Emperyalist-kapitalist sistemdeki dönüşümlerle, bu dönüşümler karşısında sol-sosyalist güçlerin biçimlenmesi, tavır alması, siyasal mücadelelerinde rota belirlemeleri ister sağ yorumlarıyla isterse sol yorumlarıyla olsun bir dönem sosyalist cenahta üzerinde çokça yazılan konuların başında geliyordu. Bu tartışmalar elbette gerekli olmakla birlikte aynı zamanda yol açıcıydı da. Örgütlü siyaseti, ideolojik ve teorik ayaklarıyla birlikte ele alıp tartışmak, 1980 sonrasında devrimci, sosyalist sol her ne kadar kitle bağları kopmuş, toplumsal etki alanı daralmış, ideolojik krizler içinde çırpınır bir haleti ruhiyeye sahip olsa da akıl sağlığını korumak ve ileri çıkışın taşlarını döşemek için elzemdi. Yalnız bir gerçek var ki geleneksel sol – devrimci demokrasi, geleneksel sol – radikal demokrasi, radikal demokrasi – devrimci Marksizm, sosyalist sol – liberal sol vb. hangi ikilikten hareket edecek olursak olalım söz konusu ideolojik krizler anlık ve gelip geçici olmayıp, izlerini, tortularını yaklaşık olarak geçen 35 yıllık zamanda bırakmıştır.
Solda bugün bir yeniden harmanlanma değil ama siyasal ve ideolojik biçimleriyle yeniden yapılanma süreçleri ve çabaları yaşanırken, kimileri için buideolojik zafiyet aranışcılığı, taş devrinden kalma taşlarla muhafazakar duvar örme çabası, sapmacılık takıntısı vs. olarak yaftalanabileceğini bildiğimiz meseleleri şimdi deşelemenin ne anlamı var diye düşünülebilir. Türkiye solunun, geldiği noktada; bir, aynaya; iki, teorik – ideolojik tartışmaya; üç, yaratıcı ve geliştirici polemiklere ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bunlar sıralandıktan sonra yazının, doğal olarak bu saiklerle hareket ettiği sanılacaktır. Tek başına bu yazının değil ama Marksist Manifesto’nun genelindeki yazılarıyla bu sayılanları yapmaya çalıştığı görülecektir. Burada ise ilk başta belirtilen ideolojik tortulardan liberalizmin (evet, umacımız liberalizm) izi sürülmeye çalışılacaktır.
Önce “peki hırsızın hiç mi suçu yok” deyip, Türkiye’de burjuva siyasetinin yeniden yapılandırılmasının, neo-liberal politikalarla uyumlu biçimde 1980’de başlayıp 2010’lara kadar devam ettiğini belirtelim. Yeniden yapılandırılmaya çalışılan siyasal yapıya toplumsal desteği istikrarlı bir şekilde sağlamak konusunda 90’lı yıllarda sorun yaşanırken, toplumsal yapının liberal eksende şekillendirilmesi çabaları kesintisiz sürmüş ve nihayetinde toplumsal desteğin istikrarlı bir biçimde sağlanabildiği aktör olarak “milenyumda” Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) bulunmuştur.
Anavatan Partili (ANAP) yıllar ve ardından gelen yılların “devleti küçülteceğiz” söylemi etrafında devletin ekonomik temeldeki ağırlığını azaltmaya dönük atılan adımlar, AKP’li yıllarda üst-yapısal alanla da ilişkilendirilerek “vesayet rejimine son vereceğiz” söylemine büründürülmüş; Türk-İslamsentezleriyle yol verilen dinci-gerici politikalar dozu artırılarak devam ettirilmiş, daraltılan devlet alanı –sözüm ona– sivil toplum kuruluşlarıyla sivil toplum alanı genişletilip inşa edilirken her türlü cemaat örgütlenmesi için toplumsal doku dikensiz gül bahçesine dönüştürülmüştür.
