Bundan dokuz sene önce Aydemir Güler’in “Yollar nasıl çakışır? Türkiye solu ve Kürt dinamiği” makalesi Gelenek’te yayımlanmıştı.1Bir yıl sonra genişletilmiş hali “Yolları Birleştirmek, Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun” adı ile kitap olarak yayımlandı. 2 Bu makale ve bu kitap, bütün cesareti, bilimsel çözümleme yeteneği, aydınlığı ve kuvvetli çağrısı ile masa üzerinde duruyor. Aydemir; “Kürt sorununun” düzene ait olduğunu, bizim içinse bu coğrafyada sosyalist devrimin bileşenlerinden biri olabilecek bir dinamik olarak alınması gerektiğini söylüyordu. Ezber bozan bir çağrı yapıyor, sosyalist devrim sürecinde birlik öneriyordu. Kitap basılırken Aydemir ne düşünüyordu, bilmek isterdim. Kitabın değeri ve gücünün mutlaka farkındaydı ve çağrısına yanıt alma umudu taşıyordu, diye düşünüyorum. Aradan geçen dokuz yıl içinde ne yazık ki bu çağrı yanıt bulmadı.
Evet, kitap masanın üzerinde, Türkiye solu için referans olarak önemli bir rol oynadı, ama Türkiye’de Kürt halkının sosyalizm yolunda birliğe yanıt vermesinde hatırı sayılır bir gelişme olmadı. Türkiye genel olarak sağa kayarken, Irak’ın ABD tarafından işgali ve Barzani yönetiminde işbirlikçi bir Kürt idaresinin oluşmasıyla bu hedeften daha da geriye düşüldü. Şimdi Türkiye’de Kürt sorununun çözümünden bahsediliyor. Ama ne pahasına? Merkezi devletin çözülmesi, bölgeler idaresinin oluşması, ülkeler arasında sınırların belirsizleşmesi, Irak’tan kopan Kürt bölgesinin bu belirsizlikte yüzmesi ve bölgenin emperyalizmin güdümünde bir serbest pazara doğru dönüşmesi pahasına.
Bu ara çok gündeme getirilmese de yakın zamana kadar sürekli olarak “Büyük Kürdistan” haritası ile karşılaşıyorduk. Atıfta bulunmaya gerek yok, isteyen uygun anahtar kelimeleri vererek bu haritaların yüzlercesine internet aracılığıyla ulaşabilir. Kürt halkının Kafkasya’dakileri saymazsak, Türkiye, Irak, İran ve Suriye olmak üzere 4 devletin sınırları içinde yaşadıkları biliniyor. Sürekli olarak gündemde ve Kürt ulusalcılarının aklında tutulan haritalar, her dört devletin sınırlarında değişikliği öngörüyor. Geçen ay Kürt sorununun nasıl bir Türkiye sorunu olduğuna ilişkin bir bildiri yayınlandı.3 Bu bildirinin tamamen haklı bir saptama yapmasına karşılık, aslında sorunun nasıl bir Irak, nasıl bir Suriye ve nasıl bir İran sorularını da içerdiğini tahmin etmek güç değil. Bu sorunlar için düz mantıkla ve yüz yıl öncesinin siyasi olaylarını referans alarak, her dört ulus devletin kendilerinden kopan parçalarla küçüleceğini, sınırların yeniden çizileceğini ve bu siyasi süreçten yeni bir ulus devletin doğacağını kısa bir süre öncesine kadar söyleyebilirdik. Oysa şimdi sürece baktığımızda, devletlerin küçüldüğü değil, buharlaştığı ve emperyalizmin güdümünde bir serbest bölgenin içinde eridiği bir entegrasyon olayıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kürt sorunu bu sürecin yönetilmesinde anahtar rollerden biri olarak kullanılıyor.
