Yunanistan Komünist Partisi (KKE), bu yıl Yunanistan Demokratik Ordusu’nun 60. kuruluş yıldönümünü kitlesel olarak kutladı. Bu vesileyle partinin uluslararası ilişkiler departmanından Kostas Pateras’ın imzasını taşıyan bir de çalışma yayımlandı. Bu çalışmanın İç Savaşın tarihini anlatan birinci ve “Bazı Düşünceler” başlıklı üçüncü bölümünü Enternasyonal Gündem’e aldık. Hakkında pek az Türkçe kaynak bulunan konunun, savaşın tarafı olan parti tarafından nasıl değerlendirildiğini öğrenmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
2 Temmuz 2006 günü, Yunanistan Demokratik Ordusu’nun (YDO) 60. kuruluş yıldönümünü kutlamak ve yerli gericiliğe ve Anglo-Amerikan emperyalizmine karşı mücadele verilen üç yıllık iç savaşta (1946-1949) hayatlarını feda eden binlerce savaşçıyı anmak için Grammos sıradağlarının içlerindeki Likorakhi köyünde yapılan anıtın açılış törenine Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) ve Yunanistan Komünist Gençliği’nin (KNE) binlerce üyesi ve taraftarı katıldı.
Sıradağların 1948 ve 1949’da en kanlı muharebelerin gerçekleştiği kısmında, Demokratik Ordu’ya ait eski bir makineli tüfek yuvasında bulunan anıtın yeri de büyük bir simgesel değer taşıyor. Anıtın kitabesinde KKE Merkez Komitesi, çürüyen monarko-faşist egemen sınıfa ve yabancı emperyalist destekçilerine karşı halk demokrasisi için verilen iç savaşın “Yunanistan’da 20. yüzyıl sınıf mücadelesinin en keskin periyodu” olduğunu belirtiyor. İç savaşı izleyen yıllarda üyeleri ve sempatizanları akla gelebilecek her şekilde cezalandırılan Yunan komünistleri ve ilericileri için, YDO savaşçıları ile duydukları onur, büyük bedellerle hak edilen bir onur oldu. Yunan parlamentosu YDO partizanlarının eşkıya olmadığını teslim eden bir kararı kabul ettiğinde yıl 1989’du. Tarihin bu kesiti Yunanistan’da ve dışarıda propagandistler, gazeteciler ve tarihçiler tarafından özellikle çarpıtıldı. Amaçları halk hareketini aşağılamak; geçmişte, bugün ve gelecekte sosyalizm için verilen ve verilecek mücadeleleri komünist saldırganlığın ve fanatizmin bir örneği ve diktatörlük kurmaya dönük Sovyet destekli adi bir girişim olarak resmederek mücadelenin altını oymaktı.
Elbette Yunan iç savaşı gökten zembille inmemişti; iç savaş, İkinci Dünya Savaşı ve öncesinde gerçekleşen bir dizi emperyalist müdahalenin ve halk hareketindeki gelişmelerin bir sonucuydu. Burada iç savaşa neden olan sürecin kısa ve kaba bir betimlemesini yaparak, sonraki yazılarımızda genişçe ele alacağımız yönlerini ortaya koyacağız. İtalyan faşist rejimi 1940’ta Yunanistan’ı işgal ettiğinde, Yunanlı komünistler ve ilericiler, binlercesinin zindanlara atılmış ve KKE’nin illegal ve yasaklanmış bir örgüt olarak son derece ağır şartlarda faaliyet göstermekte olmasına rağmen, başarılı direnişin ön saflarındaydılar. KKE Genel Sekreteri Nikos Zakariyadis, Yunan halkına yazdığı bir açık mektupta halkı İtalyan işgaline karşı direnmeye çağırmış ve böylesi bir halk direnişinin ardından yeni bir Yunanistan’ın yaratılacağı öngörüsünde bulunmuştu. Wehrmacht (Alman ordusu) ödlek eski rejimin artıklarını devraldığında, Yunanlı ilericiler direnişi örgütlemeye başladılar. Bu sırada 6. Kongre’sini takip eden dönemde bulunan KKE, Temmuz 1941’de bir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (EAM) kurulması gerektiğini ilan etti. Böylece, efsanevi EAM ile askeri kanadı ELAS (Ulusal Halk Kurtuluş Ordusu) ve daha sonra da efsanevi gençlik örgütü EPON kuruldu. Sonraki üç yıl boyunca, bu üç efsanevi örgüt Nazi işgaline karşı verdikleri kahramanca mücadele ile modern Yunan tarihinin en onurlu sayfalarını yazacaktı. Nisan 1944 itibariyle Yunan anayurdunun yüzde 90’ının kurtarılmış olması, bu örgütlerin ne derece etkili olduğunu göstermektedir. İşgale karşı verilen mücadele içerisinde, KKE öncülüğünde halkın demokratik Yunanistan’ının temelleri atılmaktaydı.