Dönemin liberalleri ANAP kayığından, koalisyonlar kayığına, oradan baş omuzluğunda “demokrasi bizim için bir araçtır, uygun olan istasyonda ineriz” bâbında sözlerinin yazılı olduğu AKP’nin gemisine binmişlerdi. Kimileri bin bir musibete rağmen oradan inip binecek başka gemi bulamayıp yerlerinde kalırken, akil olanlarının çoğunluğu “bu kadar da olmaz ki canım”, “meğer İslam fundamentalizmi açık oturum programlarının konusu olmaktan çok daha gerçekmiş”, “aldatıldık” deyip, 2. Cumhuriyet’in bekası için yeni kayıklar aramaya başlamışlar ve ilk elde de geleneksel Halkların Demokratik Partisi (HDP) siyaseti ile yeni Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) siyasetini görmüşlerdir.
Bakmayın siz, Haziran Direnişine rağmen yolunu kaybeden, etki alanını genişletemeyen sol-devrimci-sosyalist unsurlar bu görünümlerinin tersini sergileyecek olsalardı, bu zatlar hemen yeni bir flört ilişkisini tekrardan tesis etmeye çalışırlardı. Nitekim sola akıl hocalığı görevini iş edinmiş Birikim dergisi1 ile Türkiye sol tarihinde Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) süreci, Sosyalist Birlik Partisi (SBP) deneyimi, Geleceği Birlikte Kuralım hareketi/girişimi ve Şubat 2009 tarihine kadar yaşanan çok bileşenli, çoğulcu Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) gerçekliği vardır ki liberalizmin, liberal sol söylem haliyle solu belirlemeye çalıştığının en yalın örneklerini vermişlerdir. Tarihe neler neler not düşülmemiştir ki; TBKP’den devralınan “yeni siyaset tarzı” söylemi, sınıfsal aidiyetin tek kimliklilik olarak tanımlanıp çok kimlikliliğin kutsanması,[/efn_note]Demirer, B.; ÖDP Kendini Anlatıyor, Güncel Yay., 1.basım, Temmuz 1996, (örneğin) s.202.[/efn_note] iktidarın sivil toplum içinde kurulması gerektiği iddiası,2 taban inisiyatifiyle sınıf mücadelesinden koparılmış demokrasicilik, parti olmayan parti,3 özgürlükçü sosyalizm,4 özgürlükçü demokratik cumhuriyet,5 yeni toplumsal hareketler6…
Bugün ise liberalizm doğrudan bir odak şeklinde belirgin olmasa da gerek düzen-içi muhalif partiler içindeki etkisiyle, gerekse geçmişten bugüne kadar ürettiği ve yeniden ürettiği ideolojik salgılarıyla solun yönsüzlüğü ya da bi-namaz duruşu konusunda etkili olmaya devam etmektedir. En hafifinden solun bir kısmının eşitliği rafa kaldırıp, öncelikli olarak demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermesi bu etki alanının gücünü gösterir. Bu aynı zamanda Türkiye’de AKP ve Erdoğan’ın yarattığı 2. Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşadığı göreli varlık krizinin de bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Liberal söylem, solun kimi unsurlarını etki alanına çekerek tarihsel olarak kendinin mutlak karşıtı olan bir ideolojik alanı etkisizleştirilmeye çalışır. İdeolojisi silikleşmiş, muğlaklaşmış bir “sol” siyaset ise en hafif deyimle başarısızlığa, daha kötüsü sistem-içileştirilmeyemahkumdur.
Liberalizmden bakarken eşitlik ve özgürlük
Liberalizm ana hatlarıyla Rönesans hümanizminin, 17.yy rasyonalizminin ve 18.yy maddeciliğinin etkisinde biçimlenirken, kapitalist üretim ilişkilerinin feodalizmin bağrında yeşerip gelişmesi sürecinde feodal kurumların kapitalizmin gelişmesinin önünde oluşturduğu engellerin aşılması gerekliliği ile ulus devletin oluşum ihtiyacı ve bu devletin sınırlarının saptanması sorunu çerçevesinde olgunlaşmıştır. Bu olgunlaşma sürecinde liberalizmin dışında burjuva demokratik söylemlerin, radikal söylemlerin, ütopik sosyalist düşüncelerin de yer aldığı bütünsellik aydınlanma düşüncesinin oluşum ve gelişme aşamalarını belirlemiştir. Aydınlanmayı önceleyen dönem ve sonrasında eşitlik kavramı evrensel bir ideal olarak savunulmuş; aydınlanma düşünceleri ile tanrı yeryüzüne indirilirken, özgürleşen akıl tanrısal güç karşısında tasavvur edilen ötekilerin eşitliği anlayışı yerine, doğa yasasına uygun şekilde biçimlenmiş doğal hukuka göre eşitlik anlayışını; feodal toplumun doğal düzeninin eşitsizlik anlayışının karşına bireylerin doğal eşitlik anlayışını öne sürmüştür.
