Belçika Emek Partisi’nin yayın organı Solidaire, 26 Eylül 2006’da, Lübnan Komünist Partisi Siyasi Büro üyesi Marie Nassif-Debs ile ülkesindeki gelişmeler hakkındaki aşağıdaki söyleşiyi yayınladı.
Lübnan’daki UNIFIL (Birleşmiş Milletler gücü) varlığı hakkındaki görüşünüz nedir?
Şu ara BM Güvenlik Konseyinin 425 sayılı kararı uyarınca oluşturulmakta olan UNIFIL, Lübnan’da 30 yılı aşkın süre bulundurulan kuvvetten çok farklı.
İki UNIFIL arasındaki farklar şunlar:
– Her şeyden önce takviye edilen birlikler NATO üyesi ülkelere ait, dolayısıyla dolaylı olarak ABD komutası altındalar. Bu ülkeler büyük güçler olsa bile sayısız örnekte anlaşmazlıkları askeri yolla çözmek konusunda ABD yönetimine tabi oldular. Özellikle de Irak deneyiminin açık bir yara olduğu Ortadoğu’da.
– Sonra, İtalya örneğinde olduğu gibi, bu ülkelerin kimi liderleri İsrail ile askeri anlaşma imzalamış bulunuyorlar; bu durum, bizi bu ülkelerin görevlerini gerektiği gibi tarafsız biçimde yerine getirmelerinin olanaksız olduğunu düşünmeye itiyor.
– Üstelik Fransa son yıllarda birçok kez İsrail’in ve kimi Lübnanlı grupların amaçları doğrultusunda George Bush yönetimine yardımcı olmuştur. Bu kapsamda Fransa’nın Direniş’in silahları ile ilgili olarak Lübnan’da bir iç anlaşmazlık konusu olmaya devam eden 1559 sayılı kararın oluşumuna katkısı ve İsrail’e 12 Temmuz 2006 saldırısında kaybettiklerini iade eden 1701 sayılı karara desteği sayılabilir. Bu son nokta İsrail’e, Hizbullah’ın askeri donanımını güçlendirmesine engel olma bahanesiyle BM kararlarını ihlal etme ve Lübnanlı sivillere karşı işlediği suçları sürdürme olanağı vermektedir.
UNIFIL birliklerinin nasıl davranacağını düşünüyorsunuz? Lübnan’da asker bulunduran Avrupalı devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda ülkeyi yeniden sömürgeleştirmek istediklerini söylemek doğru olur mu?
İsrail’in Lübnan’a son saldırısı sırasında bazı UNIFIL birlikleri Lübnanlı sivillere yardımı reddetti. İlk vurulan köy olan Marwahine sakinleri bunu acı biçimde yaşadılar. UNIFIL üssünün yakınında 28 kişi öldü.
Bugün de en azından bazı davranışlar karşısında hayal kırıklığı yaşadığımızı söyleyebiliriz. Örneğin UNIFIL temsilcileri Beyrut havaalanında “arazi güvenliği” işine bulaştılar. Güney Lübnan’da uluslararası birlikler İsraillilerin topraklarımızı ihlal etmesi karşısında son derece ketum davranıyorlar: “Görmüyorlar” ve Kfarkela ve Şebaa köylerindeki “mavi hat”tın değiştirilmesiyle ilgili herhangi bir şey söylemiyorlar. Hava sahamızdan bombardıman uçaklarının “geçişi”yle, Ehud Olmert hükümetinin hâlâ işgal altındaki noktalardan birliklerini geri çekmekte gecikmesiyle ilgili olarak da sessizliği koruyorlar.
Bu davranışlar bazı büyük güçler açısından bir “yeniden” sömürgeleştirme girişimi olarak görülebilir mi? Mümkün; hele kimi Avrupalı devlet adamları bu yolla bölge pastasından kendilerine (küçük) paylar çıkabileceğini düşünüyorsa…
İsrail ile ABD’nin oluşturduğu cehennem ikilisi ile bu Avrupa ülkelerinin pozisyonunu karşılaştırırsak nasıl bir değerlendirme yapılabilir?
Az önce de bu ülkelerin ABD’ye bağımlılıklarına dikkat çektim. Fransa ile Almanya belirli bir momentte son savaşı reddetmiş olsalar bile, Irak’taki Bush savaşı boyunca takındıkları tutum belli.