Bu durum İngiliz egemen sınıfının gözünden kaçmadı. KKE’nin liderliğinde halkçı bir EAM hükümetinin, İngiltere’nin Yunanistan ve Doğu Akdeniz’deki tarihsel çıkarlarına karşı bir tehdit oluşturacağı açıktı. Bu nedenle işgal sırasında EAM/ELAS’ı zayıflatmak için her yola başvuruldu, en başta da ELAS’a karşı işgalci Nazilerle işbirliği yapmakla ünlü, küçük ve sonuna kadar anti-komünist EDES örgütü her bakımdan desteklendi. Alman işgalcinin Yunanistan’dan kovulmasıyla, Yunan halkının direniş organlarına karşı sistematik bir saldırı hazırlığından başka bir şey olmayan çabalar yoğunluk kazandı. 1944 Nisanında Churchill, BBC’ye EAM/ELAS etkinlikleri hakkında olumlayıcı haberler yapmaması için emir verdi. İngiltere, iyi örgütlenmiş bir dizi provokasyon yoluyla, 18 bin 500 sol eğilimli askeri Kuzey Afrika’daki toplama kamplarına doldurarak Yunan ordusunda sol eğilimi tasfiye etti. Bu temizlik, halk hareketine karşı kullanılabilecek araçlar oluşturma amacıyla ordu içinde avcı taburları gibi aşırı kralcı birlikler oluşturulmasıyla aynı anda gerçekleşti. Churchill, Yorgo Papandreu gibi savaş öncesinin Yunanlı politikacılarını ilk meşru hükümette önemli konumlara yerleştirdi. Aynı zamanda işbirlikçi çetelerin serbestçe faaliyet sürdürmesine izin verdiği gibi, Grivas’ın X taburları gibi kralcı ölüm mangalarının kurulmasına da onay verdi. Halk hareketine ve temsilcilerine karşı gerçekleştirilen bir dizi saldırı, EAM üyesi bakanların hükümetten istifa etmesine yol açtı. 3 Aralık’ta kitlesel bir protesto gösterisi çağrısı yapıldı. Kalabalık bir kitle Anayasa Meydanı’na girerken, polisin açtığı ateş sonucu 15 gösterici öldü, 100 kişi yaralandı. Bu katliamın ardından EAM Genel Sekreteri Dimitris Partsalidis bir açıklama yaparak “halk, bedeli ne olursa olsun özgürlüğü için savaşacaktır” dedi. Böylece, ELAS ile İngiliz ordusu ve işbirlikçi güvenlik güçleri arasındaki Atina Savaşı başlamış oldu. EAM ateşkes görüşmesi için çeşitli girişimlerde bulunduysa da, İngilizler Churchill’in sözleriyle “EAM’ı yok etme hedefinde” kararlıydı. İngiliz emperyalizmi halk hareketini ezmek amacıyla, sicilinde Nazilerle işbirliği bulunan ordu birliklerini desteklemek için Yunanistan’a 60 bin asker, 200 tank çok sayıda uçak ve malzeme yolladı. 44 gün süren kanlı çatışmalardan sonra ELAS birlikleri Atina’dan çekildi, bir hafta sonra da ateşkes ilan edildi. 12 Şubat’ta EAM, Varzika Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşma hükümleri arasında durumu normale döndürmek üzere çeşitli önlemlerle birlikte ELAS’ın ve güvenlik birliklerinin silahsızlandırılması da yer alıyordu.
