak bırakarak yazımıza başlayabiliriz.
Kapitalizm ve Yudaizm: Aşk mı Nefret mi?
Çok az soru vardır ki kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı sorusu kadar çeşitli yanıt alabilsin. Sorunun yanıtları arasında en önemli bir literatüre sahip olan kollardan biri ise kapitalizmin eski sistemin ancak marjinlerinde yer edebilmiş o sistemde yer tutsa bile tuttuğu yerin daimi olmasını sağlayacak sağlam kökleri olmayan gruplar tarafından “icat edildiği” yönündedir. Bu yaklaşımı paylaşanlar “icatçı” gruba kapitalizmin ortaya çıkışını söz konusu grubun özgün katkısına bağlarlar. Ortaçağlarda toplulukların tanımlarının genel olarak dinler üzerinden yapıldığını düşünecek olursak kapitalizmin ortaya çıkışının belli dini gruplarla beraber anılışının yukarıda andığımız “özgün katkıcı” ekolün önemli bir parçası olduğunu görmüş oluruz. Batı medeniyetinin köklerinin çok daha eskilerde ve Doğu’da aranması gerektiğini iddia eden John Hobson bu özgün katkıyı mesela İslam’da arayabilmektedir.1 Bu konuda en tanınmış yaklaşım kuşkusuz Weber’in Protestan ahlakına ve Batı rasyonalitesine biçmiş olduğu özgün roldür. İslam ve Protestanlık dışında en çok tartışılan “katkıcı” ise Yahudiler olarak göze çarpıyor.
Kapitalizmin doğuşundan sonra kapitalist sistemin gelişmesine dönük katkılarının yanı sıra sadece Yahudilerin kapitalizmi “icat etme” yeteneğine sahip olduğu iddiasını taşıyan büyük bir külliyatın olduğunu söyleyebiliriz. Biri ötekine tercih edilir olmayan bu yaklaşımların en temel zaafı ise sınıfsal bakış açısından uzak konumlanmalarıdır. Kapitalizmi değişim ilişkilerinin hacminde bir yükseliş olarak gören söz konusu yaklaşımlar bir üretim biçimi olarak kapitalizmi kavramaktan onun köklerini eski sistem içindeki sınıflar mücadelesinin tarihsel belirleyiciliği ile ilişkilendirmekten bir hayli uzaktır. Hemen hepsinin “Kapitalizm zaten hep vardı” gibi tarih-dışı bir noktaya ulaşmasına bu nedenle şaşmamak gerekiyor. Her ne kadar kendisi de kapitalizmi değişim ilişkileri ile özdeş görmeye meyilli bir tarihçi olsa da, tarihçi olarak yetkinliği ile “kuramsal zafiyetinin” bir araya gelmesinden oluşan özgün bir “sağduyu”ya sahip ve bizim çalışmamızın ilk bölümünde fazlasıyla yararlanacağımız Braudel’in “kapitalizmin şu günde, şurada ve şu veya bu gibi kişiler tarafından icat edildiği düşüncesine katılmayan” yaklaşımı sağlıklı görünmektedir. Braudel’in, katılmadığı düşünceye karşı Halil İnalcık’tan aktarım yaparak geliştirdiği yanıt şöyledir:
“Sombart’ın yaptığı gibi, İsrail dininin yönlendirici hatlarıyla çakışan bir kapitalist zihniyetten söz etmeye gelince, bu Max Weber’in Protestan açıklamasına, onunkilerle aynı derecede iyi ve kötü delillerle katılmak demektir. Bu ,İslamiyet için de aynı derecede savunma yapılabilir, çünkü İslamiyet’in toplumsal ülküsü ve hukuki çerçeveleri ‘ta başlangıcından itibaren, yükselen bir tüccar sınıfının fikir ve hedefleriyle uyum içinde biçimlenmişlerdir’, fakat ‘bu nedenden ötürü bizzat İslam dini ile bir ilgisi olduğu söylenemez.’ “2
Buradan çıkaracağımız sonuçlardan biri tarihsel bir kategori olarak kapitalizmin oluşumunun bir süreç olduğudur. Süreci tarif eden içsel dinamizm ve dışsal koşulların bütünlüğü içinde sürecin öğelerini yalıtarak ele almak çok da mümkün değildir ve kimi durumlarda sakıncalı sonuçlar ortaya çıkarabilir.
19. yüzyıla kadar, yani kapitalizm bütün ihtişamı ile kendisini gösterinceye kadar feodal ilişkilerin çözülmesinde ve feodalizm-sonrası sistemin inşasında Yahudilere biçilen rol hiç de asli değildi. Ancak 19. yüzyıldan itibaren “Yahudi sorunu” politik ve entelektüel çevrelerin ana gündem maddelerinden biri haline geldi. Bu tartışmaların hemen tamamında Yahudi, kapitalizmin ortaya çıkardığı yahut kapitalizmi ortaya çıkaran bir stereo-tip olarak lanse ediliyordu. Söz konusu tartışmaları uzun süre takip eden Marx’ın, Feuerbach’ın 1841 yılında Hıristiyanlığın Özü’nde “din” sorununu teolojik zeminden alarak antropolojik ve tarihsel zeminde yeniden tarif etmesinin ardından tartışmalara katılması gecikmemiştir. Marx, Bruno Bauer’in 1843 tarihinde yayımladığı ve hem Yahudi hem de din sorununu tarihsel referanslarından kopararak teolojik zeminde tartışmaya açan Yahudi Sorunu’na karşı kaleme aldığı Yahudi Sorunu Üzerine’de (1844) Bruno Bauer’in ele aldığı sabat Yahudisini değil de gündelik Yahudiyi, “Yahudi’nin dinindeki gizemi” anlamaya çalışırken şöyle betimliyor:
“Yahudiliğin dünyevi zemini nedir? Pratik ihtiyaç, öz-çıkar.
Yahudi’nin dünyevi mezhebi nedir? Pazarlık. Peki dünyevi tanrısı nedir? Para.
O halde paradan ve pazarlıktan, yani uygulamadaki gerçek Yahudilikten kurtuluş, çağımızın özkurtuluşuyla aynı şeydir.”3
Bu değerlendirmelerde Yahudi ve kapitalizm arasında güçlü bir bağ kurduktan sonra Marx, çok bilinen “Yahudi’nin toplumsal kurtuluşu, toplumun Yahudilikten kurtuluşudur” sözü ile Yahudi Sorunu Üzerine’yi noktalamaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, kimi “marksizm uzmanları”nın ele aldığı gibi Marx’ın Yahudilik ve kapitalizm arasında kurmuş olduğu yukarıda andığımız bağın kapitalizmin orijinine ilişkin hiçbir şey söylememesidir. Marx, söz konusu metinde kapitalizmin doğuşu ile Yahudilik arasında nedensellik kurmamaktadır. Marx’ın söz konusu başlıkta tek yaptığı, Bruno Bauer’in argümanlarına karşı çıkmaktır. Bauer’in tarihten bağımsızlaşmış Yahudi tipine karşı; Marx, tarihsel bir Yahudi tipini ve Yahudiliği ön plana çıkarmaktadır. Bauer, Yahudilerin tarihte bir rol almaktan imtina ettiklerini belirtmektedir. Bauer, söz konusu dönemde Yahudilerin liberallerin yoğun desteği ile birlikte siyasal kurtuluş mücadeleleri vermelerinin, toplumun ve devletin Hıristiyanlığa bağlı olması, yani kendi kurtuluşunu yaratamaması nedeniyle abesle iştigal olduğunu iddia etmektedir. Marx’ın bu değerlendirmelere ilişkin yorumu, devletin Hıristiyan karakterinden ziyade kapitalist karakterine ve Yahudi finans ağının gücüne odaklanır. Marx’a göre devlet, Yahudilerin ticaret işlevine ihtiyaç duyduğundan dolayı paranın peşinde “Yahudileşmiş” durumdadır. Marx için Yahudiler tarihsel rol haklarından imtina etmek şöyle dursun nüfusa oranları ile karşılaştırıldığında sivil toplumun ağırlıklandırılmış etkisi yüksek asli unsurlarındandır ve mutualist bir yapı arz eden devlet ile Yahudi’nin ticari işlevinden biri tarihsel olarak ortadan kalkmadan diğerinin ortadan kalkması mümkün değildir. Marx için insanın Yahudi ve vatandaş, Hıristiyan ve vatandaş, dindar insan ve vatandaş olarak ayrıştırılması, siyasal kurtuluşun ta kendisi olmanın yanında, insanlığın dinden kurtuluşunun da siyasî yöntemidir. Julius Carlebach’ın da belirttiği gibi “demokratik radikalizmden tarihsel materyalizme yol alan”4 Marx için seküler bir vatandaşlık tanımı büyük öneme sahip görünüyor. Marx’ın başlığa dönük ilgisi yukarıda da değindiğimiz gibi kişisel bir merakın ürünü değil, dönemin siyasî ve entelektüel atmosferinin bir çıktısıdır. Dönemin hemen tüm entelektüelleri Avrupa’nın Yahudi sorunu üzerine kalem oynatmışlar, bu başlıktaki tartışmalar teolojiden felsefeye, antropolojiye geniş alanlarda yankı uyandırmıştır. Yukarıda değindiğimiz gibi söz konusu tartışmalardaki genel eğilim Yahudiliğin kapitalizmin kaynaklarından biri olduğu fikrindeki abartı bir yana bırakılacak olursa, tarihin akışını yasalarla değil, istisnalar ve “ruh”larla açıklayan bakış açılarına içkindir.