2008 yılında yayınlanan Gelenek’teki “Bir emekçi sorunu olarak “Kürt Sorunu” konulu dosyada artık bir umuttan çok Türkiye solunu konsolide etme ve hizaya çekme gayreti vardı. 4Gelenek dosyası, özellikle, ulusların kendi kaderini tayin hakkını, mutlak bir ilke değil, tarihsel yaklaşım içinde işçi sınıfı mücadelesinin bir taktiği olarak inceliyordu. Bu yazıda ise, “Kürt sorunu çözülüyor” da dahil olmak üzere siyasi süreçleri daha iyi kavramak için entegrasyon ve birlik kavramlarına ilişkin teorik bir çerçeve çizilmeye çalışılacak. Yazı; ülke komünistlerinin analiz yeteneğine katkı yapmayı amaçlamakla birlikte, Kürt öncü işçilerine, solcularına yapılmış olan çağrıyı tazelemeyi de amaçlıyor.
Önce entegrasyon ve birlik kavramlarının ne anlama geldiği ile başlayalım. Entegrasyon, birden fazla ulus devletin iktisadi, siyasi, kültürel işbirliği ve yakınlaşma sürecidir. Özellikle iktisadi entegrasyonun, gümrük birliği gibi farklı biçimleri tanımlanmıştır ama birçok akademik tanımın verilmesinin bu yazıya katkısı olmayacak. Birlik ise birden fazla ulus devletin tek siyasi oluşum olarak birleşme niyetiyle davranmalarını tanımlıyor. Burada önce sosyalist ve sonra emperyalist entegrasyon ve birlik süreçlerini incelemenin tercih edilen yöntem olduğunu söylemeliyim.
Sosyalizm neden entegrasyon ve birlikten yanadır?
İşçi sınıfının burjuvaziden bağımsız ilk siyasi programı olan Komünist Parti Manifestosu “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” diye biter.4 Ancak birleşme sürecinin başlaması için Manifesto’da da belirtildiği gibi işçi sınıfının önce kendisinin ulus ölçeğinde iktidar olması gerekecektir. Sosyalist entegrasyon ve birlikten bahsedebilmek için sosyalist devrimini yapmış, işçi sınıfının iktidarını ve devletini kurduğu, sınırları net olan en az iki siyasi oluşum gerekecektir.
Ama neden birden fazla sosyalist ülke doğal olarak birlikle sonuçlanacak bir entegrasyon sürecine girerler, bu zorunlu bir toplumsal yasa olarak karşımıza çıkar, bunu incelememiz gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, eşitsiz gelişimin ve zayıf halka zemininde öncülüğün ürünü olan tek ülkede sosyalizmle çelişen bir durumdan değil, farklı zaman dilimlerinde sosyalist devrimini yapmış, tek başına ayakta durabilen, bağımsız ülkelerin kaçınılmaz bütünleşme eğiliminden bahsediyoruz.
Bu eğilimi anlayabilmek için ister istemez değer yasasıyla ilgilenmek zorundayız. Marx’ın Gotha Programının eleştirisi için yazdığı ünlü “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre”5 formülünden bu yana, sosyalist kuruluşu uluslararası ve ulusal düzeyde sınıf mücadeleleri devam ederken değer yasasından özgürleşme mücadelesi olarak tarif edebiliriz. On dokuzuncu yüzyılda keşfedilen değer yasası, üretim araçlarına sahip olan üreticilerin özel mülkleri olan malları birbirleriyle değiş tokuş etmeye başladıklarından beri, ilk sınıflı toplumların hemen öncesinden bu yana ortaya çıkarak toplumsal ilişkileri belirlemeye devam etmektedir. Stalin’in 1952’de kaleme aldığı, savaşa rağmen sosyalist kuruculukta epeyce yol alınmış bir dönemin ürünü olan, “Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin ekonomik sorunları” başlıklı yazı, sosyalizmde değer yasasının tartışılmasında tarihi bir belgedir.6 En iyisi okuyucunun bu uzun makaleyi edinip okuması, ancak çok kısaca özetleyelim: Stalin, Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işlediğini kabul eder, çünkü bu yasa ancak meta üretimi ortadan kalktığı zaman işlevini yitirecektir. Ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, ulusal ekonominin uyumlu gelişme yasası ve beş yıllık planlar tarafından sınırlandırılmıştır. Kemal Okuyan “Sovyetler Birliği’nin çözülüşü üzerine Anti-Tezler” kitabında Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işleyişini zihin açıcı şekilde incelemiştir.7 Okuyan’a göre devlete ait sanayi ve çiftliklerin yanı sıra, köylü kooperatifleri ve köylülerin bahçe tarımının varlığı bir pazar ilişkisine ve meta değişimine neden oluyor, değer yasası bu şekilde işlerliğini koruyordu. Okuyan ayrıca, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra SBKP tarafından tarımda özel mülkiyete karşı yeterli ideolojik ve siyasi mücadele verilmediğini belirtiyordu. Değer yasasının ortadan kaldırılamaması ile ilgili olarak bahçe tarımı ve kolhoz köylülerine ek olarak daha az tartışılmış olmakla birlikte ailenin iktisadi bir birim olarak varlığını korumasını da tartışmaya katmak gerektiğine inanıyorum.