Kısa süre sonra, anlaşmaya yalnızca EAM ve KKE’nin uyduğu anlaşıldı. Paramiliter çeteler, güvenlik örgütünün ve İngiliz ordusunun desteğiyle bir terör kampanyasına giriştiler. ELAS partizanları öldürüldü, işkence gördü, tutuklanarak “suçları” nedeniyle mahkum edildi. İstatistikler “Beyaz Terör”ün ölçeğini ortaya koyuyor: Varkiza Anlaşması ile 31 Mart 1946 arasında direniş savaşçılarının 1289’u öldürüldü, 6 bin 671’i yaralandı, 31 bin 632’si işkence gördü, 84 bin 931’i tutuklandı, 8 bin 624’ü hapis cezası aldı. Direniş örgütlerine ait 677 büro saldırıya uğradı, EAM’ın 165 kadın üyesi tecavüze uğradı. Tüm bu dönem boyunca İngiltere, burjuva partilerinin çeşitli kombinasyonları eliyle Yunan demokratik hareketini ezmek ve monarşiyi restore etmek çabasını hiç bırakmadı. Şunu da belirtmek gerekir ki, seçimler sonucunda İşçi Partisi’nin hükümete gelmesi, uluslararası sosyal demokrasinin ve özellikle İngiliz İşçi Partisi’nin emperyalist yanlısı niteliğiyle uyumlu olarak, bu politikayı hiçbir şekilde etkilemedi. Bu terör ortamında 31 Mart 1946’da baştan sona hileli seçimler yapıldı. KKE ve EAM, bunu protesto ederek seçimlere katılmadı.
1946 başlarından itibaren, küçük partizan grupları, öz savunma amacıyla kentleri terk ederek dağlara çekildi. Partizanların gerçekleştirdiği ilk büyük eylemlerden biri, Litochori kasabasındaki polis karakoluna düzenlenen saldırı oldu. Burada hükümet güçleri ve paramiliter ölüm mangalarıyla çatışmalar başladı. 28 Ekim 1946’da Yunanistan Demokratik Ordusu kuruldu. Bu dönemde terör yoğunlaşarak, 17 Haziran’da Yunan parlamentosunda sivil ve politik hakları ortadan kaldıran “acil önlemlerin” kabul edilmesi ve sıkıyönetim ilanıyla sonuçlandı.
YDO’nun iç savaş sırasında gerçekleştirdiği sayısız eylemi anlatmak bu makalenin kapsamını aşar. Bununla birlikte, YDO’nun özellikleri, geçici hükümet ve monarko-faşistlerin uyguladığı taktikler gibi kimi konulara değinmek gerekir.
Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından uygulanan terörün kimi özellikleri daha başında ortaya çıkmıştı. Öldürülen sempatizanların Temmuz 1947’de Florina kasabasında sergilenen kesik başları, iç savaş sırasında uygulanan barbarlıkların bir örneğiydi. Terör, kırsal kesimlerde YDO’yu halk desteğinden ve yeni katılımlardan yoksun bırakmayı amaçlayan sistematik bir temizlik harekatıyla kol kola yürütüldü. Tahminen 700 bin kişi köylerinden sürülerek kasaba ve kentlerde iç sürgünler haline getirildi. Ada hapishaneler ve toplama kampları ağı genişletildi; şüpheli solcular, aileleri, solcu askerler (1947-50 arasında 28 bin 800 askerin toplama kampına yollandığı tahmin ediliyor) bu kötü ünlü zindanlara, Makronissos’a Yioura’ya vb. atıldı. Bir şekilde bu zindanlara atılanlar, işkence ve aşağılamanın her türüne maruz kaldı.
ABD Truman Doktrini ile Yunanistan’ın yönetimini İngiltere’den devraldıktan sonra, Yunan hükümetine yapılan askeri yardımın miktarı ve kapsamı belirgin bir şekilde arttı. Vietnam’da korkunç bir yıkıma neden olan Napalm bombasının ilk olarak Yunanistan’da kullanıldığı pek bilinmeyen bir gerçektir. 1949’da Grammos-Vitsi dağlarındaki çatışmalarda 388 Napalm bombası kullanılmıştır.
YDO, her bakımdan bir demokratik halk ordusuydu. Müfrezeler düzeyinden başlayarak her askerin görüşünü ifade edebileceği meclisler kurulmuştu. YDO’nun amaçlarını ve bir militanın halka nasıl davranması gerektiğini tarif eden bir ant içilmekteydi. Her birliğe atanan siyasi komiserler tarafından sistematik bir siyasi eğitim sürdürülüyordu. YDO’nun savaş gücünün yüzde 30’unu, tıbbi ve diğer destek güçlerinin yüzde 70’ini, oluşturan kadınlar mücadelede belirgin bir yer tutuyordu. Bu durum, Yunan egemen sınıfı tarafından kadınlara biçilen rolle keskin bir karşıtlık oluşturuyordu (kadınlar yalnızca demokratik güçlerin kontrolündeki bölgelerde oy hakkına sahipti). Eğitim okulları ve hastanelerle bir sağlık hizmetleri örgütü kuruldu, 125 sağlık çalışanı eğitildi. Malzeme yokluğuna rağmen, KKE Genel Sekreteri Aleka Papariga’nın belirttiği gibi, “yapılması gerektiği halde yapılmayan hiçbir ameliyat yoktu”.