Bu ülkelerden bazılarının İsrail devletinin ortaya çıkmasına (Filistinlileri ülkelerinden kovarak) yalnızca yardımcı olmadıkları, İsrail’e yardım için savaştıkları söylenmelidir. 1956’daki üçlü saldırı,1 BM’de İngiltere temsilcisi tarafından kaleme alınan 242 sayılı karar2 dahil olmak üzere İsrail “lehine” alınan bütün belirsiz kararlar örnek verilebilir.
Sonuç olarak bu ülkelerin İsrail’in sivil halkın katledilmesi nedeniyle sorumlu ilan edildiği durumlarda bile -Kana ve Cenin yerleşimlerinin adı bütün dünyada duyuldu- Araplar ve İsrail arasında taraflı konum aldıkları görülmektedir.
Açık söylersek, yeni dünya düzeni şöyle özetlenebilir: Bütün diğer güçlerin üstünde yer alan, bu güçlere kendi petrol şirketleri ve silah tüccarları daha fazla kâr etsinler, gezegenin zenginliklerini yağmalamayı sürdürebilsinler diye (Bosna’da olduğu gibi) yıkıcı savaşlar ve (Irak Lübnan Filistin’de olduğu gibi) ölüm siyasetine koşulsuz destek dahil her istediğini yaptıran bir süper güç.
Bu “diğerleri”, “dünyanın egemeni”nin kendilerine bıraktığı kırıntılardan tatmin oluyorlar.
Angela Merkel’in, sığınaklarda, yollarda ezilerek ölen 600 Lübnanlı çocuğun daha kanları kurumadan İsrail’e acele üç “nükleer” denizaltı vermesini bunların ışığında daha kolay anlayabiliriz. Yine Merkel’in Lübnan’daki Alman varlığı hakkındaki açıklamalarından “amacın” İsrail’i korumak olduğunu anladığımız gibi. Son olarak batının İkinci Dünya Savaşı suçlarını yeni suçlarla çözmeyi denediğini söylemek gerek. Arap halkları bugüne kadar ne Yahudilere karşı pogrom düzenlediler ne de insanlığa karşı suç işlediler.
NATO ülkelerinin Lübnan’ı elde tutmak için Birleşmiş Milletler’i Truva atı gibi kullanmak istedikleri söylenebilir mi?
ABD zaten son on yıl boyunca defalarca BM’yi istisnasız bütün kıtalarda egemen devletlere yönelik müdahale ve saldırılarını kolaylaştırmak amacıyla kullandı. Somali’den Lübnan’a, Bosna’ya, Afganistan’a, Irak’a…
Söz konusu uluslararası örgütün giderek zayıf düştüğünü düşünüyoruz. BM artık kendisi karar almıyor, bütün yetkilerini “Güvenlik Konseyi”ne devrediyor. Örgütün Genel Sekreteri, 1996’da (UNIFIL’in kontrolü altındaki bölgede gerçekleştirilen) Kana katliamı3 sonrasında olduğu gibi nesnel davranmayı denediğinde, hemen görevden alınabiliyor.
ABD’nin BM’den istediği ya bugün Lübnan’daki gibi uslu çocuk olmasıdır, ya da yalnızca eriyip gitmesidir.
Diğer NATO ülkelerine gelince, onlar ABD yönetimiyle aynı doğrultuda yol alıyorlar ve ezilen halklara dönük bütün uluslararası yardım olanaklarını zayıflatmayı hedefleyen ABD stratejisine yardımcı oluyorlar. Böyle olmasaydı 1701 sayılı kararın muğlaklıklarına onay vermeyi reddetmeleri gerekirdi, tek taraflı bir temelde askeri birlik göndermeyi reddederlerdi. İsrail ve ABD’nin Lübnan’ın içişlerine müdahalesini, Lübnan’a İsrail saldırısı sırasında Beyrut’taki ABD elçisinin dayatmalarını da reddetmeliydiler. Avrupa hükümetlerinin “mahkum ettiği” (zaten bu sözcük olup biten için fazla sert) şey, askeri harekatın kendisi değil, İsrail’in “abartılı” (orantısız) yanıt vermesidir.
