Çeviren: Canay Özden
Kasım 2007’deki Annapolis Zirvesi’nden döndükten sonra, İsrail Başbakanı Ehud Olmert, yanı başında bir Filistin devleti kurulmadıkça İsrail’in hayatta kalamayacağını ilan etti. Neden? Çünkü öteki türlü, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler bağımsız devlet arayışından vazgeçer ve medeni haklar talep ederler. Ürdün’ün batısında bir Arap çoğunluğu ihtimaliyle karşı karşıya kalan Yahudiler bu talebi reddedip, “apartheid”a başvururlar. Böyle bir durumda zuhur edecek küresel baskılar karşısında da, Olmert’in ima ettiği üzere, Yahudi devleti çöker.
Olmert bu durumu açık seçik telaffuz ederek İsraillilere daha önce kimsenin bahsini açmaya cesaret edemediği yepyeni bir gerçeklik hediye etmiş oldu. Filistinlilerle anlaşmaya varmanın gerekliliğinden dem vuranlar şimdiye dek hep daha az kıyametvari öngörülerde bulunmuş ve “Başka bir halkı yönetmeye sonsuza dek devam edemeyiz” demekten öteye gitmemişlerdi. “Apartheid” sözcüğü konu dışıydı. Ne de olsa Yahudi devletinin belkemiği “demokrasi” olmalıydı.
Yahudi devletinin sınırları hep akışkan kaldı. Kuruluşunun ilk yirmi yılında İsrail, Sina’yı, Golan Tepeleri’ni, (Doğu Kudüs dahil) Batı Şeria’yı ve Gazze’yi işgal ederek hüküm sürdüğü toprakları üç katına çıkardı. 1948’te sürmeye çalıştığı insanları daha sonra yutarak o ilk savaştaki kazanımları tersine çevirmiş olması oldukça ironiktir.
Zafer, iştahı da beraberinde getirdi. Seküler sosyalist anlayışın yerini mesihçi anlayış aldı. “Büyük İsrail” kavramı İsraillilerin bilincinde derinlemesine yer etti. Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının toptan reddi yerleşim hareketiyle beraber ülkenin çehresini değiştirdi. Geniş bir Filistinli nüfusun de facto ilhaki birbirini takip eden hükümetleri demografik bir zaman bombasıyla karşı karşıya bıraktı. “Yahudi devleti” ve “demokrasi” arasındaki üstü örtülü karşıtlık zamanla herkes için görünür hale geldi.
Mesihçilik Suya Düşüyor
1967 Savaşı’ndan yirmi yil sonra mesihçilik anlayışı dengini buldu. Filistinliler teslimiyet ve yenilgi faslını bağımsızlık sancağını göndere çekerk sonlandırmaya giriştiler. İsrail’in lider kadrosu bu ilk İntifada’nin getirdiklerini iyi anladı. Fethedilmiş halk ve askeri yönetimin tuhaf bir aradalığı artık su yüzüne çıkmıştı. Sadece gücün özgürlük iradesini kıramayacağı açıktı. Ne var ki, Filistin halkına vurulan boyunduruk o zamandan beri gittikçe zalimleşti, kolektif cezalandırma sınır tanımaz oldu. Yargıtay’ın ve B’Tselem’in yapabilecekleri kısıtlı kaldı. Güvenlik kaygıları demokrasiyi çoktan geride bıraktı. İnsan hakları ayaklar altında…
İlk İntifada’dan önce dahi İsrail içinde yeni siyasal ve iktisadi süreçler yeşermeye başlamıştı. İsrail’in Filistin sorununu askeri olarak yok etmeye çalıştığı ilk Lübnan Savaşı (1982), İsraillileri ikiye boldu. Bir grup dünyanın geri kalanıyla kaynaşacak bir ekonomi istediği icin savaşin sona ermesini arzuluyordu. Diğer grup “Büyük İsrail” mitine tapınmaya ve gittikçe anakronistik hedefler peşinde koşmaya devam etti.