Yunanistan’ın özgür bölgelerinde 23 Aralık 1947’de Geçici Demokratik Hükümet (GDH) kuruldu. GDH, aralarında kadın ve azınlık haklarının tanınmasının ve Yunanistan’ın yabancı sermayeden bağımsızlığının bulunduğu 12 temel ilke üzerine kurulmuştu. Hükümet üyeleri, köylerde kurulan halk konseyleri ve kasabalardaki halk temsilcileri meclisleri tarafından seçildi, bu meclisler seçtikleri temsilciyi geri çağırma hakkına sahipti. Halk mahkemeleri, yine görevlilerin geri çağrılabilmesi hakkıyla seçildi (temyiz mahkemeleri de seçimle belirlendi). Demotik Yunancası (halkın konuştuğu dil) resmi dil olarak kabul edildi ve GDH tarafından kurulan okulların eğitim dili oldu. Azınlıklar ise kendi dillerinde eğitim görüyordu. Eğitim ücretsiz ve zorunluydu, her köyde bir okul açılmıştı. Toprak sahipliği yeniden düzenlendi ve toprak dağıtımı yapıldı. Her çiftçiye asgari bir toprak hakkı verildi; azami düzey de belirlendi. EAM döneminin kazanımları yaygınlaştırılıp derinleştirildi, halkın demokratik Yunanistan’ının temelleri atıldı.
Üç yıllık savaşın ardından, güçler dengesi (özellikle de 1948 ve sonrasındaki Amerikan müdahalesiyle birlikte), YDO’yu Vitsi ve Grammos sıradağlarında Ağustos 1949’daki şiddetli muharebelerden sonra Arnavutluk’a çekilmek zorunda bıraktı. Bununla birlikte, Lesbos (Midilli adası) gibi kimi yerlerde direniş 1950’ye kadar devam etti. YDO’nun Girit’teki son iki savaşçısı, Giorgos Tzompanakis ve Spiros Blazakis, 24 Şubat 1975’te cuntanın devrilmesinden sonra dağdan indiler.
İç savaşta ölen insan sayısı 150 bine yakındır. Yunan Ordusu Genelkurmay Başkanlığı resmi verilerine göre, 38 bin 839 YDO savaşçısı öldürülmüş, 20 bin 128’i esir alınmıştır. Resmi rakamlara göre hükümet ordusunun kayıp sayısı 55 bin 528’dir.
65 binden fazla komünist ve EAM-YDO savaşçı ve destekçisi Yunanistan’ı terk ederek sosyalist ülkelere iltica etmek zorunda kaldı (bunlardan 20 bini vatandaşlıktan çıkarıldı). 40 bin kişi Makronnissos gibi toplama kamplarına ve hapishanelere atıldı. Direniş savaşçılarının idamları 1955’e kadar sürdü. KKE Politbüro üyesi Nikos Belogiannis dahil, en az 5 bin savaşçı idam edildi. Monarşi geri getirildi ve Anglo-Amerikan emperyalizmine uşaklığı, sola düşmanlığı, ekonomideki beceriksizliği, siyasi ve kültürel iflası ile tanınan, doruk noktasına ABD destekli 7 yıllık Albaylar Cuntası ile varan gerici bir rejim kuruldu.
