Bizim topraklarımızda, Aydınlanma’nın geçmişine dair çok fazla yanılsamanın olmaması gerektiğini iddia etmek durumundayız. Bu yalnızca, Aydınlanma’nın Avrupa’daki gibi olmadığı anlamında değil; aynı zamanda topraklarımıza girişi, hatta taşıyıcı unsurları bağlamında da böyledir. Üç kıtaya yayıldıktan sonra daraldıkça daralan ve en sonunda, bir paylaşım savaşının neredeyse merkezi coğrafyası haline gelen Osmanlı ülkesinin Aydınlanma grafiği, sınıfsal konumlanışlarla sakatlanmakla beraber, “kurtarıcılık” misyonunu kendisini taşıyan aydınlara görev olarak devretmesi neticesinde, öyle ya da böyle yükselen bir grafik çizmiştir denilebilir. Hele hele, sınıfını bulduktan sonra…
Gerçekten yabana atılmaması gerek: Kendi tarihsel geleneği icabı teorik ve felsefi bir arkaplandan yoksun, bunun için siyasete fazlaca teşne Osmanlı-Türk aydını ve taşıyıcısı olduğu Aydınlanma düşüncesi, örneğin Düvel-i Muazzama’dan birilerine dayanma yahut “mandacılık” fikrinden bir şekilde “bağımsızlıkçılık” fikrine evrildiyse, bunu bir ilerleme saymamak için hiçbir neden yok.
Yine de, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan Müslüman olmayan halkların taşıdığı halkçı-bağımsızlıkçı değerlerin, onlarla mücadeleyle, sınıfsal konum alışlarla beraber, bir de bu şekilde aşındığını söylemek gerekiyor.1
Türkiye’de Aydınlanma’nın2 kaynakları ve gösterdiği değişimler nasıl özetlenebilir?
Birinci dönem, II. Mahmut veya Tanzimat ile başlatılabilir. Osmanlı’daki merkezileşme eğiliminin taşıyıcı aktörü esnaf yahut ayan değil, merkezi gücün kendi organları olan bürokrasi ve ordu idi. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Osmanlı devlet geleneğine aykırı bir “yönetilenlerin yönetenlerin işine karışması”nın gündeme gelmesiyle Tanzimat’a karşı ortaya çıkan tepkilerin de ordu ve bürokrasiye dayanarak iş görmesiydi.3 Yeni Osmanlılar akımının ve aslında daha sonra ortaya çıkacak bütün siyasi örgütlerin kendilerine “örgütlenme havuzu” olarak ordu ve bürokrasiyi seçmiş olmalarının sebebi burada aranmalıdır. Sınıfların gelişmemiş olması, sınıfını arayan aydınların sınıflarını bulmasına engel değildir.
Tanzimat ile başlayan dönemin uzunca bir süre devletin yönetiliş biçimi ile ilgili tartışmaların gölgesinde yürüdüğü bilinmelidir. Bu tartışma, daha sonra bizim liberal-muhafazakâr tarih yazımına da yol gösterecek bir merkez-taşra ayrışmasını kurumsallaştırıyor. Temel mesele, merkezileşmiş bir imparatorluktan vilayetlerin nasıl yönetileceğine dair bir akıl yürütmeler silsilesini içinde barındırıyor olmasıydı. Bunun Kürt sorunu bağlamındaki önemini daha sonra göreceğiz.
Sıkça kullanılan ve artık ihtiyatla yaklaşılması gereken, “Avrupa’ya yetişmek için” yapıldığı iddia edilen reformların, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç dinamikleriyle de bir hayli bağlantısı var:
“Görülüyor ki, Tanzimat reformlarının uygulanma denemeleri biri milli, öteki sınıfsal iki çatışıklığın gelişmesini hem körüklemiş, hem de onlar tarafından engellenmiştir. Başka bir deyişle, başkentte tartışmalar, kararlar, kanunlar, eğitim projeleriyle uğraşılırken, imparatorluk düzeyinde Müslüman-Hıristiyan millet zıtlaşması, hangi dinden olursa olsun imtiyazlı sınıflarla sömürülen sınıflar arası zıtlaşma biçiminde birbirinden tümden ayrı olmadığı için karışık gözüken, hem devlet adamlarını hem yabancı gözlemcileri şaşırtan iki çatışıklık keskinleşmiştir.”4
Demek ki ilk Aydınlanma reformları, sınıfsal ve ulusal karşı karşıya gelişler doğuruyor. Kendisini hastasına reçete yazacak doktor olarak gören Osmanlı aydınının, Aydınlanma geleneğini hem taşıyış hem de reddediş içinde bulunması, bizim Aydınlanma geleneğimizin bir ironisi olarak görülmelidir.5 İmparatorluğun çözülüşü hem Aydınlanma yüzünden olmuştur, hem de Aydınlanma’ya direnişi yüzünden.
