Belli başlı üç gelenekten söz edeceğim bu yazıda. Birincisi Türkiye kapitalizminin yapısal bir özelliğine denk düşüyor. Yıllardır çeşitli vesilelerle Türkiye burjuvazisinin büyük yapısal dönüşüm perspektifleri açısından bir başarısızlık ve beceriksizlik abidesi olduğunu iddia ediyorum. Bu başarısız ve beceriksiz egemen sınıf, yapısal zaaflarının düzeni yıkıma götürecek krizler olarak derinleşmesinin karşısına, gelişkin bir siyasal manipülasyon yeteneğiyle çıkabiliyor. Bir gelenek oluşturduğunu düşünebileceğimiz bu durumun değişmediğini düşünüyorum.
Kuşkusuz içinde bulunduğumuz konjonktürün Kürt açılımı da bir büyük projedir ve üstelik çok daha büyük bir proje olan Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı ve Türkiye Cumhuriyeti’nden bir Osmanlı türetme planının parçalarından bir tanesidir. Bu ölçekteki işlerin sonuç vermediği bir iddia değil saptamadır.
Türkiye kapitalizmi tarih içinde elbette deviniyor, yol alıyor. Ancak gerçek hayattaki devinim ile önceden geliştirilen tasarı arasındaki irtibat pek zayıf. Genel olarak Türkiye pratik zorunluluklar, deneme-yanılmalar, kriz dinamiklerine karşı alınan önlemler gibi unsurların oluşturduğu bir girdabın içinde ilerler.
Soru şu: Bugün karşımızdaki devasa projenin de kaderi bu mu olacaktır?
Türkiye solunun bu tür bir yaklaşımla süreci kavraması ile bu kez düzenin şeytanın bacağını kıracağı yolunda bir beklentiyi esas alması farklı politik çıktılar verecektir.
İkinci gelenek, Türkiye’de solun tarihsel konumlanışını da kapsayan bir konuyla ilintili. Türkiye’de siyasal dinamikler 20. yüzyılın açılışından başlayarak ana hatlarıyla bugünkü coğrafi-toplumsal zemin içerisinde şekillenmiş ve hareket etmiştir. Emperyalizmin Osmanlı ülkesini paylaşım nesnesi ilan etmesi karşısında gösterilen direnç giderek Anadolu’ya çekildi ve cumhuriyetle birlikte çekildiği bu alanda konsolide oldu. Ondan sonra sınırların içi ile dışı arasındaki etkileşim toplumun bütününü ilgilendiren genel bağlamdan sınır bölgelerinin özgünlükleri bağlamına rücu etmiştir. Bu anlamda, bütün iç eşitsizliklerine karşın sınırlar oturmuştur.
Sonuç, artık gözünün dışarda olması fanteziden öteye geçmeyen, dışarıyı tam anlamıyla yabancı topraklar olarak algılayan bir egemen sınıftır. Egemenliği bu varsayımlarla birlikte oturmuştur ve aynı algı toplumun bütününü de bağlamaktadır. Artık Türkiye’nin sömürülen sınıfları da buralıdır ve sınırın ötesine kural olarak yabancıdır. Artık ülke aydını başka bütünlükler adına değil, mevcut Türkiye için düşünmekte, yazmakta, konuşmaktadır. Halinin ne olacağı sorulan memleket ne Rusya ve Orta Asya Türklerini, ne Balkan müslümanlarını, ne başkalarını içerir.
