James Petras Latin Amerika hakkında sıkça yazan aydınlardan bir tanesi. Çok yazıyor, çok da tanınıyor. Türkçe’ye de düzenli çeviriler aracılığıyla azımsanmayacak sayıda Petras kitabı ve makalesi kazandırıldı. Petras’ın Türkiye’de de tanındığını söylemek yanlış olmaz.
Petras Küba’ya ve Venezuela’daki Chavez iktidarına verdiği destek ve sert Lula ve Morales eleştirileriyle biliniyor. FARC ve birtakım gerilla hareketlerine olan sempatisini de saklamıyor. Geleneksel siyasi yapılara olan mesafesini ise ifade etmekten çekinmiyor. Zaten Petras’ın düşüncelerini zaman zaman içinden çıkılmaz çelişkilerle malul hale getiren de çoğu kez bu mesafenin doğru kurulmaması oluyor. James Petras belki de birtakım gelişmeleri teorize etmekte acele ediyor.
James Petras tutarlı bir anti-emperyalist olduğu iddiasında. Latin Amerika hakkındaki analiz ve gözlemlerini okuyucularıyla anti-emperyalist ve ABD karşıtı bir çerçevede paylaşıyor. ABD hakkındaki saptamalarının merkezinde de imparatorluk-cumhuriyet ayrımı duruyor:
“ABD’de iki ayrı, fakat birbiriyle bağlantılı ‘ekonomiler’ ve devlet faaliyetleri vardır; imparatorluk, çok-ulusluların dünyasını, küresel askeri aygıtı ve imparatorluk yapısına bağlı uluslararası finansal kuruluşları özetler; cumhuriyet (ekonomi) ise ABD’de bulunan devlet kurumları ve imparatorluğa askerler, uzmanlar, vergi dolarları ve pazarlar sağlayan sosyal sınıfları temsil eder. İmparatorluğun gelişimi, ÇUŞ’ların yurt dışındaki faaliyetlerini yöneten ve kâr sağlayan CEO’ları (ve beraberindekileri) zenginleştirirken, değişik yönlerden ulusal ekonomiyi gözle görülür bir şekilde fakirleştirdi.”1
Sözcüklere fazla anlam yüklemeden Petras’ın ne demek istediğine odaklanırsak, imparatorluk-cumhuriyet ayrımı aracılığıyla yazarın aslında emperyalizmin bir özelliğine değinmek istediğini söyleyebiliriz. Bu tanımsal yaklaşımın anti-emperyalist mücadele hakkında yapacağı saptamalar için önemli olduğunu da…
Oysa emperyalist bir devlet için yapılacak böylesi bir kategorizasyon çabasının ciddi sınırları var. Daha başlangıçta imparatorluk ve cumhuriyet arasındaki ilişkiyi tanımlama zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyoruz. Petras da bu zorunluluğun farkında olacak ki, tanımın hemen devamında sistemin imparatorluğun lehine ve cumhuriyetin aleyhine çalıştığını söyleyiveriyor.
Çok uluslu şirketler ile diğer sosyal sınıfları imparatorluk-cumhuriyet ekseninde karşı karşıya koyan Petras, neyse ki, Demokrat-Cumhuriyetçi ayrımını da bu eksen üzerinden anlamlandırmıyor ve ABD’li Demokratları o cumhuriyetin temsilcisi olarak ilan etmiyor. Neyse ki, çünkü bunu yapanlar var…
Yapanların arasında benzer noktalardan hareket edenler de mevcut. Bush’un son seçim mağlubiyeti ve takip eden gelişmelerin önemsenmesi gereken olgular olduğu açık ama Demokratların seçim zaferini zil çalıp oynayarak kutlamak da kendilerine solcu diyenlere yakışmıyor.
ABD siyaseti için doğru veya yanlış bir yorum yapmadığı için, Petras’ın bu ayrımı ne için kullandığı bir ölçüde belirsizleşiyor ve kategorizasyon denemesi işlevsizleşiyor.
Dahası, bu ayrım emperyalizmin belli dinamiklerinin ve sınıfsal karakterinin üzerini örtme tehlikesini içinde barındırıyor.
ABD ulusal ekonomisinin fakirleşmesi vurgusu buna gayet iyi bir örnek oluşturuyor. ABD’de emekçi sınıfların koşullarının geriye gittiğini söylemek ABD ekonomisinin ciddi zorluklarla başa çıkmak zorunda olduğunu belirtmek başka, nasıl tarif edildiği muğlak bir ulusal ekonominin bütünsel olarak fakirleştiğini söylemek başka… Üstelik bu ulusal ekonominin çok uluslu şirketlerin oluşturduğu ekonomik bütünden farklı bir ekonomik düzlemde tanımlandığını da unutmayalım. Bunun nasıl yapılabileceğini anlamak zor. Sermaye hareketleri, kâr ve kaynak transferleri ve hatta bu transferlerden burjuvazi dışındaki sınıfların da sistemin bekası için faydalanmalarının sağlanması gibi emperyalizmin belli başlı dinamiklerini yok saymadan bu ayrımı yapmak imkansız. Bu dinamikleri yok sayarak emperyalizmi doğru analiz etmek ve sonrasında emperyalizme karşı mücadeleyi tüm dünyada işçi sınıfının lehine sonuçlar alınacak bir perspektifle kurgulamak mümkün mü? Pek değil gibi…
Dahası, bir an bu ayrımı kabul etsek ve imparatorluğun cumhuriyet üzerinde kurduğu muazzam baskıdan veya küresel egemenliğin cumhuriyet için katlanılmaz hale gelen maliyetinden söz açsak bile, bu kategorizasyon yine de kullanışlı hale gelmiyor. Çünkü ne bu baskıyı bu ayrımdan yola çıkarak anlatmak mümkün, ne de bu maliyetin getirilerle yan yana konulup sağlıklı ve işe yarar bir şekilde hesaplanması… Petras’ın cumhuriyeti oluşturduğunu varsaydığı sınıfların Bush’u ikinci kez seçmesinin ardından gelecek seçimde örneğin Demokratlar’ı tercih etme ihtimalleri neyi anlatıyor mesela? Köklü bir değişim isteklerini veya ABD’nin küresel hegemonyasından vazgeçme taleplerini mi, yoksa Demokratlar’ın bunu sağlayacak gücü olup olmamasından bağımsız olarak emperyalizmin tepesinde oturmanın nimetlerinden daha az canları yanarak yararlanma arzularını mı?
ABD halkı ve işçi sınıfı ile ABD burjuvazisini elbette hiçbir marksist aynı kefeye koyamaz. Ama sınıflar arasındaki farkı veya daha doğru bir ifadeyle çelişkiyi anlatmak için böylesine dolambaçlı ve yanıltıcı yollara sapmanın yararı ne gerçekten?
İşin ilginç yanı, Petras’ın “geleneksel” bulduğu formülasyonlardan kaçışı bunlarla sınırlı değil ve bunu neredeyse bir yöntem olarak benimsemesi, Latin Amerika hakkında yaptığı saptamalara da damgasını vuruyor.