18.yy aydınlanma düşünürlerinden olan, kapitalizmin romantik eleştirmeni Jean–Jacques Rousseau (1712-1778) özellikle halk egemenliği ve genel irade konusunda ileri sürdüğü fikirlerle 1789 Fransız Devrimi’ni ve temsili burjuva demokrasisini etkileyen isimlerin başında gelmişti. Doğal durumundaki insanın isteklerinin fiziksel ihtiyaçlarının ötesine geçemeyeceği ve insanın doğal olarak iyi olduğu düşüncesinden hareket eden Rousseau, insanın kötülüğünün ve bunun en yalın görünümü olan köleliğin uygar topluma7 geçişle başladığını ileri sürer. O, insanı diğer canlı varlıklardan ayırt edici özelliği olarak seçme iradesine sahip olmasının altını çizer, bu irade ise insanın özgür olması halini açıklar. Fakat uygar toplumda insan, eylemini özgürce belirleyebilme hakkını (iradesini) kaybetmiştir. İnsan, ancak “genel irade” sayesinde bu doğal hakkını tekrar kazabilir. Bu genel irade ise insanların doğal haklarını korumak amacıyla bütün topluma katılmalarını sağlayacak olan “toplumsal bir sözleşmede” vücut bulabilir. Genel irade, bir toplum içinde yaşayan bütün insanların seçme iradelerinin bütünüdür. Yasa koyucuların görevi, yasaları genel iradeye; yurttaşın görevi ise kendi iradesini genel iradeye uyumlu kılmak olmalıdır. Böylece yurttaş olan insan, genel iradede dile gelen kendi öz gerçek iradesine boyun eğmiş olacağından gerçekten özgür bir insan olabilmektedir. Sonuçta genel irade, aydınlanmış “toplum sözleşmesiyle kolektif bir birlik oluşturmuş bütün” olarak tarif edilen bir halkın iradesi olarak tecelli etmektedir.8 Bu bütün içindeki farklı kesimlerin uzlaşmaz maddi çıkarları olup olmayacağı sorusu, Rousseau’da yanıtı bulamamış olsa da onun düşünceleri liberal demokrasiye uzanan yol için gerekli temel adımların atılmasını sağlamıştır.
Faydacı bir felsefe9 olarak biçimlenen liberalizminütopyası esasında birey, toplum ve devlet arasında mutlak bir uzlaşmanın sağlanabilmesinin arayışıdır. Az önce Rousseau’nun değinilen görüşleri buna bir nebze dayanak sağlamış olsa da esas sorun devletin bu uzlaşmayı bozmayacak en uygun sınırlara çekilmesiydi. Liberalizm için çözüm kamu çıkarına uygun olarak işleyen sınırlanmamış kişisel çıkarın başat olduğu Laissez-faire (bırakınız yapsınlar) ekonomisinde bulundu. Öte yandan liberalizmin gelişimindeki eşitlik kavramı, zaman içerisinde çağrıştırdığı nesnel sınıfsal eşitsizlikler gibi farklı olgusal gerçekliklerle karşılaştıkça, liberal düşünce akımları içerisinde özgürlük kavramı daha fazla kullanılır olmuştur. Liberal ideoloji ancak piyasa ekonomisi içinde bireysel özgürlüğün gerçekleşebileceğini vaaz ederken, serbest piyasa içindeki “eşit ve özgür” bireyin rekabet içerisinde “doğal hakkı” olan mülk edinme hakkını da hayata geçirebileceğini iddia eder. Demokrasi de esasında piyasadaki serbest rekabetçiliğin dolaylı sonucu olarak tesis edilebilecektir, çünkü bu rekabet siyasi rekabetçiliği de getirecek, böylece özgürlük de siyasi alana taşınabilecektir. Sonuçta liberalizm, siyasal eşitlik temelinde demokrasiyi, siyasal eşitliğin temelinde ise devletin sınırlarına çekildiği bir iktisadi özgürlük anlayışını mutlaklaştırmış, mutlaklaştırılan yerde ise liberal demokrasi, nihai evrensel düzen olarak kapitalizmi görmüş ve huzura ermiştir.
