Türkiye bir kriz ülkesi. Öyle ki, bizim ülkemizin, dünyanın 1929 Büyük Depresyonundan bu yana tutulduğu en büyük fırtınayla yetinmesi düşünülemezdi bile. Türkiye geçen yıl dünya kapitalist bunalımının dalgaları tarafından dövülmeye başladığında modern burjuva dönemine özgü siyasal yapının tasfiyesi ve ulus-devlet sınırlarının delinmesi gündemleriyle zaten krizin kapısında dolaşıyordu. Bizim “felaketin eşiği” dediğimiz durum, anlayacağınız.
Burası kriz ülkesi. Ama krizler farklılaşıyor. Krizlerin evrimine bakmak, sanki Türkiye’nin toplumsal tarihini ele almanın bir yolu. Kuşkusuz burada ekonomik süreçleri kast etmiyorum.
1990’ların ortalarında yaşanan krizin yönetememe boyutu vardı. Yönetim zorlukları başlı başına bir boyut olmakla birlikte, krizin diğer dinamikleri tutmuşlardı onu kolundan ve merkeze taşımışlardı.
Dinci gericilik 1993 Temmuz Sivas – 1994 Mart belediye seçimleri – 1995 Aralık genel seçim momentleriyle sıçrama kaydetti. Egemen güçlerin, yedek güç olmanın ötesine geçip kılıcını atan dinciliği modere etme ehliyeti olmadığı anlaşılacaktı.
Kürt sorunu 1992-1994 aralığında zirveye çıktı.
Emekçi hareketleri 1989-1992 diliminde tepe yapmıştı.
Çıktığı zirvede tutunamayan ve tepe taklak giden yalnızca sonuncusu oldu. Türkiye egemen güçlerinin en donanımlı olduğu cephe emekçilerin yüklendiği taraftı.
Kriz dinamiklerinin hep beraber egemen rejime karşı konumlandıkları sanılmasın. Dinci gericiliğin yükselişi ve Kürt sorunu gündeminin ağırlık kazanması, emekçi hareketinin geri çekilişini bütünlemişlerdir.
Bir de, elbette, egemenlerin Gorbaçov’a duacı olmaları gerekiyordu. Sol, başını 12 Eylül’den kaldıracağı sırada ikinci darbeyi Sovyet karşı-devriminden yedi.
3 Kasım 1996 Susurluk – 28 Şubat 1997 MGK – 16 Şubat 1999 Kenya krizden çıkışın ayakları. Burada asıl yatırımın siyasal alana yapıldığını görmemek mümkün değil. Ekonomi ise, boşta bırakılmış, hatta siyasal krizi çözerken, rahat bırakılma ve desteklenme karşılığında emperyalizme rehin verilmiştir.
2001 ekonomik krizinin dünyada esasen iki ülkeye nasip olduğu atlanmamalıdır. Arjantin bir yana, Türkiye’de 2001 krizi büyük bir toplumsal mühendislik çalışmasının motorunu çalıştırdı, AKP’yi doğurdu. Ve yeni ve ‘90’lardan farklı bir kriz sürecini tetikledi.
Türkiye egemen güçleri yine “yönetemiyorlardı.” Dinci gericilik Kemalist restorasyonu atlatmış, bu kez daha güçlü hamle yapmıştı. Kürt sorunu birkaç yıllık İmralı molasından sonra bambaşka bir problematiğin parçası olarak sahneye dönmüştü. Yeni problematik emperyalizmin bölgeyi yeniden yapılandırma planıydı.
Dinci gericiliğin hamlesi emperyalist destekliydi. Kürt sorunu emperyalist bir bağlama taşınmıştı. Ve emperyalizmle ilişkiler Türkiye’de 2000’lerin ortalarına doğru giderek biriken ve yığılan kriz tablosunun başlı başına bir ekseni haline geldi. Türkiye toplumu ve siyasetindeki konumlanışlar emperyalizme göre tayin edilmeye başlandı.
Ekonominin bir konjonktür genişlemesine sahne olduğu 2002-2007 döneminde siyasal kriz yükseldikçe yükseldi. Siyaset ve iktisat ters yönlere baktı.
Gelenek okurları, 2007 yılını devletin çözülmesi, cumhuriyetin tasfiyesi kavramlarıyla okuduğumuzu hatırlayacaklardır. Bölünme gerginliği, o zamana kadar ya Kürt sorunu hakkında egemen güçlerin bir demagojisi olagelmişti, ya da Kürt hareketlerinde radikalliğin uç noktasını temsil eden simgesel bir teze dayanmıştı. İkinci kategorinin ülkedeki bölünme gündemini kendi başına belirleyecek kuvvete hiç ulaşamadığını not etmek gerek.
2002-2007 yıllarında konu, emperyalizmin bölge tasarımı bağlamında anlam kazanmıştır. Ulus-devletin yerini etnik devletlerin, uluslaşmanın yerini cemaatleşmenin alması, cemaatleşmeye burjuva modern milliyetçiliğinin öncesinden kalma dinsel ideolojilerin, sermayenin uluslararasılaşmasına ise yönetsel ve hukuki yerelleşmenin eşlik ettiği koşullarda Türkiye Cumhuriyetinin başka şekillenmelerle ikame edilme seçeneğinin doğmaması mümkün değildi. Bunun bir krize işaret etmemesi de…
2007 seçimlerinden sonra ise bu siyasal kriz, Türkiye sınırlarını aşan bir Amerikan barışıyla aşılma yoluna sokuldu. Osmanlıya dönüş bu farklılaşmanın kod adı. Ancak rahat yüzü göremeyen kapitalist düzenin başına bu kez de dünya ekonomik krizi patladı.
Türkiye bir kriz ülkesi. Kriz dinamiklerinin birbirine çarpması bu kaotik yapının kuralı. Krizin farklı veçhelerinin üst üste binmek yerine birbirlerinden rol kapmaları da öyle. Bilinen formüle göre ekonomik, toplumsal, ideolojik, siyasal krizlerin çakıştığı yerde aranır devrim. Yanlış olmamakla birlikte şimdi Türkiye’de bu farklı veçhelerin birbirini beslemek yerine, birbirine karşı konumlanışları üstünde durmanın daha açıklayıcı olduğu bir dönemdeyiz.
Ekonomi mi politika mı?
“Hükümetin ekonomik krize ekonomik bir yanıt üretme kaygısı söz konusu değildir. Türkiye uluslararası politik hareketliliğin merkezinde bir ülkedir ve bu hareketliliğin kriz süresince Türkiye’yi oyalayacak bir dinamik yaratacağı düşünülmekte ve hatta bu dinamik gün be gün artan bir ivmeyle üretilmektedir. Bu yüzden hükümetin krize karşı üretmekte olduğu yanıt politiktir.”1
Bu, ekonomik krizin en azından Türkiye’deki niteliğine ilişkin temel yaklaşım olarak kabul edilmelidir. Söz konusu iki düzlem arasında bu tür bir ilişki yeni bir keşif sayılamaz. Marksist literatür ekonomik yasaların kadir-i mutlak mekanizmalar olarak görülmemesi gerektiğine ilişkin sayısız yöntemsel belirlemeyle doludur. Bir örnek olarak; kâr oranlarının düşmesini bir eğilim ya da eğilimsel bir yasa olarak tanımlamakla bu yöntemin en bilinen örneklerinden birini sunar. İkinci örnek ise sosyalizmin siyasal iktisadından hareketle verilebilir. Merkezi planlamanın temel mantığı, insan eyleminin ekonomiye hükmetmesine veya ekonominin yasalarını hükmedilebilir yasalar olarak görmeye dayanır.