İç savaş ve EAM dönemindeki direniş, halk hareketinin şekillenmesi bakımından da dikkat çekicidir. KKE ve müttefikleri illegalite şartları altında dahi, sol cephe EDA (Birleşik Demokratik Sol) aracılığıyla, eğitim hakkı için kavgada, hapishanelerdeki tutsakların hakları için, Kıbrıs ve ulusal bağımsızlık sorununda, 1950’lerin ve 60’ların kısır burjuva dogmasına karşı canlı bir halk kültürü geliştirme mücadelesinde, demokrasi ve sosyalizm için mücadeleye asla ara vermemiştir. Bu mücadele Cunta’nın düşmesinden sonra da, Yugoslavya ve Irak’ta emperyalist savaşlara karşı, ABD ve AB emperyalist merkezlerine karşı, işçi sınıfının haklarını ve kazanımlarını savunmak için sürmüştür. Aleka Papariga, Lykorakhi’deki konuşmasında bu mirası şöyle özetliyor:
“Komünistlere karşı, Direniş’in militanlarına karşı yürütülen terör ve şiddet, sadece bir savunma biçimi olarak değil, Ulusal Direniş’in ideallerini gerçekleştirmek üzere kahramanca bir girişim olarak, YDO’nun doğmasına yol açmıştır.
Maddi koşullar komünistlerin, anti-kapitalistlerin ve anti-emperyalistlerin önüne ‘ya karşı saldırı, ya uşaklık’sorusunu koyduğu anda, verilecek tek bir yanıt vardır: Karşı saldırı!”
Bazı Düşünceler
Yoldaş Aleka Papariga, anma etkinliğine sesleniş konuşmasında, Yunanistan Demokratik Ordusu’nun (YDO) oluşumunun 60. yıldönümünün anılmasına ilişkin KKE kararı ile ilgili soruları yanıtladı:
“Neden anıları canlandırıyoruz, neden, bazılarının bir ‘çete savaşı’ olarak niteledikleri ve başkalarının da her iki taraf için de son derece üzücü bir iç savaş olarak eleştirdikleri bu özel mücadeleyi halkın gündemine getiriyoruz?”
Hiç kuşkusuz, ilk olarak, Yunanistan Demokratik Ordusu saflarında dövüşen militanların onurlandırılması konusu var: İç Savaş sırasında ve sonraki yıllarda öldürülen, hapsedilen, işkence gören ve sürgün edilen insanların onurlandırılması. Sıradan erkek ve kadınların demokrasi, ulusal bağımsızlık ve sosyalizm için mücadelede gösterdikleri fedakarlıkların vurgulanması. Ve öte yandan, İngiliz-Amerikan müdahalesinin, onların kukla hükümetlerinin, Makronissos gibi cezaevi adalarının, egemen sınıfın uyguladığı şiddetin ve acımasızlığın hatırlanması. Bu, kendi başına yeterlidir; ama elbette buradan günümüz dünyasında büyük bir önem taşıyan çeşitli başlıklara da geliniyor.
Önümüzde, 60 yıldır bu mücadeleye ilişkin egemen (yönetici sınıfa ait) söylemi belirlemiş olan tarihin yeniden yazımının, kara çalmaların ve yalanların karşısına çıkma olanağı var. Sağ’ın dili öğretici. Onlara göre, YDO, başka şeylerin yanı sıra, “yabancılar tarafından yönetilmişti”, “Bulgar”dı, “Eşkiyalar”dan oluşuyordu. Bu daha açık ideolojik saldırı, YDO’nun ve KKE’nin gerçek ve hayal ürünü hatalarının üzerinde duran, tahrifata başvuran Yunanistan’daki emperyalist müdahalenin ve halk hareketine yönelik şiddetin önemini küçük gösteren oportünistlerin ve sosyal demokratların tarih yazımı ile el ele yürütüldü. Bu yaklaşım ilerici insanları yönsüz bırakmayı ve onların radikal bir değişim arayışı içine girmelerine engel olmayı amaçlamaktadır. Bunların ışığında, YDO’nun mücadelesinin, EAM’ın faşist işgale karşı demokratik anti-emperyalist mücadelesinin, bu kez İngiliz-Amerikan emperyalizmine ve onların yerli işbirlikçilerine karşı sürdürülmesi olduğunun bir kez daha vurgulanmasına, halka İç Savaş’ın gerçek nedenlerinin açıklanmasına, özellikle son örneği Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen karar tasarısı ile yenilenen anti-komünizmin işaret edilmesine acil bir şekilde ihtiyaç vardır.
Yunan tarihindeki en yoğun sınıf mücadelesi dönemi olarak Yunan İç Savaşı’nın deneyimleri ve dersleri bugün halk hareketi için eşsiz bir değer taşımaktadır. Yapılan yanlışlar kendi tarihsel bağlamları içinde, yani yerli gericiğin ve emperyalizmin gerçek doğası, gerekli mücadele biçimleri, özgürleştirilen bölgelerdeki halk iktidarı kurumlarının gelişimi, savaşçıların saflarında yürütülen ideolojik çalışma için yapılabileceği gibi başlıklardan hareketle çözümlenebilir.