Tüm bu tumturaklı ve ironik biçimde totolojik izlekte kimi sorunlu alanlar hemen dikkati çeker. Bir kere toplumsal, sınıfsal ilişkiler, sınıflar mücadelesi yok sayılmakta; siyasetin sınıflar üzerinden toplumsal formasyonun bütününden hareketle gerçekleşebildiği ise ıskalanmaktadır. Zira liberalizm, ekonomik alanın doğrudan yansıması olarak siyasal alanda karşılık bulacağını zannetmekte, ekonomik yapılanmanın birebir siyasal alana yansıyacağını ön görmektedir. Bu öngörünün mutlak yanlışlığı ise bizzat liberalizmin tarihinde görülmüş, ekonomik liberalizmin mutlaka siyasal liberalizme yol açmadığına tanık olunmuştur.
Burjuva ideolojisi olarak burjuva demokrasisi ve
siyasal mücadelenin çözücülüğü
Ortaya koyduğu iktisat kuramıyla bencilliği destekleyen Adam Smith (1723-1790), “görünmez el”i devreye sokarak Laissez-faire kapitalizminin temellerini atarken, arz ve talep yasalarının doğal ve evrensel olduğunu, bunların da piyasaları belirlediğini söyleyip, devletin yasalarının doğal olmadığını ve ancak bu yasaların ortadan kalkarak doğal düzenin kendi haline bırakıldığı durumda iktisadi büyümenin sağlanabileceğini savunuyordu. Onun bu hayasız liberal savunuları, çağdaşı Rousseau’nun yukarıda ifade ettiğimiz “eleştirel” sosyolojik-felsefi yaklaşımlarıyla ekonomik alanda olmasa da sosyal-siyasal alanda kısmen frenlenmiş biçimiyle Fransız Devrimi’nde yansımasını bulmuştur. Fakat bu kez de eşitlik-özgürlük-kardeşlik ülküsü ancak Jakobenler tarafından “saf” halinde bir burjuva demokrat ideolojisi olarak sahiplenilebilmiş, kendi sınıfının ihanetine uğrayan Jakobenlerin yenilgisi sonrası eşitlik söylemi sadece biçimsel siyasal temsiliyet olarak, özgürlük ise sadece mülk edinme hakkı olarak “doğallaşmıştır”. Burjuvazi ise, demokrasiyi doğuran ve sahipsiz bırakan sınıf olarak toplumsal–siyasal iktidarı elinde tutan taraf olmuştur.
Devlet aygıtı ve siyasi partiler yelpazesiyle kurumsallaşan temsili burjuva demokrasisi, aynı zamanda egemen sınıfın elindeki en işlevsel ideolojik silah haline gelmiştir. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin ortak ideolojik paydasını oluşturma çabasının da ötesinde sömürülen sınıfların onayını almak için de önemli bir ideolojik işlev görür. Elbette bu onay mekanizmasında devlet aygıtı üzerindeki egemenliğin sağladığı olanaklar ve zor gücü olmazsa olmazdır. Diğer yandan az önce işaret ettiğimiz gibi tarihsel-nesnel zorunluluklarından kaynaklı saf bir burjuva ideolojisinden söz edemeyiz. Nitekim varlığı emeğin sömürüsüne bağlı olan bir sınıfın toplumsal eşitsizlikleri “doğallaştırma” söylemleri, sınıflı toplumların oluşmasından bu yana iktidardaki sömürücü sınıfın ideolojik kazanımlarını da devralarak, ideolojik söylemlerini kendine eklemleyerek sürdürülür. Mesela, tarihsel olarak ideolojik bir üstyapı kurumu olan din; burjuvazinin feodallerle çeşitli coğrafyalarda yaşadığı kimi zaman doğrudan kopuşu, kimi zaman dönüştürmeyi, kimi zaman bağlanma-içerip aşmayı, kimi zaman ise her üçünü de senkroni-diyakroni diyalektiği içinde burjuva ideolojisi ile ilişkilenmiştir. Bu da burjuvaziye ideolojik cephaneliğinde önemli bir araç sağlamıştır. Ha keza gerek ulusal gerekse uluslararası sermaye sınıfının belki de en yalın ifadesi olan milliyetçilik de sınıfsal eşitsizliklerin üzerini örtmek ve egemen sınıfın bütün ulusun çıkarını temsil ettiği yanılsamasını yaratmak konusunda vazgeçilemez bir ideolojik aparatı burjuvaziye sunarken, onun sınıfsal çıkarlarından da hiçbir zaman tam olarak bağımsızlaşmamıştır.
