Orhan Kemal yazdığı pek çok roman ve öykü kitabıyla edebiyatımızın en üretken yazarları arasındadır. Bir kalem işçisidir aslında, geçimini sağlayabilmek için yaşamının belli bir döneminden sonra sadece yazmıştır. Bu üretkenliğinin yanında, “İşçi sınıfını anlatan yazarlar kimlerdir?” dendiğinde de akla gelen ilk isimlerden birisidir. Toplumcu gerçekçi kimliğiyle yazdığı eserlerinin ana eksenini sınıfın farklı kesimlerinden işçilerin hayatları oluşturur. Orhan Kemal, köylünün, göçle birlikte işçileşenlerin, farklı etnik kökenlerden olup sınıf kimliğinde ortaklaşanların, İstanbul’un gecekondularında yaşayanların geçim dertlerini, çalışma hayatlarının zorluklarını ve bunlara karşı tutunma çabalarını, umutlarını anlatır. Tek tek insanları anlatmasının temelinde ise daima toplumsal eşitsizliklerin yol açtığı sorunlar, haksızlıklar vardır.
Grev1 kitabında yer alan öykülerde bu çerçevede işlenmiştir. On sekiz öyküden oluşan kitap, kitaba da adını veren Grev öyküsüyle başlıyor. Öykü 1947’de yazılmıştır, ülkede sendikal mücadelenin ilk adımlarının atıldığı bir dönemdir. İlk sendikalar kanunu çıkartılmıştır, ancak hâlâ işçilerin toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı yoktur. İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, ülke kapitalistleşme yolunda hızlı adımlarla ilerlemektedir. Bu ilerleme ne yazık ki işçiler lehine değildir, bu nedenle de dokuma fabrikası işçileri greve gitmiştir. Bunu öğrenen fabrika sahibinin oğlu bir telaş dokumahaneye koşar, bir bakar işçiler tezgah başında. İşçiler fabrikayı terk etmez, ama iş de görmezler. Grev nedenini Sarı Memet anlatır: “Harp biteli beş sene oluyor! İş Kanunu’nun hükümlerini yerine getirmenizi istiyoruz.” İşçilerin istedikleri sekiz saatlik çalışma süresidir. Öyküde de grev kanunen yasaktır. Hal böyle olunca fabrika sahibinin oğlu önce işçileri tehdit eder, işçilerin inadını anlayınca da kovmak ister fabrikadan, işçilerin çoğunluğu kalır, bırakmazlar tezgahlarını. Sarı Memet sözü alır yine: “Grevi sen yaptın! Kanuna sen karşı geldin asıl. Şahit olun arkadaşlar, patron grev yapıyor!” Fabrika sahibinin oğlu lokavt ilan etmiştir. Çok geçmeden baş komiser, vali muavini de gelirler fabrikaya. İşçiler başkomisere de durumu anlatmak isterler, nafile…
Fabrika sahibinin oğlunun vali muavinine söyledikleri, hiç de yabancısı olmadığımız bahanelerdir ve kapitalizmin işçilere yalnızca daha düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, işsizlik getireceğinin bir özetidir aslında. “Yani beyefendi, biliyor musun, anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geliyor! Makine beğenmezler, iplik beğenmezler, çalışmazlar… Şimdi de bir sekiz saat meselesi tutturdular… Geçende arz etmiştik, işçiye zam, az mesai, şu, bu bizim de arzuladığımız şeyler… Biz de işçimizin refahını isteriz şüphesiz… Fakat bir de ortada realite var… Daha çok mesaiyle daha az ücretle çalışacak, hatta buna can atan işsizler var ortada. Haber haber üstüne geliyor. Sonra maliyet meselesi… Karşımızda Avrupa, Amerika malı var. Rekabet, malum… Serbest pazar rejimi devrine giriyoruz. Nasıl rekabet edeceğiz sonra? Fabrikalarımızı kapamak icap edecek aksi halde. Bununla beraber, biz umumiyetle işçilerimizden memnunuz. Aralarında bazı uygunsuzlar olmasa… Ekseriyet iyi, halden anlıyor… Gelgelelim o birkaç sütsüz… Demin ne yaptılar biliyor musunuz? O bir Sarı Memet var, çıktı makinenin üstüne ‘Arkadaşlar, işi bırakalım, ya dediğimizi yaparlar ya da çalışmayız!’ diye basbas bağırdı. İşçiler kitle halinde atölyeyi terk ettiler… Bunun üzerine zatıâlinize haber vermek zarureti hasıl oldu.”
