Ulusal sorun başlığı, içinden geçtiğimiz dönemde ülkenin en can alıcı meselelerinde en üst sıralarda yer almaktadır. Bu konunun yakıcılığı bizim açımızdan ne yenidir, ne de tartışması ilk kez yapılmaktadır. Komünistlerin karşısına farklı coğrafyalarda “sorun” ya da “dinamik” olarak çıkan önemli başlıklardan biri olmuştur. Biz bu bahsi Stalin’in 1912 yılı sonu 1913 yılı başlarında Viyana’da yazmış olduğu, ilk kez 1913 yılında Prosveşçenye gazetesinin 3 ve 5 numaralı sayılarında yayınlanmış olan “Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi” ve bundan bir yıl sonra ise “Ulusal Sorun ve Marksizm”[1] başlığı altında yayınlanmış olan broşürü üzerinden tartışmaya çalışacağız. Broşür daha sonra Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ile Bolşevikler açısından çok daha önemli hale gelmiş olan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) politikası ile, Parti, Sovyet ve Doğu Halkları Kongreleri’nde Stalin’in yaptığı konuşmalar, verdiği bildiriler ve karar önerileri ile genişletilmiştir.
Burada kitabın tanıtımına geçmeden önce bir parantez açmak gerekiyor.
Marx ve Engels’den, Lenin ve Stalin’e uzanan hatta bir çelişki var mı? Bir çok tartışma başlığında olduğu gibi bu başlıkta da, ustalar arasında çelişki arayan ve bulan bir çok marksist bulunuyor. Marx ve Engels’in ilerlemeci bakış açısına binaen, Lenin ve Stalin’deki dinamikleri proleter devrime bağlama çabasının çelişki olarak yorumlandığı görülür. Aslında arada bir çelişki yoktur. Ustalar ulusal soruna bakarken her zaman esas olanı aramışlardır; yani sınıfsallık ve sınıfsal ile ulusal olanın temas yüzeylerini.
Özellikle Marx ve Engels Avrupa devrimleri sırasında gelişkin işçi sınıfı ve siyasal hareket temelli bakmış, çok uluslu ülkeleri ve ulusların gelişkinliğini hep bu temel ilkeye mesafelerine göre değerlendirmiştir. Bu marksist bakışı Lenin ve Stalin’de devrimi gerçekleştirecekleri çok uluslu gerici Rus Çarlığındaki uluslar meselesini değerlendirirken de görebiliriz.
“Milletler hapishanesi” olarak anılan bu ülkenin içindeki uluslar eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak uluslaşmanın değişik aşamalarında bulunuyorlardı. Gözünü devrime dikmiş Bolşevikler tarafından da kimi zaman gelgitli olsa da, bu ulusları sosyalist devrim mücadelesine katmak için büyük çaba gösterilmiştir. Marx ve Engels, sonrasında Lenin ve Stalin hiç bir koşul altında ulusal sorunu kendi başına özerk bir tartışma alanı olarak saptayıp, sınıfsal olandan koparıp, bağımsız bir başlık olarak ele almamışlardır. Bilakis, 19. yüzyılın ikincisi yarısı, Ekim Devrimi öncesi ve sonrasında, uluslar sorununu sosyalist devrim sürecine içkin ve bağlaşık olarak değerlendirmişlerdir.
Parantezi bir noktanın tekrar altını çizerek kapatalım. Ekim Devrimi’nin yaratıcıları, özelde de Lenin ve Stalin, ulusal sorunu sürekli olarak sınıfsal süreçlere ve eşitsiz gelişimin yarattığı muazzam çelişkiler sonucunda açığa çıkan dinamiklere bağlamaya çalıştılar.
Komünistler yol açmaya çalışırken
Stalin bu değerli kitabı, akademik entelektüel bir faaliyet için değil, aksine pratik olarak Çarlık Rusya’sında karşılaştıkları bir sorun olduğu için kaleme aldı. Yazım sırasında Avrupa’daki çok uluslu devletlerin ayrışması, yeni ulus devletlerin kurulması, Avrupalı marksistlerin ulus sorununa bakarken durdukları yeri ve bakış açılarını veri alarak bu üretimi gerçekleştirdi. Ama en çok 1905 sonrasında Rusya’da ortaya çıkan gelişmeler etkili oldu. Özellikle kent ve kır arasında ticaret ve ulaşım alanındaki ilişkilerin gelişmesi, sınai alanda gelişmeler, tarımdan elde edilen ürünlerde artış; çevre bölgeler olarak anılan Ukrayna’da, Ermenistan’da, Polonya’da Tatarlar ve Yahudi işçiler içerisinde milliyetçi, yer yer dinsel akımların yükselişine neden oldu. Aslında harekete geçen milletler mekanizması olmuştu. Bu dönemde kurulan yeni anayasal rejim ve içinde barındırdığı eskiye oranla görece daha fazla basın, kültür vb. alanındaki özgürlükler, gazetelerin sayısının arttırmasını ve kitlelerin içinde fikirlerin dolaşmasını daha da kolaylaştırıyordu.