Bu ilk dönemin, İttihat ve Terakki’nin ortaya çıkışıyla kapandığı iddia edilebilir. İmparatorluğu kurtarmaya dönük hamlelerin, karşı çıkışların, belirlenmiş bir siyasi programa oturması olarak nitelendirebileceğimiz bu yeni dönemde, Aydınlanma(cılık), ilk dönemki daha “ahlaki” konumlanışların aksine, görece daha fazla politik bir araç haline gelmiştir. Aydınlanma’ya içkin değerlerin kimisi sivriltilerek, kimisi törpülenerek, ortaya birçok tarihsel kesitin küçük bir ana sıkıştırıldığı bir siyasi deney laboratuvarı ortaya çıkmıştır.6
Bu ikinci Aydınlanma periyodunun 1923 ile kapandığını zannetmiyorum. Cumhuriyetin ilanı, İttihatçı dönemin öne çıkardığı unsurları daha da derinleştirmiş ve kemalizme devretmiştir. Eski İttihatçıların, kemalist kadrolar için söyledikleri, “bizim dediklerimizi yapıyorlar” sözleri boşa değildir. İkinci dönemin kapanışı, İkinci Dünya Savaşı’nın son evrelerine denk gelmiş olmalıdır. Bu dönem, Türkiye’nin “kendi ayakları üzerinde durabilen”, sınıfların inkâr edildiği ve “gelişmiş fen/ilim eliyle” Avrupa’nın yaşadığı sınıf mücadelelerini yaşamadan Avrupa’ya yetişilebileceği fikirlerinin terk edilip emperyalizmin egemenliği altına girme dönemidir. İkinci dönemin kapanışının emperyalizmle bağlantılı olması şaşırtıcı değil. Soğuk Savaş, burjuva aydınlanmacılığının dahi tasfiye edilme belirtilerinin gösterildiği, dinci gericiliğin emperyalizm eliyle komünizme karşı kullanıldığı, kısacası insan aklına dönük muazzam bir saldırının gerçekleştirildiği bir dönemdi. Türkiye’de bu dönem, kemalist aydınlanmacılığın ileri karakolları Köy Enstitüleri’nin kapatılması, ezanın yeniden Arapça’ya dönüştürülmesi, Kore’ye asker gönderilmesi gibi olaylarla karşılanır.
Üçüncü Aydınlanma dönemi ise bizim için daha yol göstericidir: 61-71 arasında sosyalizmin ve devrimci hareketin ülkemizin düşünce dünyasını ve somut gerçekliğini değiştirecek bir potansiyele ulaşması. Önceki dönemlerden farklı olarak, bu sefer yalnızca asker-bürokrat-öğrenci birliği “dönüşüm”e imza atmayacak; devrimci bir sınıf olarak proletarya devreye girecekti. “Yarım bırakılmış” devrimleri tamamlama düşüncesi, en azından bir şeylerin gerçekten de yarım bırakıldığı düşüncesine yaslanıyordu. Gerçekten, Türkiye’deki Aydınlanma, hiçbir zaman dinamik ve radikal olmamış, uzlaşmacı eğilimler gittikçe uç vermiş ve sonunda, Cumhuriyetin şu anda yaşamakta olduğumuz döneminde reddedilmiştir.7
61-71 arasındaki dönemin konumuzla yakından alakalı bir özelliği daha var: O zamana kadar ya olmayan ya da sindirilmiş ama rüşeym halinde bulunan Kürt dinamiğini ortaya çıkartarak, bir Kürt Aydınlanması’na da yol vermesi. Kürt Aydınlanması’nın birinci dönemi, bir genel başlık olarak “Türkiye Aydınlanması” içine dâhil edilmelidir. Türkiye Aydınlanması’nın son ve en ileri noktası, Kürt Aydınlanması’nın başlangıç noktasını oluşturuyordu.
Kürtler Aydınlanma’nın neresinde?
Tarihten bildiğimiz kadarıyla, Aydınlanma mücadelesi ve Aydınlanmacılık fikri, dünyayı akıl ile açıklayıp anlamlandırma, toplum ve doğa yasalarını keşfetme uğraşını tetikleyen bir “merak” ile başlayıp burjuva devrimleri çağında siyasi bir programa dönüşerek kendisini var ediyor. Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik sloganının, Aydınlanmacı fikirlerin en ilerisi ve sahiplenilmesi gerekeni olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tekrarda fayda var: Aydınlanmacılık, basit bir “bilimsel akıl” bayraktarlığı değil, kendisini karşıt ögelere bakarak da tanımlayan bir siyasi programın, tamamıdır demeyelim de, bir unsurudur.
Osmanlı-Türk Aydınlanması, üzerinde yükseldiği modernizasyon-çözülüş-ulusal kurtuluş-burjuva devrimi denkleminde, kendisini taşıyan unsur olan burjuvazinin topyekûn gericileştiği bir tarihsel dilime doğmuştu. Birçok tarihsel momenti içerisinde barındıran Aydınlanma dönemi, doğal olarak bir “yarım kalmışlık” uruna da sahipti. 60’lı yılların yeni aydınlanma döneminde çoğunlukla bu “yarım kalmışlık” üzerinden hareket edilmesinin objektif şartları mevcuttu.8 Bunu, kemalizmin ve Türk Aydınlanması’nın “şikeci” karakterine bağlamak mümkün.9 Türk Aydınlanması, biri ileriye diğeri geriye bakan iki yüzü sayesinde, ileriye gidebilmeyi bekleyen müzmin Türk ilericilerini likide etmeyi başarmış, Türkiye aydınını dumura uğratmıştır.