Bu vesileyle 19. yüzyılda Yahudi sorununun Avrupa kapitalizminin ciddi bir siyasal sorunu olarak göründüğü sonucuna ulaşabiliyoruz. Ancak Avrupa’nın Yahudi sorunu 19. yüzyıldan çok daha gerilere dayanmaktadır. Sorunun kökenine göz atarken Yahudilik ve kapitalizm arasında varolan ilişkiyi yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve dahilinde resmetmeye çalışacağız. Yahudiliğin kapitalizmin ortaya çıkışında oynadığı role ilişkin söz söylemek ister istemez kapitalizmin ortaya çıkış döneminde Yahudilerin durumuna göz atmayı gerekli kılıyor.
Yahudilerin ne zaman Avrupa’ya geldiklerine ve dünyanın diğer bölgelerine yayıldıklarına ilişkin net bilgiler bulunmamakta. İslam Ansiklopedisi, bu durumda onların tarihleri boyunca devamlı yerleştikleri bir yurtlarının olmayışına büyük pay biçmektedir. Böyle bir yayılmaya ilişkin en makul görünen açıklama, Büyük İskender’in bölgeyi hakimiyeti altına almasının ardından dillerini bırakacak kadar Elen etkisine giren Yahudilerin, önce İskenderiye’ye oradan da Avrupa’ya geçtiklerini savlayan açıklamadır. Yahudilerin bu gönüllü Avrupa seyahatlerine ek olarak defaten uğradıkları işgal ve sürgünleri de buraya eklememiz gerekmektedir. Bu durum, Yahudilerin pek çoğunu Arap Yarımadası’na ve Avrupa’ya itmiştir. Arap Yarımadası’ndaki Yahudilerin özellikle İslam’ın bölgede yaygınlık kazanmasının ardından oldukça müsamahakâr bir tavırla karşılaştıkları pek çok kaynakta belirtilmektedir. Arap Yarımadasında ve Akdeniz’de ticaret yolları üzerinde bir tekel oluşturma “projesi” olan İslam’ın ticaret ağında etkin ve söz sahibi olan Yahudilerle karşı karşıya gelmesinin bir anlamı yoktur. Çünkü bölgenin ticari etkinliğinin parçalı yapı nedeniyle zayıflamasından ve ticaret yolları üzerindeki bölgenin etkisinin dönemin güçlü imparatorluklarınca kırılmış olmasından en fazla muzdarip olanlar da Yahudilerdir. Yahudiler ve Müslümanlar birbirlerine karşılıklı olarak alan açmışlardır. Bir örnek olarak Muhammed’in Mekke’den ayrılarak sığınmış olduğu önemli ticari merkez Medine’nin nüfusunun yarısı Yahudilerden oluşmaktadır. Müslümanlar ve Yahudiler arasındaki ittifakın oldukça önemli olduğunu ve bu ittifakın yalnızca tek tanrılı din olma ortak paydası üzerinde kurulmadığını söylemek gerekir. Bu çıkar birliğinden Yahudilerin payına onları bol bol metheden Mekke sureleri düşmüştür.5 Avrupa’daki durum ise Yahudilerin bugününe daha fazla ışık tutacak bir nitelik taşımaktadır ve bizim yukarıda sormuş olduğumuz kapitalizmin doğuşuna ilişkin soruya kapitalizmin doğası ile ilişkili olarak daha fazla yanıt üretecek niteliktedir.
Avrupa’da ulus-devletlerin inşasına eşlik eden en önemli süreçlerden bir tanesinin de uluslaşma olduğuna şüphe yok. Uluslaşma süreci esnasında Yahudilerin kendilerini içinde buldukları durum diğer topluluklardan ciddi bir farklılık arz ediyordu. Bu sürecin Yahudileri özellikle etkilemesinin arkasındaki neden, Yahudilerin bir diaspora olarak yaşamlarını sürdürmeleridir. Bu aynı zamanda Avrupa’da kurulan hemen hemen tüm devletlerin “Yahudi sorunu” ile karşılaşmalarının da esas nedenidir. Siyasî iktidarın merkezileşmesi sürecinde, nüfusun homojenleşmesi kaçınılmaz bir süreç olarak kendisini dayatırken, Yahudilerin iktisadî güçleri kendilerini bu süreçten uzak tutmak bir yana bu sürecin içine çekmiştir. Zira uluslaşma süreci ilk önce geniş halk yığınlarıyla değil, siyasî iktidarın elinde tekleşecek sınıf ve onların devlet kadroları ile ilişkiliydi. 13. yüzyılın sonuna kadar iktisadî olarak oldukça güçlü ve mevcut sisteme entegre biçimde yaşamlarını sürdüren Yahudiler, bu süreçten çok derin biçimde etkilenerek çıktılar. Uluslaşma süreçleri Yahudileri vurmazdan evvel, Yahudilerin iktisadî canlılıkları, buna karşılık sürdürdükleri izole yaşam tarzları, ardından iktisadî ve toplumsal anlamda yaşadıkları uzantıları çok öte zamanlarda yeniden gözlenecek bir “model Yahudi”nin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu dönem hem Yahudilerin hem de anti-semitiklerin yalnız o dönemin değil; 20. yüzyılın Yahudi imgesini oluşturmalarına zemin hazırladı. Anlatmış olduğumuz dönemin yalnızca 20. yüzyıldaki ideolojik kullanımı açısından değil, aynı zamanda hemen ardından gelen süreçleri etkilemesi açısından da kimi ayrıntılarıyla beraber ele alınmasında fayda var.
Yahudiler, 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar Avrupa ticaretinin en önemli aktörleriydi. Dünyanın en etkili ticari ağını kurmuş durumdaydılar. Nüfusları hemen hiçbir bölgede baskın olmasa da iktisadî ve siyasî etkileri nüfuslarını bir hayli aşıyordu. Nüfus ve etki arasındaki asimetri bazı bölgelerde hepten göze çarpıyordu. Yahudi nüfusunun hemen hiç bulunmadığı bölgelerde ticari olarak hayli etkin temsilciler bulunuyordu. Ticaretin çok gelişkin olmadığı bölgelerde dahi yerel ekonomilerde Yahudi varlığı hissedilebiliyordu. Ancak bu tarihin ardından Yahudi etkinliğinin Batı Avrupa’da bir süreliğine ciddi bir gerilemeye uğradığını, yalnız iktisadî etkinlik anlamında değil; nüfus anlamında da ciddi bir gerileme olduğunu söyleyebiliyoruz.
Orta Çağlarda oldukça güçlü olan Yahudi etkinliğinin 14. ve 15. yüzyıllarda hızla düşüşe geçmesinin arkasındaki neden nedir? Bunu, birbirini besleyen ama biri diğerine indirgenemeyecek iki dinamik ile ele almak niyetindeyiz. İlki, Avrupa’yı etkisine alan iktisadî gerilemedir. Diğer dinamik ise aynı dönemlerde ortaya çıkan ve inceleyeceğimiz örnekte de göreceğimiz üzere ilk dinamikten tümüyle bağımsız olmayan “ulusal refleks”lerin gelişmesidir. Öncesinde Avrupa’da lokal olarak (örneğin İngiltere’de 13. yüzyıl sonunda) hissedilen bu gerileme, 1350-1450 arasında yüzyıllık genel bir bunalım halini almıştır. Bu dönemde iktisadî yapısı Batı Avrupa’nın genelinden bir hayli farklı olan İtalya ve yine Batı Avrupa’dan farklı biçimde işleyen Doğu ekonomileri, söz konusu gerilemeden ciddi biçimde etkilenmezken, Yahudiler için söz konusu dönem bir göç etme ve ettirilme dönemi oldu.6 Göçün gönüllü kısmının nedeni Yahudilerin gerilemeden zarar görmemek amacıyla iktisadî olarak aktif bölgelerde yaşama istekleriydi. Yahudi tarihini çok daha detaylı biçimde ele alan eserler bu hareket biçiminin tarihte Yahudiler tarafından sıkça tekrarlandığını gözler önüne sermektedir. Fernand Braudel etkileyici ve pek çok başka çalışmaya esin kaynağı olan şaheseri Akdeniz’de, Yahudi varlığının Avrupa’daki iktisadî yaşantıyı belirleyen bir güneş olduğu, “İsrail’in Avrupa’nın üzerinde doğması ile yepyeni bir hayatın ortaya çıkıp, bu güneşin batmasıyla hayatın karardığı” yönündeki değerlendirmeye karşı çıkarken Yahudilerin bu özelliğine dikkat çekmekteydi.