Tüm bu tarihsel kazanımlarına, eklemleyebilme yeteneğine rağmen, nesnel sınıfsal konumlarından ötürü burjuvaların kar elde etme, yönetme, nüfuz sahibi olma vb. istekleriyle, bir bütün olarak burjuvazinin eşitsizliğe ve sömürünün süreklileştirilmesine bağlı varoluşları, burjuva ideolojisinin işçi sınıfı ve sosyalist ideoloji karşısında zayıf karnını oluşturur.
Eşitsizliğin tarihsel bir olgu olarak “doğallaştırılmaya” çalışılmasıyla, eşitsizliğin devamlılığını savunmak aynı şey olamaz. Bu durumda eşitsizlik ve sömürü üzerinden siyasal ve toplumsal iktidarı yükselse de bir sınıf olarak burjuvazi, bunun devamlılığının haklılığı söylemi üzerinden ideolojik egemenliğini perçinleyemez. Bu kez devreye burjuva ideolojisinin, liberal ideolojinin, -özellikle geç kapitalistleşen coğrafyalarda- resmi ideolojinin, az önce değinilen dinsel ve milliyetçi ideolojik çerçevelerin ve hatta tarihsel sınıf mücadelelerinin kazanımları etrafında işçi sınıfı ideolojisinin çeşitli veçhelerinin de, ağırlık noktaları ve belirlenim ilişkileriyle içerisinde yer aldığı egemen ideoloji girer. Egemen ideolojinin toplumsal formasyondaki bu egemenliğinin kaynağını sağlayan araç ise devlettir. Sınıf mücadelesindeki siyasal iktidarın fethi hedefinin temel kalkış noktası ve sosyalist devrimciliğinna kaynağı bu olgusal durumdur.
Bizatihi devletin, devlet aygıtlarının varlığı ve bunların egemen sınıfın ideolojik bir silah ya da kimi zaman da dolaylı/açık zor aracı olarak kullanılması karşısında verilecek mücadelenin salt bir ideolojik mücadele olamama durumunu da doğurur. Verilecek ideolojik mücadeleye mutlak olarak siyasal mücadele eşlik etmeli, her ikisi birbiriyle etkileşim içerisinde sürdürülmelidir. Siyasal mücadele ise örgütlülüğe ve toplumsal özneye öncülük edecek siyasi özneye işaret eder. Bu özne Marksist/Leninist temelde sosyalist teorisini yükseltirken ideolojisini eşitlik ve sınıfsız toplum söylemi çerçevesinde kurar.
Burjuva ideolojisinin eklemlenmeci yönü özünde barındırdığı eşitsizlikçi ve sömürücü karakterini örterek yanılsamaya yol açabilmek için işlevsel olabilirken, kendisinden olmayan sınıfsal aidiyetleri kendi egemenliği altına alarak onları belirlemeye çalışmaktadır. Sosyalist ideoloji ise eşitlikçi ve sınıfsız bir toplum idealine sahip olduğundan, bu ideal içinse tek bir toplumsal öznenin, işçi sınıfının, örgütlülüğü ve siyasal mücadelesi kalkış noktası olduğu için kendisi dışındaki aidiyetleri dışlamak zorunluluğundadır. Fakat bu demek değildir ki sosyalist ideoloji kendi saf halinden ibarettir. O da geleneksel kimi yapıları içerisine alabilmekte, ancak bu yapıları kendi sınıfsal aidiyeti temelinde yeniden üreterek başkalaştırabilmektedir. Tıpkı, ulusal söylemlerin işçi sınıfının sınıfsal çıkarları doğrultusunda başkalaştırılıp yurtseverlik olarak yeniden üretilerek örgütlü bir anti-emperyalist mücadele hattınınörülmesi gibi. Nitekim sosyalist ideolojinin egemen ideolojik alanı parçalayıcı esas darbeyi vurabilmesi için örgütlü bir siyasal mücadeleye gerek vardır.