Bu süreç doğal olarak bir burjuva ulus-devlet oluşumuna denk düşer. Beraberinde, burjuva ulus-devletin tarihsel başarısı veya başarısızlığının ötesinde bir toplumsal zemini sunmuştur herkese: Burjuvazi için milliyetçilik, başkaları için yurtseverlik… Bu bütünün gelecekte bir gün var olmayabileceği olasılığı konu dışı, bu olasılığı ciddiye alan her tartışma tabu ilan edilmiştir. Bütün siyasal ve ideolojik akımları bağlayan bu çerçeve adeta toplumsal yapının bir sabitidir. Öyle ki bu sabit, sağcı veya solcu herkese ve bütün “sıradan insanlar”a “memleketin elden gitmemesi” biçimindeki amiyane özete sıkıştırılabilen bir temel problematik dayatır. Hani, iktidar perspektifi güden bütün siyasal hareketlerin ve sınıfların kendilerini toplumun veya ulusun bütününün kurtarıcısı, temsilcisi olarak kabul ettirmeleri gerekir ya; bizde de her ciddi siyasal hareket temel karşıtının memleketin elden gitmesine su taşıdığını kanıtlamaya çalışır ve kendisini de tersi pozitif kutba yerleştirir.
Eğer bu betimleme Türkiye’nin bir geleneğini ifade ediyorsa, sorumuz şudur: 2009 Kürt açılımı Türkiye toplumunda ve aydınlarında söz konusu soruyu önemsizleştirecek, bir tür “giderse gitsin” rahatlığıyla veya yeni tip bir “gitsin de kurtulalım” milliyetçiliğiyle birleşecek, bütün tarafların kökten farklı bir yeni coğrafi-toplumsal durumu benimsemelerini içerecek midir? Memleket elden gidiyor haykırışı arkaik, demode bir problematiğe ait hale gelebilir mi?
Yine Türkiye solunun bu ölçekte bir dönüşümü mümkün görmesi halinde geliştireceği mücadele perspektifi ile imkansız sayması durumunda yapacakları arasında büyük bir açı vardır.
Üçüncü gelenek ve sorumuz Türkiyeli Kürt toplumuna aittir. Uzun bir tarihi olan Kürt mücadelesinin özel olarak 1960’lar ve 1980’lerde iki yeniden kuruluştan geçtiğini düşünebiliriz. İlkinde basbayağı Türkiye solu denen bir bütünün parçası olan, ikincisinde göbek bağını kendi başına kesmeye yönelerek bir ulusal karakter geliştiren Kürt dinamiği, yaklaşık 45 yıllık, yani neredeyse yarım asırlık bir süreçte kimi özgün değerler biriktirmiştir. Kürt siyasetinde bu değerler bütünü bir başka çalışmada irdelenebilir; burada özetle halkçı karakter demekle yetineceğim.
Bu halk dinamiği karşısında burjuva siyasetinin temel perspektifi, dağıtıp atomize etmekten başka bir şey değildir. Hiçbir zaman bunun dışında bir seçenek öne çıkmadı.
Geride kalan yıllarda, adlı adınca, Öcalan’ın hapsedildiği son on yıllık evrede Kürt siyasetinin “halk faktörü”nü diri tutma yeteneği bir eğilim olarak azaldı. Üstelik Irak’taki Amerikan işgalinin Kürt kimliğine yaptığı pro-emperyalist, pragmatist aşı işin rengini bayağı bulandırdı. Başka şeyler de var burada uzun uzadıya girmeyeceğimiz; ama geriye kalanı bile önemli bir güç kaynağı olmaya devam ediyor. Dolayısıyla hiç tereddüt etmeden Türkiye Kürtlerinin bir halkçılık geleneğinin oluştuğunu söyleyebiliyoruz. Bu gelenek bugünkü açılımla zıttır ve burjuvazinin de emperyalizmin de Kürt dünyasını “halksızlaştırmak” politikası bakidir. Sorumuz da, tahmin edileceği gibi, bu çelişkinin hangi yönde çözülme olasılığının daha ağır bastığını kapsamaktadır. Burada defterin kapanmış veya kapanmakta olduğunu öngören bir sol başka şey, değerlerinin takipçisi olarak direnç gösteren bir Kürt dinamiğinin yaşayacağını varsayan bir sol ise başka şey yapacak ve programlayacaktır.
Bu yazı Kürt açılımının bütünlüklü bir değerlendirmesini yapmaktan ziyade, yukarıdaki üç soruya yanıt aramak ve sonuç olarak solun politik seçeneklerini tartışmak amacını gütmektedir. Yukarıdaki sıralamayı biraz değiştirerek devam edeceğim.