“Yahudiler yalnızca iş yaşamının koşullarını değiştirmekle kalmıyor; bunun yanında coğrafyayı da kendilerine uyduruyorlardı. Eğer İsrail bir ‘güneş’ idiyse yerden yönlendirilen bir güneşti. Yahudi tacirler büyümenin olduğu bölgelere gidip o bölgeye katkı sağladıkları kadar o bölgenin gelişmişliğinden de istifade ederdi.”7
Başka pek çok araştırmacı da herhangi bir bölgedeki iktisadî gelişime kanıt olarak o bölgeye dönük göçü, ama özellikle de Yahudi göçünü göstermektedir. Yahudi göçlerinin sebebinin iktisadî olduğunu belirtmişken, Yahudilerin yukarıda kısa bir listesini de verdiğimiz sürgünlere maruz kalmalarının ardındaki gerekçenin de büyük ölçüde iktisadî olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Sürgünlerin ardındaki iktisadî rasyonaliteyi şu şekilde özetleyebiliriz:
Avrupa’da merkezi devletlerin ortaya çıkış, süreci yani kralların güçlerinin yerel yönetimlere ve halk sınıflarına dönük olarak artışı, köylüler ve yerel otoriteler arasıdaki sınıflar mücadelesinin özgül bir sonucudur. Sınıflar mücadelesinin çetinleşmesi bir yandan da kıtada güçlenen hegemonya mücadelesi ve savaşlar, iktisadî toparlanma için de düzenin sağlanması gereği, hem yerel yönetimlerin hem de merkezi yönetimlerin askeri teknolojilerin gelişimi yönünde inisiyatif almalarına neden olmuş, gelişen yeni askeri teknolojiler mevcut orduların yapılarını değiştirmiştir. Yeni ordular, ortaya çıkacak merkezi devletlerin ihtiyaçlarını karşılayacak büyüklükte ve teknolojiye sahip ordulardır. Meselenin bir kısmı bu olmakla beraber, öteki kısmı çok daha önemlidir. Yukarıda anmış olduğumuz durum, kralları tam bir kurtarıcı durumuna getirmiştir. Pek çok sosyal bilimcinin belirttiği gibi, söz konusu dönemde artan soyluların iktisadî sıkışmışlıkları onları köylülerden daha fazla artık çekmeye ve yeni teknolojilerle köylülere daha fazla zor uygulamalarına neden olmuş, köylülerin üzerinde artan baskı ise Avrupa’nın pek çok bölgesinde köylü isyanlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Köylü isyanlarının bastırılmasında tek başına yetersiz kalan soylular, kaotik yapının altlarındaki toprağı tümden sarsmasını engellemek için kralların otoritesine sığınma yoluna gitmişlerdir. Öte yandan köylüler de soyluların artan baskısını dengelemek için yerel yöneticilere karşı merkezi yönetim kozunu daha etkin biçimde kullanmaya başlamış, merkezden sık sık korunma talep etmişlerdir. Söz konusu tablodan en kârlı çıkan taraf hiç kuşku yok ki kraldır. Üstelik hem köylülerden hem soylulardan koruma ve düzen sağlama karşılığında aldıkları vergilerle çok ciddi bir iktisadî kâr kapısına da sahip oldular. Bundan sonraki dönemde kapitalizmin gelişimiyle beraber devlet yapısının ve etkinliğinin bir eğilim olarak artış içinde olduğunu görüyoruz. Kralların kendilerini nasıl güçlendirdiklerini açıklamak amacıyla Wallerstein dört ana süreci ön plana çıkarmaktadır:
Bürokratikleşme, gücün tek elde toplanması, meşruiyet yaratılması ve tâbi nüfusun homojenleştirilmesi.8 Sürecin temel belirleyeni olan “devletçilik” ideolojisini esas tahkim eden bir başka ideolojik öğe vardır ki o da ulusçuluktan başkası değildir. Ulusçuluk, devletçiliğin pratik yansıması olan bu süreçlerin her biri için oldukça işlevseldi. Bürokrasi, tarihte daha önceden görülmemiş bir kategori olarak ulusal borç yönetimi ile iştigal edip bir yandan da ulusal borcun aslî nedeni haline gelirken yani ulusal borç kavramı oluşurken ulusalcılık devrededir. Siyasî gücün tekleşmesi ve meşruiyetin yaratılması sürecinin ulusalcılık ile olan ilişkisi ise açıklamaya mahal bırakmayacak kadar açık durumda. Nüfusun homojenizasyonu başlığına geçmeden evvel şunu söyleyebiliriz. Yahudilere baskı ve şiddet olarak geri dönen bu son vektörü hesaba katmasak bile kimi tarihçiler uluslaşma ve devletleşme süreçlerinin Yahudilerin iktisadî durumu açısından ne derece sancılı olduğunu gösteren çok sayıda ürün vermişlerdir. Bu dönemde ilginç olan nokta kralların hızlı biçimde artan güçlerine karşın, bir önceki dönemde kralların vassalları olarak büyük imtiyazlara sahip unsurlar olarak Yahudilerin bu denklemle çelişen biçimde güç kaybetmeleridir. Bunun sebebi yerli burjuvazinin merkezi devlet içinde güç kazanmasıdır.
“Yahudi meselesi, yöneticilere sunulduğu şekliyle, yeni doğan ‘merkantilizm’e karşı ‘fiskalizm’ ikilemiydi. Bir yandan, Yahudi tüccarlar, devletin önemli bir gelir kaynağıyken; öte yandan Yahudi olmayan tüccarlar onları rekabetçi, toprak sahipleri de alacaklı olarak görüyor, her iki grup da Yahudilere baskı yapma konusunda çoğu zaman birleşiyordu.
Yahudiler rakipleri için kolay bir hedefti, zira onlardan ideolojik bir dava üretebiliyorlardı. Ekonomik rolleri dini temellere dayalı olarak tartışılabilirdi. Batı Avrupa’da monarkların buna yaklaşımı, Yahudileri topraklarından kovmak fakat yerli tüccarların bakış açısından aynı derecede rakip olamamakla birlikte, dini temeller açısından daha az saldırıya açık bir başka grubu onların yerine koymak şeklinde oldu. Örneğin, P. Elman, İngiliz monarkının sonunda, 1290 yılında, Yahudileri kovmak zorunda bırakıldığı zaman onların yerine nasıl İtalyan tefecileri buyur ettiğini anlatır.”9
Bu şekilde Yahudilerin neden “topraklarından” olduklarını da kısaca açıklamış oluyoruz. Yahudiler için etnik homojenleşme yukarıda anlattığımız biçimde gerçekleşmiştir. Etnik homojenleşmenin ise hiç de mutlak bir anlam taşımadığı yukarıdaki alıntıdan belli oluyor. Mevcut etnik homojenleşme sürecinden Yahudilerin payına düşen, iktisadî gerilemeye paralel olarak, güçlenen merkezi yönetimlerin siyasî yapılarının kırılganlığını gidermek amacıyla aldıkları pragmatik karardı. Bu durum, Braudel’in bir yasa biçiminde ortaya koyduğu “zulmün bir iktisadî ortamda daima bir gerileme tarafından belirlendiği ya da gerilemeye eşlik ettiği” yönündeki yargısı ile uyumludur. Ancak iktisadî gerileme yekpare bir dünya pazarı ve ekonomisinin oluşmadığı koşullarda bir “genel buhran” düzeyine ulaşmıyordu. Keza söz konusu dönemde Batı Avrupa kadar bunalımdan etkilenmeyen bölgeler vardır. Gerek istemli göçlerle gerekse sürgünlerle Yahudilerin belli bölgelerde toplandığını görüyoruz. Bu dönemde Yahudilerin bir “vatanının” olup olmadığı sorusuna illa ki bir yanıt vereceksek; sanırız, Yahudi nüfusunun coğrafi dağılımı konusunda aktarılan şu bilgi bize belli bir fikir verecektir:
“1586 yılında Viyana’da yalnızca 1424 Yahudi vardı 17. yüzyılın başında Hamburg’da ise bu sayı ancak 100 Amsterdam’da 2000’den fazla değildi ve 1570’te Antwerp’te 400’dü. 16. yüzyılın sonunda Giovanni Botero’nun belirttiği üzere İstanbul ve Selanik’te – bu ikinci şehir sürgünlerin iltica ettiği esas şehirdi – 160.000 Yahudi vardı (…) Hepsiyle beraber Kahire, İskenderiye, Suriye’de, Trablus ve Halep’te ve Ankara’da 2500 Yahudi kaydetmekteydi.”10
Avrupa feodalizmin son bunalımının ardından, kapitalizmin doğuşuna olanak sağlayacak olan büyük bir iktisadî canlanma dönemine girdiğinde (nüfusun da ciddi artış gösterdiğini eklemek gerekiyor) doğmakta olan yeni üretim biçiminin önemli merkezlerindeki Yahudi nüfusun kapladığı alanın oldukça sınırlı olabildiğini söyleyebiliyoruz. Bir dizi Osmanlı tarihçisinin gösterdiği üzere merkezi otoritenin yerellikler üzerindeki hakimiyeti fetihlerle genişleyen sınırlar ve buna bağlı olarak tarımsal üretimin artışı (ancak verimliliğin değil) ile beraber İmparatorluk da siyasî ve iktisadî açılardan tarihinin doruk noktasında bulunuyordu. Bu durum sürdürülebilir dinamiklerce yaratılmadığı ve yeni etkenlerce beslenemediği için aynı zamanda Devlet-i Âli için bir geçiş dönemi anlamına da gelmektedir. Ancak feodalizmin krizinden ve Avrupa’da Ortaçağların sonunda ortaya çıkan ulusçuluktan muzdarip Yahudiler için “doruk noktası”nın ve Osmanlı’yı bu noktaya taşıyan sürecin İmparatorluğu bir çekim merkezi haline getirdiği açıktır. Üstelik 16. yüzyıldaki iktisadî genişlemeye paralel olarak Osmanlı’nın hakim olduğu ticaret yollarında da ciddi bir canlanma söz konusudur. Dünya ticaretinin merkezinin Akdeniz’den Kuzey Denizi’ne kaydığı bu dönemde Yahudilerin kendilerine şefkat ve nezaket gösteren Protestan dünyasına benzer bir biçimde karşılık verdiklerini ve kendilerine “yurt” olarak Osmanlı’ya ek olarak bu bölgeyi de seçtiklerini biliyoruz. Yukarıdaki alıntıda Hamburg, Amsterdam ve Anvers’in (alıntıda Antwerp) sayılması bu açıdan sürpriz olmasa gerek.
