Türkiye’nin tarihinde yaşadığı en kapsamlı dönüşümlerden birisinin taşıyıcısı olan AKP iktidarının ideolojisinin klasik dinci gericilikten farklı ve çok daha gelişkin olduğu konusunda birkaç sağ Kemalistten başka kimsenin şüphesi kalmamış görünüyor. Metin Çulhaoğlu’nun işaret ettiği gibi; “Cumhuriyet tarihinde ilk kez belirli bir siyasal partinin ideolojisi aynı zamanda egemen ideoloji haline geliyor, üstelik bu aynılaşma resmi ideolojiyi de zorluyor ve dönüştürüyor.” 1 Bunun mümkün olabilmesi için, her şeyden önce dinci gericiliğin kendi ideolojisi kapsamlı bir dönüşümden geçmişti. Yine Çulhaoğlu’nun işaret ettiği gibi: “‘Milli görüş gömleğinin çıkarılması’ salt bir retorikten ibaret değildi.” Genel olarak 28 Şubat ile başladığını söyleyebileceğimiz bu süreçte dinci hareketin çoğu parametresi yeniden tayin edildi.
Yaşanan dönüşümün kuşkusuz en önemli boyutu, emperyalizmle olan ilişkinin mesafesinin sıfıra yaklaşmasıydı. Milli Görüş’ün bilhassa Almanya’da ciddi bağlantıları olduğu doğrudur; ancak söz konusu olan ABD-AB emperyalizmden yana olmak ise, Erbakan ve kadroları ile, Erdoğan ve kadroları arasındaki fark gerçekten büyüktür. Bu fark, aynı zamanda emperyalizmin Milli Görüş hareketine karşı yürütülen 28 Şubat’a onay vermesinin de ardında yatan temel nedenidir. Yani ordu, trajikomik bir biçimde dinci gericilik cinini 12 Eylül’de Türk-İslam sentezciliği ile nasıl şişeden çıkarttıysa, 28 Şubat’ta da onu emperyalizmle uyumlu olmayan yönlerini törpülemeye iterek iktidar yoluna sokmuştur.
Böylelikle dinci gericilik sınırları ve kapsama yeteneği çok daha geniş, kırmızı çizgileri çok daha belirsiz; tabiri caizse “mezhebi geniş” bir yapı kazandı. Bugün AKP iktidarının, bir siyasal özne olarak, Türkiye’nin “geleneksel siyasal/ideolojik saflaşmalarına ait motif, kodlama ve söylemlerin hemen hepsini kendine soğurabilecek”2 bir kıvraklığa sahip olması, yaşanan bu ideolojik dönüşümün sonucudur.
Bu dönüşüm dinci gericiliğin liberal-sivil toplumcu ideoloji ile aşılanması sonucunda sağlandı. Ben kendi adıma bu konudaki kritik dönemecin Gülen hareketinin 1997-1999 döneminde “küreselleşmesi” ve ardından Fethullah Gülen’in ABD’ye gitmesi ile alındığını; Çulhaoğlu’nun “dinci ideolojinin üçüncü dönemi” olarak kodladığı AKP döneminin ideolojik temellerinin bu dönemde atıldığını düşünüyorum. Bu, sürecin işleyiş biçimi açısından da mantıklı görünüyor: Önce dinci hareketin ideolojik merkezi, dünyanın diğer dinci gericileri ile birlikte 3 ve ABD şemsiyesi altında yeniden kurgulanıyor, ardından kurgulanan yeni ideolojik hattın siyasi hareketi şekillendiriliyor.
Ben bu yazımda, emperyalizmin terminolojisinde “ılımlı İslam” olarak geçen, bizim “dinci liberalizm” olarak kodladığımız, dinci gericiliğin son döneminin ideolojik kaynaklarını incelemeye ve bu ideolojinin emperyalist merkez tarafından salgılanan postmodern-sivil toplumcu liberal ideoloji ile akrabalığını göstermeye çalışacağım. Bunu yaparken kaynak olarak Gülen hareketinin baş ideologları olan Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne tarafından yazılan kimi yazılara başvurarak bu cenahın ürettiği dinci liberal düşüncenin emperyalizmle ne kadar uyumlu olduğunu göstermeye çalışacağım.