Petras’ın ABD emperyalizmini incelerken izlediği yöntem, ABD’nin iktisadi durumu ile askeri müdahaleler arasındaki ilişkiyi açıklamakta da yetersiz kalıyor:
“Büyük çaplı askeri müdahaleler ve harcamalar ile ekonomi imparatorluğu arasında ‘mükemmel bir simetri’ de yoktur. Bazen askeri müdahaleler, ABD çok-uluslu şirketlerinin büyümesinden geride kalır, tıpkı 1950’lerin ortasından 1960’ların başına kadar ve sonrasında Hindi Çin savaşlarının sona ermesinden 1980’lerin başına kadar olan dönemde olduğu gibi. Diğer zamanlarda ise tam tersi olur, yani askeri müdahale politik ekonomik gündeme üstün gelir, aynı Kore Savaşı (1950-53) Hindi Çin Savaşı (1965-1974) Reagan çağı (1981-89) ve bugün (2001-) olduğu gibi. İmparatorluk binasının ‘hareketi’ ve ‘yapısı’, ekonomik ve askeri bileşenler arasında doğrusal bir hattı takip etmez. ABD İmparatorluğu’nun son yarım yüzyılının da gösterdiği gibi, bu bileşenlerinden biri ya da diğerine yapılan süreli ve orantısız vurgular, imparatorluğun ölümüne sebep olmaz”.2
Elbette emperyalizmin askeri örgütlenmesi ile ekonomik örgütlenmesi arasında mutlak bir ilişki varolsa da bu ilişkinin her durumda eşit, doğrusal ve eşzamanlı gelişeceğini söylemek mümkün değildir. Petras’ın da belirttiği gibi “mükemmel bir simetri”dense eşitsiz bir alışverişten söz etmek daha doğrudur.
Eşitsizliğin kaynağının sistemin yapısal dinamikleri olduğunu biliyoruz ama sistem bu eşitsizlikle birlikte yaşamayı nasıl becermektedir?
Aslında bu noktada Petras’ın ilişkiyi tarif ederken siyasi ve ideolojik ekseni neredeyse bütünüyle ihmal ettiğini belirtmek gerekiyor. Çünkü emperyalizmin sistemsel hareketini, askeri ve ekonomik yapıların arasındaki doğrusal hat değil, deyim yerindeyse bu hattaki kırılımlar belirler. Esas olan, uyum değil uyumsuzluk, eşit ve homojen bir ilişki değil, eşitsiz gelişen iç gerilimlere sahip bir bütündür. Bu gerilimlerin önemli belirleyenlerinden bir tanesi siyasi ve ideolojik parametrelerdir. Bu nedenle Petras’ın askeri veya ekonomik yenilgilerin tek başlarına emperyalizmin ölümüne yol açmayacağı saptaması doğru olduğu kadar eksiktir de. Askeri bir yenilgi veya köklü bir ekonomik kriz tek başına belirleyici olmayacaktır. Ancak sistemin yenilgisinden veya çözülüşünden söz edeceksek, sistemi oluşturan farklı küreleri birbirine bağlayan iletim kayışlarının işleyip işlemediğine bakmamız gerekir.
Mesela, askeri bir yenilgiyle ideolojik olarak başa çıkabilen ABD sisteminin, bu yenilgiden büyük yara alsa da, geçireceği sarsıntıların beklenildiği gibi büyük olmayacağı gözden kaçırılmamalıdır. Yine yakın bir örnek olarak ABD’nin Irak’ta alacağı yenilgi emperyalizm karşıtları için muazzam olanaklar ortaya çıkarabilir. Ama yine, ABD bu yenilgi ve geri çekilişi, dünyanın farklı coğrafyalarında atacağı adımların da sayesinde siyasi ve ideolojik bir yeniden yapılanma için fırsat olarak kullanmayı başarırsa, işçi sınıfının lehine oluşan yeni bir dengeden söz etmek için acele etmemekte fayda vardır.
Bir adım daha ileri gidersek, belirleyici olanın, emperyalizmin sistemin kritik önemdeki alanları arasındaki ilişkiyi yeniden tesis edememesi olduğu görülür. Emperyalizmin tepesindeki hegemonik güç hareket kabiliyetini yitirdiği anda çözülmeye başlayacaktır. Ancak bu durum elbette tek tek alanlardaki yenilgi veya krizlerle yakından bağlantılıdır. Ama alanların arasındaki ilişkilere ve sistemin genel dinamiklerinin bütününe odaklanan bu yaklaşım her bir alanda zaman zaman karşımıza çıkan yenilgi veya krizlerin neden sistemin geneli için belirleyici olamadığını açıklar.
Benzer bir yaklaşım, emperyalist sistem içindeki hegemonik yapının değişimini analiz ederken de kullanılabilir.
Emperyalist sistemin içinde hegemonyanın el değiştirmesi için dünya ölçeğinde sermaye birikim süreçlerinden merkezi bir değişiklik sinyalinin alınıyor olması elbette bir ön koşuldur. Ayrıca her hegemonik değişim sürecinde, sistemin mevcut kaynaklarından varolan hiyerarşi çerçevesinde sağlanamayacak bir pay talep eden ülke veya ülkelerin ortaya çıkması ve bu durumla bağlantılı ve uyumlu bir şekilde bu ülke veya ülkelerin denetim altına alınamayan askeri bir güce sahip olmaları gerekir. Ama tüm bunları tamamlayacak bir darbe, daha doğrusu ortaya çıkan bu koşulların da yardımıyla yaşanacak bir kırılmanın şiddetli etkisi olmaksızın bir hegemonya devri yaşanamaz. Bu kırılma dünya üzerindeki sınıflar mücadelesini etkileyebilecek şiddette olmalıdır. Herhalde en güzel örnek, 20. yüzyıl başında yaşanan Büyük Ekim Devrimi’dir. Bolşeviklerin emperyalizmin genel bunalımından ve biraz önce adı geçen koşulların da varolduğu bir ortamda iktidarı ele geçirmeleri, tabloyu tamamlamış, emperyalist sistemin liderliğinin Atlantik’in öte yakasına taşınması için ilk önemli adım atılmıştır. Birkaç on yıl sonra faşizmin yenilgisi, süreci tamamlayacaktır.
Petras’ın askeri müdahaleler ile ekonomik yapı arasındaki ilişkiye dair yaptığı doğru teşhis, bir başlangıçtan öteye gidemediği, sistemin bütünsel dinamiklerini gözden kaçırdığı için eksiktir.
Kentlerden Yalnızca Reformizm Mi Çıkar?
James Petras, Latin Amerika ile ABD arasındaki ilişkiyi tarif ederken yine formüle ettiği ayrıma başvurur:
“Washington ABD’nin vergi dolarlarını ABD ekonomik imparatorluğunun gelişimi için harcıyor; cumhuriyeti tüketerek. Politik-askeri imparatorluk yapısı ile yönetim arasındaki doğrudan bağlar, Latin Amerika’da olduğu gibi dünyanın hiçbir yerinde ekonomi imparatorluğu ile bu kadar açık bir şekilde ilişkili değildir. Yaşanan süreç imparatorluk sömürge yönetimine doğru gidiyor.”3
Cumhuriyetin tükenmesi ile ABD ekonomik imparatorluğunun gelişimi arasındaki ilişkinin bu denli doğrudan ve tek yönlü olamayacağından bahsetmiştim. Bu konuya yeniden dönmeye gerek yok.