İrili ufaklı, gelişmiş ve az gelişkinlikte 200 ulusu barındıran Çarlık Rusya’sında komünistlerin karşısına artık politik olarak milliyetçilik ve genel olarak ulusal sorun çıkıyordu. İşçi sınıfının politik birliğini sağlayan ve proleter devrime gidecek yolu gösteren komünistlerin ya da Bolşeviklerin bu milliyetçilik salgınından sınıfı koruması, karşı saldırıya geçmesi ve bu salgını ortadan kaldırması şarttı. Bunu, milliyetçiliğin karşısında enternasyonalizmin en önemli aracı sınıf mücadelesinin ortaklaştırıcılığıyla yapmak; hem merkezde hem de çevre bölge komünistlerinde ve emekçi kitlelerinde bilince çıkarılmasını sağlamak gerekiyordu. Tam da bu noktada bir tartışma yürütmek ve yolu buradan açmak mümkündü. Daha sonraları “Halkların Babası” olarak da anılacak olan bu yetenekli Bolşevik, Lenin’in de yönlendirmesiyle yazdığı broşürde tam da bu gerçek sorunu ele alıyordu.
Önce kavramlar ve saptamalar
Bolşevik hareketin tarihi aynı zamanda devrimin tarihi olduğu için, buna içkin olarak yol açmanın, yani tartışma ve polemiğin de tarihi oluyor. Bu tartışmaların hepsi gerçek siyasi kulvarlar ile yapılıyor.
Marx-Engels sonrasında marksist harekette bir dizi ekol ya da siyasi yaklaşım ortaya çıkmıştır. Bu ekollerden ele aldığımız kitabın konusu ile ilgili olanlara bir göz atalım. İlki Avusturya marksistleri ekolüdür. Stalin’in kitapta tartıştığı Otto Bauer ve Rudolf Springer’in başını çektiği bu ekol, ulusal sorunda, aslında adlı adınca burjuvazinin sömürgeci politikalarının desteklenebileceği tezini temellendirmeye çalışmıştır ve bunu toprağa bağımlı olmayan ulusal kültürel özerklik ile formüle etmişlerdir. En başta söylediğimiz uyarıyı burada bir kez daha dillendirmekte fayda bulunuyor; Marx ve Engels’teki ilerlemeci-gelişmeci ve Avrupa merkezci bakış açısını ele alırsak, geri toplumların sömürgeci ilişkiler ile dönüştürüleceği ve ilerici rol oynayabileceği tezi hatırlatılabilir. Ama burada gene bir uyarıyla devam edelim ve ustaların bakışının sınıfsal olanı merkeze koyduğu ve yukarıdaki tezi emekçi sınıfların kurtuluşu mücadelesine bağladıklarını da eklemiş olalım. İşte Stalin tam da bu noktada, bağlamından kopartılmış, sınıf mücadelesi dışında ya da burjuva düzen içi çözüm olasılıklarına ve bu türlü millet, ulus kavramlaştırmalarına karşı; ekonomi-politik temelli, toprağa bağlı, sınırları belli, tarihsel olarak oluşmuş ulus kavramına dair saptamalar ve cevaplarla yola başlıyor. Stalin ulusu şu şekilde tanımlamaktadır:
“Tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.” [2]
Kitapta ayrıntılı olarak her bir kriter ele alınmaktadır.