Her neyse, gelmek istediğimiz nokta şu: sosyalizmde değer yasasının geçerliğini sürdürmesinin bir diğer nedeni de dış ticarettir. Her sosyalist ülke kendi üretemediği zorunlu metaları dışarıdan ticaret yoluyla almak ve bunu karşılayabilmek için meta ihracatı yapmak zorundadır. Hele bu Küba gibi az sanayileşmiş, belirli bir iklimde bulunan küçük bir ülke için yaşamsaldır. Şimdi burada iki sosyalist ülkenin birbirleriyle ticaretine bakalım. Doğal olarak iki sosyalist ülke dış ticarette birbirine yönelecektir. Bu yönelim; emperyalizmin ablukasını kırmak, dayanışmak, piyasanın salınımlarından uzak kalmak, uluslararası tekellerin belirlediği fiyatlara mahkum olmamak gibi birçok nedene dayanır. İyi ama ürünler neye göre iki ülke arasında gidip gelecektir, değer yasasına göre mi? Her ulus devlet, sınırları çizilmiş bir toprağa sahiptir ve egemenlik bu toprakta tasarruf hakkını kullanmaya dayanır, başka bir deyişle ülke toprağı egemen sınıfa bakmaksızın o ulusun özel mülkü olarak kabul edilir. Bu durumda sosyalist bir ülkenin ürünleri diğer sosyalist bir ülkenin ürünleri ile meta olarak değer yasasına göre mi değiş tokuş edilecektir? Bir sosyalist ülke bir ürünün kıtlığını çekerken diğer sosyalist ülkenin depoları bu ürün ile dolu olacak, ama karşılığı olan değişim değeri bulunmadığı bir durumda fabrikalar atıl kapasite ile çalışacak, ürünler depolarda çürüyecektir. Sosyalizmde böyle bir şey olabilir mi? Zaten reel sosyalizmin tarihi aksi örneklerle doludur. Bunlardan en iyi bildiğimiz Küba ile Sovyetler Birliği arasındaki ürün değişimi olmuştur. Küba’nın şeker kamışı değişim değerinin çok üstünde fiyatlarla alınmış, Küba’nın gereksinimi olan sanayi ürünleri değerinin çok altında Küba’ya sunulmuştur. Dolayısıyla, değer yasasından özgürleşmek, iki sosyalist ülke arasındaki alışverişi meta dolaşımından çıkarmaya da dayanmaktadır. Bu zorunlu bir entegrasyon sürecidir. Her iki ülkenin merkezi planlamalarını ortaklaştırmaları anlamına gelmektedir. Merkezi planların ortaklaştırılması; her iki ülkenin gereksinimlerinin, olanaklarının, insanlarının refahı ve gelişiminin hesaba katılmasıdır.