Ülkedeki kapitalistleşme hamlesinin temel dayanağı elbette güçlü bir sermaye sınıfının oluşturulmasıydı, bu da doğalında iktidarların burjuvaziyle işbirliği içerisinde hareket etmesini gerektirir. Öyküde, vali muavinin ilk sözlerinden, iktidarı temsilen, burjuvaziyle işçi sınıfı arasında tarafsız bir duruşu olduğu düşünülse de akabinde sarf ettiği cümleler vali muavinin de sınıfsal tercihini yaptığını, ‘hukuk ve adaletin’ kimden yana durduğunu göstermektedir. “Bu demek değildir ki onların nahoş hareketleri hoş görülecek, göz yumulacak… Asla ve kesinlikle! Memleketimiz bir hukuk ve adalet memleketidir. Hak sahiplerinin hakkı haksızlara katiyen çiğnetilmeyecektir! Çünkü efendim, memleketimiz bir hak ve adalet memleketi olmak haysiyetiyle, devletimizin rolü vatandaşlar arasındaki dengenin teessüsünde bir hakem…” “Âlâ. Ben şimdi savcılığa telefon ederim. Siz adliyeye sevk edin onları… İçerde asayiş yerine geldi mi?” Ve ‘asayiş’ sağlanır, Sarı Memet ve arkadaşları tevkif edilecektir. Savcı da vali muavinin peşi sıra safını belli eder, “… Kafa kaldırtmaya gelmez, derhal ezmek lazım… Fransa’yı içinden çökertenlerin kimler olduğunu biliyoruz artık!”
Kitabın üçüncü öyküsü Dert Dinleme Günü. Ankara’dan gelen milletvekilleri Halkevi’nde halkın dertlerini dinleyecektir. ‘Olur olmaz herkesi’ göndermek olmaz, işçiler arasından birkaçı seçilir, umum müdürünün odasına çağrılır. Ama işçiler neden çağrıldıklarını bilmez, Hüseyin Yorulmaz’la Salih Topal tedirgindir, ‘bir kabahat mi işlemişlerdi, sendikaya filan mı girmişlerdi?’ sorularından sıyrılıp ne olabileceğini kendi aralarında tartışa tartışa umum müdürünün odasına gider ve çağrılmalarının asıl sebebini öğrenirler. Milletvekilleri geldiğinde haliyle“memleketin büyük tüccarları, büyük çiftçileri, büyük fabrikatörleri de orda bulunacaktır”, işçiler de şikayetlerini, dertlerini söylemeleri için seçilmişlerdir, amma büyük büyük adamlar varken işçilere söz düşer mi! Onlardan daha mı iyi bileceklerdir memleketin ihtiyaçlarını. Fabrika sahibinin sözleri üzerine dokumacı Kemal Dokuzcanlı atılır: “Şu halde bizim gitmemize hiç lüzum yok!” … “Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük derdimi ne bilecek?” Odadan çıkıp gider.