Bu tanımlama, Bauer ve Springer’in marksist bakış açısından kopuk tanımlamalarını reddetmektedir. Stalin ulus tanımını yaptıktan sonra ulusal harekete geçiyor, ulusçuluğu ortaya çıkartan faktörleri tartışıyor. Yani kapitalizmin gelişimi ve feodalizmden çıkış, en temel pazar birimi olarak ulusun yaratılması, ulus devletin buna bağlı olarak oluşması, genç burjuvazinin pazar ve kapitalist üretim ilişkileri için aslında kendi sınıf çıkarlarının tüm toplumun çıkarları olarak sunulması politikasının evrimine dair değiniler de bulunuyor. Bu anlamıyla efsaneleştirilen milletler tarihini, marksist bakış açısı ile “yükselen kapitalizmin gelişme süreci ve insanların uluslar şeklinde kuruluşu” [3] yaklaşımını merkeze koyarak açıklıyor.
Buradan devamla, Avusturya-Macaristan imparatorluğu içindeki ayrılma taleplerine karşı özellikle topraksız ulusal kültürel özerklik talebini, Avusturya’da ki sosyal-demokrasi’nin burjuva düzen içi programını eleştiriyor ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını öneriyor. Peki Stalin bunu nasıl tanımlıyor:
“Kaderini kararlaştırma hakkına, yalnızca, ulusun kendisi sahiptir, kimsenin ulusun yaşamına zorla karışmak, okullarını ve öbür kurumlarını yıkma, alışkanlık ve geleneklerini yok etme, dilini kullanmasını engelleme, haklarını kısıtlama hakkı yoktur.
Elbette, bu, sosyal -demokrasinin, ulusun tüm olanaklı ve düşünülebilir alışkı ve kurumlarını destekleyeceği anlamına gelmez. Ulus üzerinde uygulanan zorbalıklara karşı savaşım veren sosyal-demokrasi, söz konusu ulusun emekçi katmanlarının onun zararlı alışkı ve kurumlarından kurtulmasını sağlamak için bu alışkı ve kurumlara karşı ajitasyon yapmaktan hiç bir zaman geri kalmayacak, sadece ve sadece ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını savunacaktır.” [4]
Ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunan komünistler burada en önemli parantezi açıyor ve proletaryanın çıkarlarını yani sınıfsallığı merkeze koyarak bu hakkın kullanılmasından bahsediyor. Stalin bu bahiste şöyle devam ediyor:
“… Ulus egemendir, ve tüm uluslar eşit haklara sahiptir.
Elbette bu, sosyal-demokrasinin, ulusun ne olursa olsun, bütün istemlerini savunacağı anlamına gelmez. Ulus, eski düzene dönme hakkına sahiptir, ama bu, sosyal-demokrasinin, söz konusu ulusun şu ya da bu kurumunun böyle bir kararını onaylayacağı anlamına gelmez. Proletaryanın çıkarlarını savunan sosyal-demokrasinin ödevleri ile, çeşitli sınıflar tarafından oluşturulmuş bulunan ulusun hakları, iki ayrı şeydir.” [5]
Uluslar sorunda bir referans olan bu yetenekli Bolşevik çok açık bir şekilde marksistlerin temel ilkesini yazıyor: Proletaryanın çıkarları, yani devrimin çıkarları.
Bir diğer ek ise, Rusya Polonya’sının ayrılması sorununa dair. Marx’ın önerisi kendisini yıkan daha aşağı kültürden kurtulmak ve ayrılma iken, Polonyalı marksistler ise ayrılmaya karşı durdular. Stalin her ikisini haklı bulmaktadır:
“Bundan şu sonuç çıkar ki, ulusal sorunun çözümü, ancak kendi gelişmeleri içinde göz önünde tutulmuş tarihsel koşullara göre mümkün olur.”[6]
Bu anlamıyla, çözüm yöntemine dair bakış ise nettir. Hazır çözüm önerileri ve paketleri değil, evrimine ve konjonktüre bakılarak ortaya konan çözümler önemlidir.
Son alıntıdan hareketle Rus devrimci hareketi içerisinde bir bölme olan ve bir sorun olarak tanımlanan Bund’dan bahsetmekte fayda var. Çünkü Bund(*)gibi ayrı örgütlenme ve federalizm istemli bir örgüt, Avusturya içindeki Güney Slavları Sosyal Demokrat Partisi’nin çözüm önerisi olan “ulusal-kültürel özerkliği” bir çözüm paketi olarak almış ve kendisinin dördüncü kongresinde onaylamıştı. Burada Stalin’in aktardığımız alıntısı önemlidir. Rusya’da ki Yahudi işçilerin yaşam koşulları ve gelişimi ile Güney Slavları’nın koşullarının birbirlerinden farklılığı ve farklı değerlendirilmesi zorunluluğu. Ulusal kültürel özerklik, ayrılma hakkı gibi talepler değerlendirilirken ya da programatik bir hatta yerleştirilirken değerlendirme kriterlerimiz, proletaryanın merkeze yerleştirildiği sınıf mücadelesi, o anki verili koşullar ve ulusun gelişimidir. Avusturya marksizminin önerdiği ulusal azınlıklara kültürel özerklik talebi, düzen içi bir öneridir. Stalin’in de altını çizdiği ve hep eklediği, uyardığı üzere işçi sınıfı mücadelesine bağlama; esas yaklaşım olarak görülmelidir.