Ancak ABD imparatorluğunun, Latin Amerika’yı sömürgeleştirme uğraşının benzersiz olduğu iddiasının da oldukça aceleci bir tespit olduğunu söylemeliyim. Dünyanın hangi bölgesindeki işbirlikçi sınıfların, ABD ile daha yakın ve doğrudan bağlara sahip olduğu tartışmasının bize pek bir yarar sağlamayacağı ortada. Hatta bu konuda Petras’ın haklı olduğunu Latin Amerika’nın bu bağlamda dünyanın en önde gelen bölgesi olduğunu kabul edebiliriz de. Ama bir şartla; emperyalizm ile farklı bölgelerdeki ulus-devletlerin arasındaki ilişkilerin neredeyse tamamının bir yeniden düzenlemeye tabi tutulduğunu kabul ederek…
Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte ulus-devletlerin tamamının sisteme bağlanma şekilleri bir revizyon yaşıyor. Sürecin bittiğini söylemek için henüz çok erken. Ne halklar ve emekçi sınıflar pes etti, ne de emperyalizmin bu süreci hiçbir sorunla karşılaşmayacak şekilde sürükleyecek bir kudreti var. Dahası, içinden geçtiğimiz günleri tarif eden yalnızca bu olgular da değil. Belki, emperyalizmin bir kadir-i mutlak güç olmamasıyla bağlantılı olarak, sürecin planlanması konusunda da dünyanın egemenlerinin ciddi problemler yaşadığı ortada. Yeni bir entegrasyon modelini dayatan emperyalistlerin bu modeli bir türlü dört başı mamur bir şekilde tarif edememeleri başka türlü nasıl açıklanabilir ki?
Ama ABD ve müttefiklerinin şanslı olduğu yanlara da eklenecekler var. SSCB’nin varolmadığı bir dünyada, ABD karşıtı bir kutbun eksikliğini hissetmeye devam ediyoruz. Böylesi bir kutbun ortaya çıkacağı coğrafyalardan bir tanesi olan Latin Amerika bu yüzden de önemli.
Latin Amerika’nın dünyanın başka coğrafyalarında pek bulunmayan bir özelliği bu tür bir oluşum için kolaylık da sağlayabilir. Kıta halklarının birbirlerinden fazlasıyla etkilenmeleri, bu etki nedeniyle birlikte hareket edebilmeleri sınıflar mücadelesindeki dengelerin, işçi sınıfının lehine döndüğü koşullarda önemli bir avantaj olabilir. Tabii tersi de doğru. Kıtanın geçmişi, ülkelerdeki solcu hareketlerin birer birer benzer yöntemlerle ezilmesi örnekleriyle dolu. Sınıf mücadelelerindeki rüzgarların emperyalizm lehine estiği dönemlerde, kıta ülkelerinin birbirlerinden kolay etkilenmeleri, aralarındaki bağların güçlü olması tersi sonuçlar da doğuruyor.
Tam bu noktada, bir yanlış anlaşılmanın hemen önüne geçmekte fayda var. Kıta ülkelerinin aralarında hiçbir sorun olmadığını kastetmiyorum. Pek çok ülkenin arasında ciddi problemler olduğunu biliyoruz. Ya da tüm kıta ülkelerindeki sınıfsal dinamikleri toplumsal yapıları birbiriyle eşitlemek ve kıtanın ortak kaderinin yapısal bir zorunluluk olduğunu iddia etmek gibi niyetlerim de yok. Ancak kıta ülkelerindeki sınıfsal mücadelelerin seyri, dünyanın başka coğrafyalarıyla kıyasladığımızda birbirinden daha fazla etkileniyor. Latin Amerika’da bugün esen sol rüzgarın bu “birbirini etkileme” faktöründen tamamen bağımsız olduğu düşünülemez kanımca.
Peki Latin Amerika’nın bu özelliği ve bugün hepimizi umutlandıran rüzgarlar şu cümleleri tamamen haklı kılar mı?
“Sadece ABD İmparatorluğu’nun Avrupa’daki rakipleri (…) kendi ÇUŞ’larını daha rekabetçi kılmak için tedbirleri sıraladığında, işçileri gösteri yapar. Fransa’da, sınırlı ‘bilindik’ mücadelelerin ötesine geçmek için işçi hareketi tarafından bir çaba gösterilebilir mi; (…) Düzenli (…) savaş karşıtı gösteriler sembolik olarak devlet iktidarını karşısına alır; insanlar (…) Londra’nın içinden Hyde Park’a kadar yürüdü fakat (…) ciddi politik savaşa girebilecek kapasiteden yoksundular. (…) Solcu sektler, kendi gazetelerini satmak ya da radikal forumlar için el ilanları dağıtmaya gelirken, kendini bağımsız olarak tanımlayan anarşistler (ve polis provokatörleri) kendilerinin anti-kapitalist olduğunu ikna etmek için birkaç dükkanın camını kırarlar.”
“Anti-emperyalist hareketin gücü, Kolombiya’nın ormanlarındaki gerillalarda, Caracus’un kent varoşlarındaki Bolivyalı gruplarda, Küba’daki sokak gösterilerinde, “Brezilya’nın arazilerini işgal eden topraksızlarda, Bolivya’daki koka çiftçilerinde, Peru ve Arjantin’in işsiz kent yoksullarında; sözün kısası imparatorluk-merkezli yandaş rejimler tarafından yoksullaştırılan yerlerinden kovulan ve sömürülen örgütlü sınıflardadır.”4
Petras doğru noktalardan yola çıkarak yanlışa ulaşıyor.
Fransa’da, Almanya’da veya İngiltere’deki işçilerin çoğu zaman sadece kendilerinin canı yandığında sokağa çıktığı doğrudur. Tamam, Avrupa kıtasının genelinde savaşa karşı yürüyen milyonların karmaşık karakteri üzerine ne kadar tartışsak azdır. Küreselleşme karşıtı veya bugün kendilerine uygun buldukları isimle, alternatif küreselleşmecilerin sembolik olarak dahi burjuvazinin iktidarını sorgulamayı bırakmaları yakındır. Avrupa’daki gösterilerde polis provokatörlerinin anarşistlerin arasına nasıl sızdıklarına birkaç kez bizzat tanık olmuşluğum da vardır…
Ama Petras’ın ayrım gözetmeksizin solcu sekter diye nitelendirerek bir bütün olarak harcadığı grupların arasında ciddi anti-emperyalistler vardır. Güçsüzlüklerinin nedenleri yine Petras’ın bahsettiği olgularla yakından ilişkilidir. Ancak Avrupa’nın bazı ülkelerinden anti-emperyalist harekete destek gelecekse bu grupların emeği mutlaka geçecektir.
Ne Petras’ın solcu sekter olarak tarif ettiği grup veya partilerin hepsini temize çıkarmak gibi bir gayem var, ne de bu toplamın homojen ve işe yarar bir bütün olduğu gibi bir iddiam. Yalnızca bu tarifi fazlasıyla kestirmeci ve yakışıksız buluyorum.