Ama yeri gelmişken bir not düşmeliyim. Türkiye solunun Kürt sorunu başlığında dinci, liberal ve Kürt milliyetçisi curcunanın gerisine düşmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Literatürün evrildiği yönün böyle olması bir anlamda sosyolojik bir yasa hükmü sayılabilir. İçinde bulunduğumuz dönemin rüzgarları bu yelkenleri dolduruyor. Türkiye solunun bu rüzgarlara meydan okuması ve aklımızın kitapçı raflarındaki çirkinliği temizlemesi gerekiyor.
Memleket elden gider mi?
Türkiye toplumunun dokularının seyreldiği açıktır. Kabaca bu seyrelmeye çözülüş diyelim. İnsanların tepkisizleşmelerini, “biz adam olmayız”cılığı bu çerçeveye koyalım… Aynı kapsama Türkiye’nin “elden gitmesi” endişesinin önemsizleşmesinin de girebileceğini zannetmiyorum.
Siyasette öznelerin algıları, davranışlara yön vermeye başladıkları andan itibaren maddi bir güce dönüşür. Geride bıraktığımız 2002-2007 siyasal kriz evresinde AKP’nin kemalizmi yenilgiye uğrattığı bir vakıa. Ancak bu dönemin kemalizmin zaaflarının dışında bir dersi daha oldu. Belirli bir ölçünün üstündeki değişimlerin gerçekleşmesi toplumun çürümesine, tepkisizleşmesine, bir nevi kendiliğindenliğe bırakılamaz. Bırakılırsa siyasete gün doğmakta ve tuhaf şeyler olabilmektedir.
Sözünü ettiğimiz dönemde de tuhaf şeyler olmuş ve AKP’nin Ergenekon operasyonu bu tuhaflıklara işaret ederek kendini meşrulaştırmıştır. Ergenekon iddianamesini ciddiye alacak değilim elbette. Ama olgu şudur: Emperyalizmin bütün kozları kendinde toplaması karşısında ürken bir askeri hizip “standart dışı” üç açılım yapmıştır 2000’lerde.
Bir: Öcalan’la birlikte Türkiyeli bir Kürt çözümünün olanaklarını kurcalamayı düşünmüşlerdir.
İki: Batı ittifakına alternatif olarak Avrasya ilişkileri üstüne düşünmeye başlamışlardır.
Üç: Hep marjinal sayıp küçümsedikleri ulusalcı sol çevrelere doğru esnemişlerdir.
Buradan bir darbenin çıkabileceğine bizi ikna edecek herhangi ciddi bir veri yok. Ancak 2008’in kitle gösterileri yeterince büyük bir sonuçtur ve kitle hareketi Türkiye’de burjuva siyasetinin saplantı düzeyinde korkusudur. Üstelik bu tehdit AKP’nin hiç de işleri boşladığı bir zamanda gündeme gelmemişti. O günlerin AKP’sinin geçmişinde 2005-2006 AB rüzgarı, geleceğinde de ABD vardı. Bu güç kaynaklarına karşın egemen güçlerin bir kanadı sınırları zorlamıştır.
Tuhaflık demişsem, sınırları bellidir ve bir egemen güç hizbinin Öcalan’la temas kurunca milliyetçiliği, Avrasya lafı edince batıcılığı, ulusalcılara açılınca karşı-devrimciliği bırakması ihtimal dışıdır. Yine kitlelerin hareketliliği AKP kadar bu kesimi de irite etmiş olmalıdır.
Ders, bırakılan boşluğun kriz ortamında sol değerler ve kitlesellik tarafından doldurulma olasılığının ciddiye alınmasıdır. AKP’nin çözülüşe, bir tür boşvermişliğe yaslanma olasılığı var idiyse de, artık kalkmıştır. Zaten Türkiye’de yapılmak istenen dönüşüm için dinci gericiliğe başvurulmasının bir önemli nedeni de, burjuva akımlar içinde yalnızca islamcıların bir ideolojik şiddete, bağlanmış kadrolara, harekete geçirilebilir kitleye sahip olmalarıdır. Boşvermişliğin alternatifi pozitif bir kurucu eylemdir ve büyük çaplı bir kurucu eylemde düzenin bu aletlere ihtiyaç duyması kaçınılmazdır.