Bolşevikler iktidarda
Şimdiye kadar bahsettiklerimiz Stalin’in 1913 broşüründe o sırada tartıştıkları, sınıflar mücadelesinde karşı karşıya kaldıkları ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ya da ulusal-kültürel özerklik meselelerinde köşe taşlarını oluşturan referanslar idi.
Ekim Devrimi öncesi uluslara ve ulusal hareketlere bu şekilde bakan Bolşevikler, devrim sonrasında yani işçi sınıfının ve partisinin iktidara geldiği koşullarda bu “sorun” ya da “dinamik” ile kurdukları bağda ise yeni bir düzleme geçmiş oluyorlardı. Lenin ve Stalin, her ikisi de UKKTH ilkesini oldukça ciddi bir şekilde ele aldılar ve bir bütünlük içinde değerlendirdiler. İktidarı aldıktan sonra da bu teorik bütünlük ve sağlamlık, dışına çıkmak bir yana, iktidarın sağlamlaştırılması, tek ülkede sosyalizmin inşası (1921 sonrası için çok daha uygun bir vurgu), çevre ulusların sosyalist kuruluşa katılmaları, ilk sosyalist ülkenin emperyalizm karşısındaki durumu gibi yeni düzleme ait meseleler bu tutarlı hattın savunucuları tarafından ulus sorunu ile bağları kurularak devam ettirilmiştir. Ulus sorunu ya da dinamiği kavramları bu saydıklarımız ile ele alınmış ve politik tavırlar böyle belirlenmiştir.
Artık yeni bir dönemdeyizdir. 1917 bu konuda da öğretici olmaya devam etmektedir.
Yüzlerce yıllık Çarlık yıkılmış, kapitalist sınıf iktidardan indirilmiş, milyonlarca kilometre karelik topraklar işçi yönetimini beklemektedir. Ancak bu hiç de kolay değildir. Çarlık gibi tarihsel olarak ağırlık sahibi ve bu ağırlıkla, ulusları ezen, gelişmiş Rus kültürü ve yönetimi ile çevre uluslarda baskı uyandıran bir iktidardan sonra, Bolşeviklerin tüm ulusları eşitlik içinde yönetebiliyor olmaları oldukça zor olmuştur. Ancak Bolşevikler teorik-politik tutarlılık ve sınıf iktidarını merkeze koyan akılları ile bu sorunu aşabilmiştir.
1917 öncesindeki önerileri, artık iktidara geldikleri için hayata geçirilebilecektir. Uluslar sorununu uzaktan bakarak değil, tablonun içine girerek, siyasal dinamizmi sosyalist iktidar mücadelesine bağlayarak çözmeyi denediler ve başardılar da.
Eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak birbirinden oldukça farklı 200 topluluğun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ya da ulusal-kültürel özerklik yaklaşımıyla eşitlemesi veya eşit olarak varsayılıp devam edilmesi oldukça güç olmuştur. Bolşevikler kendi içlerinde yer yer büyük gerilimler yaşamış, Lenin’in önemli müdahaleleri ile yollar açmaya çalışılmıştır. Nüfusun yüzde ellisinden fazlasını Rusların oluşturduğu, yüzde yirminin biraz üzerindeki bir oran ile Slav olmayan toplulukların yer aldığı ve üstüne üstlük Bolşeviklerin tarihsel olarak devraldıkları çevre bölge halklarının “Büyük Rus”lara güvensizliğinin de bulunduğu bir ülkede, artık sırada sosyalist iktidarı-sınıf devletini koruma ve sosyalizmi kurma görevi vardır. Ve bu uluslar ne kadar geri olursa olsun tüm görevler beraber yapılacaktır. İşte bu tabloda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı Bolşevik kadrolarca değerlendirilmiştir. Ancak içinde Stalin’in de bulunduğu Bolşevik kadrolarda, Lenin’in uluslar sorunundaki esnek politikalarına karşı bir direncin ortaya çıktığını görmek gerekir.