Bir diğer saygın Marksist aydına daha değinmenin yeridir:
“Daha önce bu köşede incelediğim bir ‘cankurtaran simidi’ bu sonucu etkiledi: Son altı ayda ekonomiye nereden, kimden geldiği belirsiz, kayıt-dışı 17 milyar dolar girmiştir. Bu ‘esrarengiz’ katkı gelmeseydi, dış kaynak hareketlerinde, 2007 milli gelirinin yüzde 6’sına denk gelen boyutta bir ‘tersine dönüş’ gerçekleşmiş olacaktı. Kayıt-dışı para girişleri, döviz fiyatlarında aşırı bir tırmanmayı ve buna bağlı bir finansal krizi önlemiştir.”2
Boratav, Erdoğan’ın teğet teorisinin iktisat dışı kaynaklara dayalı açıklaması için üstünde özenle durulması gereken bir giriş yapıyor. Bu ölçekte bir parasal hareketin, içinde bulunduğumuz bölge, yaşadığımız dönem ve Türkiye’nin emperyalizme bağımlılıkta “yeni dünya düzeni”nde oturduğu “örnek” konum göz önüne alındığında, Washington’dan özerk gerçekleşemeyeceği, güvenle ileri sürülebilir.
Belli ki, AKP, öncelikle, yukarıdaki ilk alıntıda işaret edilen “krize politik yanıt” çerçevesinde bir zemine ulaşmış, peşi sıra veya bununla eşzamanlı olarak, ekonominin yasalarıyla uyumsuz ve burjuva hukukuna göre gizli bir operasyona yönelmiştir. Mayınlı bölge tartışmaları ve gizli toprak satışlarıyla ilgili iddialar, son ekonomik önlemler paketinin uzanımlarıyla birlikte düşünüldüğünde politik yanıta uygun iktisadi adımların süreceği anlaşılmaktadır.
Ekonomik etkiler de üreten politik yanıt, dünya ekonomisinin seksen yıldan beri görülmedik bir bunalımla karşı karşıya bulunduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye’nin, sanayi üretimi düşüşünde dünya ikincisi, işsizlikte dünya dördüncüsü olmasını, yani bunalımdan en ağır etkilenen ülkeler sıralamasında zirve yarışında olduğunu da… Ancak kapitalizmin sorunu bu noktada düğümlenmemektedir.
Kendiliğinden çöküş senaryolarının gerçekçi olmadığını not etmeliyiz. Genel olarak gerçekçi değiller ve yanlışlar. Marksizmin kapitalist üretim tarzının tarihsel karakteri, yani ancak belirli tarihsel koşullarda ortaya çıkarak, kendi yarattığı dinamikler tarafından sahne dışına itileceği yolundaki teorisi, zaman zaman katastrofik yorumlarla anılmıştır. Tartışmasız, ne Marx ve Engels’in, ne kayda değer başka Marksistlerin, ne de bir bütün olarak marksizmin bu hatada bir dahli olmamıştır. Marksizm, her şeyden önce sınıf mücadeleleri teorisidir. Ekonomik kriz ile kapitalist üretim tarzı arasında doğrusal bir bağlantı arayışının, sınıf mücadelesini merkeze oturtan bir yöntemden koptuğu için marksizmle ilgisi de kuşkulu hale gelmiştir.
Çöküş dediğimiz devrimdir ve devrimin örgütlü bir öncüsü olmalıdır.
Ekonomik kriz üretim araçlarının tahrip edilmesi yoluyla kâr oranlarının yeniden yükseleceği ve kapitalizmin ekonomik büyüme için yeterli ve gerekli teşviki bulacağı bir ortamın yaratılmasıyla aşılır. Yani ekonomik kriz, üretim araçlarının bir bölümünün tahribini mutlaka içerir. Değil kendiliğinden çöküş, ekonominin siyasetten bağımsız yasaları diye bir kategori bile tanımlamamız mümkün değil. Ama krizden çıkış, yıkıma dayanır ve bu süreç bütün canlılığıyla yaşanmaktadır.
Yıkımın, bu ölçekteki krizlerde büyük çaplı savaşlar aracılığıyla somutlanması, mutlak değilse de, son derece güçlü bir eğilimdir. Kapitalizmin krizi savaşı da içerir:
“20’inci yüzyılın son çeyreğindeki bu dünyada sistem sürdürülemez bir noktaya geldi. Bunu aşmak için ne yapmak gerekiyor? Küresel çapta talep yaratıcı müdahalelerde bulunmak gerekiyor. Ama bu da büyük sermaye tarafından hazmedilemez, çünkü büyük sermaye ‘Dünya ticaretini sadece ben yönlendireyim’ diyor. Eğer kârlılığı kısıtlanırsa buradan tek çıkış yolu kalıyor; ‘düzeltici savaş.’ Yoksa çok fazla sermayedar çok fazla üretim yapıyor ve bu borçlulukla da yeni bir talep yaratılamıyor. O zaman da bu iktisadi artığın bir savaşla veya bir başka yolla yakılması gerekiyor.”3
Yeldan’ın değerlendirmesine çok sayıda başkasının katıldığını ve genel olarak ülkemiz Marksist iktisatçılarının kriz öngörüsü ve sonuçlarına ilişkin değerlendirmeler açısından alınlarının açık olduğunu not etmeliyim.
Kapitalist krizin bir diğer anlamı emekçilerin uğradığı yıkımdır. Bunun savaş ve kitlesel ölümleri henüz içermediği bugünkü koşullarda derin bir yoksullaşma biçiminde somutlandığını görüyoruz. Kriz dalgalarının Anadolu sahillerine ulaşmadığı evrede bile sermayenin emekçileri mevzilerinden söküp atmaya yönelik büyük operasyonlara giriştiklerini biliyoruz. Özellikle 2008 yılının ikinci yarısında sendikaların söyleminde “patronların fırsatçılığı” olarak ifadesini bulan durum gerçektir. Bir dizi büyük holdingin işçi çıkarma, ücretleri tırpanlama ve sosyal hakları gasp etme yoluna giderken, bir yandan da yüksek kârlarıyla övündüklerini gördük.
Sonra; kapitalizmin krizi rekabetin şiddetlenmesini ve mülk sahibi sınıflar içinde büyük servet değişimlerini içerir. TÜSİAD ile temsil edilen geleneksel büyük sermaye ile AKP arasındaki didişme, geleneksel sermayenin “halkla ilişkiler” işlevini de üstlenen üyesi olarak Doğan grubu ile başbakan arasındaki didişme, bu karşı karşıya gelişlerin ortasından geçen IMF hattı, CHP’nin belirgin biçimde geleneksel sermayeye yakınlaşma ve bu yöneliminde AB ile frekans tutturma denemeleri… Bu somutlukların arka fonunda rekabet ve kaynaklar üstünde mücadeleler yatıyor.