Takip ettikleri bu politika iki tarafı keskin bir kılıç; çünkü bir sonraki kurban şimdiden ABD’nin ekonomik baskılarından acı çeken Avrupa ve Avrupa halkı olacak. İşin mantığı gereği, bu baskıların ekonomiyle sınırlı kalmayacağını düşünüyoruz. Avrupa’daki Amerikan birliklerinden her şey beklenebilir.
Lübnan halkının farklı kesim ve sınıfları UNIFIL’i nasıl değerlendiriyor?
Ülkenin çoğunluğu “takviye edilmiş” yeni UNIFIL’e karşı; çünkü bu güç saldırganı, yani İsrail’i, saldırıya uğrayanlara, yani Lübnanlılara karşı “korumak” için geliyor. Elbette Lübnanlı Güçler4 ve Saad Hariri ve Velid Cumblat’ın5 partileri gibi, Hizbullah’ın silahlarından kurtulmak isteyenler var. Ama özellikle Güney’deki halk dengeli bir çözüm istiyor ve İsrail’in bir yandan Şebaa çiftlikleri ve Kfarçuba tepelerinden çekilmesinden ve diğer yandan da Lübnanlı tutsakları serbest bırakmasından önce Hizbullah’ın silah bırakması fikrini reddediyorlar. Halk yakın gelecekte İsrail’in yeni saldırılarda bulunabileceğini unutmuyor.
Halk Irak’ta olup bitenleri, son İsrail saldırısı sırasında Lübnan’da olup bitenleri, bu kötü deneyimleri aklında tutuyor.
Lübnan Komünist Partisi ve ulusal direnişin talepleri neler?
“Ulusal Direniş” ve Lübnan Komünist Partisi de Birleşmiş Milletler’den daha dengeli bir politika izlemesini talep ediyorlar. Avrupa halklarını kendi hükümetlerinden daha fazla şeffaflık talep etmeye, özellikle Lübnan’ın güneyine gönderdikleri kuvvetlerin oynayacağı rolle ilgili olarak yetkilerin açık kılınmasını istemeye çağırıyoruz.
Yeni UNIFIL etkin olacak ve barış için çaba gösterecekse, “mavi hattın” iki tarafına yayılmalıdır. İsrail’in ihlallerinin ve Lübnan’a dönük saldırılarının hesabını tutmak yerine, bunlara karşı sert tavır almalıdır. İşinin “İsrail yalnızca 2005 yılı içinde 2 bin 400 saldırı gerçekleştirdi” türünden açıklamalarla yetinmek olmaması gerekir.
Yeni UNIFIL’in rolünün daha net hale getirilmesi gerekiyor. Bunu uluslararası askeri birliklerle ilgili olarak söylüyorum.
Diğer taraftan, Avrupa Birliği’nin Birleşmiş Milletler’e politik bir yardımda bulunması gerektiğini, özellikle BM Genel Sekreterinin Şebaa çiftliklerinin Lübnan’a ait olduğu yolunda bir öneri formüle etmekle görevli olduğunu düşünüyoruz. Bu konudaki Lübnan talebi yıllar önce BM kayıtlarına girmiştir. Sorunla ilgili belgeler gerek 1945’e kadar Lübnan’da manda yönetimi sürdüren Fransız hükümetinde, gerekse Lübnan’da var.
22 Eylül Cuma günü Hizbullah’ın Beyrut’ta gerçekleştirdiği büyük gösteri için ne düşünüyorsunuz? Özellikle de Nasrallah’ın konuşmasının anlamı hakkında…
Hizbullah’ın 22 Eylül Cuma mitinginin amacı -siyasal güçler yelpazesinde olduğu kadar ortaya çıkardığı kitle hareketi bakımından da- Lübnan siyaset arenasında belirli bir yeni dinamiği ifade etmekti. Biz daha önce bu partiye, değişim programına sahip bir muhalefetin oluşturulması için çağrıda bulunmuştuk.
Nasrallah’ın konuşmasını “din temelli” bir siyasi parti için yeni bir dil olarak görüyoruz. Zira Nasrallah Lübnan’ın altını oyan ve ülkeyi yabancı egemenler karşısında zayıf düşüren dinsel tasnif siyasetinden6 çıkılması gerekliliğini vurgulamıştır. Hizbullah Genel Sekreterinin partisinin “caydırıcı gücü” hakkında da konuştuğu doğrudur, ama bu ABD ve İsrail’e yöneltilmişti.
