1990’lı yılların ortalarında, dünya ve Türkiye komünist hareketinin tarihine dair bilgi açlığını gidermek için eline ne geçerse büyük bir iştahla okumaya hevesli genç bir Sosyalist İktidar Partisi militanı olarak, TKP emektarlarından Vartan İhmalyan’ın anılarını okuduğum zaman kafamın karman çorman olduğunu ve belki ondan da çok, duygu dünyamın sarsıldığını anımsıyorum. Kendisi gibi Parti üyesi olan kardeşi Jak ile birlikte Sansaryan Han’da ağır işkencelerden geçen, sürgün yıllarında TKP’nin dış örgütünde ve Macaristan, SSCB ve Çin’deki radyo çalışmalarında görev alan İhmalyan otobiyografisinde1 komünistler arasındaki iç tartışmalara, kişisel çekişmelere, TKP önderleri ve kadroları (örneğin İsmail Bilen, Reşat Fuat Baraner, Zeki Baştımar, Nazım Hikmet, Aram Pehlivanyan, Mihri Belli ve diğerleri) arasında yaşanan nahoşluklara değinmekle kalmıyor, özetle “komünistin de iyisi-kötüsü olur” biçiminde bir tutum benimsiyordu. Henüz liseyi yeni bitirmiş, dünyaya ve ülkeye dair her meseleyi Dünyayı Sarsan On Gün’deki kızıl muhafız gibi “bak kardeşim iki sınıf vardır, burjuvazi ve proletarya, sen hangisindensin?” düalizminde kavrayan genç bir militan gözüyle İhmalyan’ın hem aktardıkları hem de bahsettiğim tutumu bana oldukça tuhaf ve rahatsız edici gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Çernişevski’nin Rahmetov’u türünden özel bir kumaştan dokunmuş yeni insanın birer prototipi olması gereken devrimcilerin, komünistlerin dünyasında yalan, dolan, kara çalma ve dedikodu kendine yer bulabilir miydi? İşçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşu uğruna bin bir çileyi göze alan, işkencede, mahpuslukta, sürgünde zulme boyun eğmeyen, günü geldiğinde darağacında sandalyeye tekmeyi kendisi basan komünistlerin, burjuva âleminin bu kokuşmuşluklarından ve insani zayıflıklarından kendilerini arındırmamış olmaları düşünülebilir miydi?
Yazının devamını okumak için dergimizi satın alabilirsiniz…