Rekabet ve kaynaklara erişim mücadelesinin, Türkiye’nin boyut ve konumunda bir ülkede dünya çapındaki emperyalist rekabet ve paylaşım mücadelelerinden etkilenmeksizin yaşanması akla bile getirilmesin. Burada eski bir kurala göre, emperyalizm üst-belirleyen rolü oynar. Güncel kural ise emperyalizmin girmedik delik bırakmamasıdır.4
Ekonomik krizin bu yaygın etkileri, ekonomi yasalarının, kriz koşullarında sadeleştirici rol üstlenmesi anlamına yorumlanmamalı. Siyasal ve ara ara söylemsel çelişkilerin ekonomi alanına referansla açıklanmasından söz etmiyorum. İlişki çok boyutlu ve karmaşıktır.
Çok boyutluluk, karmaşıklık… Bu sözcükler genel geçer bir bilimsellik adına burada tekrarlanmıyor. Somut olarak ekonominin ve krizin “sadeleştirici” rolüne gözlerini dikenler, gelişmeleri okumakta ve tepki göstermekte çeşitli yanlışlara düşeceklerdir. Örneğin solun ve sendikal yapıların, kaynak bölüşüm kavgalarında işçi sınıfı ve emekçileri bir taraf haline getirmeye konsantre olmaları böyle bir yanlıştır. İşçi sınıfının sömürünün şiddetlenmesine karşı tepki gösterebilmesinin, ekonomik etkenlerin ötesinde bir çerçevede ele alınması gerektiği, Haziran 2009’da daha büyük bir rahatlıkla dile getirilebilir.
İşçi sınıfı bir yıldır işsizlik ve yoksullaştırma başlıklarında ağır bir yıkıma uğradı. Buradan kaynaklanan grev ve direnişlerin ne bir mücadele dinamiği, ne de toplumsal direnç odağı haline geldiğini görebildik. Mart sonundaki yerel seçimlerde CHP’nin bazı emekçi semtlerinde oylarını artırması bu yönde bir taban tepkisine yorulmaktadır. Kuşkusuz AKP’nin kısmi oy gerilemesinde de böyle bir paydan söz edilebilir. Ancak bu oy hareketlerinde bir emekçi faktörü varsa bile, değişimin toplamda sağın daha fazla güçlenmesi yönünde olduğu dikkat çekicidir. Bu noktada CHP’nin sol olup olmadığı tali bir konu. Zira önemli olan iki nokta var: Birincisi, emekçilerin krize karşı kendiliğinden solculaşmaları veya düzenden kopuş eğilimi göstermeleri söz konusu olmamaktadır. İkincisi, sol bu yönde eğilimleri kışkırtmayı ve örgütlemeyi başaramamıştır.
Konumuza dönersek, işçi sınıfının kriz ortamında şiddetlenen paylaşım mücadelesinin tarafı haline gelemediği görülür. Bu büyük ölçüde kendiliğinden harekete, dolayısıyla sendikal alana ve verili işçi sınıfının ve toplumsal/ideolojik yapının kendine has geleneklerine bağlanabilecek bir durum. Türkiye’de dipten gelen bir dinamizm geleneğinin bulunmadığı ve örgütlü sınıf mücadeleleri yapısının tasfiyeye uğradığını, bir kez de, benzersiz bir kriz ortamında test etmek acı verici. Ancak bu testin aradan geçen aylarda, sonuçları alınmıştır. Sol, bu saptamayı yapma yürekliliğini göstermelidir.
Bu parantezi şöyle kapatmak yerinde olur: Siyasette tavır ve kimlik geliştiremeyen bir işçi sınıfının, amiyane tabirle memleketine sahip çıkamayan emekçilerin, kendi ekmek meselelerine el koymaları da olanaklı değildir. Bu ilişkinin solda sık sık tam ters yönde algılandığına ve kabul edildiğine dikkat edilmelidir.
Verimli bağlantılar ise yok değildir. Ancak kurulmayı bekliyorlar.
Sermaye içi ekonomik paylaşım gündemi ve servet değişimi süreçleri toplumsal ve siyasal çalkantılara neden olur. Bu çalkantılar kendilerini oldukları gibi değil, belirli prizmalardan geçip kırılmış olarak dışa vururlar. Bir bakarsınız, burjuvazinin bir kesimi laik kesilmiş, vb. İdeolojik bunalımlar solun emekçi kitlelerle birlikte belirli kanallara girip ilerlemesine el verebilir. Yahut rekabet siyasal yönetim gücünü zaafa uğratarak yönetememe krizi biçimini alabilir. Ekonomik kriz bu tür gelişmelerin kontrol altına alınmasını zorlaştırır…
Diğer bir bağlantı da burjuva egemenliğinin yaklaşık son otuz yılına damga vuran kimi yapısal özelliklerin uğradıkları –yıkım değilse de- ciddi prestij kaybıdır.
İşçi sınıfı bu bağlantı noktalarında siyasal öncüleri aracılığıyla yerini alamaz ise, ekonomik yıkımın da sonu yoktur. Kaldı ki, Türkiye’de emekçilerin sığınacakları, yalnız kalmayacakları toplumsal kovuklar da, umutlarını yatırabilecekleri gerici ideolojiler de var…
Yıkılan ne, yerine ne konur?
Dünya kapitalizminin 1929 krizinden İkinci Dünya Savaşını kapsayan bir yıkım evresinden ya da “düzeltici savaş”tan sonra girdiği genişleme evresinin 1970’lerin başında son bulduğu kabul görüyor. Bunu izleyen kırk yıla yakın sürede kapitalizmin büyüme eğilimi düşme göstermiş, yeni bir kriz neo-liberalizmin yerleşmesi ve reel sosyalizmin yıkılması ile ertelenebilmişti. Sona eren kabaca bu dönemdir.
Boratav bir çalışmasında neo-liberalizmin Türkiye’de egemenliğini kurduğu yirmi sekiz yıllık zaman dilimiyle öncesini karşılaştırmıştı:
“Neo-liberalizmin farklı aşamalarını içeren bu 28 yıllık zaman diliminin ortalama büyüme hızı yüzde 4.1’dir. Buna karşılık, Türkiye ekonomisi, ‘karma, müdahaleci, ithal ikameci’ diye nitelendirilen daha önceki on sekiz yıllık bir dönem boyunca ortalama yüzde 6.5 oranında büyümüştür. Bu iki farklı modelin büyüme başarıları arasındaki dramatik farklılıktan daha da önemlisi, neo-liberal modeli adım adım ileriye taşıyan her ara dönemde büyüme hızının da aşağı çekilmiş olmasıdır. Neo-liberalizmin ilk dönemi olan 1980-1988’de ekonomi ortalama yüzde 4.9’luk bir hızla büyümüştür. 1989 ile başlayıp 1997 ile son bulan dokuz yıllık ikinci dönemin ortalama büyüme hızı ise yüzde 4.3’tür. IMF/Dünya Bankası denetiminin kesintisiz uygulandığı son on yıl ise, sadece yüzde 3.6’lık bir ortalama büyüme hızı gerçekleştirdikten sonra krize geçerek son bulmuştur.”5
Neo-liberalizm bir bütün olarak bakıldığında bir genişleme döneminin değil, krize direniş döneminin yapılanmasıdır. Bu direniş başarısızlıkla ya da yazarın deyimiyle “foslayarak” noktalandı.