Sonuç yerine: Eşitlik ve özgürlükten liberalizme bakarken
Liberal akımların ilksel hallerinin “bırakınız yapsınlar”cı söylem ve eğilimi, sınıf mücadelesinin gerçeklerine çarptığı oranda kendi içerisinde ister istemez dönüşümlere uğramış, ancak devletin topluma müdahalelerinin (toplumsal yaşam normları dışında özellikle ticaret ve mülk edinme hakkının) bağımsızlığının garantisi olan hukukun üstünlüğü (Rechstaat) ilkesi ana izlek olarak korunmaya çalışılmıştır. 19.yy’ın sermaye birikim süreçleri boyunca verilen muhalif toplumsal mücadelelerle merkezi yönetimlerin topluma müdahalelerini öngören sosyal haklar devleti (Sozialrechstaat)10 anlayışı yeşermeye başlarken, 20.yy’ın ikinci yarısında hem işçi sınıfı mücadelelerinin hem kapitalist ekonominin iç buhranlarının hem de sosyalist ekonomilerin dünya üzerinde yükselmesinin etkileriyle dünya kapitalizminde Keynesyen politikalar, sosyal-refah devleti modelleri görülür.
Öte yandan 20.yy’ın ikinci yarısında Avrupa’da sol ve Marksist düşünceler arasında “yeni” fikirler seslendirilmeye başlanırken, özellikle 70’li yıllarla birlikte “yeni sol” olarak kodlanan söylemler, 80’lerin sonuna doğru ise post-Marksizm diye bildiğimiz düşünceler siyasal mücadelelerde genişçe alan kaplamaya başlamıştır. Temelinde salt bireysel özgürlüklere dayanan liberal ideoloji toplumsal alanda doğrudan bir karşılık bulamadığı oranda, kendisini gerçekleyebilmek için yeni-sol, post-Marksist söylemlerle eklemlenmiş, post-modernizmle ilişkilenmiş ve neo-liberalizm olarak biçimlenmiştir. Kendisine baki kalan özgürlüğün eşitliği öncelemesi, en başa mülk edinme ve serbest piyasada rekabet edebilme özgürlüğü yazılmak üzere bireysel özgürlüklerin tesis edilmesi düşüncelerinin yanına, sınıf örgütlenmelerinin ve mücadelesinin siyasi ve ideolojik zeminini yasalarla ya da baskıyla daraltmak hedefini eklemiştir. Öte yandan liberalizmin ilk teorisyenleri insan iradesine doğallaştırılmış toplumda etkinlik alanı tanırken, neo-liberalizm ise insanın iradi etkinliğini belirsiz süreçler içerisinde eriterek bütünün parçalılığını öne çıkarmaktadır. Özelikle bu son iki yaklaşım dönem dönem en geniş yelpazeden sol-sosyalist öznelerin siyasal mücadele pratiklerinde dahi yansımasını bulmuştur.
Liberalizmin ve neo-liberalizmin egemen ideolojik alanda -aynı zamanda kendisi de bu alanın bir parçası olarak-sol ve sosyalist ideolojilere sirayet etmesi iğdiş etme, iktidar hedefinden uzaklaştırma operasyonu olarak cereyan ederken, dinci-gerici geleneksel ideolojileri de devreye sokarak toplumsal formasyondakigericileşmenin de ana yapıcısı olmuştur.