Peki Kürt Aydınlanması nasıl gerçekleşiyor? Rivayet muhtelif ve doğal olarak herkes kendi cephesinden cevap üretiyor. Gerçekten “bilimsel” olabilir: Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan merkezileşme eğilimi ile Kürt coğrafyasının merkeze nasıl bağlanacağı arasındaki çelişkiyi Kürt sorununun ve Kürt uyanışının başlayışına yoranlar var.10 Başka bir iddia cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürt kimliğinin inkârı ve Kürt isyanlarının bu uyanış ve aranış dönemini başlattığıdır. Bununla bağlantılı, PKK hareketinin yükselişinin Kürt Aydınlanmasına yol verdiğini ve bu sürecin 80’li yıllarla başlatılması gerektiği savı.11
Kendi durduğumuz yer açısından, Kürtler arasındaki Aydınlanmacı damarların güçlenmesinin dönüm noktası olarak 60’lı yıllara işaret etmek yanlış olmayacaktır. Birincisi, yarım yamalak yol alan ve bir yüzü ileriye, bir yüzü geriye baktığı oranda daha fazla gericileşmeye mahkûm olan Türkiye’deki aydınlanma geleneği, sosyalizm itkisiyle gerçek yatağına kavuşmuştur. İkincisi, Türk(iye) Aydınlanması’nın geriye bakan yüzünün önemlice bir bölümünü Kürt sorunu oluşturmaktadır. Türkiye burjuvazisinin zaten gelgitli olan aydınlanmacı vasfı, Kürt coğrafyasında neredeyse sıfırlanmış, sıfırlandığı ölçüde de gericileşmiştir. Aydınlanma geleneğinin Kürt coğrafyasına taşınması bizim aydınlanmamızın esas halkçı damarını oluşturacağından, ya Kürdistan’a bomba yağdırılmış ya da bildiğimiz “inkar”a başvurularak Kürtler kendi haline, feodal egemenlerin eline bırakılmıştır. Bu sınıfsal ittifakın en iyi örneği, biraz uzun bir alıntıyla, Şeyh Sait isyanında görülüyor:
“Ayaklanma, başlangıcında fani ağalığın ruhani ağalığa ihanetiyle başlamıştı. Fakat en sonra tüm mülklü sınıfların hep birden mülksüzlere karşı ihanetiyle bitti. Köyde marabalar ağaların konaklarını da karakollarla aynı zamanda yağma ettiler. Bu ruhani ve fani ağalığı birdenbire şaşırtıverdi. Şehirleri basan dağınık ve ‘başıboş’ açlar ve ayaklanmacılar kafilesi, derebeyliğin, kapitalizmin, yani bütün egemen sınıflı toplumlar da yukarı sınıfların örgütlü bir şekilde yaptıkları yağmacılığı herhangi bir sınıf siyasetinin taktik ve strateji gereksinimlerine bakmaksızın ve örgütsüzcesine uluorta, gelişigüzel yapmaya koyuldular. Hele ağa etkisinin kamufle olması yüzünden şehirlerdeki büyük burjuvaların servetlerini paylaşmaya kalktıkları gibi, kulübesine çekilmiş küçük burjuvaların da tuzuna ekmeğine sahip çıkmak gibi aykırı ve tehlikeli yöntemlere de saplandılar. Zaten bu mülksüzleştirmeler de mülksüzler sınıfının geniş topluluk gereksinimlerine ve bir plan ve düzene göre, bir amaç için yapılıyor değildi. Kişisel yağmacılığa da hızla soysuzlaşıyordu. Tüm şehir burjuva ve küçük-burjuvaları bu anlamsız yağmacılıktan dehşete düşmüşlerdi. Ve iş bu aşamaya döküldükten sonra ayaklanma artık çoktan çekiciliğini kaybetmiş, büyük ayrılıklarla paramparça olmuş ve kendi içindeki en büyük düşmanlarına, kalabalık tarafsızlar kısmını kattırarak, karşısında Kemalizmden başka ve onunla birleşmeye hazır birleşik bir düşman cephe yaratmıştı. Köyde birçok ağa zaten dalkavukluk etmek için aradıkları fırsatlardan birini, bu kez konaklarının da yağma edilmiş olması gibi daha içten gelen bir gereksinimle yakalayarak Kemalizme el altından yardım vaat ettiler. Şehir küçük-burjuvaları depolardan yağma edip nöbet bekledikleri ocaklarını, birer mazgal haline koyarak çapulculuğa karşı ansızın cephe tuttular. Beş on gün önce arkasına bakmaya zaman bulamadan tüm Kürdistan halkının dehşetli kini önünde paldır küldür kaçan Kemalist güçler, kendi kendini bozan ayaklanmanın üstüne, gayet kolayca zafer kazanan, fakat bu kolaylık oranında vahşetini, çapulculuğunu arttırarak ‘uslandırma seferleri’ örgütledi. Kürdistan köyleri yanıyordu. Şeyh Sait ayaklanması iki sözcükle budur. Onun için koyu karşı-devrimci içeriği altında boğuldu gitti.”12
Kurtuluş Savaşı esnasında, nasıl Kürt egemenleri kendilerinden daha ileri bir sınıfsal konum alan Türk burjuvazisinin eteklerinde varlığını sağlamlaştırmış ve Türkiye egemen sınıfının bir parçası haline gelmişse, 60’lı yıllarda yoksul Kürt köylülüğü ve onun ulusal özlemleri, yine kendisinden daha ileri bir sınıfa, Türkiye işçi sınıfına ve sosyalist harekete yaslanarak kendisini var etmiştir.13