Noktanın nereye konduğu, krizin nasıl süreceği, kapitalizmin hangi dönemsel özelliklerinin tasfiye olacağı ise tartışmalı. Bu tartışma krizin belirsizlik anlamı ihmal edilmeden yürütülmelidir.
Günümüz krizinin, bütün yapılanmasıyla birlikte neo-liberal dönemin ve ABD egemenliğinin krizi olduğunu söyleyebiliyoruz.
Ancak bunu söylediğimiz anda olası alternatiflerin neler olabileceği, ABD’nin dünya hegemonyasında kimin rakip ilan edilebileceğini de sormak durumundayız. Bu soruların yanıtının olmaması, krizin sonuçlarının hafife alınabileceği anlamına gelmez. “Bir şeyin değişeceği yok” diyip işin içinden çıkılması olanaksızdır ve bu, krizin şiddetinin ürünüdür.
Tüketimi körüklemeye, bunun için orta sınıflara ve emekçilere belli bir kaynak aktarımına, yani yeni bir bölüşüme yönelmek… Bunun bir anti-kriz önlem olabileceği aşikâr. Ancak sınıflar dengesi ve uluslararası siyasal denge bu olasılığı çok zayıf düşürmektedir. En başta, bir kez daha, siyaset ve iktisat düzlemleri arasındaki ilişkinin yanlış bir yöntemle düşünülmesiyle ilgilidir hata.
Burjuvazinin ekonominin önünü açmak, makinelerin yeniden dönebilmesi için tüketim ve talep yönlü bir düzenlemeye girişmesi mümkün idiyse, aynı burjuvazi dolu dizgin patlamaya giden finansal şişkinliğe neden göz yumar? Ekonomik krizin tam da sanal sermayenin şişkinleşmesine bağlı olarak patlak verdiği ilk kriz bu değil. Üstelik kötü haberi sadece Marksistler de uçurmadı.
Burjuvazinin bir sınıf olarak davranışlarıyla bireyin akılcı davranışı arasında bir bağ kurulabiliyor olsaydı, gerçekten de, reel ekonomik üretimle sanal sermaye arasındaki bağlantının koptuğu moment saptanabilir ve frene basma kararı alınabilirdi. Oysa böyle bir bağın var olduğunu yine burjuva iktisadından başkası iddia etmemektedir.
Burjuva iktisadı bile bu iddiasını kimi temel önermelerle sınırlayarak ortaya atar. Bunlardan bir tanesi en rasyonel davranışın kâr maksimizasyonu olduğunu söyler. Burjuvazi kâr maksimizasyonu doğrultusunda davranan bir sınıf olduğu için, bireylerin gördüğü tehlikeye karşı pratikte önlem geliştirmek mümkün değildir. Göre göre kriz, bile bile lades!
Kapitalizm sanal sermayenin patlamasını engellemek için, patladığında da altında kalmamak için kârlılığını arttırmaya uğraşır. Başka bir ilaç bilmeyen burjuvazi duvara çarpar.
Bugün bütün dünyada ekonomi daralıyor, üretim düşüyor diye, burjuvazinin emekçilere para dağıtması, bu nedenle mümkün değildir. Azaldığı görülen kaynakların sınıflar arasındaki paylaşımında bu tür bir düzenleyici rasyonalitenin egemen hale gelmesi için iki koşulun yan yana gelmesi gerekir.
Birincisi, ortada paylaşılacak bir servetin, dahası büyümekte olan bir servetin bulunması gerekir.
İkincisi, servetin yeniden paylaşılması için zorlayan bir karşı gücün varlığıdır.
İlk koşulun var olmadığı meydanda. Ya ikincisi?
ABD’de kriz öncesinde en üst gelir düzeyindeki yüzde birlik nüfus diliminin servetin yüzde 34,3’üne, en zengin yüzde onun servetin yüzde 71’ine sahip olduğunu biliyor musunuz? İkinci yüzde onluk dilim, payına düşen yüzde 13,4’le mutlu olabilir. Peki ya servetin yüzde 15,3’üyle yetinmek zorundaki, kalan yüzde seksen?
1970’lerden beri kapitalizm krizini bu sayede erteledi. Şimdi durum daha kötü. Umutları Obama’ya yönlendirilebilen yoksul yığının bir karşı güç oluşturması mümkün görünmüyor. Durum Avrupa’da yalnızca biraz farklı.
Seçenekler arasında isyan, lümpenleşme ve politizasyon var. Latin Amerika istisnasının dışında, en pozitif alternatifin bildiğimiz ağır yenilgilerden sonra kat edecek yolu uzun. İsyan ise işçi sınıfının ve solun yaslanabileceği mücadele tarzını ifade etmiyor.
Kırk yıla yakın süre bir dizi faşist darbeyle, emperyalist kontrol mekanizmalarının sıkılaştırılmasıyla, karşı-devrimlerle, savaşlarla takviye edilen kapitalizm, önceki evrede işçi sınıfını toplumsal mutabakatın parçası haline getiren sosyal-demokrasiyi şirazesinden çıkarttı. Yalnızca Türkiye’de değil solun ve işçi sınıfının geleneksel mevzilere sahip oldukları ülkelerde de sosyal-demokrasinin istikrarlı bir yükseliş gerçekleştiremediğini, gerçekleştirme olasılığının baştan aşağı yeniden yapılanmaya bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu tür yeniden yapılanmaların kaderi büyük ölçüde egemen sınıfın cevaz vermesine bağlıdır. Daralan kaynaklar üzerinde ulusal ve uluslararası düzeyde acımasız ve kıskanç bir rekabete dalan burjuvazi, işçi sınıfıyla pazarlığa değil ezmeye bağlamış görünüyor politikasını.
Merkez ülkelerde neo-liberalizmin yitirdiği itibarın Keynesçi refah toplumu ve sosyal devletle ikame olasılığı, bu yollar işçi sınıfı ile burjuvazi arasında geri de olsa bir denge durumuna denk düştüğü için de, geride kalan otuz yılda kamusal ekonomi büyük ölçüde tasfiye edildiği için de olanaklı görülmemektedir. Aslında bu iki boyut birbirini tamamlar. Devletin ekonomide eski yerinin rehabilitasyonu alt ve orta sınıflara alan sunmaksızın gerçekleştirilemez. Kâr oranlarının düşmesini durdurmaya çalışan burjuvazi böyle bir seçeneği ancak sopa zoruyla gündemine alabilir.
Neo-liberalizmin tıkandığı yerde hatıraların akla gelmesi insani olabilir. Yani insani bir zaaf…
Kriz ve emekçilerin uğradığı yıkım. Bu tablonun sonucunun şimdilik bir emekçi hareketi olduğunu söyleyemiyoruz. Birinci evrede ABD emperyalizmi, faturayı asli politikalarda aşağı yukarı tek bir radikal değişime gitmeksizin, önceki başkan ve hükümete kesmiş, makyaj tazelemiş, bunu yaparken muhafazakâr Bush döneminin kadrolarında sürekliliği bile feda etmemiştir.
Dolayısıyla krizin yol açtığı ara sonuç, kaynak ülkede Amerikan emekçilerinin sisteme entegre edilmesi için yeni bir fırsattan ibarettir. Sistemle bağları yeniden düzenlenen yığınların maruz kaldığı adaletsizliğin, artan işsizliğin telafisi ise söz konusu değildir.