Sosyalist ülkeler arasında merkezi planlamanın ortaklaştırılmasından bahsedildiği anda olayın boyutu dış ticareti aşacak ve ortak üretime yönelecektir. Döneminin nadir Sovyetler Birliği’nden yana Sovyet uzmanlarından biri olan Yalçın Küçük “Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşu” isimli kitabında, sosyalizmin küçük ölçekli değil, büyük ölçekli, işçi başına düşen makine sayısı en fazla ve en gelişkin olan sanayiye doğru yöneldiğini vurguluyor.8 Bu kadar büyük bir yatırım yapılırken doğal olarak diğer sosyalist ülkelerin gereksinimleri, teknik kadro olanakları, enerji kaynakları, ulaşım sorunları, bölgelerin birbirine eşit gelişimi dikkate alınmalıdır. Bir kez düşünün, aynı ölçek ve yoğunlukta ve aynı üretim araçlarını üretecek fabrikaların, iki komşu sosyalist ülkede aynı zamanda inşasına başlansın. Bu gerçekten kapitalizme ilişkin bir hastalıktır ve “üretim anarşisi” olarak adlandırılmıştır. Sosyalizmde bu sorun ülkeler arası planlamaya bağlı olarak, bütün ülkelere büyük ölçekli ve yoğunluklu yatırım yapılması ama bunun bir işbölümü içinde gerçekleştirilmesiyle çözülmüştür. Şimdiye kadar gördüğümüz en ileri sosyalist entegrasyon süreci CMEA (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi)9 ülkeleri arasında yaşanmıştır. Ne yazık ki 40 yıl toplumların dönüşümünde kısa bir süredir ve daha ileri bir aşamaya gelinmeden bu deneyim sonlanmıştır. Değerli Sovyet planlamacısı Bogomolov 1967’de yazdığı bir makalesinde CMEA ülkeleri arasındaki işbölümüne birçok örnek vermiştir.10 Örneğin, Berlin’de yapılan CMEA toplantısında 1956-1960 beş yıllık planı dahilinde 600’den fazla makine üretimi için işbirliği ve uzmanlaşma için karar alınmıştır. Yıllardır Türkiye’de birçok belediyenin kullandığı Macaristan üretimi otobüslerin kökeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır, çünkü işbölümünde Macaristan dizel motor ve otobüs üretimini üstlenmiştir.
Uzun süredir bilimsel araştırma bir üretici güç olarak değer üretmekte ve kapitalizmde rekabetin başlıca unsuru olarak kabul edilmektedir. Sosyalist kuruluşta değer yasasından özgürleşme, doğal olarak sosyalist ülkeler arasında bilimsel-teknik işbirliğini de içermelidir. Sadece 1960-1962 yılları CMEA ülkeleri arasında 38 binden fazla gelişkin teknik belge değişiminde bulunulmuştur. Bu dönemde yalnızca Sovyetler Birliği tarafından öbür sosyalist ülkelere karşılıksız olarak verilen belgelerin kapitalist pazarda fiyatı aşağı yukarı 4 milyar ruble tutarındaydı.11
CMEA ülkeleri arasında iktisadi ilişkileri geliştirmek için kurulan Banka Konseyi’ne her ülke olanakları ölçüsünde eşitsiz değerlerle katılmasına rağmen, Konsey’in yönetimi her ülkeden bir kişi ile temsil edilmiştir.12 Sosyalist entegrasyon ve birlik kurma süreçleri gönüllülüğe ve eşitliğe dayanmaktadır. Bu daha sonra inceleyeceğimiz emperyalist entegrasyon süreçlerinin tam zıddıdır.
Sosyalist entegrasyon ve birlik süreçleri her ne kadar iktisadi temeli ile incelenmiş de olsa bu bizi yanıltmamalıdır. Süreç son derece siyasidir. Ülkelerdeki işçi sınıfı iktidarları iradi olarak süreci yönetmek zorundadır. Ülkeler arasındaki önyargıların, sınır sorunlarının giderilmesi, halkların birbirlerinin dillerini ve kültürlerini öğrenmeye teşvik edilmesi, zengin değişim programlarının uygulanması, ülkelerin eşitsiz gelişiminin engellenmesi, sınıf bilinciyle donanmış ve tüm halklara karşı sorumluluk duygusu yüksek yeni insanın yetişmesi bu sürecin ayrılmaz parçalarıdır.