SSCB’deki ve Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkelerindeki karşı devrimler sonrasında, emperyalizm yeni, daha saldırgan bir evreye girdi. Geçmişte verilen tavizler geri alındı, sosyalist blokun kısıtlayıcı etkisinden kurtulundu. Bu, yeni sömürge savaşları ve her yerde işçi sınıfının demokratik ve sosyal haklarına vahşi saldırılar anlamına geldi. Kuşkusuz halklar, Lübnan’da, Filistin’de ve Irak’ta olduğu gibi direnmekteler, Venezuela’da olduğu gibi demokratik ve anti-emperyalist hükümetleri korumaktalar ya da Küba’da olduğu gibi, sosyalist gelişimi sürdürmekteler ve işçi sınıfı her yerde kapitalist yeniden yapılanmaya karşı mücadele etmekte. Emperyalist güçler direnişi ezmek için gerekli her türden diplomatik ve askeri yaklaşımı kullanıyor ama yine de başarılı olamıyorlar.
Bu, direnenleri ve dövüşenleri “teröristler” olarak suçlu göstermeye ve başkalarını da onların yolunu izlemekten vazgeçirmeye yönelik ideolojik bir mücadele ile el ele gitmektedir. Şimdi daha da ileri giderek “aşırılıkçı düşünce ve örgütlere karşı mücadele etme ihtiyacı”ndan söz ediyorlar. İşçilerin ve halkların hareketi, ulusal kurtuluş mücadeleleri karalanmakta ve bu hareketlerin silahlı savaşçılarını çirkin teröristler ve katiller olarak sunmak amacıyla ikiyüzlü bir “hümanizm” çağrısı yapılmaktadır. Üstelik bunlar, tam da, kapitalist devletlerin hem kendi işçi sınıflarına hem de başka halk ve ülkelere yönelik devlet terörizminin, her tür politik diplomatik ve askeri araç kullanılarak, emperyalist devlet şiddetinin geçmişte hiç görülmemiş boyutlara ulaşmasını ve yeni sınıf nitelikleri kazanmasını sağlayacak şekilde tırmandığı bir dönemde yaşanıyor.
Burjuva propagandası, sürekli ve düzenli biçimde, alabileceği biçimlerden bağımsız olarak sınıf mücadelesini halkın çıkarları açısından eskimiş ve halkın çıkarlarına aykırı göstermeyi amaçlıyor. Buna paralel olarak, insanlığın bildiği en yüce ve soylu düşünceleri, komünist düşünce ve amaçları karalamaya çalışıyorlar.
Şu nokta kaydedilmeye değer: Bunlarla aynı zamanda, “sınıf uzlaşması”nı, “sosyal taraflar” olarak adlandırılan kesimler arasında “sosyal diyalog”u destekleyen düşünceler bolca ortaya sürülmektedir. Sınıfsal işbirliği, “çağdaş sorunlar”la baş etmenin aracı, toplumsal ilerlemenin yolu olarak sunulmaktadır.
Burjuvazi tarafından kullanılan yaygın bir argüman, işçi sınıfı ve müttefiklerinin şiddet kullanma hakkının tanınmasının aşırı olduğu şeklindedir. Halk hareketinin kullandığı şiddetin egemen sınıfın şiddetine karşı savunma amaçlı olduğu olgusunu gizliyorlar ve aynı zamanda burjuva devletin, onun kurumlarının ve devlet mekanizmasının şiddetini örtmeye çalışıyorlar. Aynı şey kapitalistlerin işçilere işyerlerinde uyguladıkları çok yönlü şiddet ile ilgili olarak da geçerlidir. Emperyalist ordular ülkeleri işgal ettiklerinde ya da grevleri ezmek için toplum polisi gönderdiklerinde, halk hareketi nasıl bir karşılık vermelidir? Halkı, iktidar hakkındaki, Bertolt Brecht’in özlü bir şekilde dile getirdiği temel soruyu sormaktan alıkoymak istiyorlar: “Yarın kimin yarını / Dünya kimin dünyası?”