Ancak bu yazı Gülen hareketinin ideolojik üretimine yönelik kapsamlı bir okuma olarak algılanmamalı. Bunun için yeterli miktarda okuma yapmadığımı baştan belirtmek isterim. Temel amacım, Kemal Okuyan tarafından bu derginin 101. sayısında yapılan “Türkiye’de din olgusu, dinci hareket ve milliyetçilik bütün boyutlarıyla incelenmek ve ‘sosyolojik’ analizlerin sınırlayıcılığından kurtarılmak durumundadır”4 vurgu ve çağrısına başlangıç niteliğinde bir yanıt vermektir.
Postmodernizm ve dinci liberalizm
Dinci gericiliğin liberalleşme sürecini en genel anlamıyla postmodernizme yakınsama ve ondan beslenme şeklinde ele alabileceğimizi düşünüyorum. Aşağıda postmodernizmin farklı veçhelerinin nasıl dinci liberalizmde yer bulduğunu incelemeye çalışacağım, ancak önce postmodernizmin kendisine ve dincilikle arasındaki ilişkilenmeye dair kimi genel notlar düşmek gerekiyor.
Postmodernizmi, en geniş tanımıyla, “gericileşen ve çürüyen emperyalizmin kitlelere yönelik ideolojik salgısı” olarak ele almanın ön açıcı olacağını düşünüyorum. Aydınlanma öncesine ait ve burjuvazinin devrimci döneminde öldürüp gömdüğü gerici düşüncelerin hortlayıp insanlığın başına musallat olması postmodernizmin öne çıkan yönüdür. Her türlü metafizik boş inancın uzlaşma içerisinde toplumsal hayata hakim olması, bunların bilhassa toplumsal örgütlenme biçimleri olmak üzere tüm üstyapı ilişkilerini düzenler hale gelmesi, konumuz gereği postmodernizmin bizi ilgilendiren ana motiflerinden birini oluşturuyor.
Postmodernizim bir diğer belirleyici özelliği, “‘üst-anlatılar’ın yani evrensel iddiaları olduğu düşünülen geniş ölçekli teorik yorumların reddedilmesidir.”5 Bu düşünce sistematiğine göre “bilim ve felsefe şaşaalı metafizik iddiaları fırlatıp atmalı ve kendilerini daha alçak gönüllü bir tarzda, başka anlatılardan farklı olmayan bir dizi anlatı olarak görmeyi öğrenmelidir.”6 Din ve bilim arasında aydınlanmadan günümüze süregelen tarihsel karşıtlıkta postmodern düşünce açıkça dinlerin “hakkının teslim edilmesi”nden yanadır. Harvey’e göre postmodern teolojik proje, aklın kudretini terk etmeksizin, Tanrı’nın hakikatini yeniden ileri sürmektir.7 Dolayısıyla postmodernizmin düşünsel alanda galebe çaldığı her dönemeçte ilerici bilimsel düşünce daha fazla kenara itilmiş, onun dine uydurulamayan unsurları dışlanmış ve bilim dışı ilan edilmiştir. Bundan en fazla nasibini alan Marksizmdir, ama evrim teorisi de doğa bilimleri alanında başka bir önemli örnek oluşturmaktadır.8 Genel olarak itiraz edilen ise insanın bireysel ve toplumsal hayatının aklın rehberliğinde biçimlendirilebilirliği düşüncesidir. İdeolojik hegemonyasını kalıcı hale getirmek için dinsel normları toplumsal hayatın tamamı üzerinde hakim kılma arzu ve zorunluluğu içinde olan dinci gericilik için bu düşünce fazlasıyla faydalıdır.