Emperyalist entegrasyon ve birlik
Emperyalist sistemde entegrasyonun serbest ticaret bölgesi, gümrük birliği, ortak pazar, ekonomik birlik gibi birçok çeşidi veya aşaması tanımlanmıştır. Entegrasyon teorisi burjuva iktisadında başlıca bir alan haline gelmiştir.13 Aşağıdaki şekil entegrasyon teorisi çerçevesinde yapılan bir hesaplamayı genelliyor. Meraklı olan okuyucu dip notlarına bakabilir, ancak şekil öğretici olsun diye değil, ibret olsun diye buraya alınmıştır. Aralarındaki gümrük duvarını kaldıran iki kapitalist ülkede, ithal edilen metaların fiyatlarının düşmesi ve satışın artması sonucu herkesin karlı çıktığını anlatan bu hesaplama (veya propaganda) bize burjuva iktisadının sadece otistik değil14, alabildiğine ahlaksız da olduğu söylemektedir. Çünkü entegrasyon teorisi; emperyalist tekelleri, rekabeti, kâr hırsını, serbest pazar haline gelen ülkelerdeki sanayinin ve tarımın yıkımını, tekellerin arkasındaki militarist devleti ve sinsi siyaseti, verilen rüşvetleri, siyasi şantajları, işlenen cinayetleri ve emeğin köleleştirilmesini görmezden gelmektedir.
Emperyalist entegrasyonu halen en iyi tanımlayan eser Lenin’in 1916’da kaleme aldığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabıdır. Emperyalizm tanımındaki sermaye ihracı, birçok kez bir iktisat kategorisi olarak algılanmıştır, oysa alabildiğine siyasidir. Emperyalist ülkeler sermaye ihraç ettikleri ülkelere, kendi işbirlikçi siyasetçilerini, sonra kendi yasalarını, sonra ordularını ve nihayet egemenliklerini dayatacaklardır. Lenin “Mali-sermaye, ekonomik ve uluslararası ilişkilerde o denli önemli ve büyük bir güçtür ki, siyasal anlamda tam bağımsızlığa sahip devletlere bile boyun eğdirebilir; zaten eğdirmektedir de” demiştir15 ve Hilferding’in sözüne boşuna atıfta bulunmamıştır: “Mali-sermaye özgürlük değil, egemenlik ister.”16 Lenin’in kitabının bu kadar güncel kalmasının bir nedeni, kitapta tanımlanan ve hızla ilerleyen emperyalist entegrasyonun, dünyanın emperyalist ülkelerce hiçbir yerel egemenlik bırakmayana kadar paylaşılması sürecinin, kitabın yazılmasından hemen bir yıl sonra kazaya uğramasıdır. Ama ne kaza! Sanki kamyon hırsını alamayıp tekrar tekrar emperyalizme çarpmıştır. Önce Ekim Devrimi, tam yumuşuyor derken 1929’da kolektivizasyon, şimdi defteri dürüldü derken faşizmin Kızıl Ordu tarafından ezilmesi, arkasından dünyanın dört bir yanında patlak veren devrimler. 1990’da Sosyalist Dünya Sistemi çöktüğünde, geride kalan tüm ulus devletler, ister bir halk cumhuriyeti ister emperyalizme bağımlı kapitalist bir ülke olsunlar varlıklarını bu kazaya borçluydular. 1990 sonrasında emperyalizm Lenin’in bıraktığı yerden devam etmeye başladı, çok daha homojenleşmiş, modern sınıfların oluştuğu bir dünyada, telafisi mümkün olmayan yapısal krizi, giderek artmış çürümüşlüğü, asalaklığı ve çarpılmışların kini ile emperyalist entegrasyona yüklendi.
Emperyalist entegrasyon; egemen ülkelerin yasama, yargı ve yürütmesinin ele geçirilmesi, dağıtılması, ülkeye özel sınıf dinamiklerinin etkisizleştirilmesi, etnik veya iktisadi farlılıklara dayanan bölgelerin merkezden koparılması ve emperyalizmin güdümünde bir serbest pazarın içinde eritilmesi sürecidir.