Yukarıda sorduğumuz “Yahudilerin yurdu neresiydi” sorusuna tekrar dönecek olursak, Yahudilerin en çok “yurt” belledikleri coğrafyanın büyük oranda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ifade edilebileceğini söyleyebiliyoruz. Bunun gerekçesi yalnızca sayısal değildir. Böyle olsaydı Dünya Savaşı öncesinde dünya Yahudi nüfusunun yaklaşık yarısının Rusya’da olduğunu (6 milyon civarı – toplam tahmin de 12 – 15 milyon civarı) ve 2,5 milyon civarı Yahudinin de Avusturya’da yaşadığını göz önüne almamız gerekirdi. Aynı dönemde Türkiye sınırları içinde (İmparatorluk sınırlarının gerilediği de göz önüne alınmalı) 600 bin Yahudinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Amerika’da yaşayan Yahudi sayısı ise 2,5 milyon civarındadır. Kautsky “Yahudiler Bir Irk mı?” isimli ilginç çalışmasında aktarmış olduğu bu istatistiki bilgileri şu şekilde özetlemekte ve “[…]Yuvarlak rakamlarla 8,5 ila 10 milyon arasında Yahudi’nin eski Polonya ve eski Türkiye sınırları içinde yaşıyor olduğu”ndan bahsetmektedir. Bunun yanı sıra Kautsky, Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da yükselen anti-semitizm göz önüne alındığında yasal ve iktisadî açılardan en iyi durumda olanların Türkiye Yahudileri olduğunu söylemektedir.11 Bu veriler “yurt” yakıştırmamızı destekler mahiyettedir. Burada bahsettiğimiz hususlara ilişkin bir tartışmayı sonraki bölümümüzde yürütmek üzere burada bırakıyoruz.
Osmanlı’ya gelmiş olmamız özel bir önem taşıyor; zira, Osmanlı’da Yahudiliğin izlediği seyir bizi Siyonizm ve emperyalizm arasındaki kuvvetli bağa taşıyor. Bu ilişkiyi elbette Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde yoğunlaşan Yahudi nüfusu üzerine yoğunlaşarak da yapabiliriz, ancak tercihimiz dünyanın hem en önemli Yahudi yerleşim merkezlerini ve bu arada “vaat edilmiş topraklar”ı barındıran Osmanlı’dır. Yazımızın buraya kadarki kısmında Avrupa’nın Yahudi sorununu 19. yüzyılda nüksetmek üzere nasıl çözmeye çalıştığını göstermeye çalıştık. Yaptığımız tarih okumasından çıkardığımız sonuç, Batı’da Ortaçağlar sonrasında yaşanan milliyetçi uyanıştan ve bu yükselişle beraber feodalizmin çözülüş sürecine Batı Avrupa’da ortaya çıkan iktisadî bunalımdan en fazla zarar gören topluluğun Yahudiler olduğudur. Batı Avrupa, kendi Yahudi sorununu “çözerken” en yaygın yöntem olarak pogromları ve zorunlu göçleri kullanmıştır. Uluslaşma süreçlerinin ideolojik arka planlarında “ulus”ların kolektif bilinçlerini oluşturan tarihsel birlik ve deneyimlerinin belirleyici olduğu ve bu ideolojilerin uluslaşma süreçlerini yeniden şekillendirdiği düşünüldüğünde Yahudilerin uluslaşma süreçlerinin kıyıcı karakterine çok da şaşmamak gerekir. Ancak burada Siyonizmin 20. yüzyılın ikinci yarısında kazanmış olduğu karakteri beş yüz yıl öncesinde bir halkın çektiği acıların doğrudan ürünü olarak göstermek niyetlisi elbette değiliz. Yahudi milliyetçiliğinin doğuşu ve 20. yüzyılın ikinci yarısında artık bir devlet ideolojisi olan Siyonizm adına yapılan eylemler bu anlattığımız tarihsel süreç ile muhakkak bağlantılı olsa dahi ilişki kurulabilecek esas süreç 19. yüzyılın sonunda kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesi ve bu süreçle eş zamanlı olarak Siyonizmin şekillenmesidir.
Siyonizm: Gayri-milli bir Milliyetçilik İdeolojisi
Bir ideoloji olarak Siyonizm üzerine konuşacaksak öncelikle iki husus üzerine söz söylememiz gerekmektedir. Bunlardan ilki Siyonizmin ne olduğudur.
“[…] Siyonist ideoloji, Yahudileri ve onların Yahudi olmayanlarla ilişkilerini gösteren, canlandıran ve tarihlerini yorumlayan dolayısıyla Siyonist akıma anlam veren bir sistemdir. Başka bir deyimle, Siyonist ideoloji Yahudilerin (ya da Yahudi olmayanların) Filistin’de bir Yahudi devleti yaratılmasını normal, meşru ve doğru bulmalarını ve bunu ‘Yahudi sorunu’nun tek çözümü gibi görmelerini sağlar ya da sağlamayı amaçlar.”12
Bajoit’nun tanımının Siyonizmi tanımlamakta yeterli olduğu ve Siyonizme ilişkin tanımlamalarda sıkça rastlanabilen fantastik öğelere yer vermemesi açısından da kullanılabilir olduğunu söylemek gerekiyor. Bajoit makalesi daha doğrusu tebliğinin başlığından da anlaşılabileceği gibi emperyalizm ve Siyonizm ilişkisini incelemeye böyle bir tanım ile başlamakta ve kullanacağı diğer kavramları açıkladıktan sonra önemli bir soruya ulaşmaktadır. Siyonizm, kısa sayılabilecek bir süre zarfında çok çeşitli stratejiler geliştirerek Yahudi devleti stratejisini hayata geçirmiştir ve soru Siyonist ideolojinin bunu nasıl başardığıdır. Bu sorunun yanıtını aramak için tarihe bakmaya devam etmeden önce emperyalizm, Siyonizm ve ulus kavramı üzerine açıklayıcı olabileceğini düşündüğümüz bir parantez açmakta fayda olacaktır.
Yahudilerin ticarette geniş bir etkinliğe sahip olduklarını bir önceki bölümde aktarmıştık. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte ticari etkinliklerini malî sermaye içerisinde yaygınlığa dönüştüren Yahudi burjuvazisinin bir ulusal ideoloji ortaya koymakta oldukça isteksiz davrandığını söylememiz gerekiyor. İsteksizliklerinin en önemli nedeni ideolojilerin büsbütün gerçeklik dışı kurgular üzerine inşa edilemeyeceğidir. Bir örnekle bu durumu açıklayabiliriz: Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki hemen hemen tüm Hıristiyan unsurlar ulusal bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele ederken Osmanlı Yahudi cemaati kendisine has bir ulusal kimlik inşa etmek yerine Osmanlılık ve Türklük kimliklerine sarılmıştır. İlber Ortaylı bu durumu oldukça çarpıcı biçimde aktaran çalışmasında “objektif koşullar”ın eksikliğinden bahsetmekte ve “Bu etmenler, muazzam fiziki yaygınlık ve kültürel ve linguistik çeşitlilik, diğer etnik gruplarda olduğu gibi ulusalcı bir Yahudi hareketinin doğuşuna kolayca yol veremezdi”13 demektedir. Bu “eksiklikler” yalnız Osmanlı Yahudilerine has değildir. Bu durum, elbette yalnız Osmanlı Yahudilerini değil, tüm Yahudileri de betimler niteliktedir. Objektif koşulların eksikliğine ek olarak Yahudilerin yalıtık yaşamlarının yarattığı olumsuz etkinin de üzerine düşünülmesi ve Osmanlı bünyesinde ulusal bilince önce ulaşan Hıristiyan unsurların rakibi olan Yahudilerin, birbirlerinin ulusal hareketlerini destekleyen bu “Hıristiyan kardeşliğinin” dışında kalmış olmalarını da saymak gerekebilir. Varmak istediğimiz nokta açısından değer taşıdığı için bir kez daha vurgularsak; Yahudilerin uluslaşma yönünde bir dinamik geliştirmelerinin önünde objektif bazı kısıtların olduğunu söylemiş oluyoruz. Bu eksikliklerin çok uzunca bir süre için ve aslında hâlâ kapanmadığını düşünecek olursak Siyonizm adını verdiğimiz ulusal ideolojinin nasıl olup ortaya çıktığı sorusunun yanıtı önem taşımaktadır. Burada Aydemir Güler’in, Stalin’in dil, toprak, ortak iktisadî yaşam ve kültür ortaklığı temelinde ve bu öğelerin birlikteliğini vurgulayarak yaptığı ulus tanımını “temel sistematiğini bozmayacak biçimde” bir esnetmeye tâbi tutmasının bizim örneğimiz açısından oldukça önemli olduğu kanısındayız. Zaten Güler, kendi çalışmasında da söz konusu “düzeltme”ye örnek ve bir anlamda da “gerekçe” olarak İsrail Yahudilerini göstermektedir.
“Öğelerden (dil, toprak, ortak iktisadî yaşam ve kültür ortaklığı-GM) kimilerinin eksikliğini, bir diğerinin “aşırı” gelişkinliği kapatabilir.
Örneğin, kimse İsrail Yahudilerinin bir ulus haline geldiklerini reddedemeyecektir. Hangi tarihte bu nitelemeyi hak ettiklerini saptamaya uğraşmak yerine emperyalist stratejilerle çakışan siyasal faktörün ‘açık kapattığını’ görmek yeterli olacaktır.”14
Görmek istediğimiz nokta tam da Güler’in formüle ettiği çakışmadır. Buradan çıkarabileceğimiz sonuç, Siyonizmin tanımında olmazsa olmaz öğe, emperyalist vektörle yaratılan çakışma ve zamanla bu vektörün bileşenlerinden biri haline gelme halidir. Yukarıda ideolojilerin tümden kurgu olamayacağı yönünde bir vurgu yapmıştık. Oysa Hobsbawm için Siyonizm, “yirminci yüzyılın standart ulusal programı”nın bir “aşırı yorumu”dur. “Çünkü bir ülke almayı, bir dil icat etmeyi ve tarihsel birliğini münhasıran bir din pratiği içinde oluşturmuş bir halkın siyasî yapılarını laikleştirmeyi içermekte[dir].”15 Bu tarifin ayaklarının büsbütün havada kalmamasının, tanımdaki “şimdi” ile bağı kopuk gelecek kurgusu karşısında afallamamasının koşulu bu ulusal ideolojinin varlık zemini olarak kendisine egemen güçlerle kurulan ilişkiyi seçmiş olmasıdır. Burada atlamamamız gereken ve belirtmezsek yazımızda bir eksikliğe tekabül edecek husus Siyonizmin sosyalist hareket ile kurmuş olduğu ilişkidir. Bu başlığı bir başka yazının konusu olmak üzere bırakıyoruz… Bu ilişkinin geçici bir süre temin edilebildiğini söylemek gerekir. Ancak Yahudilik bilincinin oluşmasında, en azından başlangıç aşamasında sosyalist Yahudilerin etkisinin olduğunu söylemek gerekir. Örneğin, Yahudilerin kullandığı dillerin standardize edilmesi konusunda girişim marksist Yahudilerden gelmiştir. Parantezi burada kapatabiliriz.