Az önce dediğimiz gibi liberalizm en başa mülk edinme ve serbest piyasada rekabet edebilme özgürlüğünü yazdığı bireysel özgürlükler savunusunda, bu özgürlüklerin kamusal çıkarlarla zıtlık barındırdığını ve dolayısıyla bireysel özgürlükler için devletin her türlü etkinlik alanının küçültülerek kadim bir tartışma olan sivil toplumun alanının genişletilmesini savunur. Devletin küçülerek sivil toplumun büyüdüğüanda ise özgürlükler artacak, demokrasi derinleşecektir. Böylece 80’ler ve 90’larda başlayıp –ülkemizde AKP iktidarları dönemi boyunca süren– sosyal güvenlik hizmetlerinin tasfiyesi, özelleştirme, yap-işlet-devret furyası iktisadi alanı belirlerken bir dönemki popüler adıyla “Yeni Toplumsal Hareketler”, “Sivil Toplum Kuruluşları”, Cemaatler ve Cemaatleşme, atomize edilen birey, sağlık ve eğitim hizmet alanlarında devletin neredeyse bütünüyle geri çekilmesi vb. gelişmeler; dolaylı olarak üst-yapısal alanda yeni biçimlenmelere yol açmıştır.Sol içinse sivil toplum söylemleri ve etkisiyle, emekçiler ve emekçi yığınlar adına siyaset yapanlar iktidar aranışından uzaklaştırılmış, sınıf mücadelesi siyasal olarak geri plana çekilmiş, işçi sınıfının nesnel devrimci durumu yok sanarak toplumsal alandaki diğer muhalif (kadın, feminist, çevre, ekolojist, gençlik vb.) karaktere sahip “hareket”lere eşitlenmiştir.
Liberalizmin ilk evrelerinden bu yana taşıyıcısı olduğu özgürlükçülük ve onun dolaylı sonucu olacağı varsayılan demokrasicilik ise Sol’un düşünsel ve pratik alanına çöreklenmiş, varlığını ve sol içerisindeki etki alanını sürdürebilmiştir. Elbette sol düşünce, kesinlikle demokratik talepleri mutlak olarak dışlayamaz, özelikle toplum üzerinde egemen sınıfın temsilcilerinin ya da devletin baskı unsurunu artırdığı dönemlerde geniş kitleler nezdinde özgürlük olarak kodlanan basın-yayın, ifade, örgütlenme vs. demokratik hakların kullanımına ilişkin talepleri yükseltir. Keza sosyalizm mücadelesi saf emek ve işçi sorunlarını dile getirerek, salt sosyalist hedefleri gösterip propaganda ederek verilemeyeceği gibi, sosyalist devrimci özne de toplumsal öznesi olan işçi sınıfına da doğrudan doğruya bu başlıklarda ya da salt emek süreci içerisinde kalarak ulaşıp, bilinçlendiremez, örgütleyemez. Bunlar bildiğimiz doğrulardır, gerçeklerdir. Fakat öncelikle şunu belirginleştirmek gerek; liberalizmin özgürlük anlayışı ile sosyalizmin özgürlük anlayışı arasındaki farklılık sınıfsal farklılıktan kaynaklanır. Tekrar olacak ama özgürlük için mülk edinme hakkının ve piyasada rekabet hakkının öne çıkarılması bunun doğrudan yansımasıdır. Özgürlük eşitliği önceler… İşçilerin ise piyasada emeklerinden başka bir şeyleri yokken, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verildiği bir düzende gerçek eşitliği kazanmadan kazanabilecekleri bir özgürlük yoktur. Eşitlik özgürlüğü öncelemelidir… Az önce sözü edilen haklar ve talepler ise ancak işçi sınıfının eşitlik ve emek mücadelesinin eksenine bağlandığı müddetçe formasyonundolayımında yansımasını bulabilir, sınıf siyaseti adına yol açıcı bir işlev kazanabilir.
Başlarda değindik, eşitlik mücadelesi Fransız Devrimi’nde burjuvazi tarafından korkakça ihanete uğratılmıştı. Eşitlik bir kez ihanete uğrayınca demokrasi tasavvuru sadece burjuva demokrasisi biçiminde kadük kalmaya mahkum edilmiştir. Liberal düşünce işte demokrasinin bu kadük kalma halini kapitalist sistemin selametini düşünerek bu kez özgürlükler alanının genişletilmesi söylemine dayalı liberal demokrasi hedefiyle donatmıştır. Fakat kapitalizmin eşitsiz gelişim süreçleri, demokratik süreci ayrı bir aşama olmaktan çıkartarak demokrasi sorununun çözümünü sosyalist devrime bağlamıştır. Bunun inkar edildiği durumda, demokrasiciliğin kökeni burjuva liberalizmi dışında bir yerde aranamaz.