Eskiden “frengiyi bilen tıbbı bilir” diye bir laf vardı, çünkü frengi bulaştıktan sonra birden fazla sistemi tutarak ilerler. Bugünse şöyle söyleyebiliriz: Eğer Cargill’i biliyorsanız, emperyalizmi öğrenmişsiniz demektir. Cargill örneği, bir ABD tekelinin devletini arkasına alarak, bir ülkenin tarımını ve tarıma bağlı sanayisini kendi çıkarları lehine nasıl değiştirdiğine, egemen ülkenin yasalarını ve yargısını nasıl hiçe saydığına, işbirlikçiler aracılığıyla kendine özel yasalar çıkarttığına ve tüm bu uygulamaların o ülkede ve dünyada emekçilerin sağlığını ve geleceğini nasıl tehdit ettiğine ilişkin ibret verici bir örnektir.
Bir diğer süreç emperyalist hukukun ülkelere egemenliklerini erozyona uğratacak şekilde dayatılmasıdır. Örneğin, GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) eğitim ve sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması ve uluslararası sermayeye açılmasının uluslararası teminatıdır. Daha önce Gelenek’te kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve yerelleşmesinin, bağımsız bir ülkeyi bir arada tutan mekanizmaların parçalanması anlamına geldiği tartışılmıştı.17 AB ile müzakere süreci de tam anlamıyla bir egemenlik devridir ve binlerce maddeden oluşan emperyalist hukuku “sindirmek” anlamına gelmektedir. İnsan hakları ile süslenmiş madde yığını, özünde, Türkiye gibi aday ülkelerin Avrupa kökenli tekeller için serbest pazara dönüşmesi ve emek gücünün haklarından arındırılmasından başka bir şey değildir.
Diğer bir çözme mekanizması, bir ülkenin zengin kısmının alçakça bir şekilde yoksul kesimini kaderine terk ederek ayrılmak istemesidir. Ne diye sanayileşmiş ve zenginleşmiş kesimin insanları yoksullar için vergi ödesinler ve türlü belalarını çeksinler! Bu mekanizma Yugoslavya ve Çekoslovakya’nın parçalanmasında kullanılmıştır, Bolivya, İtalya ve Ukrayna gibi ülkelerde günceldir.Türkiye burjuvazisine de benzer bir telkinin yapıldığını biliyoruz.
Merkezi devletin zayıflatılması ve etnik kimliğe dayalı bölgelerin emperyalist merkezlerle doğrudan ilişki kurarak serbest piyasaya dayanan bir entegrasyona dâhil olmaları iyi bilinen bir diğer mekanizmadır. Bir AB ajanı olan Ingmar Karlsson’un “Bölgeler Avrupası” isimli kitabı çok öğreticidir. Karlsson kitabında şöyle yazmıştır: “Bölgeler, şimdi kendi gelişimleri için ve yatırımları cezbetmek için kaynaklar sağlama uğraşında daha çok AB’ye yönelirken, Brüksel ve AB, onlara artık kendi başkentlerinden daha iyi bir dost olarak görülebilmektedir.”18
Emperyalist entegrasyonla ilgili en trajik örneklerden biri Meksika’dır, zamanında CMEA ile işbirliği anlaşması imzalamış, devrimciler yatağı Meksika. 1994’de bizdekine benzer işbirlikçilerin de marifetiyle, ülkeye yatırım ve istihdam gelecek vaatleriyle Meksika, ABD ve Kanada ile Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı (NAFTA) imzalar. Meksika bu süreçte siyasi bağımsızlığını önemli ölçüde yitirirken, tarımda dışa bağımlı bir ülke haline gelir. Ağır bir ucuz emek gücü sömürüsünün yanında sadece tarım alanında 1milyon 100 bin kişi işini kaybeder.19
ALBA Amerika Serbest Ticaret Bölgesine (FTTA) karşı
Sosyalist Dünya Sistemi’nin ürünü olan CMEA aynı zaman diliminde yürürlükte olan Avrupa Ekonomik Topluluğu ile bir siyasi karşıtlık halindeydi. Başka bir deyiş ile geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren sınıf savaşının bir boyutu sosyalist ve emperyalist entegrasyon süreçleri arasında gerçekleşmeye başladı. Tamamen farklı saik ve yöntemlerle giden bu iki tip entegrasyon sürecinin siyaset dışı olması mümkün değildi. Bu yazıda hiç değinmediğimiz NATO ve Varşova Paktlarının konumlanışı, entegrasyon süreçleri arasındaki sınıf savaşımının şiddeti hakkında fikir verecektir.