Değişimin diğer bir kurbanı refah devleti oldu. İsrail’in erken dönemlerinin ekonomisi göçmenleri kendi içine çekmeye ve iş alanı yaratmaya yönelikti. 1980’lerin ortasından itibaren –Lübnan Savaşı’nın ve yerleşim projesinin maliyeti altında beli bükülen– ülke derin bir mali krize girdi. Sol, iktisadi açıdan serbest piyasa ve özelleştirme gibi sağ kanat neoliberal kavramları benimserken, siyasal açıdan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü bir pazarlık ortağı olarak tanımaya yöneldi. Bu mantığa göre ekonominin yol katetmesi için siyasal bir anlaşma şart olacaktı. Böylelikle İşçi Partisi ve Meretz, bir yandan örgütlü emeği harap ederken, bir yandan da Filistinlilere yaklaşmaya girişmiş oldu. Bu şekilde yepyeni bir siyasal gerçeklik ortaya çıktı. Yine de çok sayıda İsrailli yeni iktisadi avantajlarını göz ardı edip her zamankinden daha fazla sağa kaydılar. Solun seçmen tabanı da aynı doğrultuda küçüldü.
1990’lı yılların başında Oslo Anlaşması’nın dar bir siyasi temelde iş görmesi bu sebeptendir. Oslo Anlaşması, Hadash’ın beş Arap milletvekilinin ve Abed Al-Waheb Darawsha’nın partisinin yardımı olmadan Knesset’ten geçemezdi. Sol, Araplara bu derece bağımlı olmanın faturasını ağır ödedi. Başbakan Yitzak Rabin öldürüldü ve partisi bir daha kendine gelemedi. En kötüsü, 1967’den beri ortada olan sorunlar –Filistinlilerin kaderi ve İsrail yönetiminin karakteri– çözülemeden ortada kaldı. Oslo Anlaşması böylelikle asıl sorunu, Filistinlilerin kendi geleceklerini belirleme hakkını görmezden gelmiş oldu.
Oslo, İsrail’i 1967 öncesine döndürmeyi hedefleyen siyasi bir alıştırmaydı. Ardındaki fikir coğrafyayı demografiden ayırmaktan ibaretti: İşgal altındaki toprakların daha işe yarar kısmı İsrail’in elinde kalacak, fakat sorumluluk yeni yaratılan Filistin Yönetimi’ne geçecekti. Anlaşma ihtilafın arkasındaki asıl meseleleri, yani geri verilecek bölgeler, yerleşimlere ne olacaği konusu, mülteciler ve Kudüs meselelerini göz ardı ediyordu: İsrail bir taraftan Filistinlilerden tanınma talep ediyor, diğer yandan da onların egemenliğini tanımaktan imtina ediyordu.
Bir anlamda Oslo’nun tarihsel etkisi 1967 işgalinden daha vahim oldu. Anlaşma imzalanana kadar işgal tersine çevrilebilir vaziyetteydi. Ne var ki Filistin Yönetimi’nin kurulması durdurulamaz süreçleri başlattı. Filistinliler hem her anlamda işgal altında kalmaya devam ediyor, hem de işgalin meyvesinin “tadını çıkarmak”tan, yani İsrail’in istihdam yaratma sorumluluğundan mahrum bırakılmış oluyorlardı. 1990’ların başından beri zaten yavaş yavaş göçmen işçiler tarafından ellerinden alınmakta olan İsrail’deki işlerinden tamamen yoksun kaldılar.
Göçmen işçiler üzerlerinden kâr edilebilir (yani umutsuz ve sömürüye açık) olduklarından, sayıları az zamanda 300.000’i bularak, İsrail’de herhangi bir zamanda çalışmış bütün Filistinlilerin sayısının iki katını aştı. O zamandan beri yoksulluk ve Filistin Yönetimi’nin yozluğu Filistinlilerin kaderi oldu. Oslo aynı zamanda İsrail’in Arap boykotunun üstesinden gelmesini ve dünya ekonomisine entegre olmasını sağladi. Bu entegrasyon az sayıda zengin ailenin ekonominin iplerini eline almasını mümkün kıldı. Bugün İsrail’deki toplumsal kutuplaşma görülmemiş niteliktedir.
Hamas’ın Yükselişi
FKÖ ve İsrail arasında karşılıklı tanınma ihtilafın çözümü için bir başlangıç teşkil edebilirdi. Fakat zamanla ortaya çıktı ki İsrail’in FKÖ’yü tanımaktan kastı onu işgali sürdürecek bir taşerona dönüştürmekten başka bir şey değil. Oslo Anlaşması’nın belki de en tehlikeli boyutu sebep olduğu yüksek beklentiler. İsrail kamuoyu Filistinlilerle nihai barışı ve şiddetin son bulmasını, Filistinliler ise ne zamandır arzuladıkları ve uğruna çok şeyler feda ettikleri devletlerinin nihayet inşasını bekliyorlardı. Bu beklentilerin, en güçlü biçimde ifadesini İkinci İntifada’da bulan temelsizliği acımasız bir siyasi gerçeklik yarattı. İki halk birbirine olan bütün güvenini yitirdi ve barışa ulaşmaya dair tüm umutlar teker teker söndü.