Grev öyküsünün Sarı Memet’i, Dert Dinleme Günü’nün Kemal Dokuzcanlı’sı. Öykülerinde öncülük eden, karşı duran, boyun eğmeyen, sınıf bilincini kazanmaya başlamış işçileri vardır Orhan Kemal’in. Orhan Kemal, bu karakterler aracılığıyla mücadele etmenin gerekliliğini ve gerçekliğini gösterir, tüm bunlar kendi politik duruşunun da yansımasıdır aynı zamanda. Elbette mücadeleci işçilerin yanında ses etmeyen ya da dalkavukluk peşinde olanlar da vardır Salih Topal gibi. “Boşuna nefesini tüketme Müdür Bey… Biz çıkarının nerde olduğunu bilen, aklı başında gençleriz! Yemekler de iyi, ekmekler de. Aldığımız ücretlerse yetmek değil artıyor bile… Ağzımızdan laf çekmeye gelince… Bizim ağızlarımız öyle sıkı ki, değil mebus, şeytan bile laf çekemez!” Dert Dinleme Günü öyküsünün sonunda da on beş işçi toplanıp milletvekillerine dert anlatmaya giderler, ne mümkün vekilleri görmek, otururlar binanın merdivenlerine Salih Topal’ın anlattığı masalı dinlerler.
Can Sıkıntısı öyküsüne başladığınızda neşeli bir öykü okuyacağınızı düşünüyorsunuz, bu can sıkıntısı da ne olabilir diye aklınızdan geçiriyorsunuz. Bu öyküsünde Orhan Kemal, birbirini seven, birbirine bağlı, çok çocuklu bir işçi ailesini anlatıyor, geçmişten hatırlananlarla birlikte ailenin bir gününü okuyoruz. Keyifle yenen balığın, yanında içilen bir kadeh şarabın üzerine dokumacı Sami’nin kederi çöküyor üzerimize, mühendis olmak isteyen oğluna verecek cevabı yoktur, oğlu odadan gidince karısı Fethiye’ye şunları söyler: “Çünkü onun kadarken benim de matematiğim onun gibi kuvvetliydi. Ama attığım taş istediğim kuşu vurmadı. Günün birinde her şeyi bir kenara itip babama omuz vermem gerekti. Ve hâlâ…”
Kapitalizmin ürettiği yalanlardan birisi de bu: “Ne kadar kötü koşullara sahip olursan ol, çok çalışırsan bir gün sen de çok başarılı, çok zengin, çok çok …. bir insan olabilirsin.” Hatta daha inandırıcı olması için, bir bakkal dükkanıyla başlayıp holdinglere sahip olunan tekil ‘başarı hikayeleri’ anlatılır. Bireyin ‘kurtuluşunu’ toplumsal kurtuluşun önüne koyan bu yalan, insanı yalnızca çaresiz hissettirmekte, etkisiz kılmakta ya da iki yüzlü yollara başvurmasına yol açmaktadır. Oysa çok yalın bir gerçek vardır, eşitsizlikleri, sömürüyü, sınıfları ortadan kaldırmadığımız sürece adil bir dünya mümkün değildir.
Yandan Çarklı (Kör) öyküsünde de Orhan Kemal, çalışmayla zenginlik gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışan bir işçiyi anlatır. Yoksulluk diz boyudur, kutu kadar evde on altı kişi yaşamaktadır. “Valla galiba işin içinde bir bit yeniği var, benim aklım ermiyor. Hâşâ, Allahütaalâ vermemezlik etmez. Çalış kulum vereyim demiş. E… kul çalışmıyor mu? Kim demiş çalışmıyor diye? Tarlalar dolusu, fabrikalar dolusu hem de, işyerleri dolusu… (…) Ben mesela… İş oldu mu sabahın seherinde kalkarım şerefsizim. Badana fırçamı, sıva malamı filan alır, düşerim yollara. Kış, yaz. Hiç fark etmez. Yeter ki iş olsun!”
Diyaloglarda gördüğümüz bir yanıyla sorgulamayı içerir. İşçiler yaşadıkları yoksulluğun, geçim derdinin nedenini anlamaya çalışıyordur. Can Sıkıntısı öyküsüne dönelim bir kez daha, yaşamın zorluklarını anlatıyor olsa da, Orhan Kemal’in öyküleri çoğunluk karamsar değildir; anlama çabası beraberinde umut etmeyi, pes etmemeyi de getirir. “Bir anlık pis bir karamsarlıktan sonra Sami kendine gelmiştir. Düştüğü durumdan utandı. Sinirli bir hâl aldı. Kocaman elleriyle masanın kenarını sımsıkı tutmuştu. Beş numara gaz lambasının hafif kırmızıya çalan ışığı terli alnında parlıyordu. Bu hâliyle dağdan kopmuş koskocaman bir kayaya benziyor, daha doğrusu, patlamak üzere olan bir yanardağı hatırlatıyordu.”