Açıkçası 2007 Çankaya krizinden sonra kemalist kanatta yelkenlerin suya inmesinin önemli bir nedeni de devletin kilitlenmesiydi. Kilidin açılmasının biricik koşulu AKP’yle uzlaşma olarak görünüyordu. Yoksa binanın bütünü çökebilirdi. O momentte AKP’nin hem yeni bir sorumlulukla hem de yeni bir misyonla donandığını görmeliyiz. Düzeni ayakta tutma görevinin hükümet tarafından yürütülmesinde uzlaşan güçler, AKP’nin bu yetkiyi Osmanlı misyonuna dayandırmasını da kabul etmek durumunda kalmışlardır. Bu uyum sürecinin belirli tasfiyeleri gerektirdiği, biraz da zaman aldığı eklenmelidir.
Burada artık Yeni Osmanlı’nın cumhuriyetin yıkılması olarak değil, çözülüşün durdurulması ve devletin, düzenin konsolidasyonu olarak sunulması gerekiyordu. Kanımca, egemen güçler arasında kurulan emperyalizm yanlısı dengenin bir boyutu da, AKP’nin arabayı nereye götürdüğü değil, arabanın devrilmemesidir. Ellerinde ciddiye alınır bir başka program bulunmayan diğer egemen güçlerin AKP’den tek istedikleri budur.
Aynı anlama gelmek üzere, arabanın devrilme olasılığı kriz nedenidir. AKP’nin “memleket elden gider mi” kaygısına boşvermişlikle değil pozitif bir modellemeyle yanıt üretmesi gerekir.
Bunun mümkün olduğu konjonktür çok uzun sürmeyecektir. Ortadoğu’da yayılmacılığı sert kayalara çarpmayan bir Amerikan Osmanlısı düşünülebilir mi? AKP’ye açılan devasa siyasal kredinin karşılığı çok ağır bazı yüklerin Türkiye tarafından sırtlanılması olmayacak mı?
Risk her yere döşenmiş durumda: Kürt sorununda işlerin tereyağından kıl çeker gibi gitmeyeceği görüldü. Ama bu süreçte Ortadoğu’dan tasfiye edilmekte olan Almanya’nın kaderine razı olmaması, tasfiye ilanı şimdiden verilen PKK’nin elindeki tek aracı kullanması, iç siyasetteki bazı pasları temizlemek için kuvvet tatbik edilmesi, MHP tipi muhalefetin önemli dönemeçlerde, Bahçeli’nin şu ana kadar yasakladığı riskli eylemleri de gündemine alması mümkün, belki de kaçınılmazdır. Amerikan yükünün devralınmasının insan kaybına dönüşmesi, yani önümüzdeki yıllarda çeşitli emperyalist cephelerden memleketin kasabalarına, köylerine cenaze gelmesi durumunda Türkiye’nin milliyetçiliği yükselterek işin içinden çıkıp çıkamayacağı belli değildir…
Dolayısıyla AKP’nin arabayı devirmeme sözünü tutamama olasılığı var. Krizin başıboş kaldığı bir ortamda “memleket elden gidiyor” duyarlılığının milliyetçi, faşist kesimlere teslim edilmesi ise mümkün değildir. Sol bu gerçek soruna kendi perspektifi ile müdahale etmek durumundadır.
Esas olan budur. Bir de, kriz dinamikleri AKP’nin tökezlediği değil kendini güçlü hissederek tekleşme yolunda devam ettiği alanlardan beklenmelidir. Tökezlemenin tamiri mümkündür, ama dincileşme sürecinin, mantıksal sonuçlarına ilerlerken, bir dizi toplumsal kesimde kendi karşıtını, radikal aydınlanmacılığı üretmemesi mümkün değildir.