Oslo Anlaşması, Ariel Sharon’un 1982’de Beyrut’u fethetmeye çalışırken yapamadığı şeyi, yani FKÖ’nün Filistin halkının yegâne meşru temsilcisi olma özelliğini yitirmesini başarmış oldu. İsrail belki de bunu amaçlamamıştı. İstediği tek şey Filistin’de zayıf, itaatkâr bir milli temsilci gövdeydi. Ne var ki sonuç kendi varlığını halkının varlığı pahasına sürdürmeye çalışan bir Filistin Yönetimi oldu. Ödenecek siyasal bedel hemen akabinde beliriverdi. Hamas, Filistin’in sokaklarını fethetti. Milli temsilde beliren boşluk Hamas tarafından radikal dinci bir içerikle dolduruldu. Meydana gelen bu yeni siyasal gerçeklik geri döndürülemez nitelikte. İsrail gerçekten ve samimiyetle bütün işgal altındaki topraklardan çekilmeyi istese bile (ki istemez) artık diğer tarafta anlaşmaya varacak kimse yok.
Hamas’ın iktidara giden yolu basit ve doğrudandı: İsrail’e elde olan bütün silahlarla saldırmak. Eylül 2000’deki ayaklanmanın Filistin Yönetimi’nin hükmüne son verdiğini söylemek bugün mümkündür. Hamas zararı ölçülemez boyutlarda olan bir intihar bombası serisi başlattı. İsrail’in askeri kuvvetle cevap vermesi Yaser Arafat’ın imajına zarar verdi ve nihayet Filistin Yönetimi’ni sokaklardan sildi. Hamas’ın 2006 zaferi İsrail’in El Fetih’i yok etmesinin sonucudur. Hamas’ın bir sene sonra Gazze’yi tamamen ele geçirmesi artık beklenen bir durumdu. Bu durum İsrail’in henüz cevap verecek donanımda olmadığı karmaşık bir siyasi gerçeklik yarattı.
Bugün İsrail devleti coğrafi, siyasi ve ideolojik olarak birbirinden ayrı olan iki farklı Filistinli siyasi birimle pazarlık ediyor. Gazze’dekinin raison d’être’i1 İsrail’in bertarafı. Hamas Filistin halkını 40 yıl geriye götürmeye çalışıyor. Hamas, eski Filistin Tüzüğü’nü yeni bir dini içerikle ve ilahi emirlere dayamam bir temelle donatarak benimsedi. Batı Şeria’da FKÖ’nün yıkıntıları varlığını halkın desteğinden ve vicdani temelden yoksun biçimde sürdürüyor. Filistin sorunu böylelikle çok daha karmaşık ve zorlu bir hal aldı: İsrail’le anlaşmak isteyenler sözlerini yerine getiremiyor, sözlerini yerine getirebilenler ise İsrail’le anlaşmak istemiyor.
Yeni Ortadoğu
Oslo Anlaşması’nın parçalara ayrılması yeni bir gerçeklik yarattı. Arapların İsrail’e ve stratejik ortağı ABD’ye karşı duyduğu hayal kırıklığı o günden beri Ortadoğu’yu kasıp kavuran köktenciliği inanılmaz ölçülerde teşvik etti. Osama bin Laden kitlelerin sevgilisi oldu. Bu da neo-muhafazakar Bush yönetimine Irak’ı işgal etmek ve bölgenin çehresini değistirmek için istediği mazereti verdi. Bölgenin çehresi gerçekten de değisti.
Irak’ın fethi Amerika’nın Ortadoğu’daki kontrolünü sıkılaştırmayı, petrol fiyatını ucuzlatmayı ve İsrail-Filistin ihtilafini çözmeyi amaçlıyordu. Fakat işgalin başı derde girdi ve bütün bunların yerine İran’in prestiji artmış oldu. Arap Dünyası’nı bölen ve Irak’ın kaotik vaziyetini İsrail, Lübnan ve Filistin topraklarına ihraç eden İran merkezli yeni bir eksen ortaya çıktı. Bu durumun sonucunu 2006 senesinde, İsrail kendisini iki cephede, güneyde İran’ın arka çıktığı Hamas ve kuzeyde yine İran’in arka çıktığı Hizbullah’la savaşırken bulduğunda gördük.