Üstelik 60’lı yılların yükselişinden önce dahi, Kürt halkındaki aydınlanma değerlerinin nerede aranması gerektiği, hangi koşullarda ortaya çıkabileceği görülüyor:
“Koçgiri’ye Ankara Kemalist kuvvetlerinin taaruzu sürmekteyken ‘aşiret ileri gelenleri’nin Urfa ve Antep’teki Fransız emperyalist güçlerinden yardım isteme önerisini, ‘Gençler’ bunun Kürtlük şerefine ‘zul’ olduğunu sayarak reddetmişlerdir.”14
Bir parantez açıp bu bölümü kapatıyorum. Özellikle 12 Mart’tan sonra Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt ulusal hareketi arasındaki açının artması, devrimci demokrasinin vurduğu damgayla, büyük oranda bir “köylüleşme” dinamiğini içinde barındırmıştır. 12 Eylül ile beraber şehirleri kaybeden sol, kendisine korunaklı alan olarak kırları seçmiş; bu tercih, iktidardan kaçışı doğurduğu gibi, Kürt hareketinin şehirlerdeki ayağını çekerek kentli birikimini geriye çekmesine sebep olmuştur. Özellikle gerilla mücadelesinin yükseldiği 90’lı yıllarda, şehirlerde devlet darbesine maruz kalan Kürt öğrenci gençliğinin, PKK tarafından dağlara çağırılması, yalnızca “taktik” gerekçelerle açıklanamaz. En azından sonuçları, taktik sebeplerin ötesine geçmiştir.15 Üstelik metropollerdeki Kürt emekçilerinin Kürt coğrafyasıyla olan bağlarının kopmaması, komünist ve aydınlanmacı hareketin önüne bir engel olarak çıkmaktadır. “Modernleşme/kentleşme” bağlamında hala burjuvaziden medet ummanın ne anlama geldiği Kürt illerinin durumuna bakılarak kolayca anlaşılabilir. Diyarbakır’da pıtrak gibi çoğalan alışveriş merkezlerinin, fast-food restoranlarının “modernleşme” anlamına geldiğini düşünen Kürt liberalleri olabilir. Bunlar Kale Mahallesi’ni gezseler de iflah olmazlar.
Güncel durum: AKP, Barzani ve tasfiye
Kürt coğrafyasında ve Kürtler içindeki aydınlanmacı fikirlerin devlet tarafından nasıl bastırılmaya çalışıldığı biliniyor. Sadece cumhuriyetin kuruluş yıllarında değil, PKK’nin bölgeyi kontrol altına almaya başladığı yıllarda, bir müddet bocalayan Türkiye egemenlerinin, sonunda kontrgerilla tahkimatıyla iç savaşı tırmandırdığı dönemde de, devlet eliyle büyütülen dinci-gerici örgütlerin varlığı bir vakıadır:
“’Laik devlet cihada çağırıyor.’
‘Doğu bölgesinde asker ve polisin dağıttığı bildiriler.
Resmi görevliler eliyle yayılan bildiri ve afişlerde ayet ve hadislere dayanılarak bölge halkı ‘Allah ve Resul’üne itaata’ ve ‘küfür cephesi’ne karşı ‘Allah yolunda’ savaşa çağrılıyor.
Bildiriler 1985 yılının sonlarından beri uçaklardan ve helikopterlerden atılıyor. Zimmetli olarak cami duvarlarına ve kahvehane duvarlarına astırılan afişler de var.”16
Peki Kürt cephesinde ne vardı? Bu soruya fazla iyimser bir yanıt verilebileceğini zannetmiyorum. Gerek legal, gerekse illegal Kürt siyasetinin dinci-gericilikle kendi arasına çektiği çizgi, silikleşmeye mahkûmdu. Kürt hareketi, sermayenin Kürt coğrafyasına sergilediği dinci-gericilik performansına yalnızca örgütsel ve konjonktürel karşı çıkışlarla yetinmesi aydınlatıcı olmalıdır. Üstelik klasik devrimci demokrasinin ulusal stratejilerle birleşmesi, Kürt hareketinin “diplomasi” arayışları, aynı dönemde Öcalan’ın gerilla savaşının miadını doldurduğunu açıklaması, özellikle legal Kürt siyasetini “devlet karşıtı” odaklar aramaya itmiş; aranan odak restorasyonun “mağduru” Refah geleneğinde bulunmuştur. Daha sonra Mehmet Metiner gibi namlı gericilerin HADEP’e başkan yardımcısı yapılması ise en fazla Metiner’in partiden ayrıldıktan sonra Kürtlere küfretmesine yaramıştır.17
Öcalan’ın yakalanması ve restorasyonu idare eden egemen siyasetin “Kürtleri düzene kazanmak” şeklinde özetlenebilecek stratejisi, en azından 2002’ye kadar tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Türkiye egemenleri, Öcalan ve PKK’nin yerine ne koyacağını bilememiş, Kürt sorununu uykuya yatırmıştır. Bu bekleyiş, 2002 ve AKP ile beraber son bulmuştur. Restorasyon gidebileceği yere kadar gitmiş, doğal sınırlarına ulaşmış ve kumandayı AKP’ye teslim etmiştir. Düzenin Kürt sorununa bulduğu çözüm dinci-gericiliğin gazına basılmasıdır. Türkiye kapitalizminin Kürtleri bölgesel planlarda kullanabilmesinin, içeride sulu sepken bir “çözüm” iddiasının ve Kürt hareketini ehlileştirmenin başka yolu bulunmamaktadır. Bu yol ise, proje başarıya ulaşsa da ulaşmasa da, çözülüşe ve bölünmeye işaret etmektedir.