Emperyalist merkezlerin daralan kaynakları, krizin yayılmasını önlemek için bağımlı ülkelerde kullandırması yönünde kısmi taktik açılımlar ise mümkündür.6 Ancak bu topyekûn bir genişleme modeli olamaz. ABD’nin 1945’te Avrupa’ya yaptığını kimse için tekrar edecek ne durumu var, ne böyle bir yönelimi zorunlu kılan Sovyet baskısı, halkların sosyalizme dönük sempatisi, eşitlikçi bir model olarak sosyalizmin kendisi…
Öte yandan bağımlı ülkelerin payına otoriter, faşizan yönelimlerin ve milliyetçiliklerin düşeceğine aşağı yukarı kesin gözüyle bakılabilir. Daralma ve ona eşlik eden milliyetçi, faşist akımların yükselişi, “düzenleyici savaşlar”ın yolunu açarak bir başka gereksinimi karşılayabilir.
Birkaç yıl önce batı solundaki beklentilerin farklı olduğunu hatırlatmak durumundayız.
Batı solu ve yanlışlık
Bu “başka” beklentilerin iki ayağı vardı. Birincisi kapitalizmin kendisine, ikincisi buna karşı mücadeleye yönelik.
“2002 yılı başlarında, saygın akademik yayın dünyası şöyle dursun, küresel adalet hareketindekiler de dahil olmak üzere çok az kimse, modern dünyayı betimlemek için ‘emperyalizm’ sözcüğünü kullanıyordu. Lenin’in söyledikleri (…) akademik disiplinlerin çoğunda soğuk karşılanan ve ‘savaşlara son verecek ilk savaş’tan, büyük güçlerin açık sömürgecilik uygulamasından ve devrimci Rusya’nın deneyiminden 80 yıl sonraki bir aktivist kuşağına yabancı gelen şeylerdi.”7
Dünya kapitalizmi ekonomik krizi ertelemeyi başarmakla yetinmedi. Ya da bu başarının ideolojik boyutları da var. Kapitalizmin ekonomik yapılanmada kamusallığı yaşattığı, devletin sosyal boyutunun ayakta olduğu, işçi sınıflarının nice düzen içi kazanıma sahip oldukları bir dönemde, burjuvazinin emperyalist karakteri hakkında pek az kimse yanılsama içindeydi. Rüzgârın tersine döndüğü, sosyalist ülkelerin bölünüp kimilerinin ilhak edildiği, batılı ülkelerin silahlı meydan okumalara, açık işgallere başvurdukları, uluslararası hukuku ayaklar altına aldıkları bir yağma döneminde ise, solda emperyalizm kavramı geri kafalılık olarak algılanmaya başlandı!
Solda emperyalizmin Lenin’den beri bilinen kavramlaştırma çerçevesinde değil, herhangi bir politika olarak anlaşılması yaygınlık kazandı ve kapitalizm ile emperyalizm arasında kurulan Marksist bağ koptu. Emperyalizm kapitalizmin bir veçhesi olmaktan çıkartılınca, yayılmacı, militarist ve saldırgan politikaların çaresi kapitalizmin içinde aranır oldu.
Hatta kapitalist yayılmacılığın zararlı olmayan versiyonları üstüne düşünülmeye başlandı. Amerikan solundaki Demokrat Parti sempatisi tam da budur.
Negri ve Hardt’ın süratle eskiyip demode olan ama bugün bile yalnızca dokuz yaşındaki İmparatorluk’larına dönmeyeceğim. Radikal eleştiri olarak algılanabilen bu çalışmanın aslında kapitalizme bir övgü olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Bir örnek:
“Elbette, başka birçok radikal çözüm yolları da var ama mevcut konjonktürde hem yurtiçinde, hem de uluslararası zeminde, ABD ile Avrupa’nın öncülüğünde yeni bir ‘Yeni Anlaşma’nın yapılması, ezici sınıf güçleri ve onlarla çarpışan özel çıkarlarla mücadele etmek için şüphesiz yeterlidir. Ve yeterli miktarda uzun vadeli zaman-mekân sabitesi bulunmasıyla bu yeni ‘Yeni Anlaşma’nın, aşırı birikim sorunlarını, en azından birkaç yıllığına hafifletebileceği ve el koyarak birikim yapma gereksinimini azaltabileceği düşüncesi, demokratik, ilerici ve insani güçleri ‘Yeni Anlaşma’nın arkasında birleştirebilir ve anlaşmanın gerçekten uygulanmasını sağlayabilir. Bu, ABD’de yeni muhafazakârların ortaya attığı ham militarist emperyalizmden çok daha az şiddet içeren ve çok daha yararlı bir emperyal yönelim önermektedir.”8
David Harvey’in zaman-mekân sabitesine burada takılmayalım. Ama iki noktaya mutlaka takalım.
Birincisi, görece az zararlı emperyalizm tasarımıdır. Sol bu noktada böyle bir tercihin meşru olup olmadığını tartışmaya kalktığında, Lenin masadan kovulmuş demektir. Daha az zararlı bir emperyalizm, kapitalizmin gericileşmesi ile özdeşleştirilen bir kategori için mantık ve akıl dışıdır.
İkincisi, arada geçen Yeni Anlaşma. 1930’ların krizden çıkış arayışlarında keynesçiliğe ve emekçilerle sermaye arasında kurulan dengeye denk gelen New Deal’in önüne bir tane daha “yeni” sıfatı eklenmesi önerilmektedir aslında. Bugün mücadelesi gözle görülen bir işçi sınıfının var olmaması bu denge seçeneğini etkilememektedir. O zamanlar kapitalizm zangır zangır sallanırken, Sovyetler Birliği’nin NEP defterini kapatmış ve endüstrileşme atağını çoktan başlatmış olmasının da konuyla bir ilgisi kurulmamaktadır. Adeta New Deal zaman ve mekân belirleniminden, ulusal ve uluslararası sınıf mücadeleleri çerçevesinden bağımsız, herhangi bir politikadır.
Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Belki haklısınız, çünkü Harvey de keynesçi, sosyal devletçi Yeni Düzen seçeneğinin yalnızca öznel tercihlere değil belirli güç dengelerine bağlı olduğunu dile getirir:
“Bunun gerçekleşmesi, ABD’deki siyasi güçler dengesine bağlı. Ve bu, tam belirleyici olmasa da, bireysel ve toplu geleceğimizin şekillenmesinde çok büyük bir rol üstlenebilir. Diğer ülkeler yalnızca bunu izleyecek, bekleyecek ve ümit edecektir.”9
Abarttığımı düşünmeye devam eden var mı?
ABD dolu dizgin savaş ve işgale koşarken emekçilerle sermaye arasında birinci kesimi kollayan bir dengenin kurulma olasılığı ya Clinton’a ya Obama’ya bağlanabilir. 2009 itibariyle ikisinin birden iktidara geldiği, ama Keynes’in veya sendikaların itibarlarının iade edilmediğini görüyoruz.
Krizin soldaki beklentici yaklaşımları kırmasını umabiliriz. Bu beklentilerin neo-liberalizmin tasallutuyla ilgisi vardır ve kriz neo-liberalizmi tahtından indirmese bile (veliahdı tanıyan yok!) itibarını iki paralık etmiş bulunuyor.