İsrail- Filistin ihtilafı İsrail’in ve Filistin Yönetimi’nin kontrolünden çıktı. İhtilaf artık Amerika’nın Irak’taki çıkarlarına tabi. Mevcut gerçeklik, durumu sakinleştirmeye calışan diplomatik çabalara rağmen cepheleşmeye mahal veriyor. Bölgenin halkları, unutularak ve temel insan haklarının ellerinden alındığına şahit olarak Filistinlilerin kaderini paylaşıyor. Artık kendini tamamen Filistinlilerle özdeşlestiren Arap sokaklarında İsrail’e karşı öfkenin bu denli büyümüş olmasının sebebi bu.
Aynı şekilde, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim politikası geri dönüşsüz bir durum yarattı. İsrail’de şu an durumu değiştirebilecek hiçbir siyasi güç yok. Diğer taraftan “apartheid” sistemi uygulanabilir ve devam ettirilebilir gibi gözükmüyor. Daha olası görünen mevcut işgalin süresiz devamı.
Oslo süreci boyunca Filistin Yönetimi, Sovyetler Birliği’nin düşüşünün ve İsrail’i kayıran bölgesel güç ilişkilerinin Filistinlilerin haklarını koruyacak daha dengeli bir anlaşmayı imkânsız kıldığına dayanarak anlaşmaya imza koymayı haklı çıkarmaya çalıştı. Tarihsel açıdan bakıldığında bu mantığın hatalı olduğu ortaya çıkıyor. Siyasi partimiz ODA2 başından beri bunu söylemekteydi. 1993 senesinde koşulların değişeceğini, güç dengesinin şimdiden değişmekte olduğunu ifade etmiştik. Değişim kısmen Amerika’nın Irak’taki –Sovyetlerin Afganistan’daki varlığının kalıntılarıyla da ilişkili olan– başarısızlığına bağlı, ama öte yandan iktisadi faktörler de bu değişimde rol oynuyor: Kapitalist sistem enerji ve gıda sektörlerindeki fiyat artışlarıyla ve mali krizle içten içe güç kaybediyor.
İşgal altındaki topraklarda olup bitenler, bütün bölge sathında tekerrür etmeye başlıyor. Mısırlı işçilerin yakınlardaki yürüyüşü, baharı mujdeleyen ilk adım olabilir. Mısır’daki kitleler sadece ülkeyi ölümüne özelleştiren yoz bir liderliğe karşı değil, dünyanın yoksullarının kaderiyle oynanan kapitalist oyunlar sonucu gıda fiyatlarında kol gezmeye başlayan anarşiye karşı da ayaklanıyorlar.
İsrail’in bölgesel müttefikleri ve ABD’nin kendisi depremi haber veren sallantıları hissetmeye başladılar. Bu açıdan İsrail-Filistin ihtilafı yeni bir boyut kazanıyor. Arap Dünyası’nda şu an yasak olan emek ve sendika hareketleri ve işçi partileri bir uyanış yaşarsa ne olur? Ya sokaklara çıkıp “çözüm İslam’da!” yerine “herkes için ekmek ve demokrasi” ve “yoz diktatörlüğe son” diye bağırırlarsa? İsrail sınıf temelli bir demokrasi dalgası karşısında nasıl durur? Bölgenin pek çok halkını esir alan iktisadi kriz İsrail toplumuna da bulaşırsa ne olur? Bir milyon İsrailli işçi, yani işgücünün üçte biri, asgari ücrete veya daha azına talim ediyor: Mısır’daki, Suriye’deki ve Fas’taki yoldaşlarıyla nasıl bir ilişki kurabilirler?
Bakış açımız ne bir Filistin devleti ne de “apartheid” öngörüyor. İsrail’e, ozellikle de burjuvazisine karşı gerçek tehdit (gerici Tahran rejiminin İranli işçileri kendi durumlarına odaklanmaktan uzak tutmak için kullandığı) İran askeri gücü değil. Asıl tehdit Arap Dünyası’nda gerçek demokratik değişim. Böyle bir değişim Filistin sorununu yeni bir aşamaya taşıyacak. Bu gerçekleştiğinde işgal sona erecek. Bu yeni siyasal gerçeklik tam olarak nasıl bir şekil alabilir? Tarih hepimizden daha yaratıcı olduğuna göre bunu tarihe bırakalım. Bizim görevimiz işçileri şimdi ve burada örgütleyerek o günü yaklaştırmak için harekete geçmek olmalı. İsrail’deki örgütlü işçiler kendilerini diğer yerlerdeki örgütlü işçilerle bir tuttuklarında özlenen değişim başlamış olacak.