“Proje”nin konumuzla alakası ise açık olmalı: Kürt ulusallığının, geçmişten bugüne ve Türklerle beraber yahut tek başına biriktirdiği değerlerin yok oluşu.
Bu tasfiye operasyonuna karşı çıkılmadığı iddia edilemez. Ancak karşı çıkışın özellikle AKP’nin ABD planları doğrultusunda Türkiye’ye yeni bir şekil vermeye başladığı bir döneme denk gelmesi ve karşı çıkışın ideolojik-sınıfsal gerekçelerle değil konjontürel-örgütsel saiklerle gerçekleşmesi not edilmelidir:
“Öncelikle Fethullah Gülen, Kürt halkının tarihi ve güncel değerlerine karşıdır. Kürdün kendisini var eden ve ileriye taşıyabilecek dinamiklerine saldırı içerisindedir. Özellikle Kürt halkı üzerinde tamamlanamamış katliamı Gülen beyazlaştırarak din kisvesi altında yürütme çabasındadır. Ve bunu yaparken Kürt halkının hassasiyetlerini gözettiğini söyleyerek münafıklığın zirvesini yaşamaktadır. Bunları yaparken de en köklü gerekçesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin varlığıdır. Tüm Kürtler arasında Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı gelişmeler en çok Fethullah Gülen’i rahatsız etmektedir. O yüzdendir ki açığa çıkmış gelişmeleri törpülemek ve yok etmek Fethullah Gülen’in gerçek faaliyetidir. Geçmişten beri Kürt Özgürlük Hareketi’ne bakışı faşist ve yok edicidir. Büyük bir inkârcılıkla ve pervasızlıkla din ve ümmet adı altında ahlaksız ideolojik saldırıyı öncelikle Fethullah Gülen ve cemaati yapmaktadır. Fethullah Gülen’e ait Zaman Gazetesi, Samanyolu Televizyonu, dershaneler, okullar ve dernekler, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı çok yoğun karalama, ajite ve propaganda faaliyetlerini boşuna yürütmemektedirler.”18
Tasfiyenin bir diğer boyutu ise, Irak Kürdistanı ile kurulan ilişkilerdir.
Lafı dolandırmadan yazmak gerekiyor: Siyasi ilişkiler boyutunu geçtim, parçalardaki Kürt siyasetlerinin tarihsel olarak farklı kanallarda akması, son tahlilde Türkiye Kürtleri açısından sevindirici sayılmalıdır. Modern sınıflara, sınıf mücadelelerinin deneyimlerine sahip Türkiye’de, Kürtlerin sahip olduğu ilerici değerler, parçalardaki Kürt hareketleriyle kıyaslanamayacak ölçüdedir. Kanımca, Yeni-Osmanlıcılık meselesini Kürt sorunu bağlamında incelerken, bir de buraya bakmak gerekiyor. Osmanlı dönemindeki “Kürdistan’ın coğrafi ve siyasi birliğine dönüş” hayallerine karşı, açıkça, parçalı olmak bugün gelinen konum itibariyle savunulmalıdır demek gerekiyor.