Elbette Siyonizm üzerine söyleyeceklerimizi tüketmiş değiliz. Pek çok araştırmacı ve tarihçi tarafından “biricik” (unique) olarak nitelenen bu milliyetçi ideoloji ile emperyalizmin bölgesel ve evrensel çıkarları arasındaki çakışmayı görebilmek için bu ideolojinin “tarihine” dönüp bir bakmak gerekiyor.
Yahudilerin, diğer etnik unsurlarla kıyaslandığında, ulusal tepki geliştirmekte oldukça gecikmiş olduğunu kaydetmiştik. Osmanlı’nın ulusal tepki geliştirmekte en geç davranan iki unsurunun Türkler ve Yahudiler olduğu sıklıkla söylenmektedir. Osmanlı Yahudileri ve Türkleri bağımsız birer Yahudicilik ya da Türkçülük ideolojisinden ziyade kendilerini Osmanlıcılıkla ifade etmeye çalışıyorlardı. Yahudilerin kendilerini merkez alan asimilasyonist bir politika izlediğini söylemek mümkün görünüyor. Türklerin henüz kendilerini Türk olarak ifade etmedikleri bir dönemde Yahudilerin “Türklük”e sarıldıklarını görüyoruz. Ortaylı, bunun bir işareti olarak Osmanlı’daki Yahudi cemaatine dönük eğitim yapan eğitim kurumlarının en başta da Alliance Israélite Universelle (AIU) okullarının ders programlarını incelemeyi önermektedir. 19. yüzyılda gayrimüslim okullarında Türkçe’yi zorunlu dil haline getiren bir uygulama başlatan merkezi hükümetin bu yeni düzenlemesine Yahudi okulların hızlıca uyum sağladıklarını ve Alliance Israélite Universelle’in öğrencilerine yalnız Türkçe değil, Türk tarihi, edebiyatı ve Türkiye coğrafyası derslerini de göstermeye başladığını biliyoruz. 24 Nisan 1900’da Osmanlı Yahudi cemaatinin lideri olarak Moşe Halevi’nin damga ve imzasını taşıyan bir dilekçenin Adliye ve Mezahib Nezareti’ne verildiği ve dilekçede, lisan-ı Osmanî’nin Osmanlı Yahudiliğinin lisan-ı millî’si olarak kabul edilmesi istenmektedir. Hatta bu konuda geçişi düzenlemesi için Tamim-i Lisan-ı Osmanî Komisyonu kurulduğu bilgisi de dilekçededir.16 Bunun yanı sıra bu dönemde yüksek bürokrasi içinde de Yahudilerin var olduğu bilinmektedir. Özellikle 2. Meşrutiyet sürecinde ve sonrasında İttihat ve Terakki içindeki Yahudi etkinliği artık tüm açıklığı ile bilinmektedir. Talat Paşa’nın Alliance Israélite Universelle mezunu olduğu bilinenler arasındadır. Bu esnada Yahudiler ticaret merkezlerinin yanı sıra Suriye vilayetine bağlı Filistin’e yerleşmeye başlamışlardı. Özel olarak Filistin’e yerleşen Yahudiler, Osmanlı Yahudi cemaatinin ortalama eğilimlerinden farklı olarak bir ulus bilinci sergileyen, kendilerini Siyonist sıfatı ile tanımlayan Yahudilerdi ve bu Yahudiler Filistin’de yalıtık bir iktisadî alan oluşturmaktaydı. Başlangıçta bu eğilime karşı bir dirençle karşılaştıklarına ilişkin bir bulguya ulaşamıyoruz. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde Kautsky’in yukarıda anmış olduğumuz Türkiye Yahudilerinin aynı dönemde diğer Yahudiler arasında en iyi durumda olan kesim oldukları saptamasının doğruluğu konusunda şüphemiz kalmamaktadır. Bu noktada Filistin’e yerleşen Siyonist Yahudilerden de bahsetmişken Avrupa’daki durumu aktarmamız sanırız hem bu yargımızı doğrular nitelik taşıyacaktır hem de Siyonizmin doğuşu ve emperyalizm arasındaki kuvvetli bağları sergilememize yardımcı olacaktır.
Kapitalist genişlemeyle beraber tekrar Avrupa’da kendilerine yer bulan Yahudiler için 19. yüzyıl’ın ikinci yarısı ve özellikle son çeyreği tam bir geriye dönüş niteliği taşımaktadır. Avrupa’da Yahudi nüfusun yoğunlaştığı hemen her ülkede, özellikle de Avusturya’da, Almanya’da anti-semitizm hızla yükselmekte, halkların hapishanesi Rusya’da Yahudilere karşı pogromlar düzenlenmekteydi. 1895’te Fransa’da meydana gelen Dreyfus vakası yükselen anti-semitizmin göstergelerinden sadece bir tanesiydi. Bunun yanı sıra hem Yahudi sermayesi, tekelci “rekabet” koşullarında Avrupa’dan uzaklaştırılmak istenmekte, hem de Yahudi olmayan Avrupa işçi sınıfı ve orta sınıflar “milli” egemen sınıflarının teşviki ile kapitalizme duydukları tepkiyi Yahudi sermayesine yönlendirmekteydi. Yahudi işçiler ise çoğunlukla kendilerini sosyalist hareketin bir unsuru olarak görmekte, ancak yine de paylarına bu dönemde ayrımcılık düşmekteydi. İşte böyle bir atmosfer Yahudileri Yahudi sorununun çözümünü başka bir noktada aramaya itti. Siyonizmi siyasî bir doktrin haline getiren köşe yazarı Dr. Theodor Herzl, kendisinden daha ünlü hale gelmiş kitabı Der Judenstaat’ta (Yahudilerin Devleti) “yerküre üzerinde bir ulusun meşru ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek genişlikte bir toprak parçası üzerinde Yahudilere egemenlik verilmesi” gerektiğini yazmıştır. Yehudah Alkali, “Bizler, bir halk olarak haklı bir biçimde yalnızca İsrail toprakları üzerinde İsrail olarak tanımlanırız” demektedir. “Avrupalı Yahudilerin kendi kimliklerini koruyarak yurttaşlığa tam sahip olamazlarsa, tek çözüm buna kavuşacakları bir yer bulmaktır.”17
Avrupa’nın bir kez daha Yahudi sorununu Yahudilerden kurtulmak yöntemiyle çözme denemesi, Avrupalı Yahudiler arasında pek az destekçisi olan ve arkaik bir özlemi yansıtan “vaat edilmiş topraklara dönüş” fikrinin ete kemiğe bürünerek bir siyasî program etrafında cisimleşmesini sağlamıştır. Pek çok kaynağın belirttiği üzere Herzl ile başlayıp sonrasında İsrail’in ilk devlet başkanı Ben Gurion ile devam eden süreçte klasik Siyonizm pek çok kaynağın belirttiği gibi belli başlı esaslar üzerine kurulmuştur. Bajoit’dan yardım alarak bu programı beş ana maddede özetleyebiliriz:
i.Yahudilerin zorla çıkarılmış oldukları vaat edilmiş topraklarda kendi ulusal bütünlüklerini oluşturmaya yetecek bir devlet talebi doğal ve tarihsel olarak meşru bir haktır.
ii.Yahudi devletinin kurulması Yahudi sorununa tek gerçekçi çözümdür.
iii.“Halksız bir toprağın”, “topraksız bir halka” verilmesinde bir sakınca yoktur ve herhangi bir ciddi sorun yaratmayacaktır.
iv.Siyonizm, aynı zamanda bir kalkınma projesidir. Bu kalkınma projesi, ekonomik ve kültürel gelişmeyi sağlarken, aynı zamanda siyasal demokrasinin ve toplumsal adaletin de temeli olacaktır.
v.Siyonizm -dönemin prestij sahibi olmaya çalışan her siyasî akımı gibi- sosyalist bir harekettir. Yahudi Emeği üzerine inşa edilecek bir İsrail devletini hedef alır ve bu devlet (iv)’de özetlediğimiz karakterde olacaktır.18
Bu beş madde Siyonizmin ajandasını özetler niteliktedir. Burada okuyucunun dikkatini Herzl’in “egemenliğin verilmesi” vurgusuna çekmek istiyoruz. Herzl, yerküre üzerinde yeterli bir bölgenin egemenliğinin Yahudilere verilmesini istemektedir. Tüm dünyanın yeniden paylaşılmaya hazırlandığı ve hemen her etnik unsurun tarihsel iddia taşıdığı topraklarda örgütlenip mücadele vererek ulusal kimliğini ve bağımsızlığını kazandığı bir ortamda bu talebin muhatabı kimdir? Bu talebin üç muhatabı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar, Almanya, İngiltere ve Osmanlı’dır.