Zaten daha önemli bir sorun, Petras’ın Avrupa’daki tüm geleneksel komünist partilerini aynı potanın içinde görmek ısrarı. Fransız veya İtalyan partilerini itham ederken, örneğin Yunanistan veya Portekiz için bir şerh koymaması…
Belki daha da önemlisi burada da durmayıp bunu tıpkı yukarıda olduğu gibi teorize etmesi. Geleneksel yapılarla olan mesafe bir kez tarif edildikten sonra kırlara doğru uzanmanın da önünde bir engel kalmıyor nasıl olsa:
“Kır kökenli sosyal hareketler daha fazla gelişti çünkü örgütsel düzeyleri sağlam temellere dayanır ve müşteri rejimlerin güçlü aracılarına borçlu olmayan politik liderlikler ortaya çıkmıştır. (…) Üstelik kır hareketleri, geleneksel sanayi sektörlerindeki gibi patronlarla bağlantılı gerici sendika aygıtları ile karşılaşmazlar. Başka bir deyişle kırsal alandaki nesnel faktörler, iktidarın ve muhafazakar sendika aygıtlarının ağlarıyla örülmemiştir; bu ağlar hareketlerin taleplerini açıkça dile getirmesini engeller, halk kesimlerini pasifleştirir ve imparatorluk yapısı stratejilerini içinde barındırır.”5
Geleneksel yapıların kentli olduklarında, kente dayandıklarında bir şüphe yok. Latin Amerika’daki sendikaların önemlice bir bölümünün dünyanın başka yerlerinde ve ülkemizde de gözlenebildiği gibi işçi sınıfı hareketine ve anti-emperyalist mücadeleye yararlarının olmadığı, üstelik zararlarının dokunduğu da doğru.
Ama Latin Amerika’da şu an için kır kökenli hareketlerin etkisinin fazla olmasından yola çıkarak, kırlardan gelişecek hareketlerin anti-emperyalist mücadelenin merkezinde duracağını, hatta durması gerektiğini söylemek de aynı derecede doğru mu?
Petras’ın tüm dünyadaki anti-emperyalist mücadelenin merkezi olarak tarif ettiği kesimlerle aklı başında kimsenin bir derdi olamaz. Ama bu kesimlerin anti-emperyalist mücadelenin merkezi olarak tarif edilmesine şüpheyle yaklaşma hakkını elimizde tutmalıyız. Hele de Petras’ın zaman zaman başka yerlerde yaptığı listelerde Zapatista’ları gördükten sonra.6
Avrupalı reformistlere, alternatif küreselleşmecilere haklı olarak ateş püsküren Petras’ın Zapatista’ların liderinin tüm ideolojik gıdasını o çok kızdığı kişi ve gruplardan aldığını bilmemesine olanak var mı Pek sanmıyorum…
Ama neredeyse tüm dünyadaki anti-emperyalist mücadelenin kaderini Latin Amerika kırsalına bağlamaya hazırlanan Petras’ın, bu genellemeyi bozmamak için bu çelişkinin içine yuvarlanmaktan çekinmediği görülüyor.
“Mevcut halk kalkışmasının itici gücü, en iyi şekilde örgütlenmiş ve en bilinçli toplumsal hareketler, Latin Amerika’nın kırsal bölgelerinde bulunuyor.”7
Sürekli olarak kırın anti-emperyalist mücadelenin boy atması için sahip olduğu avantajlardan söz eden Petras hep bir suimisalden hareket ediyor aslında. İşbirlikçi sendikacılardan, reformist merkez solun ABD’ye boyun eğmesinden… Ama bunların varlığının nasıl olup da kentin önemini azalttığını açıklamıyor.
İşin ilginç yanı, Petras’ın kırsalda gelişen hareketleri de, son ve etkili darbeyi vurmak için mutlaka şehre inmek zorunda kalıyorlar. Venezuela’da ABD’nin karşı devrim girişimini boşa çıkartan kentli sınıflara katılan kır yoksullarını anlatan Petras nedense, o olaydaki en önemli ayrıntıyı kaçırıyor; karşı devrimi esas olarak kentli sınıfların boşa çıkarmasını…
Anti-emperyalist mücadelenin geleceği hakkındaki bir tartışmayı Latin Amerika’nın kır merkezli geniş tabanlı hareketleri ile kentli küreselleşme karşıtları ve reformist sendikacıların arasına sıkıştırma girişimini kabul etmemiz için bir neden bulunmuyor.
Mesele, kırdan doğan anti-emperyalist hareketlerin önemsiz olması değil. Küreselleşme karşıtı hareketleri veya reformist sendikacıları da Petras’a karşı başkası savunsun. Ben onlar hakkında Petras bir diyorsa iki deme yanlısıyım. Ancak kırsal kökenli hareketlerin, reformizm ve işbirlikçiliğin tek alternatifi olduğunu kabul etmemizi kimse beklemesin.
Hatta, Petras’ın formülü tam tersinden kurduğunu söylemenin tam vaktidir.
Kırdan gelişen hareketlerin yakın gelecekte daha etkili olabilmeleri, Latin Amerika’nın geleceğine damgalarını vurabilmeleri, hep vurgulanan önemlerini kaybetmemeleri için kentlerle ilişki kurmaları şarttır.
Kentle Kır Arasındaki Denge Mutlak Mı?
Çuvaldızı kendimize batırmanın tam sırasıdır. Petras’ın her fırsatta bir bütün olarak mahkum ettiği geleneksel partilerin Latin Amerika özelinde tuttuğu mevziler oldukça sınırlıdır. Üstelik, aynı partilerin Latin Amerika dışında da birkaç istisna hariç anti-emperyalist mücadele içinde hayati roller üstlendiğini ne yazık ki söyleyemeyiz. Bunlar kimsenin reddedemeyeceği olgular. Ama ne Latin Amerika’da, ne de başka bir yerde, sınıfsal perspektiften ödün vermemiş, ihtilalci geleneksel sayılabilecek parti veya hareketlerin sürecin bir noktasında devreye girmediği bir mücadelenin uzun soluklu bir başarıya erişme şansı sınırlıdır. Bu partilerin devreye nasıl girecekleri konusu ise bana kalırsa asıl tartışılması gereken noktadır.
Latin Amerika’daki gelişmelerin önemlice bir bölümünün kitaplarda daha önce kendilerine yer bulmadığı tartışılmaz bir gerçek. Ezberlerin önemli ölçüde bozulduğu da… Zaten Petras’ın kalem oynattığı yer de tam burası.
Ama Petras böylesi meşakkatli bir konuda oldukça ihtiyatsız bir biçimde yazabiliyor. Anlaşılan o ki, Petras meselenin zorluğu hakkında da pek fikir sahibi değil ya da o zorluğu görmezden geliyor. Oysa, zorluğu görmemek ne yazık ki mümkün değil. 1980’lerin sonunda dibi gören dünya solu, bugün hala o derin krizi atlatamamış olmanın sıkıntısını çekiyor. Yanıtlayamadığımız pek çok soru mevcut. Evet, dünya 1990’ların dibi görünmez karanlığından çıkma sinyalleri veriyor. Ancak belki de sorun burada başlıyor. Emperyalizmin geri çekildiği noktalarda ortaya çıkan boşlukları, krizini geride bırakamamış sol dolduramadığı ölçüde başkaları dolduruyor. Latin Amerika’daki popüler halk hareketleri işin yalnızca bir yönü. Ortadoğu’daki yükselen islamcı muhalefet de bu bağlamda incelenebilir.
Elbette kimse bu durumun kalıcı olduğunu iddia edemez.
Hatta, çok net bir şekilde solun çıkışının da bu tablonun içinde bir yerde olduğunu söylemek mümkündür. Sol, dünyada yeni oluşan dengeler içinde temel ilkelerinden ve hedeflerinden ödün vermeksizin yaşamayı ve büyümeyi başarırsa, o hep bahsettiğimiz krizi tamamen atlatacaktır.
1990’ların dünyasının sola bu fırsatı verdiğini kimse iddia edemez, oysa 2000’lerin dünyasının sol için bu olanağı yaratabileceğini görüyoruz.