Hamam Anası öyküsü de direnmeyi anlatan bir öyküdür, tek bir kişi değildir anlatılan, öyküdeki kadın karakter binlerce yıl öncesinden günümüze kadar gelen tüm ezilenleri temsil eder. Tutankamon’dan bu yana hakkını almak için beklemektedir. “Fakat bekliyor. Sabırla, kinle, inatla bekliyor. Biliyor ki bir gün gelecek, o gün bütün dilekçeler hasır altından çıkacak, hasırların tozu altında kalmış haklar sahiplerine iade edilecek.” Mücadele etmekten geri düşmemenin belki de en önemli yanı bugün verdiğimiz mücadelenin geçmişten devrettiklerinden ve geleceğin kuruluşundan bağımsız olmadığını kavrayabilmektir. Toplumsal mücadeleler tarihini kavrayamamış bir aklın vazgeçmesi de çok kolaydır. Bu tarihselliğe vurgu yapması açısından önemli bir öyküdür Hamam Anası.
Orhan Kemal’in sorgulayan, pes etmeyen, karşı duran, boyun eğmeyen işçi karakterler yaratması aydın olarak duyduğu sorumluluğun bir parçası olsa gerek. Kasım 1963’te yaptığı bir röportajda da bu sorumluluğu kısaca açıklar: “Yazar da halktan olduğuna göre halkın içinde eğitim görmüş birisi demektir. Aradaki fark çoğunlukla, kalabalıkların kendi çıkarlarının nerede olduğunu görememeleridir. Yazarsa halkın gören gözü, duyan kulağı ve elbette söyleyen ağzı olmalı.”2
Orhan Kemal’in hikayelerindeki önemli noktalardan birisi de kadın işçileri, çocuk işçileri konu etmesidir. Can Sıkıntısı’nda dokumacı Sami’nin eşi Fethiye çorap atölyesinde çalışmaktadır. Geçim yükünü kocasıyla birlikte yüklenirler. Nermin öyküsünde kocasının uzun süren işsizliği nedeniyle çorap atölyesinde işe başlayan bir işçi kadını, bir hafta boyunca günde on iki saat çalışması karşılığında aldığı ücreti ve yaşadığı hayal kırıklığını anlatır. Harika Çocuk’da da “boyu yetişmediği için ters çevrilmiş bir tahta sandığın üzerinden” ancak makinaya erişebilen, on iki yaşında, çalışarak evi geçindiren, kardeşlerini okutan bir çocuktur konu.
Orhan Kemal, işçileri, köylüleri anlatır daima; ama yazdığı dönem içerisinde konu seçimi nedeniyle çokça da eleştirilir. Haziran 1958 tarihli bir röportajında bu eleştirileri içeren bir soruya yönelik cevabı şöyledir: “Hep işçi, hep köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu. Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki… Bununla beraber, hikayelerim arasında halli vakitli kişiler, halli vakitli kişilerin hikayeleri yok değil. …” 3Ama çoğunlukla “halli vakitli kişiler” bir yergi unsuru olarak yer eder eserlerinde.