Burada Lenin ve Stalin arasındaki bakış açısı farklılığına dair bir parantez açmak gerekiyor. SSCB’nin kuruluşu esnasında (1922) Stalin, bütün ulus cumhuriyetlerinin Rusya Federe SSC içinde özerk birer bölge olmasını öneriyor idi. Buna karşılık Lenin ise bu cumhuriyetlerin eşit haklara dayanan ve ayrılma hakkını içeren gönüllü birliğinden yana idi. Süreç Lenin’in formülasyonunun kabulü ve uygulanması ile sürdü. Stalin, Lenin’in önerdiği bu formülasyonu Lenin’den sonrada devam ettirdi ve geliştirdi.
Burada diğer bir siyasal tavır ise, kimi zaman kendini, bu yazıda değinmediğimiz, Buharin’de gördüğümüz Luxemburgculuk olarak yani “işçilerin kendi kaderlerini tayin hakkı” önermesi olarak ifade eden bir sapma olarak kendini göstermektedir. Bu teze karşılık Lenin, bu tezin ulusal sorunu yok saydığını belirtir ve proleter devrim sorunuyla çakışmakta olduğundan bahseder. Bu tür tezler, sorunu reddeden tavırlarının sonucu olarak değil; ulusal dinamikleri kapsamak için atılan adımları, sınıfın hedeflerinden uzaklaşması olarak okuyan ve yine merkeze işçi sınıfını koyan Bolşevik kadroların sınıfsal inadı olarak ortaya çıkıyordu.
Süreç içerisinde Stalin’in de kongrelerde tepki gösterdiği, tartıştığı ve çizgi çektiği kimi eğilimler ortaya çıkıyordu. Bunlardan ilki, devrimin gerçekleştiği topraklarda Rusya ve kısmen Ukrayna dışında önemli sayıda Sovyet ülkesinde, özellikle Orta Asya coğrafyası ve Kafkasya’da, Bolşeviklerin yerel ayakları oluşmamıştı. Orta Asya steplerinde göçebe Kazak, Türkmen, Kırgız vb. kabileleri ve az çok yerleşik tarıma geçmiş Özbek kabileleri yer alır iken, Tatarlar, Ermeniler ve Azeriler gibi daha uluslaşmasını tamamlamamış halklar mevcut idi. Dağıstan coğrafyasında ise hemen hemen her köyde ayrı diller konuşuluyor idi. Bu tabloda komünistler kısmen varlık gösteriyorlardı. Bolşeviklerle bağlantılı olanlar genelde ulaşım yolları üzerindeki yerleşimlerde yaşayan, merkez ülkeler ile bağları olan demiryolu işçileri ya da aydın topluluklardı. Büyük eşitsizliklerin olduğu uluslar arasında, Bolşevik iktidarın güçlenmesi gerekiyordu ve bunu sağlamak için Orta Asya Türk bölgelerinde bile Çarlık ve eski düzen karşıtı, uluslar politikası ışığında, dini vurguları ön plana çıkan unsurlarla dahi yan yana gelinerek sosyalizmin toplumsal tabanı oluşturulmaya çalışıldı. Bu uluslar içerisinde sosyalizmin ayaklarını kurmak için kadro eksikliği merkezden kadro ve yönetici ihracı ile giderilmeye çalışıldı. Bu durumun bu coğrafyalarda sıkıntılara yol açtığı söylenebilir. Bolşevik kadroların merkez ülke Rusya’da ağırlıklı olması, Rusya’nın köklü kültüre sahip olması, diğer ülkelere ve uluslara oranla gelişkinliği, devrim öncesi kapitalist üretim ilişkilerindeki geldiği nokta ve proletaryanın bu coğrafyada ortaya çıkması, sınıf mücadelesinde buranın bir merkez olması ve kadroların da buradan beslenip, doğallığında Rusya etkisi taşımaları çok normaldi. Stalin burada tarihsel politikalarına uygun olarak hareket ederek, içeride yer yer oluşan merkez ülke-ulus vurgusunun, adlı adınca Büyük Rus vurgusunun, çevre ülkelerde yerel milliyetçilikleri güçlendirebileceği uyarısını yaptı ve buna karşı mücadele verdi.