Petras işte bu zor problemi çoktan çözdüğünü iddia ettiği için yanılıyor. Problem henüz çözülmüş değil ve bir teorizasyon için henüz erken; elimizde yeterince veri, mutlak olarak kabul edilmiş bir başarı ve bu başarıya ulaşan bir yol yok.
Üstelik Petras’ın teorizasyon için kullandığı donelerin seçimi de oldukça tartışmalı.
Teorizasyon hiç şüphesiz bir genelleme ve sadeleştirme çabasıdır. Bu genelleme çabası içinde birtakım ayrıntı veya istisnaların bağlamın dışında bırakılması kaçınılmazdır. Ancak önemli olan husus, bu dışarıda bırakma işlemi sırasında, sürecin temel dinamiklerini belirleyen hayati önemdeki parametre ve olguları gözden kaçırmamaktır. Petras’ın Latin Amerika’ya bakışında, sonuçlara varırken kullandığı olguları seçişinde bu bağlamda bir özensizlik gözlenir.
Emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin bir ülkede uyguladığı sistemli politikaların sınıfsal yapıda yol açtığı değişiklikler, o ülkede ortaya çıkacak olan anti-emperyalist mücadelenin karakterini doğrudan etkiler.
Bu bağlamda, Latin Amerika’da kırlarda yaşanan çözülüşün hayati olduğunu kimse reddedemez. Kıtanın tamamında tarımdaki sınıfsal yapı yeniden şekillenmektedir.
Ancak Latin Amerika’da başka yerlerde olduğu gibi bu süreç tek başına işlemiyor. Tarımın çözülmesiyle birlikte büyük çapta kitleler kentlere göç ediyor ve bu kitleler kapitalist sistem tarafından soğrulamıyor. Kıtadaki ülkelerdeki emek gücünün ortalama yüzde 40’ı işsizlikle boğuşuyor. Böylesi bir işsizlik rakamının temel varsayımları zorlayacağı muhakkaktır. Ama bu zorlama bize kentli sınıfsal yapıdaki değişime gözümüzü kapatma hakkı vermez.
Kıtada yaşanan diğer bir mücadele başlığı gaz, petrol gibi zengin doğal kaynakların kim tarafından, nasıl kontrol edileceği sorusudur. Latin Amerikalı anti-emperyalist hareketler bu kavgada taraftır. Venezuela ve Bolivya, solun bu kavgada taraf olması ve söz söylemesi ile yükseldiği iki güzel örnektir. Bu olgular mutlaka dikkate alınmalıdır.
Tekrar tekrar söylüyorum, küçük çiftçilerin, yoksul köylülerin, topraksız kır işçilerinin ABD emperyalizmine karşı direnişlerini kimse küçümseyemez. Ancak bu mücadelenin belirleyici olabilmesi ancak bu mücadelenin kentle olan bağının kurulması ile mümkündür. Bolivyalı koka üreticilerinin, maden işçileriyle yan yana gelemediği bir durumda, Bolivyalı anti-emperyalistlerin şansı yoktur. Venezuelalı kır yoksulları kentli işçilerle önünde sonunda kol kola girmek zorundadır.
Petras işte bu temel soruyu görmezden gelmeyi tercih eder. Hem başarısızlık, hem de başarı durumunda Petras için kentli kesimler nedense önemsizdir. İşte o bilinçli özensizlik burada açığa çıkar. Petras, oldukça pragmatik ve kestirmeci bir bakış açısıyla, kentli hareketlerin güçsüzlüğünden, verili güçsüzlüğünden yola çıkarak, kır merkezli hareketlenmelerin anti-emperyalist mücadelenin merkezinde durmasını teorize etmeyi denemektedir.
Oysa tüm Latin Amerika tarihi de Petras’ın özensizliğini açığa çıkarırcasına tersini söylemektedir. Örneğin Kolombiya’da onlarca yıllık gerilla mücadelesi deneyiminin zayıf karnı kentler değil midir? Orta Amerikalı deneyler kentleri tutmayan hareketlerin yenilgiye mahkum olduğunu göstermemiş midir? Chavez’in şimdiki başarısı, kentleri varoşlar aracılığıyla da olsa kuşatması ile bağlantılı değil midir? Ve bugün Bolivya’da Morales iktidarının Bolivya’nın tek kenti Santa Cruz’u kontrol etmeden kalıcı olmasının bir şansı var mıdır?
Latin Amerika’da tarım çözülmesi ile hem kırdaki sınıfsal yapı değişiyor, hem de yaşanan kitlesel göçler zaten karmaşık olan kentli sınıfsal tabloyu daha da karmaşıklaştırıyor. Üstelik, özelleştirmeler ve başka neo-liberal uygulamalar neticesinde ülkeler kamu kuruluşlarını yabancı tekellere kaybediyorlar ve bu çoğu zaman sanayisizleşme ve işsizlik anlamına geliyor. İşçi sınıfı daha da zayıflıyor.
Ancak tüm bunlar kentlerin önemini azaltmıyor. Dahası, dev ekonomisiyle Brezilya gibi kıta içinde nispeten farklı bir yerde duran örnekler de var.
Kıtadaki anti-emperyalist hareketlerin şu anda kırlarda, kentlerdekinden daha güçlü olması, hiçbir durumda kapitalist üretim tarzı için kentlerin önemini azaltan bir olguya işaret edemez. Kentli hareketlerin yokluğu ile kapitalizmin yapısal dinamiklerine sırtını yaslayan teorik bir doğruyu birbirine tokuşturmak tehlikelidir. Üstelik, Latin Amerika’da başarıya ulaşan hareketlerin tamamında hiç istisnasız kent bacağı öyle ya da böyle vardır.
Kentli sınıfların hali hazırdaki durumundan hızlı sonuçlar çıkartmak yanlıştır:
“Gerçekte sanayi işçileri ve özellikle de onların sendikaları, anti-emperyalist mücadelelerin en hareketsiz, en az militan bileşeni olmuştur. Birçok işçi, işsiz kitleler karşısında işini kaybetmekten korkuyor. Aynı ölçüde zarar veren bir diğer nokta, sendika görevlilerinin çoğunun kontrolü pekiştirmesi, devletle ve işverenlerle üçlü anlaşmalara sıkı sıkıya bağlı bir hale gelmesi ve aktif bir anti-emperyalist dayanışma bir yana, bağımsız sınıf eylemini bile reddetmesidir.”8
Demek ki genel olarak Latin Amerika’daki sendika ve sendikacıların da Türkiye’dekilerden bir farkı yokmuş…
Ama iyi de, işçi sınıfı hareketinin sendikal hareketle eşitlenebileceğini kim söylüyor? Bu sol içinde çok sık yapılan bir yanlış ve Petras da aynı yanlıştan kaçamıyor. Oysa, sendikal mücadele, işçi sınıfı mücadelesi içinde yalnızca bir başlık. Önemi sabit kalmayan, zamana ve koşullara göre değişen bir başlık hem de…
Bir kez bu hatalı formül kurulduktan sonra yanlışlar peşi sıra geliyor. Örneğin, anti-emperyalist mücadelenin içindeki işçi ağırlığı da, bu mücadele içinde yer alan sendikaların kapladığı yere bakarak değerlendiriliyor. Sendikalar yoksa, işçi sınıfı da yok sonucuna kolayca varılıyor. Oysa, bizzat Petras’ın verdiği ve benim de bu yazıda zaman zaman kullandığım bazı örnekler, anti-emperyalist mücadele içindeki kentli yüzdesinin Petras’ın iddia ettiğinden daha yüksek olduğunu gösteriyor. Ayrıca, bu ağırlığı saptarken basit bir kafa sayma işleminden daha fazlasını yapmak zorunda olduğumuzu da hatırlamamız lazım. Sınıflar mücadelesinin genel tarihi içinde, bir hareketin sınıfsal yapısına bakarken hiçbir zaman kafa sayısı tek ölçüt olamaz. Hareketin sınıfsal yönelimini anlamak için bakılması gereken doğru yer, kimin hareketin genel yönünü belirlemekte nasıl bir yeteneğe sahip olduğu ve kimin mücadele için hangi stratejik mevziyi tuttuğudur.