Osmanlı’nın “hasta adam” haline gelmesi ile birlikte Osmanlı’nın Arap coğrafyasındaki toprakları büyük devletlerin iştahını kabartmaya başlamıştır. Bunda elbette dünyayı paylaşma yarışına giren Avrupalı kapitalist devletlerin söz konusu topraklardaki jeostratejik hesapları etkilidir. Filistin burada Yahudi sorunu ile olan bağı göz önüne alındığında hep önemli bir pozisyonda yer almıştır. Fransa henüz Katolisizmin şampiyonu olmadan önce, Napoleon’un 1797-1799 arasında bir yandan Yahudilere diğer yandan Müslümanlara büyük vaatlerde bulunarak ve sonucunda her iki dinin (ideolojinin) de bayraktarlığını üstlenerek yapmış olduğu açılım bir başlangıç niteliğindedir. Yeni bir aşamaya geçme sancıları çekmeye başlayan kapitalist sistem içerisinde hegemon güç olarak İngiltere’nin 1838 yılında Kudüs’te bir konsolosluk açması ile büyük devletler özellikle de İngiltere sürecin birincil muhataplarından biri haline gelmiştir. 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılışı ve ardından İngiltere’nin Kıbrıs ve Mısır’ı işgali ile özellikle bölgedeki emperyal ağırlık iyiden iyiye artmıştır. Emperyal ağırlığa paralel olarak Avrupa’nın önemli Yahudi sermayedarlarının da bölge üzerine gölgeleri düşmeye başlamıştır. İngiltere’nin bölgeye olan ilgisi bilinmekle beraber, gecikmiş bir büyük kapitalist güç olan Almanya’nın Yahudilerle olan ilişkisi genelde 20. yüzyılda Yahudi sorunu konusunda hafızaların sıfırlanmasına yol açan Nazi politikasının gölgesi altında kalmıştır.
Filistin sorunu üzerine çok sayıda makalesi bulunan ve Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde gazetecilik yapan Klaus Polken, meselenin bu bölümüne ilişkin muazzam bilgilendirici makalesi Siyonizm ve Kayser Wilhelm’e “Herzl, Der Judenstaat’ı yazdıktan sonra, Siyonist hareket hedeflerine ancak bir ya da daha fazla emperyalist gücün yardımıyla ulaşabileceklerinin bilincindeydi” diyerek başlıyor ve hemen ardından böylesi bir durumda emperyalistler arasındaki stratejik farklılıkların Siyonizm açısından kaçınılmaz biçimde büyük öneme sahip olduğunun altını çiziyor.19 Dönemi anlamak için Siyonist hareket ile gecikmiş emperyalist güç Almanya arasındaki ilişkinin analizi oldukça yüksek değerdedir. Çünkü Siyonist hareket, doğum yılları olan 1896 – 1917 yılları arasında İngiltere ve Almanya arasında süren rekabette açık biçimde Almanya’dan yana tavır almıştır. Ancak tahmin edileceği gibi bu dönem zarfında Siyonist hareket içerisinde de İngiliz yanlısı ve Alman yanlısı bir taraflaşma yaşanmıştır. Burada kastımız söz konusu dönemde başta Herzl olmak üzere “pro-Cerman” unsurların hareket içerisinde baskın olduklarıdır. (“Pro-Britiş” unsurların başını da Haim Weizmann çekmektedir.) Siyonist hareketin “Kutsal Toprakları” hâlâ sınırları içerisinde barındıran Osmanlı’yla kurduğu ilişki de bu Almancı damar tarafından şekillendirilmektedir. Osmanlı’nın da aynı dönemde Almancı bir yönelim içerisinde olduğu bilinmektedir.
Burada yanıtsız bırakacağımız bir soru sormak anlamlı olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almancı olmasından dolayı mı Siyonist hareket Kayser üzerinden Filistin’e uzanmayı denemektedir; yoksa Siyonist hareket Almancı olduğu için mi Osmanlı Almancıdır? Bu açıkçası tarihimizde basit bir sorudan fazlasını ifade etmektedir. Sorumuzu sorduğumuza göre devam edebiliriz.
Almanya, demiryolları vasıtasıyla Osmanlı’da etkinliğini artırmış durumdadır. Almanların hayata geçirdiği Bağdat Demiryolu Osmanlı iktisadî sisteminde Deutsche Bank’ın baskın hale gelmesinin yanı sıra, Almanya’nın Orta ve Yakın Doğu’ya girişi anlamına da gelmiştir. Bu iktisadî ve siyasî açılımı, Kayser Wilhelm, güçlü bir Yahudi politikası ile desteklemiştir. Napoleon’un yukarıda anmış olduğumuz politikasına benzer bir niteliktedir. (Dikkat edilmesi gereken şudur ki etkin bir Yahudi politikası aynı zamanda Doğu Avrupa ve Rusya’da da söz sahibi olmak anlamına gelmektedir.) İkinci Siyonist Kongresi’nin hemen ardından İstanbul’a oradan da Filistin ve Suriye’ye geçen Kayser burada Herzl ile görüşmüştür. Herzl için Kayser “aynı dilden konuştukları bir adam”dır. Herzl, çok kereler Kayser ile sayısız kere de Osmanlı ve Alman elçileriyle görüşmüştür.
Herzl egemenlik verilmesini istediği Der Judenstaat’ta açık biçimde Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’e Filistin karşılığında Osmanlı malî sisteminin düze çıkarılmasını vaat etmekte, Filistin’de Avrupa için Asya’da bir müdafaa duvarı örüp barbarlığa karşı medeniyetin ileri karakolunu kurabileceklerini belirtmektedir. Söz konusu teklif kitabın sayfalarında kalmamıştır. Haziran 1896’da İstanbul’a gelen ve Abdülhamit ve Vezir-i Azam Halil Rıfat Paşa ile ayrı ayrı görüşen Herzl, Filistin karşılığında Osmanlı malîyesini düze çıkaracak 20 milyon sterlin teklif etmiştir. Fakat Abdülhamit, bir karış toprak bile satmayacağını söyleyerek teklifi geri çevirmiştir.20 Söz konusu teklif ve kitabın ardından Birinci (1897) ve İkinci (1898) Siyonist Kongre’de devletleşme açık bir hedef olarak yüzlerce delege tarafından kabul edilmiş ve kuruluşun malî aygıtı olarak gerekli fonları sağlayacak bir bankanın kurulması karar altına alınmıştır. Bu sayede Herzl’in kitabî teklifini ete kemiğe büründürebilecek olan nesnel koşullar da ortaya çıkmıştır. Bu tarihten sonra Siyonistler, Osmanlı’nın müttefiki olduklarını hem iktisadî hem de siyasî olarak gösterme niyetiyle pek çok farklı girişimde bulunmuşlardır. Bunların en ilginçlerinden bir tanesi, 1897 Türk-Yunan Savaşı’nda Alman Siyonistlerin Kızılay için yardım toplamalarıdır. Herzl’in izlediği strateji göz önüne alındığında Osmanlı’yı çok yakından etüt ettiği anlaşılmaktadır; çünkü “Yahudi sorununun çözümünü ellerinde tutan majesteleri Sultan”ın en önemli gündemi Osmanlı malî yönetiminin iplerini Düvel-i Muazzama’nın elinden kurtarabilmektir. Bu isteğin farkında olan Herzl, günden güne ağırlaşan malî koşulları fırsat bilerek 1901 yılında yeniden II. Abdülhamid ile bir görüşme fırsatı yakalamıştır. Osmanlı borçlarının çeşitli malî girişimlerle Yahudiler tarafından üstlenilmesi karşılığında Abdülhamid’in bir ferman yayınlayarak, Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerini güvence altına almasını ve Osmanlı yasalarına göre çalışacak ve Yahudilerin bölgeden toprak satın almalarını sağlayacak bir arazi şirketi kurulmasına izin verilmesini istemiştir. Bu kez de Herzl’in Yahudilerin bonkörlüklerini göstermeleri için öncelikle fermanın yayınlanması gerektiği konusundaki ısrarı nedeniyle Siyonist plan suya düşmüştür. Ancak Abdülhamid’in Herzl’i Osmanlı ile Yahudi finans çevreleri arasında bir aracı olarak kullanabileceği şeklinde bir kanısı olduğu düşünülmektedir.21 Buradan yola çıkarak Herzl ve Abdülhamit arasındaki ilişkinin devam etmiş olduğu sonucu çıkarılabilir. Kaldı ki bu dönemde projeler isimlendirilmemiş olsa dahi bölgedeki Yahudi nüfusun bir hayli arttığı bilinmektedir. Yalçın Küçük’ün, Abdülhamid’in İslamcılar tarafından “anti-semitik gösterilmesine” itirazının arka planında da bu argüman vardır:
“Filistin’de Yahudilerin yerleşme tarihi Abdülhamit’in dönemidir. İsrael’in kurucuları Osmanlı toprağı Filistin’e en çok Hamid ve Jön Türk iktidarlarında yerleştiler. Kesin rakam yok, 1882-1903 döneminde 20 binle 30 bin arası Yahudi Osmanlı toprağı Filistin’e göç etmiş… 1904-1914’te 40 bin asıl kurucu bunlardır. Ben Gurion kimdir? İsrail’in kuruluşunu ilk ilan eden başbakandır. Kimin zamanında Filistin’e gitmiştir? Rusya topraklarından ve Abdülhamit zamanındadır.”22
Bu esnada pro-Britiş Siyonistler de boş durmamaktadır. Örneğin, Alman etkisinin en fazla hissedildiği bir dönemde dahi Dördüncü Siyonist Kongresi Londra’da toplanmıştır. Ancak öyle ya da böyle Siyonist hareket içinde Alman etkisi 1917 yılına kadar devam etmiştir. Ancak 1917 itibariyle Almanya’nın Dünya Savaşından yenik ayrılacağı kesinleşmiş durumdadır üstüne üstlük galip cenahın esas oğlanı İngiltere Yahudi politikası konusunda eli boş durmamaktadır. İngilizci Siyonistlerin çalışmaları sonuç vermiş ve İngiltere artık aslan payının kendisine düşeceği belli olan Ortadoğu’ya ilişkin oldukça cüretli bir adım atmıştır. 1917 yılının Kasım ayında İngiltere, Balfour Beyannamesi ile Yahudilere Filistin’de bir ulus-devlet kurmaları için teşvik sözü vermiş oluyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un “Yahudilerin bölgedeki yerleşiklerin haklarına zarar vermemeleri koşuluyla Filistin’de bir ulusal vatan kurmalarına izin verilecektir” açıklaması, Siyonist hareket içinde bir dönemin kapandığının da işareti oluyordu. Bu sayede Siyonizmin en temel tezlerinin pek çoğu emperyalist şemsiyenin altında hayata geçmeye başlamış oluyordu.