Biz devletin durumunu sadece kötüleştiren mevcut örgütlenmesinde değişiklikler yapılmasını talep ediyorduk. Hizbullah’ın ortaya attığı pozisyonun bizimle ve Lübnan halkının çoğunluğuyla aynı yönde olduğunu düşünüyoruz.
Elbette bu toplantı ABD yanlısı bazı güçlerin de benzer toplantılar düzenlemesinin yolunu açtı. Ancak Samir Geagea’nın7 din temelli (hatta Maruni) konuşması ve Suriye ile İsrail arasındaki tutumunun dengeden yoksun oluşu, LKP’nin bölgeye ilişkin Amerikan planı hakkında söylediklerini açık biçimde teyit etmiştir. ABD planı, kendi aralarında çatışma halinde ve hayatta kalmak için İsrail’den yardım isteyecek “dinsel” mini-devletlere bölünmeyi öngörmektedir. Bu arada da ABD’nin çokuluslu tekelleri Arap dünyasındaki zenginliklere el koymaya devam edeceklerdir.
Güney Lübnan ve diğer tahrip edilen bölgelerde yaşayanların acil ihtiyaçları neler?
Güney sakinlerinin her şeye ihtiyacı var. Aynı şey Hizbullah’ın ve Direnişin genel olarak (ulusal veya İslami) güçlü oldukları ve bu nedenle savaş ve katliamlara maruz kalan Bekaa için de söylenebilir.
Zarar çok büyük ve hükümet bu ana kadar fazla şey yapmadı.
Bilindiği gibi on sekiz binden fazla ev yıkıldı. Okullar, dükkanlar, köprüler, yollar var bir de. Hasat yok oldu. Şehirler, kentler ve tarlalar mini bombalar ve misket bombaları dolu.
Kış gelmeden yardıma ihtiyaç var. Prefabrike evler, sıcak giysiler, battaniye, topluluk okulları için yardım gerekli. Aynı şekilde tıbbi yardım gerekiyor. Gezici klinik, ambülans…
Dünyada Lübnan halkının müttefikleri kimler? Kimlere güvenebilir Lübnan halkı?
Lübnan halkı uğradığı ve yeniden hazırlıkları yapılan felakete karşı öncelikle kendine, direnişine ve ulusal birliğine güvenmeli.
Halkımız özellikle Arap halkına, dünyadaki savaş ve saldırganlık karşıtı hareketlere, ister Avrupa Parlamentosu ister Avrupa’nın ulusal parlamentolarında olsun daha sağlam duruş beklediği sol kesimlere, dünyanın anti-emperyalist ülkelerinin hükümetlerine güveniyor. Bu noktada birçok hükümetin yanı sıra Venezuela Başkanı Hugo Chavez’i selamlamamız gerekiyor.
(Türkçe çeviriye dipnotlar eklenmiştir)
Dipnotlar ve Kaynak
- 1956 yılında Süveyş Krizi sırasında Britanya, Fransa ve İsrail’in Mısır’a karşı oluşturduğu ittifak kastediliyor.
- 1967 yılında 6 Gün Savaşından sonra BM’den geçen karara gönderme yapılıyor.
- Son savaş sırasında yaşanan Kana Katliamı ile karıştırılmamalı. 1996 yılında 102 kişinin öldürüldüğü İsrail saldırısı kastediliyor.
- Lübnanlı Güçler, Lübnan’ın Hıristiyan Maruni nüfusuna dayanan batı yanlısı sağcı bir örgüt. 1976 yılında Beşir Cemayel tarafından kuruldu.
- Lübnanlı Dürzilerin lideri.
- Lübnan’da uygulanmakta olan çeşitli kurumsal ve siyasal makamların dinsel gruplar arasında bölüştürülmesi sistemi kastediliyor.
- Geagea, Hıristiyan örgütü Lübnanlı Güçler’in bugünkü lideri. Lübnan iç savaşında sağcı falanjistlerin komutanlarından biri olarak adı duyuldu. İç savaş sonrası çeşitli suçlardan mahkum edildi, 2005 yılında affedildi.