Değerlerimiz elden gider mi?
Yukarıda söylediğim gibi bu bir Kürt sorusu. Türkiye’de sol ile işçi sınıfı arasında 1960’lı ve 1970’li yıllarda kurulmaya başlayan denklik 12 Eylül ve sonrasındaki saldırılarla büyük ölçüde kırıldı. İşçi sınıfının doğal haliyle sola eğilim göstermesi diye bir olgu birçok ülkenin kendiliğinden durumudur oysa.
“Değerlerimiz” derken Kürt toplumunda böylesi bir kendinde durumu kast ediyorum. Bu değerler esas itibariyle bir ulusal mücadele içinde gelişmiştir. Bu nedenle milliyetçiliğe karşı güçlü bir aşı Kürt siyasetinde aranmamalıdır.
Kürt ulusal siyaseti halk hareketi olmanın yanında popülisttir de. Bu nedenle aşiret yapısı halen ayakta olan Kürt toplumunun dinci gerici özelliklerine karşı bilinç yüklü bir mücadele tarihinden söz edilemez. Popülizm var olanla uzlaşmayı, ya da etrafından dolanmayı içerir. Ancak Kürt hareketi yükseliş döneminde feodal-aşiret yapısını çok hırpalamıştır. Daha sonraları hem bu yapının belli ölçülerde gerilediğini, hem de aşiretlerin -geçmişte de olduğu gibi- siyasal pozisyona göre tasnif olduklarını, merkezkaç aşiretlerin “devrimci” sayılabildiklerini gördük. Özetle mücadele kendi yerleşik standartlarını oluşturabilmiş değildir.
Kürt hareketinin mücadele içinde elde ettiği ve Türkiye ortalamasının da diğer ülkelerdeki Kürt ortalamasının da üzerinde gelişkinlikte bir profil çizdiği alan, kadın sorunudur. Bugün Türkiye’nin batısında ve kentlerde kadınların siyasete katılımının muhtarlıklar düzeyinde yoğunlaştığını görebiliyoruz. Kürt hareketinde tablo farklıdır.
Bir diğer boyut Kürt siyasetindeki sadeleşmedir. Her ikisi emperyalist çözüm yönünde devinen AKP ve DTP dışında bir üçüncü tarafın dahil olamadığı bir tablo, Türkiye’de siyasal zenginliği kapsayamaz. Bu tabloda Barzanici bir pencere açma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış ve geçmişten bu yana kural olarak Türk sağ partileri içinde yuvalanan Barzani geleneği aslına rücu etmiştir. MHP ve CHP’nin görünür vadede en ufak bir gelişim umutları yok. AKP’nin zayıflamasına bel bağlayan burjuva partilerinin, Kürt coğrafyasında bu partinin arkasında nal topladıkları bir gerçektir. Burada yanıtı verilemeyen tek taraf soldur. Türkiye solunun bir dizi kesimi, ya Kürt ulusal hareketine tepki göstererek ya da biat ederek söz konusu coğrafyayı terk etti. Sadeleşmenin çağrıştırdığı sorulara yanıt ararken bu faktör de gözetilmelidir.
Belirli bir süre içinde Kürtlere özel televizyonlarda dinledikleri, paralı dershanelerde geliştirdikleri dillerini kutlamak kalacak. Tekstil veya inşaat sektöründe iş ararken, belediye taşeronunda sigortasız çalıştırılırken bu kutlamaya akıl sır erdiremeyecek bir kesimin şekilleneceğini varsayabiliriz. Bu kesimin hafife alınamayacak bir mücadelecilik geleneğine sahip Kürt toplumunda önem kazanması mümkündür. Üstelik örnek verdiğim kültürel çözümün bile öyle kolay yoldan edinilmeyeceği de bellidir. AKP’nin açılımı ulusal kültürel özgürleşmeden ziyade dinsel bağların tahkimine ağırlık verecektir.