1922 yılına geldiğimizde Milletler Cemiyeti Osmanlı Suriyesi’ni parçalayarak İngiltere ve Fransa arasında pay eden bir karara imza atıyordu. Bu karara göre İngiliz yönetimine verilen topraklar Filistin ve Ürdün olarak ikiye ayrılıyordu. Ancak daha henüz manda yönetimi Milletler Cemiyeti’nde oya sunulmuşken, Filistin, Filistinliler ile Yahudiler arasındaki çatışmalara sahne oluyordu. Burada atlamamamız gereken nokta; İngilizlerin bölgede manda yönetimini kurduğu dönemde ve sonrasında Siyonist hareketin sertlik yanlısı uzlaşma kabul etmeyen “revizyonist” yorumunun ortaya çıkmasına kadar Araplar arasında anti-semitizm hiç de yaygın değildi. Yahudi devletine yaklaşıldıkça bölgede dağınık olarak yaşayan Yahudiler Arapları çok farklı vesilelerle kendilerine karşı kışkırtmışlardır. Söz konusu durum Yahudilerin bölgedeki durumlarının meşrulaştırılması için muazzam bir işlev görmüştür. Siyonizmin yaratmaya çalıştığı “Küçük Davut Arap Golyat’a karşı” izlenimi, hem Siyonist tarih yorumu ile uyum içindedir, hem de uluslararası meşruiyetin dayanağı olarak görünmektedir.
Yüzyılın başından o döneme kadar devam eden İkinci Göç’e rağmen 1922 yılında Filistin’in toplam nüfusu içinde (750 binden biraz fazla) Yahudilerin payı 11’di (83.790)23 . Ancak bu nüfusu küçümsememek gerekiyor, zira Ben Gurion’un biyografisinin yazarı Micheal Bar Zohar, bu nüfusun en yeni gelen bölümüne ilişkin “Kimdi bu kişiler ve neler yaptılar?” sorusuna şu şekilde yanıt veriyor:
“Ben Gurion bunlardan biriydi. 1906’da geldi. Bu grup Yahudi devletinin temelini attı altyapısını oluşturdu. Histardut’u (Yahudi İşçi Sendikaları Konfederasyonu), Kipad Holim (sağlık kuruluşları), Kibbutz (kolektif çiftlik), Moşav (kolektif zirai çiftlik), Haşomer’i (sosyalist gençlik örgütleri) ve Yahudi savunma örgütünün nüvesini oluşturdular. Bu daha sonra kurulan her şeyin temeliydi.
Bütün bunları yapanlar çok genç çocuklardı. Ben Gurion 20 yaşındaydı mesela. Bazıları 16 yaşındaydı. Siyonizmi sosyalist teori ve öğretilerle kaynaştırdılar. Rusya’dan 1905’teki ilk devrimden sonra gelenler sosyalizm fikrini beraber getirmişlerdi. Ama oluşturdukları daha insani ve daha Yahudi bir sosyalizmdi.”24
İngiliz manda yönetiminin amaçlarından bir tanesi de Balfour Beyannamesi’nde Yahudi göçünün sürekliliğini ve göçmenlerin iskanını sağlamak olarak ifade edilmektedir. Kaynakların merkeze aktarılmayan önemli bir bölümü bu nedenle çıkan güvenlik problemlerini gidermeye ayrılıyordu. Owen ve Pamuk, 1920’li ve 30’lu yıllar süresince toplam harcamaların 58’inin yönetim ve asayiş alanlarına ayrıldığını, eğitim ve sağlığa ayrılan payın ise ancak 10-12 olduğunu bildiriyorlar. Göçmenlerin iskan politikası, toprakların Yahudiler tarafından satın alınması ilkesine dayanıyordu ve bu alım-satım işlerinde Yahudilerin çıkarlarını koruyacak Jewish Agency’nin onayının aranması gerekiyordu. İngiltere, bölgeyi Yahudilere terk etmeden önce sanayileştirmek gibi bir temel ilke etrafında manda yönetimini seferber etmişti. Filistinliler, manda yönetiminin Yahudi çıkarlarına öncelik tanımasına isyan etmekte gecikmedi. 1929’da ilk büyük İngiltere ve Yahudi karşıtı kalkışma gerçekleşti. Bu kalkışma sonrasında İngiliz yönetimi, Filistinlilerin durumlarını düzeltecek bazı önlemler alma yoluna gitti. Bu önlemler ise hızla artan Yahudi göçü karşısında etkisiz kaldı. Yalnızca 1936 yılında 40 bin civarında Yahudi’nin Filistin’e göç ettiği biliniyor. Bu hızlı artışın sebebi ise Almanya’da Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi’nin iktidara gelmesidir. Yine Owen ve Pamuk’un aktardığına göre 1939 yılında 1,5 milyona ulaşan Filistin nüfusunun içinde Yahudilerin sayısı 450 bine ulaşmıştır.
Emperyalist yönetimin hesabının tutmamış olması, 1936’da başlayan ve 1939’a kadar sürecek olan ilk intifadanın yolunu açtı. İngilizler bölgenin sürükleneceği kaostan çekindikleri için kendilerinin Kudüs ve en önemli iktisadî merkez olan Yafa’yı ellerinde tuttukları bir plana mukabil 1937’de iki devletli bir çözüm önerisi getirdiler. Ancak söz konusu öneri hem Filistinlilerce hem de Ben Gurion dışındaki Yahudi liderlerce reddedildi. Bu önerinin reddedilmesinin ardından, İngilizler isyanı kanla bastırdılar. 1939’da toplanan Saint James Konferansı ile İngilizler, Yahudi göçünü durdurmayı ve Yahudilere yeni toprak satışlarını yasaklamayı öngörüyordu. Dünya’da hegemon emperyalist güç değişmeye yüz tutarken uluslararası Yahudiliğin de merkezi değişiyordu. İngilizler aynı zamanda tümüyle Filistinlilerden yana bir tavır alarak hem bölgeden “kazasız” biçimde ve belki geçici olarak çekilişini ilan ediyor, hem de Filistinlilere karşı gerçekleşecek Yahudi saldırılarının önünü açmış oluyordu.
Siyonist hareket, mevcut stratejide karanın görünmesi üzerine yeni strateji belirlerken bir takım çatlamalara uğradı. Klasik Siyonist yaklaşımı yetersiz bulanlar “revizyonistler” adı altında Jabotinsky etrafında toplandılar. Jabotinsky de tıpkı Ben Gurion gibi 1905 sonrası Rusya’dan göçen bir Yahudiydi. Bunun dışında Ben Gurion’un İngiliz yönetimine karşı gün geçtikçe silahlı mücadeleye yakınsayan muhalefetine karşı olan Haim Weizmann ise bu birbirinden şahin iki Siyonizm yorumunun yanında güvercini temsil ediyordu. 1942 yılında Klasik Siyonizm neredeyse revizyonistlerin programına yakın bir programla (Jabotinsky 1940 yılında öldü) hedef büyütmenin zamanın geldiği tespitini yaptı. Ben Gurion önderliğindeki Yahudi saldırganlığı Filistin’de resmen bir işgale başlamış oldu. 1947 yılında ise Birleşmiş Milletler’de Arapların muhalefetine karşın İsrail Devleti tanındı. Bundan sonra ise Hitler’in toplama kamplarından kurtulan Yahudiler, hızla İsrail’e taşınmaya başladılar. İsrail’in hemen her kademeden yöneticileri, göç için dünya Yahudiliğine çağrıda bulunuyorlardı. Herzl’in dediği gibi İsrail Batı çıkarları için bir müdafaa duvarı olarak oluşuyordu.
Dipnotlar ve Kaynak
- John M. Hobson, Eastern Origins of Western Civilization (Batı Uygarlığının Doğulu Kökenleri), Cambridge: Cambridge University Press, 2004. Hobson’un, kapitalizmi Avrupa medeniyetinin en büyük eseri olarak resmeden ve bu güzel resmi Avrupa’nın ontolojik üstünlüğüne dayandıran bakış açısını eleştirdiği bu eserinde, ciddi sıkıntılar olduğunu söylemek gerekiyor. Avrupamerkezci “ârî Batı” imajını sarsmaya çalışırken kullandığı çerçeve ile Avrupamerkezci bakış açısının kendisini kurduğu çerçeve arasındaki benzerlik çalışmanın taşıdığı en büyük sıkıntı olarak görünmektedir. Buna rağmen Hobson’un özellikle din ve medeniyet olarak İslam hakkında kitabında aktardığı ayrıntılar dikkat çekicidir. Bu kitabı burada özel olarak anışımızın nedeni söz konusu tartışmanın günümüzde farklı meseleler üzerinden devam ettiğini gösterebilmektir.
- Fernand Braudel, Maddi Uygarlık– Mübadele Oyunları (çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Ankara: İmge Kitabevi 2.Baskı, 2004, s. 137
- Karl Marx; Early Writings içinde On Jewish Question, Londra: Penguin Books, 1975, s. 236. Vurgular yazara ait.