Şimdi daha ufak çaplı ama benzer nitelikte olan bir süreç yaşanıyor. ABD, Amerika Serbest Ticaret Bölgesini ikili anlaşmalarla bütün Latin Amerika’ya dayatmaya çalışırken Venezuela ve Küba arasında 2001 yılında imzalanan Latin Amerika İçin Bolivarcı Alternatif’e (ALBA) daha sonra Bolivya, Nikaragua, Honduras, Ekvator, Dominik Cumhuriyeti ve bazı küçük Karaip ülkeleri katıldı. Halklar arasında işbirliği olarak sunulan ALBA ülkelerin eşitliği ve emekten yana bir kalkınma modeli yürütmeye çalışıyor. Geçen dokuz yıl iki tip entegrasyon sürecinin halen devam eden şiddetli bir hegemonya mücadelesine sahne oldu.
Sonuç
Şunu duyar gibi oluyorum, “Kürt solcularına yapılan bir çağrıda hiç Kürt sorunundan bahsedilmemiş, bu nasıl yazı?” Öncelikle şunu kabul etmeliyiz, Kürt sorununun dünyanın en önemli sorunu olduğu burjuva milliyetçisi bir yanılsamasından başka bir şey değildir. Bu Kürtlerin çektiği acıları, baskıları hafife aldığımız veya Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesine empati duymadığımız için değildir. İnsanlığın bugün en büyük sorunu; tüm dünya halklarının eşitlik, özgürlük ve kalıcı barış içinde yaşama olanağı varken, dünyanın emperyalizme mahkum olmasıdır.
Lenin 1913’de kaleme aldığı “Ulusal sorun üzerine eleştirel notlar”da iki eğilimden bahseder: Kapitalizmin gelişimi esnasında bir yandan ulusal hareketlerin uyanışı ve ulusal devletlerin yaratılması, diğer yandan uluslar arasında her türlü çitin yıkıldığı birlik süreci.20 O zaman doğru olan bu tez bugün kısmen geçerliliğini yitirmiştir. Bunun bir nedeni bu makaleden 4 yıl sonra sosyalist devrimler çağının başlamasıdır, diğeri ise o dönemdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin şekillendiği zemin olan feodal imparatorlukların ortadan kalmış olmasıdır. Bugün emperyalizm hiçbir ulusun egemenliğine izin vermemekte, sadece onları birbirine karşı kullanmaktadır. Türkiye de içinde olmak üzere Ortadoğu’daki devletlerin çözülmesi egemen bir Kürt devletine yol açmayacaktır. Sadece kanla, acıyla döşeli ve bölgedeki tüm emekçilerin köleleşmesiyle sonuçlanacak bir süreç örülmektedir.
Bugün siyasi özneler emperyalist entegrasyondan mı yoksa sosyalist entegrasyon ve birlikten mi yana olduklarına karar vermelidirler. Ancak bu Troçkist bir zırva değildir. Sosyalist entegrasyon bağımsız sosyalist ülkelerin arasında gelişen bir süreçtir. Kürt emekçileri ve aydınları; Türkiye’de, İran’da, Suriye ve Irak’ta sosyalist devrimin inşası için işçi sınıfı mücadelesine katılmalıdır. Tüm Kürtlerin birbirine kavuştuğu, eşitlik, özgürlük ve barış içinde yaşadığı bir süreç ancak böyle inşa edilecektir. Çok mu uzun bir yol tarif ettik?
Sosyalist devrimler, ancak emperyalist entegrasyona direnişle gerçekleştirilecektir. Emperyalist entegrasyon sadece egemenliği yok etmekle ve o ülke emekçilerini köleleştirmekle kalmıyor aynı zamanda karşı devrim yatağını da güçlendiriyor. Türkiye’de dinci gericiliğin en önemli işbirlikçi yatağını oluşturması böyle değerlendirilmelidir.