Şimdi son alıntının devamını da eklemeliyim. Harvey, bu gencecik, aşılmak için çok genç çalışmasında tutarlı davranmakta ve anti-emperyalist mücadelenin üstünün çizilmesini önermektedir:
“Fakat kesin bir şey var: dünyanın her yerinden gelen ve herkesi aynı derecede ilgilendiren Amerikan karşıtlığı bir yarar getirmez, getiremez. ABD’de, hem yurtiçi hem de uluslararası bakımdan, bir alternatif üretmek için mücadele edenlerin anlayışa ve desteğe ihtiyacı var.”10
Obama’nın propaganda broşürü değil yeni solcu bir analizden söz ettiğimizi hatırlatmam gerekebilir!
Bu Amerikanseverliğin daha yakından bakılmaya ihtiyacı olabilir. Zira anti-emperyalizmin tasfiyesine yönelik direnç –bereket ki- krizi beklememiştir:
“2004 yılındaysa, bu zamanlara geri dönebileceğimiz yolunda çokça spekülasyon yapılmaya başlandı…
“Küresel adalet hareketi, dünyanın yeni, sıcak çatışmalı ve muhtemelen açık sömürgeci bir evreye girdiği fikrini giderek daha fazla kabullenmeye başlamıştır. Daha sorunsal olan şey, küreselleşmenin, öteden beri, doğruca emperyalizm diye çok daha iyi bir şekilde tanımlanabilecek bir gerçekliğin gözlerden kaçırılmasına hizmet eden bir kavram olup olmadığıdır.”
“Ama artık hava döndü. Daha beş yıl öncesine dek dünya ahvali üzerine yapılan ciddi bir konuşmaya ‘emperyalizm’ sözcüğünü sıkıştırmak rövanşist, doktriner ve düpedüz yersiz bir davranış olarak görülmekteydi.”11
Havanın döndüğü doğrudur. 1999 Seattle dalgasının on yılı çıkartmadığı, kendini küreselleşme karşıtı olarak tanımlayan hareketlerin kısa sayılabilecek bir zaman diliminde tıkandıkları açıktır. Ancak bu tıkanıklığın anti-emperyalist politikaların solda ve muhalefet hareketlerinde yeni bir baharla buluşmasına işaret ettiği doğru değildir. Kanımca, olup biten, beklentilerin kof çıkması, “ehveni şer emperyalizm” tezinin bizzat emperyalizm tarafından reddedilmesidir.
Aynı, yüz yıl önce, tekelleşmeyi rekabet ve savaş yerine ultra-emperyalizme, savaşsız ve uzlaşmacı bir kapitalizme bağlayan sosyal-demokrat tezin paylaşım savaşıyla reddedilmesi gibi.
Küreselleşme karşıtlığı, savaşa ve emperyalizme karşı mücadeleyi birbirinden ayırt etmeye çabalamış, ancak bu yapay ayrım harekete karakter kazandıramamıştır. 2000’lerin ortasına gelindiğinde küreselleşme karşıtı akım ideolojik olarak tükenmiştir. Hareketin içinde Avrupa referanslı sağ ve Latin Amerika referanslı sol versiyonların oluştuğu söylenebilir.
Tıkanma noktasında baştaki cephaneliğe dönme ve bir süre çok kullanılmamış silahları parlatma eğilimi kendini gösterir. Bu eğilim nedeniyle de küreselleşme karşıtlığından sosyalizm ve işçi sınıfı adına fazla bir şey beklemek anlamlı olmayacaktır. Zaten sosyalizm hedefinden ve işçi sınıfı karakterinden uzaklığı, alâmetifarika haline getiren bir hareketin solda (hatta geleneksel solda) 1999-2000 yıllarında dipten gelen dalga, yeni kitle hareketlerinin yükselişi, devrim rüzgârı diye kutsanması anlaşılır bir tepki değildir.
Eski cephanelikten kast ettiğim glasnost döneminde zirveye çıkan geleneksel sol düşmanlığı, anti-leninizm ve anti-stalinizm.
Biz de ÖDP’nin kuruluşuna giden süreçte 20. yüzyıl sosyalizminin lanetlenmesinin ne kadar geniş bir yer tuttuğu hatırlanmalıdır. Bu aralar sadece Türkiye’de değil, batıda da geleneksel sola saldırarak enerji toplama girişimleri sezilmektedir.
“Sosyalistler içinde iki eğilim bulunuyor. Bir eğilim milliyetçi Bolşevikler, diğer eğilim ise enternasyonalistler. Ben hep enternasyonalist tarafta oldum. Dünyaya açık olmak enternasyonalist olmak önemli bir kriter. Solun enternasyonalist olması gerekiyor, yoksa ona sol denilemez.
“Partinin öncü bir parti olduğu teorisi yanlıştı, devlet sosyalizmi anlayışı yanlıştı, artık bunlardan vazgeçmemizin zamanı geldi. Bizim tekrar Marks’tan gelen eleştirel duruşa dönmemiz gerekiyor. Çünkü Marks devletin güçlendirilmesini istemiyordu, devletin olmadığı daha demokratik bir düzen istiyordu.”12
Bayram, seyran olmayabilir. Ama yeni solcu eniştemizin aklından geleneksel solu öpmek hiç çıkmamaktadır! Sosyalizmi programlaştırmayan küreselleşme karşıtlığının “anti-kapitalist” olarak adlandırılmasındaki tuhaflık gibi13
, şimdi de emperyalizme karşı mücadeleyi ihmal edenlerin enternasyonalist geçindikleri dönemdeyiz. Avrupa Sol Partisinden Bisky, bizdeki Birikim ve Uras çizgisiyle aynı doğrultudadır. Marksizm hakkında ipe sapa gelmez şeyler uydurmak bizimkilerin icadı değildir.
Kriz liberalizmin sistematik biçimde sola uyarlanması çabalarını da sekteye uğrattı. Ancak buradan kendiliğinden sağlıklı arayışların yükselmesini kimse beklememeli. Yukarıda örnek olarak değindiğim Harvey’de de durum kendini gösteriyor:
“Obama’nın Oval Ofise yerleştirilmesinin Bush’un kâbus yıllarını bir biçimde sileceğine ve ABD’nin affedileceğine inananlar Bush’tan daha aptallar. Dünya Irak’ı… asla affetmeyecek.”14
Hatta birkaç yıl önce ortaya attığı tezi geri çekiyor, Harvey:
“Şimdi Keynesçi ekonomik modele geri dönüş üstüne güncel tartışmaya burada varılıyor. Obama’nın planı kamu işlerine, yeşil teknolojilere geniş yatırım yapmak, bir anlamda New Deal tipi bir çözüme geri gitmek. Bunu yapacak bir yeteneği olduğundan kuşkuluyum…
“Dikkate alacakları tek şey bizim isyan etmemizdir. Ve biz isyan edene kadar, sistemi kendi sınıf çıkarlarına göre yeniden tasarlayacaklar.
“Devlet dışı kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin dünyayı değiştireceği inancıyla ilgili olarak da derin kuşku besliyorum.”15
Yazarın bu Mart ayında yazdığı yazıda, umut örneği olarak, yerel yönetimlerin ödenmeyen krediler karşılığı bankaların konutlara el koymasına engel olan düzenlemeler yapmalarından söz etmesine girip keyfinizi kaçırmayayım. Bu arada Fransa’da birkaç belediyenin “konuta el koyma” kararlarını geçersiz saydığına, gerçekten de rastlanmış!