Bu açıdan, reformist ve oportünist görüşler emperyalist ideolojiye yakınlaşmaktadır, ve bu “şiddetsizlik” tartışmalarında görülmektedir. Bazı güçler, özellikle Avrupa Solu Partisi, yalnızca silahlı mücadelenin artık eskimiş olduğu sonucuna varmakla kalmadı; bu mücadele biçiminin meşruiyetini bile tartışıyorlar. Güç kullanımını yalnızca ülke ölçeğindeki sınıf mücadelesi açısından reddetmekle kalmıyorlar, aynı zamanda emperyalist askeri saldırılara karşı direnen halkları da açıkça eleştiriyorlar. Bugün, emperyalizmin artan saldırganlığı karşısında, bu hareketlere olası bütün mücadele yöntemlerini kullanmaktan kaçınmalarını söylemek, gerçekte emperyalizm ile uzlaşma anlamına gelir: bu oportünizmin temel bir özelliğidir. Söz konusu güçlerin Afganistan’a asker gönderilmesi, ülkelerinin Lübnan’a gönderilecek yeni BM işgal gücüne katılımı gibi konularda aldıkları tutum da bunu açıkça göstermektedir.
Benzer bir düşünce, “son çare olarak silahlı mücadele” fikridir. Bu, yüzeysel olarak makul görünmekle birlikte hem deneyim hem de gerçeklik tarafından yadsınmaktadır. Bu konumun savunucuları, diyalektiğe aykırı bir biçimde, kitlenin barışçı çalışmasını seçkin partizan birliklerinin karşısına koymakta, böylece şiddetsizliğin ahlaki üstünlüğünü de savunmuş olmaktadır. Sorun bu şekilde ahlaki bir sorun olarak ortaya konduğunda, başarılı bir barışçıl gösterinin düzenlenmesi durumunda silahlı mücadele yürütülmesinin yanlış olacağı ima edilmiş olur. Gerçekte, sınıf mücadelesinin şiddetlendiği dönemlerde, grevlerden gerilla savaşına, bütün mücadele biçimleri kullanılabilir. İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’daki direniş hareketlerinin, özellikle Yunan İç Savaşı’nın deneyimleri bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu tür durumlarda yalan söylemek tehlikelidir (bu sloganda içkin olan bir tehlike). Halkların hareketi, olumlu bir sonuç elde edebilmek için egemen sınıfın şiddetine kararlı bir şekilde karşı koymaktan başka bir seçeneğe sahip olamaz.
Sözünü ettiğimiz bu çizgi, burjuva sınıfının kendi ülkesinde ya da başka bir ülkeyi işgal ettiğinde, iktidarı halk hareketine memnuniyetle teslim etme olasılığı hakkında yanılsamalar yaymaktadır. Halkın çıkarları lehine iktidarın “paylaşımı” ya da “ara”, “üçüncü” diye bir yolun varlığı söz konusu olamaz. En azından 20. yüzyılın komünist ve ulusal kurtuluş hareketleri deneyimi bu doğrultuda değildir. KKE’nin 1944 ile 1947 arasındaki faaliyetinin eleştirel değerlendirmesinden çıkardığı kimi temel sonuçlar bu merkezi noktalarla ilgilidir. Hareketimizin tarihinde hem olumlu uyarılar vardır, hem de çeşitli rezil merkez sol çevrelerinkiler gibi hızla düş kırıklığıyla, teslimiyetle ya da tasfiyeyle sonuçlanan sahte umutlar…
Yunanistan Demokratik Ordusu’nun mücadelesini anarken, halkların emperyalizme direnme ve kendi gelecekleri hakkında karar verme haklarını savunmuş oluyoruz. Lübnan halkının ABD destekli İsrail saldırısına karşı kahramanca direnişinin ve ortaya çıkan büyük dayanışma hareketinin yanı sıra komünistlerin bu direniş ve dayanışmada oynadıkları rol, “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan düzene karşı direnişin mümkün ve gerekli olduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte, güçlü ve stratejik bir karşı saldırı gerçekleştirebilecek bağımsız bir komünist hareket ortaya çıkmadığı sürece, halk hareketleri, yeni ortaya çıkan ilerici radikal hareketler, kafa karışıklığına ve yönsüzlüğe daha açık olacaklardır.
Gelişmeler “tarihin sonu”nu ve Maksizm-Leninizm’in ve komünist partilerin “kaçınılmaz ölümünü” ilan edenleri yalanlamıştır. Tam tersine, olgular komünist partilerin vazgeçilmez rollerini ve sosyalizmin kapitalist barbarlığın tek alternatifi olduğunu gözler önüne sermektedir.