El Kapısı (Pervin) öyküsü ihracatçı ev sahibi ve eve konuk gelen doktor, eczacı, mülkiye müfettişi, avukat arasındaki ‘ahlâk’ üzerine konuşmalarıyla başlar. Bu konuşmalara tezat, odaya giren hizmetçi kızdan kimse gözünü alamaz, her biri göz ucuyla ya da doğrudan süzerler kızı. Elbette eşler bu durumdan hiç hoşnut kalmazlar. Öykünün sonunda ise ev sahibinin Pervin’e tecavüz etmesi, karısının bunu fark etmesiyle de Pervin’in evden kovuluşunu okuyoruz. Ev sahibinin betimlenmesi konuşmalardaki ahlakçılığın bir perde olduğunu ve sermaye-din ilişkisini anlamada yalın bir anlatım sunuyor bize: “Son zamanların modasına uyarak o da ‘sünnet-i şerif’ üzere kapkara bir sakal bırakmış, bıyık koyuvermişti. Akşam işinden döndü mü, ‘Bıktım şu kâfir icadından da!’ diye kaldırıp bir kıyıya fırlattığı halis Borsalino şapkasının yerine ince sırınmış takkesini, ipek pijamasının yerine yandan yırtmaçlı patiska geceliğini geçirir, Şark üslubunca döşeli odasının köşe minderine kendini bırakır, eline doksan dokuzluk tespihini alır, pıtırdayan dudakları, yarı örtük gözleriyle murakabeye varırdı. Ne kadar zorlarsa zorlasın, günlük işlerini mümkün değil kafasından atamazdı. İhraç malları, ihraç lisansları kısacası ihracatla ilgili ıvır zıvırla zihni, dudakları da ‘kelimetullah’ işini görürdü.”
Nurettin Şadan Bey öyküsünde öyküye de adını veren Nurettin Şadan Bey, şehrin ileri gelenlerinden birinin oğludur. Almanya’da eğitim görmüştür. “Ben mi? Ayrıca bir işle meşgul olmama lüzum yoktu… Zeytinyağı fabrikalarım vardı, zeytinliklerim vardı.. Mamafih G..’de çokluk oturmazdım. Vekilharçlarım işlerimi takip eder, neticeyi bana bildirirlerdi. Hayatımın on, on beş senesi aralıksız Evropa’da geçmiştir!”
Bir şekilde Türklüğe hakaretten ceza alır, öyküye konu olan cezaevinde yaşadıklarıdır. Karakter aldığı eğitime rağmen yaşadığı topluma yabancıdır, sorunlarından habersizdir. Bu nedenle de “O gece koğuşta köylülere Schiller ve Goethe’den şiirler, Nietzche ve Kierkegaard’dan pasajlar okudu. Saatlerce Alman milletinden, Alman milletinin büyüklüğünden, bu harbi kazanmasının insanlık için lüzumundan, tarihi sosyal zaruretlerinden, Cenab-ı Allah’ın dünyayı düzeltmeye neden Adolf Hitler’i memur ettiğinden uzun uzun söz etti.” Bilinçli bir mesafesi vardır hatta, Almanya ve Hitler hayranlığı, içten içe kendini üstün görmesini, içindeki faşizmi de yansıtmaktadır.
“Ben tahsilimi Almanya’da ikmal etmiş bir hukuk doktoruyum! Geldiğim hapishanede bilhassa şu şayanı esef manzaraya şahit oldum ki, halk, yani aşağı tabaka, politika, hem de yüksek politikayla meşgul oluyor. Tasavvur buyurun, halk ve yüksek politika! Bakkal, çakkal, fırıncı, garson, kundura boyacısı şu bu ve yüksek politika! Bu cahiller güruhu, ahvali hazıra ve bilhassa gelecek hakkında yorumlar beyan ediyor, sizi de bütün bilgi, görgü ve bilhassa geniş araştırmacı hususiyetlerinize rağmen, kendisiyle aynı seviyede görerek, kendi fikirleriyle hemfikir kılmaya çalışıyor!”