Yoksa söz konusu mücadeleciliğin büsbütün Kürt bağımsızlıkçılığı adına, Kürt ulusunun bölgesel bir güç haline gelmesi için kullanıma gireceğini mi varsayacağız? Bu defterin bu yolla kapanıp biteceğine inanmak mümkün değildir. Kürt toplumuna sunulan iki seçenekli siyasal tercih sorusunun kapsayamayacağı geniş bir alan var.
Dönüşüm sürecinin kaçınılmaz bir unsuru verili Kürt hareketinin bölünmesini kapsıyor. Osmanlılaşma süreci Amerikan barışının kapsamına Kürtleri alırken Kürt siyasetindeki toplulaşmayı dağıtacaktır. Bu dağılma Kürt solunun yeniden doğuşu için zemin anlamına gelebilir.
Bu tablonun Türkiye sosyalizmi için önemli olanakların ortaya çıkması biçiminde yorumlanması ise saçma olacaktır. Burada söylenmek istenen, yalnızca, gericileşmenin yol alması halinde solun kendini var edebileceği ve serpilebileceği kimi yeni olanaklar yakalayacağıdır. Gericileşmenin solu yok mu edeceği yoksa bu olanakların mı değerlendirileceği ise mücadelenin konusudur.
Türkiye solu, örneğin böyle bir olanağa yüzünü dönecekse, Kürt hareketinin biriktirdiği değerlerle arasındaki politik mesafeyi gözden geçirmek durumundadır. Bu revizyonun Kürt hareketinin yanında yer almayı başlı başına bir ilke sayan kişiliksiz sol pratiklerle en ufak bir benzerliği olmamalıdır. Diğer yandan, sosyalizm ile ulusal kurtuluş arasındaki gündem ve doğrultu zıtlaşmasının yarattığı maliyet, halkçılıkla telafi edilmelidir.
Burjuvazi makus talihini yenebilir mi?
Son zamanlarda AKP’liler bölgede güç dengeleri veya ittifaklar ne zaman konu edilse, bir ezberi tekrarlıyorlar: Türkiye küresel güç olacak.
Bu söylemin Demirel’in Büyük Türkiye sloganından hayli farklı bir tını verdiği açıktır. Ölüm gösterilen toplum, tam sıtmaya razı olacakken, bir ziyafete davet edildi! İç savaş, işsizlik, iç göç, dış göç, geleceksizlik, hayal kırıklıkları … bütün bunları yaşamış toplumun geniş kesimlerinin ısrarla ve yıllar boyu, tek bir umuda bile penceresini açmaksızın gericileşmeden, bağımlılıktan şikayet etmesi ve ölümü beklemesi mümkün değildi. Bu denli çaresizlik bireysel düzlemde görülebilir yalnızca. Çözülmekte olan toplum görüntüsünün ardında yeni bir açılıma duyulan mutlak açlık yatıyordu.
AKP’nin en büyük başarısı ve şansı budur. Türkiye toplumu yaşadıklarında pozitif bir tutamak noktası bulmaya aşırı eğilimlidir.
Ancak yukarıdaki iki soruya verebildiğimden çok daha açık ve sert bir yanıtı burada vermek durumundayım. Türkiye’nin kaderi ABD’nin inisiyatifindedir ve emperyalizmin bizim ülkeden küresel güç imal etmesi için herhangi bir neden yoktur.
Emperyalizmin Ortadoğu’da tam olarak ne istediği sorusundan bir bölgesel model yanıtıyla ayrılmak beyhude bir çaba olur. ABD emperyalizmi Sovyet sonrası Ortadoğu düzenlemelerine devam ederken, bu uğraşa şimdi kriz sonrası yeni düzenleme gereksinimleri de eklenmiş bulunuyor. Washington’da ideal modeller peşinde koşulmuyor. Beyaz Saray bir siyasal mücadele veriyor. Aslolan bölgede hegemonyanın tahkimatıdır. Diğer faktörler, sınırlar, başkentlerin önem hiyerarşisi, savaşlar, barışlar ve ölümler… her şey bu tahkimat fonksiyonuna göre değişebilir.