Diğer bir nokta ise merkez ulusa göre tarihsel gelişimde daha geride olan ulusların içerisinde olmama hali, kimi Bolşevik kadrolarda ezilen ulusların milliyetçiliklerini kabul etme, yerelde tutunabilmek için komünist olmayan ya da sapma yaşayan unsurların sadece yerel oldukları için ayrılıkçı siyasetlerine izin verilmesi durumunu yaratıyordu. Bolşevikler içerisinde tartışılan ve mahkûm edilen diğer uç buydu.
Sovyet topraklarından bahsederken üzerinde dikkatle durulması gereken bir diğer nokta, devrim sonrasında batıdaki Sovyet topraklarında bulunan, doğu uluslarına oranla sermayenin daha gelişkin olduğu, yani kapitalist üretim ilişkileri ile teması daha fazla gelişmiş, burjuvazisi olan ve emperyalist Batı ile de politik ilişkileri gelişebilecek Polonya’dan Ukrayna’ya, Gürcistan’dan Azerbaycan’a kadar olan bir dizi ülkede uygulanan uluslar politikası ile yukarıda üzerinde durduğumuz geri Orta Asya ulusları arasında bir fark olması gayet normaldi ve ilk kategorideki ülkelere askeri müdahale dahil olmak üzere her müdahale yapılırken, diğerlerinde Sultan Galiyev, Basmacılar vb. isyanları bastırmak dışında, pozitif ayrımcılık uygulandığı hatta riskler alındığı bile söylenebilir.
Çünkü devrimin doğunun desteğini alma, Sovyet iktidarını kurma ihtiyacı vardı ve görece eli batıya oranla daha “rahattı”. Batıda ise emperyalizmle temas yüzeylerinin olduğu, zayıf karınlar mevcuttu ve proletaryanın iktidarı için buralarda önemli kararlar verilmesi gerekiyordu.
Genç Sovyet iktidarı ve Stalin’in, işçi sınıfı iktidarını sağlamlaştırdıkları oranda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı politikasında taşları yerine daha rahat yerleştirdikleri söylenebilir. Vurgu devrim öncesinde sınıf mücadelesine iken, devrim sonrasında ise iktidara gelmiş olan sınıfın iktidarının korunması, proleter ve ezilen halkların kapsanması, yönetime katılması ve bilinçlerinin ilerletilmesi şeklinde değişmişti.
Bunun yanında Sovyet cumhuriyetlerinin birleşmesi kongrelerinde de “ayrılmama” taleplerine, yani karar önerilerinde cumhuriyetlerin ayrılabilme haklarının karar altına alınmasına karşı olan kadrolara karşı da, Stalin “cumhuriyetlerin Cumhuriyetler Birliğinden serbestçe çıkma hakkının korunması ile birlikte, Birliğe serbestçe girme ve cumhuriyetlerin hak eşitliği ilkesini koymak” [7] maddesi ile Sovyet cumhuriyetlerini oluşturan ulusların ayrılma haklarını ve eşitliklerini de güvence altına almıştı.
Burada bir başka noktaya da değinmek gerek.
SSCB topraklarındaki ulus devletlerin çoğu varoluşlarını Ekim Devrimi ve Stalin’e borçludurlar. 1922 yılında SSCB kurulduğunda sadece Rusya FSSC, Transkafkasya FSSC, Ukrayna SSC ve Beyaz Rusya SSC’den oluşuyordu. Orta Asya cumhuriyetleri ise Türkistan Özerk SSC içinde idiler. 1924’ten sonra Orta Asya cumhuriyetleri oluşmaya başladılar. İlk olarak Türkmenistan ve Özbekistan 1924 yılında birlik cumhuriyeti statüsü kazandılar. Özbek SSC’ye bağlı bir özerk SSC olan Tacikistan da 1929 yılında birlik cumhuriyeti oldu. Bu örnek, Ekim Devriminin eseri olan birlik cumhuriyetlerinin, eşitsiz gelişimin eseri olarak uluslaşmanın alt seviyelerindeki bu ulusların aslında Bolşevikler tarafından nasıl pozitif bir ayrımcılık sonucu, ulus devlet kategorisine dönüştürüldüğünün sadece bir tanesi. Çünkü çoklukla Türkçü-Turancı ve Sovyet karşıtı batılı tarihçilerden duyduğumuz Sovyetlerin Türki ulusları böldüğü savı tam bir palavradan ibarettir. Nedeni ise Ekim Devrimi öncesinde bu coğrafyada tek bir Türkistan ulusu olduğu yalanıdır. Burada yaşayan halklar devrim öncesi tek bir ulus bilincine sahip değillerdi. Ve üstüne üstlük ulus aşamasına dahi geçememişlerdi. Bu geri kalmışlığı Bolşevikler bu halkların ulus bilinci edinmelerine yardımcı olarak hatta onların devlet kurma haklarını tanıyıp, devletleşmelerine yardım ederek aşmaya çalıştılar.