Aksi takdirde ya kendinizi inkar edeceksiniz yoldaşlar ya da intihar edeceksiniz.
Dipnotlar ve Kaynak
- Birikim dergisi çevresi bu akıl hocalığı halini özellikle bir dönemin ÖDP’si üzerinden iyiden iyiye ifrata vardırmıştır. Öyle ki, ideolojik girdiler yapmak bile belli ki yetersiz görülerek bir kenara bırakılmış, daha ötesine geçilerek bir sol siyasi partinin kongre değerlendirmeleri yapılarak, “bu parti olmayan parti de tam olamıyor doğrusu,hâlâ geleneksel sol etkiler var, bunlardan kurtulunmalı” telkinleri verilebilmiştir. Örneğin ÖDP 1. Olağan Konferans ve Kongresi ardından “Geleneksel sosyalizm ile ipler koparılamamış, ama ÖDP’de ‘başka bir şey’ yapmaya niyetli büyük bir çoğunluğun var olduğu tescil edilmiştir” gibi tespitler yapılabilmiştir. Bkz; Laçiner, Ö.; ÖDP: Eskinin Zırhı Yeninin Işıltısı, Birikim aylık sosyalist kültür dergisi, Kasım1997, sayı:103.
- Forta, B.;a.g.e., s.78.
- Forta, B.;a.g.e., s.89. Keza, örgüt bireylerin birlikteliği olarak görülmekte ve geleneksel mücadele, örgütlenme anlayışları katı kalıpsal yaklaşımlar -siz onu parti, öncülük gibi kavram ve şeyler olarak anlayın- mahkum edilip, toplumsal muhalefet alanlarının bu yüzden kapsanamamakta olduğu tespitleri yapılmıştır. Bkz; Pekdemir, M.; Anne Bak Kral Çıplak, Başak Yay., Ankara, 1994, s.76; Tartışma Süreci Yazıları I, Bireşim Yay., İstanbul, Aralık 1992, s.20.
- Özgürlükçü sosyalizm anlayışı ütopik sosyalizm ve devlet-toplum ayrılığı adına doğrudan doğruya sivil toplumcu reformizmle maluldür.
- Bir dönemin ÖDP’sinin bu siyasal tezinin dolgusu ancak burjuva liberalizmi ile yapılabilmiştir.
- Yeni toplumsal hareketler, sınıftan kaçış paradigmasının bir sonucudur. Yeni toplumsal hareketlerin birliği perspektifine dayanan dönemin ÖDP programı açıkça yeni sol düşüncenin etkisi altında kalmıştır. Zevahir ise “hayatın içinde olmak” ve “… hemen şimdi” gibi söylemlere dayalı hareketçilik görünümüyle kurtarılmaya çalışılmıştır.
- Marksist terminoloji göre sınıflı modern toplumlar.
- Rousseau, J.J., Toplum Sözleşmesi, çev.: V. Günyol, Adam Yay., İstanbul 1982; Bottomore, T., Onsekizinci Yüzyılda Sosyolojik Düşünüş, Çev.: U. Kocabaşoğlu, Kırmızı Yay., Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi 1 içinde, İstanbul, 2006.
- Faydacı yaklaşıma göre, toplum kendi özgür iradeleriyle davranan bireylerin bir toplamıdır. Her bireyin kendi ihtiyaçlarının tatminine yönelmesi ile sağlayacağı maksimum fayda ile en fazla sayıda insanın en yüksek mutluluğu yani toplumsal maksimum fayda sağlanabilir.
- Rechstaat ve Sozialrechstaat kavramları için bkz.; İslamoğlu, H., Hukuk, Piyasa, Siyaset Üçleminin Yeniden Düşünülmesi ve Bir Liberalizm Eleştirisi, Tarihsel Sosyoloji içinde, Dipnot Yay., Ankara, 2007.