Fakat özellikle Öcalan’ın aynı fikirde olmadığı anlaşılıyor:
“Güneyli liderler eğer bu tehlikeyi [Türkiye, Suriye ve İran’ın “PKK’yi ve Kürtlerin sosyal varlığını bitirmeye yönelik” vardıkları mutabakatın tehlikesi kastediliyor- eç] göremezlerse ne Güney ne Kuzey ne Suriye ne de İran’da Kürtlerin elinde bir şey kalır. ‘Irak’taki mevcut kazanımlarımız diyorlar’ o da ellerinden gider (…) Ben bunun için Kürt Konferansı’nı önermiş, Kürtlerin birliğinin sağlanmasının önemini belirtmiştim. ‘Beş ilke, dört pratik öneri’ demiştim. İran, Türkiye, Suriye ittifakına karşı Kürtlerin birliği sağlanarak bu tehlike aşılabilir. Bütün parçalardaki Kürtlerin, bu bölgede yaşayan Süryanilerin ve diğer halkların özgürlük sorunlarının çözümü için demokratik özerklik projesi ve Kürt Konferansı önemlidir.”19
Abdullah Öcalan’ın neyi neden söylediğini takip etmekte zorlananlar olabilir.20 Marx’tan Lenin’e, kadınlardan, Mustafa Kemal’e birçok konu ve kişi hakkında engin görüşlerinden faydalanıyoruz. Fakat şunu tarihsel bir veri olarak not etmeliyiz: Abdullah Öcalan’ın 99 sürecinde Kürt siyasetindeki tıkanmaya dönük yaptığı müdahalenin siyasi programı olarak şekillenen “Demokratik Cumhuriyet” açılımı, AKP ve cumhuriyetin tasfiyesi gündemiyle beraber yeni bir sıkışma noktasına ve dahası, Kürt aydınlanmasının birikimini heba etme ihtimalinin kapısına gelmiş, dayanmıştır. Yaşanan her sıkışmada önce dişini gösterip sonra yüzünü sağa çeviren Kürt siyaseti, Abdullah Öcalan’ın önümüzdeki ay açıklayacağını ilan ettiği “yol haritası” ile beraber, bir kez daha sağa doğru pike yapmanın arefesindedir. Unutulmamalıdır: Kürt siyasetindeki her sağcılaşma pratiği, Kürtlerin tarihsel olarak biriktirdiği halkçı-aydınlanmacı değerleri biraz daha törpüleme/kusma anlamına gelmiştir.
Bitirirken ara sonuçlar
Kürt aydınlanmasını ve bundan dolayı Türkiye aydınlanmacı hareketini etkileyecek olan kimi faktörleri, birer tartışma başlığı olarak sıralıyorum:
Birincisi, çokça tartışmalara konu olan ve önümüzdeki günlerde güncel ve gerici bir bağlamda yeniden güçlü bir şekilde dillendirileceği anlaşılan Kürdistan’ın parçalılığı sorunsalı, Kürt ulusal bilincinin uyanışını geciktirici bir unsur olmakla birlikte, parçalardaki tekil hareketlerden ileri olan unsurların farklılığı, Kürt ilericiliği açısından bir avantajdır. Ulus-devletler arasında bölünmüş coğrafyanın en ileri bileşeni olarak öne çıkan Türkiyeli Kürt hareketi, güncel bir siyasi program olan “Kürt ulusal birliği” projesiyle beraber, Türkiye’den modern anlamda daha geri parçalardaki hareketlerin önderliğinde gerici bir operasyona tabi tutulmaktadır. “Kürt birliği”, tasfiyenin diğer adıdır.
İkincisi, tasfiyeden kurtuluşun, Barzani21 önderliğindeki Kürt ulusal birliğinde değil, Kürt hareketinin kendi aydınlanmacı birikimini, eksik kalmış Türk(iye) aydınlanmasına aşısında aranması gerekmektedir. Bunun yolu, Kürt coğrafyasına kapanmaktan değil, gittikçe apolitikleşen ve etnik nefretlerin nesnesi haline gelme potansiyeli olan Kürt emekçilerine el uzatmaktan geçer.
Üçüncüsü, Kürt aydınlanmasının ileriye taşınması, Kürt coğrafyasında değil, Türkiye sathında gerçekleşecektir. “Kürtlüğün” ileriye taşınabilmesi, Güney’den değil, Küzey’den; hatta Türkiye’nin büyük metropollerinde Kürtlerin mücadele birikimlerini Türk emekçilerine aktarmanın bir yolunu bulmasıyla mümkündür. Dahası, Kürt coğrafyasına çekilişin devam etmesi, bırakalım ilerlemeyi engellemesini, Kürt aydınlanmasının geriye düşmesi anlamına gelecektir/geliyor.
Dördüncüsü, var olan birikimin ileriye taşınması Kürt ulusal hareketiyle mümkün gözükmemektedir. Kürt aydınlanması, Kürtler bir devlete –henüz- sahip olmasa da, “ulusal” dönemini kapatalı çok oluyor.
Beşincisi, Kürtler arasındaki dinci-gerici ideolojik girdilere karşı direnç oluşturmak gerekiyor. İslami motifleri kullanan her türlü Kürt partisinin yenilgiye uğrayacağı bilinmelidir. Coğrafyadaki boşluk AKP tarafından doldurulmuştur. Barzani’nin Kürtlük üzerinden kuramadığı basınç, AKP ve devlet eliyle din üzerinden kurulmuştur.
Altıncısı ve sonuncusu, “Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi” hiçbir zaman demagoji olmamıştır; fakat bugün gelinen noktada, teoriyi geçtim, siyasi ve kültürel olarak bile bıraktığı bir boşluk yoktur. Yeni bir Türk ve Kürt aydınlanması, bu sefer daha eşit şartlarda ve birlikte yaşanacak.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bulgar komitacılarını sürgün için trene binerken izleyen Kazım Karabekir, “Yaşasın bizim Bulgar milletimiz!” diye haykıran komitacılara gıpta etmekten kendini alamaz. Fakat aynı “gıpta”nın uzunca bir süre, gayrimüslim halkların “ulusal” taleplerini bastırma eğilimine de yol açtığı unutulmamalıdır. Hatırlatmak gerekir mi, bilemiyorum: Bu ulusal bağımsızlık mücadelelerinin içinde, henüz “Kürdi” olanı yoktur. Bkz. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 6, İstanbul, İletişim:1988, s. 1831.