Geçen yüzyıldaki aşamacı devrim teorilerinden sonra günümüzdeki en önemli siyasi sapma, yine bir çeşit aşamacılık olan, önce emperyalist entegrasyon içinde eriyerek demokratikleşme ve sonra sosyalizme yönelme fikridir. Geçen yüzyılın aşamacıları hiç olmazsa yiğit devrimcilerdi, bu yüzyılın aşamacıları ise insan müsveddesi karşı devrimciler olarak ortalıkta geziyorlar.
Son bir saptama da emperyalist entegrasyonun aslında dünya halklarının bütünleşmesini kolaylaştırmadığı aksine geciktirdiğidir. Karşı devrimciliğin yanı sıra iktisadi krizin getirdiği yıkım, serbest piyasanın ikiz kardeşi şirketler arası rekabet, yaratılan savaşlar ve birbirine düşman edilen halklar ile ulusların kaçınılmaz birliğine zarar vermektedir.
Birliğe giden süreçte; uzatılan el Türkiye işçi sınıfının elidir, sıkılacak avuç dünya komünist hareketinin enternasyonalizmidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Giritli, Aydın (Aydemir Güler), “Yollar nasıl çakışır? Türkiye solu ve Kürt dinamiği.”, Gelenek, sayı: 62, 2000, s. 19-40.
- Güler, Aydemir, Yolları Birleştirmek Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun, 2001, Gelenek Yayınları, İstanbul.
- TKP’nin Sesi, Gündemimizde “Türkiye sorunu” vardır, 20 Haziran 2009, http://www.tkp.org.tr/dosyalar/tkp/TKPSesi20090620_son.pdf
- Marx, Karl, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çeviren: Erkin Özalp, 2007, Yazılama Yayınevi, 5. Baskı.
- Marx, Karl, Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, 2002, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, s. 30.
- Stalin, J., Economic Problems of Socialism in the U.S.S.R., 1952, http://www.marxists.org/reference/archive/stalin/works/1951/economic-problems/ch04.htm
- Okuyan, Kemal, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü üzerine Anti-tezler, 2005, Nazım Kitaplığı, İstanbul.
- Küçük, Yalçın, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu, 1925-1940, 1987, Haziran Yayınevi, Ankara.
- Bize COMECON olarak öğretilen CMEA, Sovyetler Birliği, Polonya, Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Çekoslovakya tarafından 1949 yılında kuruldu. Daha sonra yıllar içinde Demokratik Almanya, Moğolistan, Küba ve Vietnam katıldı. Ayrıca Irak, Angola, Mozambik, Laos, Meksika gibi çok sayıda ülkeyle işbirliği anlaşması imzalandı.
- Bogomolov, O, Problems in production specialiazation and cooperation among CMEA Countries. Mirovaia ekonomika i mezhdurodnye otnosheniia, 1967’den Foreign Trade, sayı: 4, s. 68-90, 1967.
- Solus, G.P, “ Sosyalizmin Ekonomi Politiği”, Çev. M.S. Kabagil, Sol Yayınları, 2. Baskı, 1979, s. 262
- Age, s. 260
- Entegrasyon teorisi ve eleştirileri ile ilgili olarak daha fazla bilgi için Emine Tahsin’in zengin veriler içeren tezine başvurulabilir. Tahsin, Emine, Ekonomik entegrasyon teorisi çerçevesinde AB ve Latin Amerika entegrasyonlarının karşılaştırılması, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul, 2007.
- “Burjuva iktisadı otistiktir” tanımı İzzettin Önder’e aittir.
- Lenin, V.I, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çeviren: C. Süreyya, 1992, Sol Yayınları, 9. Baskı, s. 92.
- Age, s. 95
- Nalçacı, Erhan, “Devlet çözülürken kamusal alanda erime”, Gelenek, sayı: 97, 2007, s.128-143.
- Karlsson, Ingmar, Bölgeler Avrupası, çeviren: T. Kayaoğlu, 2007, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s. 82
- Tahsin, Emine, “Serbest ticaret esaret getiriyor”, 3 Şubat 2008, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=28180
- Lenin, V.İ, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, Çeviren: M. Erdost,1998, Sol Yayınları, 9. Baskı, s. 24.