Emperyalizmin Sovyet sonrası dünyada yaşadığı kritik değişimlerden birisi ittifak kavramının daha az eşitlik, daha fazla merkezdeki gücün ağırlığını içerecek biçimde yeniden anlamlandırılması oldu. NATO üyelerinin birbirlerini müttefik olarak hissetmeleri 1990 öncesi zamanlarda kategorik olarak daha olasıydı. NATO’nun ve AB’nin üye sayısının artmasıyla birlikte iç hiyerarşileri de karmaşıklaşmıştır. Bu tabloda Türkiye’ye düşen bir inisiyatif alanı tarif etmek gerçekçi olmayacaktır.
Obama’nın başkan seçilmesinden sonra Türkiye’de de dışişleri bakanlığına Davutoğlu’nun geldiğini hatırlayalım. ABD’deki kadro değişimi Türkiye’yi Amerikancılığın gazına yeniden basabilme rahatlığının ötesinde, asıl başka bir açıdan sevindirdi. Obama iktidarı, ABD’nin bölgede Türkiye’yi önemli bir ara kademe olarak tanımlanmasına denk geliyor. Bu tercihin bilek gücüyle kazanıldığı iddiasının kanıtı sayılan Davos şovunun bile Ankara’ya açılan büyük bir kredi olduğu bilinmelidir.
Türkiye’nin bileğinin hakkı, AKP’nin kısa olmayan bir dönem için daha hükümet olmaya devam edeceğini göstermesinden, Amerikancılık yarışında rakipsizliğinin ilanından, bölgesel planlara uyum yeteneğinden geçiyor. AKP 1 Mart 2003’ün tekrarı gibi bir olasılığın bulunmadığına, tepesine sifon çekilmeyi hak etmediğine ikna etmiştir ABD’yi. Ya da ABD tarafından bu yönde terbiye edilmiştir. İstense ekonomik krizin AKP iktidarının ipini çekmek için kolaylıkla kullanılabileceği açıktır.
ABD emperyalizmi bir tercihte bulundu. Şimdi doğal olarak verdiğinin karşılığını alacaktır. Türkiye’nin gücü kendisine tanınan sınırlar içindedir. Ancak ABD’nin devrettiği yetkinin AKP tarafından ülke içinde ve bölgede reklam amacıyla kullanılmasına da herhangi bir itirazının olmadığı görülmektedir.
Reklama tamam. ABD misyonlarında ilerlemeye ve ilerledikçe kredi musluklarının açık tutulmasına da tamam. Ama bütün bu senaryo emperyalizmin belirli riskleri Türkiye’ye devretmesini önemli bir yere oturtmuyorsa anlamsız kalır. Bu noktada, yalnızca ABD emperyalizminin geride bıraktığımız dönemde aldığı riskleri hatırlayalım. Bunların çok küçük bir bölümü bile Türkiye’yi birkaç kez ölüme götürmeye yeter.
Bu seferki büyük dönüşüm şunları vaat ediyor: Emperyalist ağabeyleriyle aynı sınıfa alınmış, islam dünyasına yönelik emperyalist misyonu hayli geniş bir manevra alanıyla birlikte devralmış, Kürt himayesi ile iç dengelerini oturtmayı becermiş, sınıfsal dengesizlikleri cemaat kimlikleri ve dinsel ideolojinin birleştiriciliği ile hafifletmiş, sorunları güç göstererek çözen, dolayısıyla yıkıcı savaşlara soyunması da gerekmeyen bir Türkiye…
Ağzı çok yanmış bir sol olarak soyut olasılıkları dikkate alma temkinliliğimiz ağır basabilir. Ama her şey bir yere kadar. Bana kalırsa bu vaatlerin teorik olarak mümkün olup olmadığı tartışmasını bile uzatmanın anlamı yoktur. Bu bir hayal dünyasıdır. Sol dengeli, istikrarlı, krizsiz bir ülkeye değil, büyük alt üst oluşlara hazırlanmalı, gözü de arkada kalmamalıdır.
Burada ağırlık “hazırlanmak” sözcüğüne verilmelidir.