Üstelik önümüzde Petras’ın da sıkça değindiği, sendikacıların çizilen portrenin tamamen dışında bir rol oynadığı Kolombiya ve FARC örneği var.
Emperyalistlerin ve onların Kolombiyalı işbirlikçilerinin FARC’a karşı yürüttüğü mücadelenin en önemli bacaklarından birisi FARC’ın içinde ve çevresinde bulunan sendika liderlerinin katledilmesi. 2002 yılından bu yana, Kolombiya’da tüm dünyanın özellikle de demokrasi şampiyonu Avrupa Birliği ülkelerinin gözünü kapattığı sistemli bir katliam yaşanıyor ve solcu sendika liderleri ve aktivistleri yok edilmeye çalışılıyor.
FARC’ın dağlarda mutlu olduğunu iddia etmek bir açıdan doğrudur. FARC liderlerinin seçim hevesiyle birtakım tavizler vermemesi veya reformist ve uzlaşmacı sapmalara göz kırpmamasını hepimiz takdir ediyoruz. Ancak ABD gizli servislerinin ve Kolombiyalı işbirlikçi hükümetin yalnızca dağdaki gerillaları değil kentli muhalefeti de hedef tahtasına oturttuğunu son beş yılda yüzlerce sendikacı ve aydının katledildiğini nasıl unutabiliriz…
Mesele, sendikacıların Kolombiya’daki gibi anti-emperyalist mücadele içinde önemli bir yere sahip olmaları veya başka yerlerde işbirlikçi olmaları değil tek başına. Bunların hepsi çok önemli elbette. Ancak Kolombiya örneği bize, sendikaların değil kentin önemini anlatıyor. Kente tutunmaya çalışan bir harekete karşı verilen cevabın karakteri bu açıdan büyük ehemmiyet arz ediyor. Emperyalizm ısrarla bir hareketin kent bağlantısına dikkat ederken, bizim bu bağlantıyı pek önemsememiz mümkün mü? Oysa, Petras, FARC’ın kırlardan sökülüp atılmasının şu anda zor görünmesinden ve örgütün heybetli askeri gücünden hoşnut bir şekilde bahsederken kır-kent ilişkisi bağlamında FARC’ın kendisinin dahi ötesine geçiyor.9
Latin Amerika Burjuvazisi İçinde İlerici Odak Var Mı?
Gözlerimizi kırlardan kentlere çevirdiğimizde bu süreçten burjuvazinin nasıl etkilendiğine mutlaka bakmamız gerekiyor elbette:
“Burjuvaziyi radikalleştirmek yerine, emperyal politikalar kendisine emperyal ortaklar yarattı ve finansal ve ticari ağlarını, yerel danışmanlar ordusunu, reklamcıları, yasa ve vergi ile ilgili akıl hocalarını ve kârlı özelleştirmeleri, devlet kontratlarını ve piyasalarda tekelci kontrolü hızlandıracak yerel politik destekçilerini birbirine bağladı.”10
Sürecin yaklaşık olarak Petras’ın tarif ettiği gibi işlediği muhakkak. Ama ilk bölümdeki, burjuvazinin radikalleşme beklentisini açıklamak çok kolay değil. Üstelik James Petras’ın kendisinin de şu an için Latin Amerika’da burjuvazi içerisinde anti-emperyalist hareketlere destek veren ilerici bir odak olmadığını söylediğini düşünürsek…11
Petras böyle olabilirdi ama şu anda olmadı diyorsa, kesinlikle yanılıyor. Kendisinin anlattığı süreç bir istisnaya değil genel doğruya işaret ediyor.
Emperyalizmin bir ülke ekonomisi içindeki operasyonları burjuvaziyi radikalleştirmez, tersine onları yeni ortaklıklara zorlar. Örneğin finans sermayesi pek çok örnekte görüldüğü üzere bankasını elinde tutmak için direnmez, tersine, yağlı bir müşteri arar. Ya da fabrikatör ilk fırsatta bir yabancı ortak alacaktır. Yerli sermaye grupları bu paylaşımda kendilerine düşen paydan memnundurlar. Üstelik, bu yabancı ortaklıklar sayesinde kendilerini daha da güvende hissederler. Onlar için ortaklık kurdukları şirket ne kadar büyük bir tekelse, bu o denli büyük bir mutluluk kaynağıdır.
Yerli lider burjuvazinin hemen altında yer alan, onların küçük ortakları veya taşeronları için süreç biraz daha acımasız işler. Piyasaya giren yeni yabancı oyuncuların taşeronlar ve küçük ortaklar arasında yaptıkları düzenlemelerle çalışma koşullarını yeniden yapılandırmaları ve kârları genel olarak düşürmeleri, doğal olarak bir hoşnutsuzluğa yol açsa da, bu tür küçük şirketler için tutulacak yol bellidir: Ya bu işleri bırakacaklardır ya da yeni kuralları kabul edip bu kârlarla ve şartlarla çalışmaya devam edeceklerdir. Her ikisi de görülür. Ama ikincisinden de bir radikalizm çıkması için neden yoktur. Zaten çoğu zaman süreç bir işçileşmeyle değil, sınırlı alanlarda yapılan küçük ticari faaliyetlerle sonlanır. Küçük burjuvazinin içinde ufak da olsa bir kesim eski avantajlarını elde tutmak için direnmeye çalışsa bile buradan bir anti-emperyalizm değil, defalarca gözlediğimiz gibi, ne idüğü belirsiz bir soysuzluk ve lumpenlik çıkmıştır.
Latin Amerika’da 2000’li yıllarda yükselişlerine tanık olduğumuz anti-emperyalist hareketler içinde burjuvazinin herhangi bir kesiminin payı veya katkısı yoktur. Bundan sonra da bu olgunun değişmesi için bir neden bulunmamaktadır.
Sosyalizmin Çözülmüş Olması Latin Amerika İçin Bir Avantaj Mı?
Petras’ın hareketlerin yükselişinin zamanlamasına bakarak, 2000’li yıllar için yaptığı bir saptama oldukça dikkat çekicidir:
“(…) mevcut anti-emperyalist hareketler geçmişte olduğu gibi Rusya ve Çin’e benzer harici devletler tarafından etkilenmemektedir ve bu yüzden daha büyük bir taktiksel esnekliğe ve emperyalist sömürünün dahili sınıf dinamiklerine dair daha açık bir perspektife sahiptirler. Geçmişte anti-emperyalist gündem kısmen harici ‘müttefikler’in önceliklerinden etkileniyordu, bugün anti-emperyalist öncelikler dahili olarak belirleniyor ve uluslararası eylemler açık görüşmelere dayanıyor.”12
Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne buradan bakmak, mutlak bir iyimserlikle açıklanır mı? Sosyalist kampın yokluğunda her şeyin kötüye gittiği bir dünyada, bu yokluğun hep işçi sınıfı için bir dezavantaj oluşturduğu koşullarda, “bakın bu da Sovyetler Birliği’nin olmamasının bize sağladığı avantaj” denilebilir mi? Sanmıyorum.