- Tom Bottomore, A Dictionary of Marxist Thought Cambridge: Basil Blackwell Publisher Ltd., 1983, içinde Julius Carlebach tarafından kaleme alınan “Judaism” maddesi, s. 244–246
- Özellikle Arap Yarımadası’nda Yahudilerin durumuna ilişkin ve daha detaylı bilgi için bkz. İslam Ansiklopedisi, Yahudiler maddesi, cilt.13, Eskişehir: MEB Devlet Kitapları, 1997, s.339–342
- Göç, özellikle de zorunlu göç insanlık tarihinin en acıklı sayfalarını aralayan toplumsal olayların ilk sıralarında yer alıyor. Yahudiler ise aşağıda anacağımız nedenlerle pek çok kereler göç etmeyi “tercih ediyor” ya da göç etmeye zorlanıyor. Yahudiler, İngiltere’den 1290’da Almanya’dan 1348 ve 1375’te, Fransa’dan 1394’te, Portekiz ve İspanya’dan 1492’de (İspanya’da 1391 yılında Yahudilerin yaygın biçimde ve katliamların eşlik ettiği bir süreçle din değiştirilmeye zorlandığını biliyoruz. Bunun dışında Yahudilerin 1492’de İspanya’dan sürgün edilmesi bizim tarihimiz açısından da büyük öneme sahip), 1493’te Sicilya’dan göç etmeye zorlanıyor. Bu liste çok daha kalabalık biçimde yeniden hazırlanabilir. Bu listenin amacı, Yahudileri hedef alan zorunlu göç uygulamalarının ne denli yaygın olduğunu göstermektir.
- Fernand Braudel, Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Phillip II – c.2, Londra: Harper&Row 1973 sf. 816
- Immanuel Wallerstein, Modern Dünya Sistemi – Kapitalist Tarım ve 16. Yüzyılda Avrupa Dünya-Ekonomisinin Kökenleri, İstanbul, Bakış Yayınları, 2004 sf.150Bu süreçlerin tamamını burada detayları ile tartışmanın olanağı bulunmuyor. Wallerstein, bu eserinde merkezi devletlerin ortaya çıkışını oldukça doyurucu biçimde ve zengin örneklerle süsleyerek anlatıyor. (s.147-166) Bunun dışında ilgili başlıklarda Perry Anderson’un dilimizde bulunmayan Doğu ve Batı’da mutlakiyetçi devletin kökenlerini ayrı ayrı incelediği Lineages of the Absolutist State isimli eserine, Ellen M. Wood’un bu başlığında dahil olduğu “kapitalizme geçiş” tartışmalarının dişe dokunur unsurlarına ilişkin kaleme aldığı ve marksizm içinden ya da dışından gelen “kapitalizmin doğuşu” yorumlarını yetkin eleştirilere tâbi tuttuğu Kapitalizmin Kökeni–Geniş Bir Bakış kitabına ve Hobsbawm’ın Çağlar serisine başvurulabilir.
- Wallerstein, agy., s.163–164
- Braudel, agy., s. 817. Braudel, bu eserinde Osmanlı’ya ilişkin kısıtlı tartışmalar yapmaktadır. Örneğin, feodalizmin krizi sonrasında Yahudilerin İtalya’da korunaklı bir ekonomik yapı bulduklarını ve buraya göçlerinden bahsederken, Osmanlıya olan göçü benzer şekilde gerekçelendirmemektedir. Aynı şekilde 16. yüzyılda yaşanan iktisadî gelişmenin Yahudileri Kuzey’e sevk ettiğini söylemekte ancak benzer bir cazibe merkezinin de Levant (Doğu Akdeniz ülkeleri) olduğu sonucuna ulaşmayı yukarıdaki sayıları aktararak okuyucuya bırakmaktadır. Yazar, kitabının İngilizce basımının önsözünde zaten bu eksiklik hususunda okuyucuları uyarmakta ve Osmanlı’dan “tarih-yazımının başat problemlerinden biri” ve “ürkütücü bir belirsizlik bölgesi” olarak bahsetmektedir. (agy., c.1, s.13) Yeri gelmişken söylemek gerekirse, Avrupa’dan Yahudilerin sürülmelerinin ve katliamlara uğramalarının sonucu olarak Yahudilerin yaygın biçimde göç ettikleri bir başka bölgenin ise Amerika kıtasının güney bölümü olduğunu biliyoruz. Ancak biz bu yazımızda söz konusu nüfus hareketinin bu bileşenini incelemeye tâbî tutmayacağız.
- Karl Kautsky, Are the Jews a Race? Bölüm 7: Anti-Semitism, http://www.marxists.org/archive/kautsky/1914/jewsrace/index.htm
- Guy Bajoit, “Siyonizm ve Emperyalizm”, Siyonizm ve Irkçılık içinde (çev. Türkkaya Ataöv), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları, Mart 2005, 2.Basım, sf.143.
- İlber Ortaylı, Ottoman Studies içinde “Ottomanism and Zionism During the Second Constitutional Period, 1908-1915” İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ekim 2004, s.24. Bu konuya ilişkin ayrıca bakınız İlber Ortaylı, agy., “Ottoman Jewry and the Turkish Language”.
- Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek – Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun İstanbul: Dünya Yayıncılık, Haziran 2001, s.29-30, (Vurgular yazarın.)
- Eric Hobsbawm, Sermaye Çağı: 1848-1875, (çev. Bahadır Sina Şener), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, Temmuz 2003, s.104. Dikkat edilirse burada Hobsbawm, Siyonizmi milliyetçi ideolojilerin standart programının bir uç yorumu olarak değerlendirmektedir. Siyonizmi tümüyle yapıntı “bir uç yorum” olarak değerlendirmesinde Hobsbawm’ın “millet” ve “milliyetçilik” kavramlarını tümüyle gerçeklik dışı olarak anlamasının büyük payı vardır.
- İlber Ortaylı, “Ottoman Jewry and the Turkish Language”, agy., s.5,7-8. Ortaylı’nın dil konusunda ilişkin aktardıkları bununla sınırlı değil. Kısaca Özetleyelim. Yukarıda aktardığımız “türkifikasyon” isteği öncesinde Osmanlı Yahudileri arasında en yaygın dil Judeo-İspanyolca’ydı. Bunun yanı sıra Yahudi cemaat yaşadığı yere göre de oldukça geniş çeşitlilikte dil konuşuyordu. Mezopotamya ve Arap vilayetlerindeki Yahudiler Arapça, Kürtçe, Arami dili, Doğu Avrupa’daki Aşkenaz Yahudileri Yiddiş konuşmaktadır. Ancak hemen hemen tüm büyük vilayetlerde yaşayanlar Sefaradik dili kullanmayı tercih ediyorlardı. Yahudiler, Türkçe kullanımı konusunda isteklerini yayıncılık faaliyetlerine de yansıtmışlardı. Kimi İbrani (Hebrew) karakterlerle basılan Türkçe yayınların yanı sıra Türkçe basılan pek çok yayın vardır. Bununla beraber not edilmesi gereken ilginç deneyimlerden biri de 1915-18 yılları arasında İktisadiyyat mecmuasını çıkaran Moiz Kohen’dir. Ziya Gökalp’in de “hocası” olan Moiz Kohen, Ortaylı’nın dikkat çektiği üzere ismini “Tekinalp” olarak değiştirmiştir. Türkçülüğün en önemli isimlerinden olan Kohen’in kendisine bu adı seçmesi yalnız Türkçe’nin genel kabul gördüğünü değil kültürel bütünleşmenin vardığı boyutun türkifikasyonun derecesinin de tipik olmasa dahi bir göstergesidir.
- Joseph L. Ryan S.J., “Siyonizm Yahudiler ve Yahudilik”, Siyonizm ve Irkçılık içinde. s.45
- Guy Bajoit, agy., s.146
- Klaus Polkehn, “Zionism and Kaiser Wilhelm”, Journal of Palestine Studies, c.4, No.2, (Kış 1975), s.76. Polkehn’in bu makalesi konumuza ilişkin oldukça ilginç detaylar taşımakla birlikte diğer makalelerinde değindiği ve Nazi Almanya’sı ile Siyonistler arasındaki ilişkileri resmeden makaleleri de en azından dilimizde henüz gün yüzü görmemiş oldukça ilginç bilgiler içermekte.
- Mim Kemal Öke, “The Ottoman Empire Zionism and the Question of Palestine (1880–1908)”, International Journal of Middle East Studies, c.14, No.3, (Ağustos 1982), s.330.
- agy., s.331
- Yalçın Küçük, Gizli Tarih, c.1, İstanbul:Salyangoz Yayınları, 2006, s.335. Küçük, Gizli Tarih’te Napoleon Fransası’nın ve Wilhelm Almanyası’nın Doğu politikaları ile bugünkü ABD politikaları arasında bir koşutluk kuruyor. Küçük’e göre Ortadoğu’ya girişin ve talan edişin tarihsel koşulu Yahudilik ve İslam’ın aynı anda temsilcisi olabilecek bir Doğu politikasına sahip olmaktır. “Kayser Vilhelm’den net olarak öğreniyoruz, ip uçlarını Mısır’ı işgal eden büyük Napoleon’da buluyoruz, Orta Doğu’ya giriş bir elde ibraniyet diğer elde islamiyet tutmayı zorlamaktadır. Truman doktrini ve baba-oğul Bush operasyonu da budur.” agy. s. 55
- Roger Owen & Şevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the Twentieth Century, Londra: I.B. Tauris Publishers, 1998, s.57
- Selin Çağlayan, İsrail Sözlüğü, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.90. Bu bölümdeki tarih anlatımı Selin Çağlayan’ın Micheal Bar Zohar ile yapmış olduğu röportaja dayanmaktadır.