Öyküdeki karakteri bir aydın olarak tanımlamak ne kadar mümkün tartışılır ama yine de öyküyü bir ‘aydın’ eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Bir tarafta Nurettin Şadan Bey karakterinde cisimleşen, belli bir entelektüel birikimle birlikte bu birikimi yalnızca bir statü olarak görüp kendisini ayrıcalıklı konuma yerleştirenler, diğer tarafta Orhan Kemal gibi kalemini emekçilerden yana kullananlar… “Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığı toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak. Buna engel olanlarla savaşmak!..”4
Orhan Kemal’in neden işçileri anlattığı, toplumsal gerçekçiliği nasıl seçtiği yaşadığı dönem ve çevresiyle ilişkilidir elbette. Ülkede hızlı toplumsal, siyasal, ekonomik değişimlerin yaşandığı yıllar söz konusudur. Dünya Savaşları, çok partili hayata geçiş, hızlı sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı…Orhan Kemal Kasım 1964’teki bir röportajında yazıya nasıl başladığını şu cümlelerle açıklar: “Yazı yazmaya, yukarda da belirttiğim gibi, tiyatro oyunları denemeleriyle başladım. Kendiliğinden. Hiçbir etkenin rolü olmadan. Bu, yanılmıyorsam on beş on altı yaşlarında oldu. Sonra şiirler geldi… Ama yazı hayatına ciddilikle sarılışım galiba 938’lerdi o sıralar Sabahattin Ali, Sait Faik, İlhan Tarus, Kemal Bilbaşar, Samim Kocagöz vb. yazıyorlardı. Yani 938, 39, 40, 41 yılları. Ben de bu kervana katıldım. Şiir yazarken hikaye türüne geçişimde sebepsiz olmadı. Toplum sorunlarıyla yakından ilgiliydim. Bu ilgi hem babamın ‘Politikacı’ olmasından, hem de sonraları bizzat ‘Emekçi’ olarak ekmeğimi kazanmak zorundan. İçinde yaşadığım toplumla onun sorunları beni konuşmaya, bir şeyler söylemeye zorlayıp duruyordu. Bu yüzden beş yıl ağır hapse çarptırılmıştım. İşte o yıllarda ünlü şair Nazım Hikmet’le koğuş arkadaşlığı yapışım, şiiri bırakıp nesire yönelmemi uygun kıldı. Tabi o sıralar, bende çok önceden gelişmiş, çok değerli bir ‘Gerçekçilik’ vardı. …”5
Orhan Kemal’in kendisinde çok önceden geliştiğini söylediği gerçekçiliğin ortaya çıkış izlerine baktığımızda şu sorgulamasıyla karşılaşırız: “… Gün oldu, zaman geldi, yazar oldum. Yurdumu, insanlarımı sevdiğimi anladım. Yurdumun kalkınmasını, gelişmesini, Batı ülkeleri ayarına çıkmasını istiyordum. Bu niçin olmuyordu?.. Nedenlerini, niçinlerini aramaya başladım. Bunu aramak beni birtakım problemlerle karşılaştırdı. Bu problemlerin köklerine inmeye çalıştım. Anladım ki, yurdum da bütün geri kalmış ülkeler gibi bir sömürü olayı içinde. Peki bu ne olacak?..”6
Edebiyat aracılığıyla bu sorgulamaya yanıtlar üretmeye çalışmış bir yazar Orhan Kemal. Sorunun cevabı hâlâ açık olduğuna göre Orhan Kemal gibi yazarların izinden üretmeye devam etmeliyiz…
Dipnotlar ve Kaynak
- Kitap, 1954 yılındaki ilk basımında (Seçilmiş Hikayeler Dergisi Kitapları) on bir öyküden oluşmaktadır. Bu yazı Everest Yayınlarına ait basım (Eylül 2017, 6. Basım) dikkate alınarak hazırlanmıştır.
- Öğütçü, I. (2012). Zamana Karşı Orhan Kemal Eleştiriler ve Röportajlar. İstanbul, Everest Yayınları, s. 229
- A.g.e. s. 151
- Uğurlu, N. (2002). Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi. İstanbul. Örgün Yayınevi, s. 44
- Öğütçü, I. (2012). Zamana Karşı Orhan Kemal Eleştiriler ve Röportajlar. İstanbul, Everest Yayınları, s. 242-43
- Uğurlu, N. (2002). Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi. İstanbul. Örgün Yayınevi, s. 45