Taktiksel esnekliğe veya emperyalist sömürünün dahili sınıf dinamiklerine dair açık bir perspektife sahip olmakla, sosyalist kampın çözülüşü arasında bir ilişki kurmak benim için imkansız. Üstelik, taktiksel esneklik söz konusu olduğunda Sovyetler Birliği’nin varolduğu koşullar bugünle karşılaştırılamaz bile. Güçlü bir ülkenin liderliğinde emperyalizmin karşısına çıkmış bir kampın, anti-emperyalist mücadeleye açacağı alan ve o alandan kaynaklı taktiksel zenginlik, bugünün sıkışmışlığıyla nasıl mukayese edilebilir ki? Doğru ya da yanlış, “kapitalist olmayan yol”lar, değişik ulusal kurtuluş deneyleri veya yerel sosyalizm kuruluşları, ya da halkçı iktidarlar bu tür bir taktiksel zenginliği ifade etmiyorsa, neyi ifade ediyor? Dediğim gibi, bu denemelerin, doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmıyorum. Ama o denemelerin Sovyetler Birliği’nin varolduğu bir dünyaya özgü, o dünyadaki uluslararası ve sınıfsal dengelerin ürünü olduğunu söylüyorum. Bugün böylesi bir taktiksel zenginlik, Petras’ın iddia ettiğinin tam aksine, harici bir temel müttefik olmadığından mümkün değil ve yine Petras’ı yanlışlayacak biçimde böylesi bir müttefikin yokluğu iktidar düşünen anti-emperyalist hareketlerin önünü tıkayan, taktiksel ve stratejik olarak alanını daraltan bir durum.
Elbette, tüm dünyadaki sınıf mücadeleleri bu ülkelerin varlığından etkileniyordu. Tersi düşünülemez zaten. Bu durumun bir tür “öncelik” tarifi noktasına vardığı zamanlar da muhakkak oldu. Bu kararların bir kısmının tartışılabilir olduğu Sovyetler Birliği merkezli hareketlerin bazı dönemlerde bu öncelikler nedeniyle nispeten “muhafazakar” tutumlar takındığı da doğrudur. Ama bunların hiçbiri anti-emperyalist hareketlerin bugün daha avantajlı olduğu anlamına gelmez.
Son olarak tek başına Küba’nın varlığı bile Petras’ın bu iddiasını çürütmeye yetiyor. Küba’nın olmadığı bir Latin Amerika düşünebiliyor musunuz? Ya da şöyle soralım, Küba’nın olmadığı bir Latin Amerika’da sol yükselişin karşılaşacağı zorluklar hakkında ne söyleyebiliyorsunuz? Küba’sız bir kıta ve Latin anti-emperyalizmini düşünmek bizim için neredeyse imkansızsa, Küba’nın varlığı dahi, kıtadaki hareketlere önemli bir alan açıyor ve avantaj sağlıyorsa, harici müttefiklerin ulusal hareketleri olumsuz etkilediği tezine katılmak mümkün değildir.
Petras’ın Avrupalı aydınlara ve onların reformist tavırlarına haklı olarak kızarken, Zapatista örneğinde olduğu gibi, Avrupalı kaynaklardan beslenen hareketleri övmesindeki garipliği hatırladığımızda, Petras’ın bu defa insan hakları konusunda oldukça Avrupalı bir tarz tutturmasına pek şaşırmamak lazım:
“Emperyalizmle Latin Amerika’daki derin yapısal sorunlar arasındaki en göze batan ve aşikar bağlantı insan hakları alanındadır. İnsan hakları ihlallerine bulaşmış olan bütün başlıca devlet ve yarı devlet kuruluşları -ordu, polis, istihbarat ve bunların paramiliter güçlerdeki yardımcıları- ABD emperyal devletindeki muadil dairelerinden silah, eğitim, endoktrinasyon, finans ve güçlü politik destek almışlardır.”13
Petras girişteki cümleyi kullanmayıp devam etseydi, gerçekten bir sorun olmayacaktı. Latin Amerika’daki devlet aygıtlarının ABD emperyalizmi ile ilişkisini kimse reddedemez. Bu ilişki kıtada milyonlarca insanın öldürülmesine, hapislerde tutulmasına, işkence görmesine yol açtı. Latin Amerika bu açıdan insanlık tarihinin en kötü siciline sahip bölgelerden bir tanesi. Ancak yine de insan hakları alanına yapılan bu özel vurgunun taşıdığı riskin altını çizmek lazım. Çünkü insan hakları alanı hızla makyajlanabilen, dışarıdan izleyenler için süratle düzeltilebilen bir alandır. Bu nedenle emperyalizmle Latin Amerika arasındaki bu aşikar bağlantı bir anda gözden kaybolabilir, tüm aşikarlığını yitirebilir. Latin Amerika için de, dünyanın başka bölgeleri için de insan hakları alanına yoğunlaşan mücadelenin böylesi bir riski vardır. Bu elbette, insan hakları ihlallerinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, insan hakları ihlalleri çoğu zaman son derece acil ve öncelikli sorunlardır. Ancak bu mücadelenin, hangi genel başlığın bir parçası olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Örneğin Latin Amerika için tek başına insan haklarının geliştirilmesi hedefiyle yola çıkan bir anti-emperyalist hareketin hiçbir başarı şansı yoktur.
Petras’ın Tasnifi Doğru Mu?
James Petras çizdiği genel teorik çerçevenin sallantılarıyla uyumlu olarak, Latin Amerikalı hareket ve liderler arasında tartışmalı yorumlar yapmaktan çekinmiyor. Chavez hakkındaki şüphelerini geri çekmese de onu desteklerken, Brezilyalı Lula’yı çok sert bir şekilde eleştiriyor. Zapatistalar ve FARC’ı aynı kefeye koymaktan çekinmezken, Morales’in de Lula’dan farksız olduğunu iddia ediyor.
Petras’ın bu görüşlerinin bir kısmında mutlaka haklılık payı var. Örneğin Lula’nın merkeze ve liberalizme kayışından dolayı eleştirilmesi elbette doğru. Lula ikinci kez çok rahat bir şekilde iktidara gelmesine rağmen, bir türlü Brezilya işçi sınıfı ve geniş yoksul kesimler için gerekli cesur adımları atmayı başaramadı.
Ancak Petras’ın eleştirileri ve saptamalarındaki asıl sorun, o zorlama teorizasyon çabasından ileri geliyor. Latin Amerikalı anti-emperyalist hareketler için bir teorik çerçeve oluşturmayı deneyen Petras, olguları seçer ve genellerken aceleci ve özensiz davrandığı, yeni bir teori için geleneksel referans noktalarının neredeyse tamamını ihmal ettiği, kent-kır arasındaki verili dengeyi reformizm ile yeni bir tür kitlesel halkçı hareketin iki ucu oluşturduğu bir formülasyonun içine hapsettiği için, çizilen teorik çerçeve, yapılan siyasi analizleri olumsuz olarak etkiliyor.