Yukarıda bahsettiğimiz ayrılma ve katılma özgürlüğünü güvence altına alan yine Stalin’le özdeşleşen 1936 Anayasası’dır. Stalin’e dair sürekli iddia edilen tezlerden biri de ulusların üzerinde baskı ve dikta rejimi kurduğudur. İlginç olan ise yukarıda uzun uzadıya anlatılanlarla beraber 1936 Anayasası’nın birçok birimin özerklik derecesi ve yetkilerini arttırdığıdır. Bir kaç örnek vermek gerekirse, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ayrı ayrı birlik cumhuriyeti statüsü kazandılar. Sovyetler Birliği içinde bulunan Türkistan Özerk SSC’yi oluşturan Kazakistan ve Kırgızistan da ayrı birlik cumhuriyeti statüsüne yükseltildiler. Ya da Kabardino-Balkaria, Çeçen-İnguş özerk bölgeleri de özerk cumhuriyet statüsü kazandılar. Son tahlilde “Stalin anayasası” ile bu ulusların ellerinden ayrılma hakkını almak bir yana birlik cumhuriyeti statüsüne kavuşmuş uluslar ortaya çıkmış oldu.
Yukarıda bahsedilen cumhuriyetlerin birleşmesi ile Sovyet özerkliği kavramı doğuyor ancak bunu sosyalist bir ülkede, ulusların eşitlik ilkesine dayalı olarak beraber bulunduğu, ulusal farklılıkların uluslar açısından sorun olmadığı ve olmayacağı koşulların yaratıldığı bir zeminde düşünmek gerekiyor.
Sona doğru gelirken bir noktayı tekrar ve tekrar vurgulamak gerekiyor.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı politik düzlemde son kertede ayrılma hakkıdır. Buna itiraz edilmeyeceğini Bolşevikler hep söylemekle beraber, şartları hep öne çıkarmışlardır. UKKTH bir hak olmakla beraber uygulanabilirliği proletaryanın çıkarları şartı ile beraber değerlendiriliyor. Bu yaklaşım Marx ve Engels’den Lenin ve Stalin’e kadar ustalarda aynıdır ve tüm politikalar bu temel marksist ilke üzerine bina edilmiştir. Bu ilke uygulamada kapitalist sistem içerisindeki mücadelede burjuvazinin iktidarına karşı sınıfın birliğini, ortak ve tek partide örgütlenmeyi gerektirirken, proletaryanın iktidarı altında ise gelişmiş ve gelişmemiş ulusların eşitlik temelli, gelişmemişlerin ilerletildiği, ayrılma ve özgürce katılım haklarının korunduğu bir zemini oluşturmayı zorunlu kılmaktadır.
[separator type=”thick”]
[1] Stalin, J. (1990), Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu (Çev: M.Erdost), İstanbul, Sol Yayınları
[2] A.g.y. s.15
[3] A.g.y. s.20
[4] A.g.y. s.25
[5] A.g.y. s.26
[6] A.g.y. s.28
(*) Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçileri Genel Birliği, 1897’de kurulmuş ve Yahudi işçilerinin ayrı örgütlenme ve taleplerde bulunma, ulusal-kültürel hakları gibi sadece Yahudi işçilerinin özel sorunlarını temel alan örgüttür. Sovyet iktidarından sonra 1920 yılında bu istemlerinden vazgeçmeye başlamış ve kongre ile saptamıştır. Ancak arada ki dönemde hep tartışma ve ayrı örgütlenme, federalizm istemleri ile Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi içinde tartışma konusu olmuştur. Bolşevikler bu türlü ayrı örgütlenmeye karşı hem kongreler sürecinde ilkesel hem de pratik mücadele içerisinde işçi sınıfının birliği ve ortaklığı üzerinden pozisyon almıştır.
[7] A.g.y. s.146