Bölümün başında yeni solun yanlışının kapitalizme ve anti-kapitalist mücadeleye bakışla ilgili iki yönü olduğunu söylemiştim. Bunlara iç içe değinmiş oldum. Kabaca Seattle ile Irak’ın işgal anı arasındaki tablonun belirli bir değişime mecbur kaldığını da not ettik. Ancak bu değişim karşısında buldumcuk olmanın anlamı yoktur.
Bunun için işçi sınıfı hareketinde ve/veya geleneksel ve devrimci solda bir canlanma ön koşuldur. Yanlışın ikinci ayağı böyle boşa çıkartılabilir yalnızca.
Birinci ayak ise Lenin’in rehabilitasyonuyla.
Lenin’i hatırlamak
Lenin’e göre emperyalizmin kapitalizmin en üst ve son aşaması olarak gericilik ve çürümedir. Leninizmi reddetmekle bu belirleme arasında ilişki yok mudur?
“Bunlar yokmuşçasına ve hiç olmamışçasına XX. yüzyıl başlarının iklimi ve sosyal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımları tekrarlamaktansa, küreselleşme karşıtı muhalefetin deneyimlerinin içinden yeni devrimin ipuçlarını aramaya girişmek bugünün Marksistine daha çok yakışır.”16
Ertuğrul Kürkçü’nün bu alerjik ve bahsi geçen hareketin kısa tarihçesi açısından geç kalmış değerlendirmesi, 1999-2003 küreselleşme karşıtlığını devrimcileştirmeye çalışan yaklaşımlardandır.
Bu alerji, Lenin’in emperyalizm teorisiyle birlikte kapitalizm ile ilerleme arasındaki köprüleri, mümkün olan en radikal biçimiyle havaya uçurmuş olmasıyla ilgili olmalıdır. İlk eylem Marx tarafından yapılmıştı. 1848 devrimlerinin ardından, daha iki yıl önce Komünist Parti Manifestosu’nda tarihi ilerletme gücüne güven deklare ettiği burjuvaziyi, 1850’de Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Hitabında gündemden düşürür Marx.
Bu eylemin II. Enternasyonal tarafından önemsizleştirildiğini biliyoruz. Aynı yukarıdaki bir alıntıda yakın zamanlar için söylendiği gibi, 19. yüzyıl sonu/20. yüzyıl başında, kapitalist gelişmenin ulusların aralarındaki sorunları kaldıracağı, rekabetin giderek bütünleşme yoluyla savaş olasılığını bertaraf edeceği, işçi sınıfının düzenli büyümesini sürdürerek yakın zamanda kitlesel sosyal demokrat partilere parlamentoları armağan edeceği var sayılıyordu.
Kapitalizm üretici güçleri geliştiriyordu buna göre…
Lenin ikinci eylemin imzacısıdır.
Marx’ın çok zaman önce kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesi, bu dinamiğin tıkanarak üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında yalnızca sosyalist devrimin çözebileceği bir çelişkinin ortaya çıkması hakkında yazdıkları hatırlanmalıdır. Kapitalizmin olağan bir gelişimin ürünü olarak sosyalizme dönüşmesi fikrinin marksizmle herhangi bir ilgisi kurulamaz. Marx’ın Avrupa kapitalizmiyle etkileşimin sömürge ülkelerde bir gelişmeyi tetikleyeceğini düşündüğü doğrudur. Burada bir yanlışlık değil, eşitsiz gelişme yasası vardır.
Başka devrimci Marksistlerin katkısı ve desteğiyle gelişen Leninist yaklaşım kapitalizmin gelişimine kategorik bir sınır çeker: son aşama olarak emperyalizm!
Kapitalizmin tarihsel tıkanma anı veya burjuvazinin esas olarak devrimci barutunu tüketmesi bir kez 1848-1850’ye, ikinci kez de 1916-1917’ye tarihleniyor. Aradaki bir diğer tez de, 1871 Paris Komünüdür. 1848’den sonra Avrupa’nın devrimi hissettiği ikinci momente Marx’ın önem atfettiği açık. Lenin de geriye dönük okumasında emperyalizme geçişi 1871-1914 arası olarak belirtir.
Burada mutlak objektif bir tekelleşme analizinin belirleyici olmadığı, yeni bir devrimci dönemin açılışına ilişkin gözlemlerin yer tuttuğu düşünülebilir.17 Geçişi izleyen ve Lenin’in üçüncü dönem saydığı evre üretici güçlerin gelişmesine konmuş bir nokta içerir:
“Aynı dönemde feodal sistemden kurtuluş yolunda insanlığın üretici güçlerinin gelişmesine dayanak noktası sağlayan, devletlerin ulusal burjuva çerçevesi, şimdi, üçüncü dönemde, bu aynı güçlerin bir sonraki atağına engel haline gelmiştir.”18
1848-50’den rücu edildiği gibi, 1916-17’den de geri basıldığına daha önce değindik. Eklenmesi gereken, kapitalizmin ilerletici gücünün inkârı olması gereken sosyalizmin, 20. yüzyıl pratiğiyle kapitalizme dolaylı can suyu katkısında bulunmasıdır. Kapitalizmin, Lenin’i yanlışlarcasına 20. yüzyılda “ilerlemeye” devam etmesi, geri kalmış geniş coğrafyaların kapitalist kalkınma ve sanayileşmeyle tanışmaları, kamusal ekonomilerin ve sosyal devlet uygulamalarının, kapitalist sistemin örgütlü kitle hareketlerine yaşam hakkı tanımasının, teoriyle bir sorunu olduğu açıktır: İlerletmez denen kapitalizm ilerletmiştir. Yozlaştırır denen kapitalizm modernleştirmiştir. Gericilik üreteceği söylenen kapitalizm kendi içinde de sömürgecilik sonrasında çevre halkalarda da –hasbelkader – demokrasi kurmuştur… Savaşların dışındaki yakın tarih bunlara tanıklık etmektedir.
Ancak bunun failinin sermaye sınıfı olduğu hiç doğru değildir. Kalkınma, sanayi, ilerleme kavramları kapitalizmin doğal ve kendiliğinden ürünleri olmamıştır. Bunların sosyalizme karşı huruç harekâtı yükselirken ve sosyalizm çözüldükten sonra yerin yedi kat dibine gömülmeye çalışılması, burjuvazinin burjuva kalkınmasını bile sol saydığını göstermiyor mu?
Kapitalizmin özellikle 20. yüzyıl ortasından itibaren kazandığı nitelikler, masa başında yapılmış tercihlerin değil dünya çapında süre giden sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Sadeleştirirsek, kapitalizmin pozitif çağrışım yapan nitelikleri, işçi sınıfının mücadelesinin ve yine bu mücadelenin dolaysız ürünü olan reel sosyalizmin basıncıyla elde edilmiştir.
Ne zamana kadar?
1970’lere tarihlenen bunalımın Keynesçiliği yıkması, yeni-sağın ve liberalizmin yükselişe geçmesi, genişleme evresinin ekonomik, toplumsal, ideolojik yapısının topa tutulmasına kadar. Burjuvazi bir önceki dönemi, sola ve işçi sınıfına vurarak tasfiye etmiş, solu ve işçi sınıfını kendi demokratik/kalkınmacı/kamucu dönemini sonlandırarak devre dışına itmiştir.