Chavez’i desteklese de sınıf uzlaşmacısı olarak nitelendirmekten çekinmeyen Petras, aynı şekilde şaşırtıcı bir tarzda bu ulusal çerçevenin marksist bir hareket için kullanılabilir olduğunu iddia ediyor.14 Oysa aynı satırların yazarının geleneksel kentli marksist hareketler hakkında oldukça derin şüpheleri olduğunu görmüştük. Sorun yine Chavez’in atamadığı ekonomik adımlardan dolayı eleştirilmesinin haksız olması ya da bu konjonktüre marksist bir müdahalenin mutlaka gerekli olup olmaması değil. Petras zaten pek çok konuda, tıpkı burada olduğu gibi, doğruyu söylerken yanlış yapmayı başarıyor. Çünkü söylediklerini bir teorik bağlama oturtmak için acele ettiğinden, aslında hiçbir şeyi teorik bir çerçeveye oturtamamış oluyor. Yeni anti-emperyalist hareketlerin teorisi diye heyecan verici bir başlıkla ortaya atılan tezlerin hepsi de böylece ortada kalıyor.
Morales’in seçilmesinden hemen sonra yazdığı satırlar da bu dağınık ve sallantılı bakışa bir örnek teşkil ediyor. Zorlama bir teorik yapıda ağırlık merkezi bir türlü doğru tarif edilemiyor:
“Evo Morales’in politikasının bütün verileri onun, özellikle 2002 yılından beri, yığınların mücadelesinden seçim politikasına, meclis bünyesinde kurumsal seçkinlerle çalışmaya doğru kesinlikle sağa kaydığını gösteriyor. (…) Sokak satıcıları ile kaynaşıyor, yoksulların evlerine gidiyor. Ama onun bu popülist ve sembolik davranışları hangi politik amaca hizmet ediyor? (…) En iyi durumda, Evo bazı mal ve hisse payı vergilerini biraz yükseltecek, belki bazı sosyal yardım, hizmet harcamalarını arttıracak (…) Şüphesiz Küba ve Venezuela ile diplomatik ilişkileri düzelecek. Dünya Bankası ve IMF ile ilişkilerde -eğer Washington’da Kübalı-amerikan mafyası müfrit planlarını kabul ettiremezlerse- değişiklik olmayacak. (…) Ne yazık ki Sol, programların özü, tarihi deneyimler ve somut sosyoekonomik politikalar yerine semboller, boş politik konuşmalar, mitolojik tarihlerden etkilenmeye devam edecek.”15
Aklı başında kimsenin, Morales’in IMF ile köprüleri atmamasına onay vereceğini sanmıyorum. Ya da programların özünü kaçıracağını… Ama Petras daha ilk günden peşinen azara başlamış bile. Morales özelinde, bütünsel bir kıta analizinin en gerekli olduğu zamanda bunu yapmayan Petras, Meksika’dakiler için bunu yapmaktan, hareketi kıta bağlamına oturtmaktan çekinmiyordu. Sorun hep aynı…
Latin Amerika’daki sol yükselişin sorunlarından pek çok insanın haberdar olduğunu Petras unutmamalı. Latin Amerika’da devrimci bir dalganın yükseldiğini, istisnasız herkesin bu dalganın bir parçası olduğunu, en azından biz, söylemiyoruz. Onun yerine bir eğilimi gözlemeyi ve onun geleceği hakkında heyecanlanmayı tercih ediyoruz. Bu eğilimin geleceğinin de yalnızca Latin Amerika’da çizilmeyeceğini, emperyalizme karşı verilen dünya çapında mücadele ile Latin Amerikalı hareketlerin kaderinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu gayet iyi biliyoruz.
Kıtadaki hareketler veya liderler elbette birbirine benzemiyor. Hepsinin kendine özgü özellikleri ve siyasi ve ideolojik çizgileri var. Kıtada baş gösteren eğilim istikrarlı bir biçimde solu gösterdiği ve bu lider ve hareketlerin aynı istikrarla sola kaydıkları sürece kıta halkları bir sorunla karşılaşmayacak zaten. Tersi ise, hem bu liderlerin hem de hareketlerin sonu olur; emperyalizm bu hatayı asla affetmez. Daha şimdiden, Lula örneğinde olduğu gibi merkez sola çok yakın hareketlerde bunun örneklerini gördük bile. Duran ve taviz verenler hiç şüphesiz kaybedeceklerdir. Hem de kazandıklarını en fazla düşündükleri anda…
Kıtanın kaderini Petras’ın düşündüğünün tam aksine kırlar değil, kentler ve kentli hareketlerin, kırlarda serpilen ve büyüyen anti-emperyalist mücadele ile nasıl ilişki kuracağı belirleyecek. Petras’ın zorlama teorik çerçevesi tıpkı Venezuela’da olduğu gibi bizzat kendisi tarafından da yanlışlanacak. Umarım bu yanlışlanmalar, üretken ve çalışkan bir aydın olan Petras’ın Küba’ya ve Chavez’e olan takdir edilesi desteğini azaltmaz ya da onun kıtaya dair beslediği büyük umutları boşa çıkartmaz. Çünkü, Petras’ın zafere gitmek için önerdiği yolu paylaşmak imkansız da olsa, kıtadaki anti-emperyalistlerin zaferi hepimizin ortak dileği.
Dipnotlar ve Kaynak
- James Petras Sağ sol kutuplaşması: Latin Amerika ve Emperyalizm, Mephisto yay., İstanbul, 2005, s.34.
- agy. s.30.
- agy. s.56.
- agy. s.74-75.
- agy. s.76. Yukarıdaki pasajda “müşteri rejimler” kavramının bir çeviri felaketi olduğunu ve kastedilenin Türkçede de başka bir karşılığı olmayan “clientalism”, kliantalizm olduğunu not etmek gerekiyor.
- agy. s.76.
- agy. s.105.
- agy. s.135.
- agy. s.209. FARC’tan bahsederken ve gerillaların uyuşturucu ticareti ile ilgisinin olup olmadığı tartışılırken kitapta Türkiye’nin de adının geçmesi kimine ilginç bir rastlantıymış gibi gelebilir. Oysa değil ve uyuşturucu konusunun her gündeme gelişinde Türkiye’ye de mutlaka atıfta bulunulması iki açıdan utanç verici. Her şeyden önce ülkemizin uyuşturucu ticaretinin merkezinde durmasının kendisi kabul edilemez bir durum, ikincisi ise konu hakkındaki her rapor ve kitapta adı geçen Türkiye’nin bir bütün olarak bu olgu yokmuş gibi davranması. Kolombiya’da uyuşturucu ticaretinin gerillalar tarafından yönlendirildiği yolundaki ABD iddiası, daha ilk bakışta bu hacmin gerillaların kontrol edemeyeceği kadar büyük olmasıyla yanlışlanıyor. Petras konunun Türkiye ile ilişkisini de tam burada kuruyor. Tüm dünyada esas uyuşturucu trafiğinin ABD yanlısı ülkelerce kontrol edildiğini söyleyen Petras, uyuşturucu ticaretinin yalnızca kaçakçılar, satıcılar ve bu parayı aklayan iş adamları ve bankerlerden ibaret olmadığını, sivil ve askeri bürokrasinin ve siyasetin önemli kademelerinde görev yapan pek çok kişinin katılmadığı bir uyuşturucu ağının hiçbir yerde kurulamayacağını ve para aklama işindeki miktarlar düşünüldüğünde bu işlemin ancak en büyük banka ve şirketlerce yapılabileceğini belirtiyor.
- agy. s.136.
- agy. s.138.
- agy. s.139.
- agy. s.113.
- agy. s.234.
- James Petras, Morales Yanılsaması: Popülist Retorik Aydınların Afyonu, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4506.