- Literatürde “aydınlanma” teriminden çok “çağdaşlaşma”, “sekülerleşme”, “batılılaşma” gibi terimlerin kullanılıyor oluşunun bizim için bir dezavantaj oluşturduğunu söylememiz gerekiyor. Bu kavramların aynı anlama geldiğini iddia ediyor değilim; fakat son üç terimin birincisini içerdiği ve bunun kadük bir aydınlanmacılığa işaret ettiğini söylemek durumundayım.
- Bkz. Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 7. baskı, İstanbul, YKY: 2004, s. 170.
- Age, s. 246. Berkes, biraz abartıyor olabilir. Üstelik kararları, kanunları ve eğitim projelerini küçümser konuştuğu da iddia edilebilir. Yine de, “ateş olmayan yerde duman çıkmaz” deyip sınıfsal çelişkilerin gelişmediği iddiasının en az 150 yıldır geçersiz olduğu söylenmelidir.
- Milli marşında Avrupa uygarlığını “tek dişi kalmış canavar” olarak niteleyen bir ülkenin kurucusunun hedef olarak muasır medeniyetleri işaret etmesi, bir sürekliliği kanıtlayacağı gibi, Türk Aydınlanması’nın ikili yüzünü de temsil edebilir.
- İttihat ve Terakki’nin günümüzün sürekli vurulan abalısı haline gelmesi incelenmeye değer bir durum. Başka başka saiklerle İttihatçılığı kötüleyen liberal-muhafazakâr koroya, “Hepiniz Jön Türklerin cebinden çıktınız” demek lazım.
- Hatırlanacaktır: Latin kökenli Amerikalı popçu Ricky Martin, Hülya Avşar’la kelimenin gerçek anlamıyla enseye tokat olmasını sağlayacak Türkiye konserini, Cumhuriyetin 75. yılı vesilesiyle vermişti. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının böyle soytarılıklara prim vereceğini hiç sanmıyorum. Bizim Restorasyon dediğimiz dönem, tüm “Aydınlanmacı” lafızlarına rağmen, burjuvazinin bu topraklardaki Aydınlanma iddiasının reddidir.
- Tabii, objektif şartların mevcut olması, yapılan analizlerin ve eylemlerin doğru olduğu anlamına gelmiyor. Yanlış, yanlıştır.
- “Kemalist şike” için bkz. Yurdakuler, Şevki, “Türk İdeolojisini Kırmak”, Yalçın Küçük’e armağan içinde, haz. İlker Maga, İstanbul, YGS:1999, s. 125.
- Örneğin İsmail Beşikçi, 17. yüzyılda İran Kürdistanı’nda patlak veren ayaklanmalar için “ulusal özgürlük mücadeleleri” diyebiliyor. Bkz. Beşikçi, İsmail, Devletlerarası Sömürge Kürdistan, Alan Yayıncılık, tarih yok, s. 12.
- Beşikçi’nin başka bir seferde de, Kürt uyanışının PKK ile başladığını iddia ettiğini görüyoruz: bkz. Beşikçi, İsmail, PKK Üzerine Düşünceler, İstanbul, Melsa:1992, s. 74. İsmail Beşikçi’nin sosyalizmin tezlerine daha yakın durduğu dönemde yazdığı eseri Doğu Anadolu’nun Düzeni’nde ise, sınıf ve kimlik eksenli bir bakış açısını gayet hünerli bir şekilde kaynaştırdığı görülüyor. İnsan ne oldum dememeli: son gelinen noktada, Sarı Hoca’nın, “Kürtlerin Öğretmeni”nin, PKK tarafından tehdit edildiğini öğreniyoruz.
- Kıvılcımlı, Hikmet, “Türkiye’de Ulusal Sorun”, Yol 2 içinde, der. Mustafa Çakır, Bibliotek Yayınları, 1992, s. 453-454
- Konuyla doğrudan ilgili olmasa da, Kürt Aydınlanması’nda Sovyetler Birliği’nin etkisi de önemli bir yer tutmaktadır: “Dünyadaki Kürt kültürü ve yazınının gelişme tarihine bakıldığı zaman, eski Sovyet sınırları içindeki Kürtlerin ve Kürt yazarları ile bilim adamlarının önemli bir yer kapladığını görürüz. Bilindiği gibi Erivan radyosu, Kürtçe yayın yapan ilk Kürt radyolarından olmuş ve buradaki sanatçılar ve program yapımcıları da kendi alanlarının ilklerini oluşturmuşlardır (…) Sovyet rejimi ilk Kürt romancılarından Ereb Şemo’yu yetiştirmiştir. Ereb Şemo romanlarında sosyalizmi ve ezilen kitleleri konu edinmiş, bu vesileyler Kürt aydınlanmasına önemli bir katkı sağlamıştır”. Polat, Edip, “Tarih Boyunca Kürtler ve Sosyalizm”, Kürt Solu 2 içinde, der. Ali Koca, İstanbul, Gün Yayıncılık:1999, s. 251-252.