Anti-emperyalist teori, söylem ve mücadelenin itibar yitirdiği evreyle bunun çakışması rastlantı sayılamaz. Gerçekten de 1960’lar tam tersine anti-emperyalizmin yükseliş dönemidir. 1970’lerde bu yükselişin etkisi sürmüş, 1980’lerde sermaye yürüttüğü kampanyaların sonuçlarını almaya başlamıştır.
Güncel krizle birlikte Lenin’i bir kez daha hatırlamanın tam zamanıdır. Lenin’i hatırlamak, burjuvazinin elinden ilerleticilik iddiasını söküp alacak için yeni bir eylem için gereklidir. Kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneği hakkında kategorik yargılarda bulunmakta bazı sorunlar ve daha ayrıntılı tartışma gereksinimi olabilir. Ancak devrimci taktik ve siyasetin bir koşulunun da üretici güçleri geliştirme yeteneği göstermeyen kapitalizmi şiddetle suçlamak olduğu deneyle sabittir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ahmet Alpay Dikmen, “Hükümetin Ekonomik Krize Yanıtı Politiktir”, 6 Mayıs2009,
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/13680.html - Korkut Boratav, “Neredeyiz, Nereye Gidiyoruz?”, 31 Mayıs 2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/14635.html
- Erinç Yeldan, “Bu krizden sonra ‘savaş’ gelebilir”, Devrim Sevimay röportajı, Milliyet, 6 Ekim 2008, http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=siyaset&KategoriID=&ArticleID=999330&Date=06.10.2008&b=Kriz,%20savasi%20dogurabilir
- Güncel kriz üstüne erken ürün veren bir iktisatçı, Mustafa Durmuş yakın dönem krizlere göz atıyor. (Kapitalizmin Krizi, Tan Kitabevi yayınları, Ankara, Mayıs 2009, s. 17-18) Yazdıkları üzerine düşününce bir sonucu yakalamak zor olmuyor: 1973-74 ve 1978-79 “petrol krizleri”nin politik karakterinin yüksek olduğunu biliyoruz. Petrol fiyatlarındaki büyük artışlar, sonuçları itibariyle en fazla az gelişmiş, bağımlı ülkeleri vurmuştu. 1970-86 krizleri genel olarak sabit döviz kurunun terki ve neo-liberal düzenlemelerin kurallaşmasıyla son buldu. 1994-2001 arasındaki bölgesel krizler ise IMF politikalarıyla bağlantılıydı ve spekülatif sermaye hareketlerinin belirleyiciliği altında yaşandı. Kaybeden yine belliydi. Bu son alt dönemde Japonya ve Almanya’nın 1970’lerde genişleme evresinin kapanmasıyla ABD ile girdikleri hegemonya tartışmasına da nokta konmuştur. Kuşkusuz krizin bir objektivitesi var. Ancak çok uzun süreler, çeşitli koşullar altında krize karşı politikalar geliştiren emperyalizmin, 1945-70 genişlemesinden sonra çok daha politika ve program yüklü davranış kalıpları geliştirdiğini söylemekte sakınca yok.
- Boratav, “Foslayarak son bulan bir dönem”, 21 Aralık 2008, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/7654.html
- Yine Korkut Boratav sistemin eteklerindeki bazı büyük ekonomilerde (Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Arjantin) iç piyasayı canlandırmaya yönelik politikaların emperyalizm tarafından da desteklendiğini saptıyor. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/7348.html
- Alan Freeman, Boris Kagarlitsky, Küreselleşmenin Krizi, (İngilizceden) çevirenler: İbrahim Yıldız, Bahar Kara, Yordam Kitap, İstanbul, Mart 2008 (orijinal basımı 2004), s. 30.
- David Harvey, Yeni Emperyalizm, çev: Hür Güldü, Everest yay. 2. basım İstanbul Ağustos 2008 (orijinal basımı 2003), s. 174
- Harvey, age, s.175.
- Age, s. 175.
-
- Alan Freeman, Boris Kagarlitsky, Küreselleşmenin Krizi, çevirenler: İbrahim Yıldız, Bahar Kara, Yordam Kitap, İstanbul, Mart 2008 (orijinal basımı: 2004), s. 30-32
- Lothar Bisky, “Solun enternasyonalist olması gerekiyor, yoksa ona sol denilemez”, Oral Çalışlar röportajı, Radikal gazetesi, 22 Aralık 2008, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=913823
- “Küreselleşmenin şerrinin nihai kaynağının küresel şirketler olduğu inancı ile küresel sermaye iktidarını DTÖ gibi ulus-üstü kurumların siyasi olarak temsil ettiği inancı, kapitalizmin böyle hareket etmesinin nedeninin kapitalist olmasından ziyade küresel olmasından kaynaklandığı varsayımına dayanıyor olabilir. O halde bizzat kapitalist sisteme meydan okumak yerine sermayenin küresel menzilindeki araçları hedef almak muhalif güçlerin temel yönelimiydi. “Aslına bakılırsa, bu tür hareketlere katılanların çoğu ‘küreselleşme’ karşıtı oldukları kadar antikapitalist ya da neoliberalizm karşıtı değildiler, hatta sadece özellikle kötü niyetli şirketlere karşı çıkıyorlardı. Küresel şirketleri ehlileştirerek, daha ‘etik’, ‘sorumlu’ hale getirerek ve toplumsal bilinç sahibi yaparak kapitalist sistemin zararlı etkilerini bertaraf edeceklerini varsayıyorlardı.
Ellen Meiksins Wood, “Küreselleşme ve Devlet: Sermayenin İktidarı Nerede?”, çev: Emel Kahraman, Alfredo Saad-Filho, Kapitalizme Reddiye içinde, Yordam Kitap, İstanbul, 2006, s. 159 (orijinal basımı: 2003) - Harvey, http://therealnews.com/t/index.php?option=com_content&task=view&id=31&Itemid=74&jumival=1993
- Harvey “The crisis and the consolidation of class power”, 6 Mart 2009, http://davidharvey.org/2009/03/the-crisis-and-the-consolidation-of-class-power/
- Ertuğrul Kürkçü, “Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi”, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılanlar, Yordam kitap, 2. Basım: İstanbul, Haziran 2008, s. 270
- “Burjuvazi ne zaman devrimci bir sınıf olmaktan çıkar? Lenin’in en genel düzeyde ileri sürdüğüne göre, Avrupa’da kesin dönemeç, a) on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ulus-devletlerin oluşma sürecinin tamamlanmasıyla b) kabaca aynı zamanda işçi sınıfının devrimci hareketlerinin ortaya çıkışıyla ve c) Avrupa içinde ‘kupon kıranların’ üstünlüğünü kuran ve sömürgelerde modern kapitalizme özgü sınıfların oluşup sağlamlaşmasını engelleyen emperyalizmin başlamasıyla –Lenin’in de yaklaşım olarak 1880’lere tarihlediği bir başlangıçla- gelmiştir.” (Aijaz Ahmad, “Kendi Zamanında ve Bizim Zamanımızda Komünist Manifesto”, Komünist Manifesto ve hakkında yazılanlar, Yordam kitap, 2. basım İstanbul, Haziran 2008, s. 227
- Lenin, “Sous un pavillon étranger”, Œuvres Complètes, Edition Sociales, Paris, Editions du Progrès, Moskova, c.21, s.145