- Hewatkar, Venge, “Kürt Başkaldırılarında Emekçi Sınıf Dinamiği ve Kürt Solu”, agy, s. 198.
- Bahoz filmini izleyenler hatırlayacaktır: Bir Newroz sonrası deşifre olan gençlerin önemlice bir bölümü “çıkış” yapıyorlar. Metropollerdeki örgütlü Kürt gençliğinin hikâyesini anlatan filmde, karakterlerin gayet “şehirli” olmasını yalnızca yönetmenin tercihine bağlayamayız. 90’lı yılların Kürt gençliği/aydını, enikonu şehirlidir.
- 2000’e Doğru dergisinden aktaran, Beşikçi, İsmail, Devletlerarası Sömürge Kürdistan, Alan Yayıncılık, tarih yok, s. 168.
- “(…) cephe programının anti-emperyalist, anti-tekelci ve şeriat karşıtı laik bir içeriğe sahip olup olmaması tartışma konusu olmuştu. KKP ve KAWA dışındaki tüm siyasi parti ve örgütler ulusal cephenin programında anti-emperyalizmin ve şeriata karşı laikçi tutumun yer almalarına karşı çıkmışlardı…Ülkemiz solu ulusal cephede yer almanın kıstasını ulusal davaya sahip çıkmak ve sömürgeci rejime karşı olmakla sınırlandırıyor”. S. Çiftyürek’ten aktaran, Güler, Aydemir, Son Kriz, 2. Baskı, İstanbul, Yazılama: 2008, s. 157.
- Çimen, Derviş, “’Beyaz soykırım’ın postmodern misyoneri: Fethullah Gülen”, 14 Aralık 2008, http://www.gundem-online.com/haber.asp?haberid=65349
- Öcalan’la görüşme notları, “Öcalan: Son çözüm önerimi sunacağım!”, 12 Haziran 2009, gundem-online
- Yazmadan edemeyeceğim: “Burada esas ulaştığım nokta iktidar merkezli örgütlenmeleri, kurumları çözmem oldu” diyen Öcalan, Marks, Lenin ve Mao’nun kapitalizmin yedeğinden kurtulamadığını şu sözlerle ifade etti: ‘İktidarı çözdüm. Yeni bir çözüm gücüne kavuştum. Kapitalist moderniteden kurtuldum. Bu öyle kolay değil. Bir Halkı Savunmada da bunları bulabilirsiniz. Ondan önceki savunmamda da bulabilirsiniz. Yeni savunmamda çok daha kapsamlı açtım bunları. Yeni savunmam çok önemli. Dünya çapında bir savunma. Kapitalist moderniteden kurtuldum. Türkiye’deki bazı aydınlar, İsmail Beşikçi onlar katı pozitivisttirler. Ulusal devlet anlayışından kendilerini kurtaramadılar. Kürtler adına mücadele ettiklerini söyleyenlerin bugün esamesi okunmuyor. Bu savunmamda Marksizmi aştığımı da söyledim. Marks, Lenin, Mao, kapitalizmin yedeğinden kurtulamadılar, ulus-devletin etkisinden kurtulamadılar, ulus-devleti aşamadılar. Almanya ve İngiltere milliyetçiliğinin, kapitalizmin Marks’ı nasıl kuşattığını biliyoruz. Zaten Marks ve Lenin, Hegelcidirler, Hegel’in soludurlar. Hepsi için aslında Sol Hegelisttirler diyebiliriz.’” Öcalan’la görüşme notları, “Öcalan: Hakikatleri araştırma komisyonu kurulsun”, 28 Kasım 2008, http://www.rojaciwan.com/haber-42549.html. Öcalan Marx ile Lenin’i aştıktan sonra Wallerstein’i “bitirme” planları kuruyor mu bilmiyorum. Avukatlarına Wallerstein kitaplarını önerdiğini okuyorduk. Wallerstein’in yol arkadaşı müteveffa Arrighi hakkında ise henüz tek bir kelam ettiğini duymadık.
- Şu haber kaderin cilvesi sayılmamalıdır: “Ortak liste ile seçime girecek iki parti amblem olarak ‘kırat’ı seçti. Kıratlı afişler Kuzey Irak’ta her yere asıldı. Kuzey Irak’ta 1990’ların başından bu yana kendi parlamentosu ve hükümeti bulunan, geçmişte bir dönem birbirleriyle çatışan Mesut Barzani liderliğindeki IKDP ile Devlet Başkanı Celal Talabani önderliğindeki KYB, 25 Temmuz seçimlerine birlikte girmeye karar verdi.” Bkz. Milliyet, “Barzani ve Talabani de ‘kırat’ amblemini seçti”, 9 Temmuz 2009, http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=4&ArticleID=1115649&Date=09.07.2009&b=Barzani%20ve%20Talabani%20de%20kirat%20amblemini%20secti&ver=76.