Son olarak, sivil toplumculuk ile postmodernizm arasındaki akrabalığa değinmek gerekiyor. Sivil toplumculuğun postmodernizmden doğduğunu söylemenin abartılı olacağını düşünüyorum, ancak emperyalizmin 1960’ların sonu itibariyle ideoloji alanında başlattığı postmodernizm saldırısının siyaset alanındaki paralelinin sivil toplumculuk olduğunu ve iki olgunun birbirlerinden bolca beslendiğini düşünüyorum. Postmodernizm toplumun bütünlüklü bir yapıya sahip olduğunu reddeder ve toplumu özgün bireylere, en fazla ortak kimlikleri doğrultusunda bir araya gelmiş gruplara parçalar. Sivil toplumculuk ise kimliklerini ortaklaştıranların, bu kimlikler doğrultusunda siyaset yürütmesi ve toplumun tamamıyla değil, yalnızca kendi kimlikleriyle ilgilenmesini vaaz eder. Dolayısıyla postmodernizm toplumu kendi ideolojik çerçevesinde nasıl yapıbozumuna uğratıyorsa, sivil toplumculuk da siyaseti yapıbozumuna uğratmayı hedeflemektedir.
Postmodernizm ve sivil toplumculuk arasındaki bu simbiyotik ilişki, dinci liberalizmde ciddi biçimde yankı bulmaktadır. Bu ilişkinin cemaatçiliğe dayalı dinci ideoloji ve siyasetin önünü açıyor olduğu, dinci liberal ideologlar tarafından da açıkça dile getirilmektedir:
“Türkiye ve İslam dünyasındaki İslami/toplumsal hareketlere içeriden bakmaya çalışan biri olarak, benim için cemaat, postmodern zamanlarda da en büyük fenomendir (…) modernizm sonrası dönem, cemaat yapılarını ortadan kaldırmıyor, aksine daha da öne çıkartıyor (…) Sivil toplum kavramı ve hükümet dışı kuruluşlar olarak STK’lar -aralarında bire bir örtüşme yoksa bile- bir yönleriyle Müslüman toplumlara özgü cemaatlerle ilgilidirler.”9 Postmodernizme dair bu genel notların ardından, kimi özel başlıkları incelemeye geçebiliriz.
İktidar sorunsalı: Devlet, sivil toplum ve cemaat
Merkezi iktidarın yerelleştirilmesi (dilerseniz, yapıbozumuna uğratılması), sivil toplumcu düşüncenin temel ilkelerinden birisidir. Bu ilke, dinci liberalizme transfer edilirken sivil toplum yerine cemaat ikame edilmekte, devlet-sivil toplum karşıtlığı yerini modernist/laik devlet – dinini özgürce yaşamak isteyen cemaat karşıtlığına bırakmaktadır.
Dinci liberalizmin düşüncesinde devlet düşmanlığı önemli bir yer tutar. Örneğin Türköne, devleti “altında ot bitmeyen ağaç”10 olarak betimlemektedir. Aynı eserde, sivil toplum ise “Türkiye’nin kayıp halkası”11 olarak tanımlanarak kitabın ismini oluşturmaktadır. Ancak İslamcıların, postmodernizmin merkezi devlet/iktidar karşıtlığı ile ilişkilenmesini başka bir alıntıyla vurgulamak istiyorum:
“(…) modern devletin ortaya çıkışını gerekli kılan ana etmenlerin başında, insanları önce ‘bireyleştirme’, ardından bir ‘toplum’ ve ‘ulus‘ kalıbı içine dökerek homojenleştirme ve sürü halinde denetleme düşüncesi yatmaktadır (…) Modern toplum, sayılı merkezin öngörüleri istikametinde insanların ruhen ve zihnen zayıflatıldığı sentetik bir iktidar alanıdır.”12
Yazarın kim olduğunu bilmesek, bu satırların Foucault veya onu takip eden ekolden gelen herhangi biri tarafından yazıldığını düşünebiliriz. Ta ki sonraki cümleye kadar: “Bu da Kur’an’ın işaret ettiği istiz’af (dindarların küçümsenmesi – N.E.Ö.) halinden başkası değildir.” Ne var ki akrabalık bununla da sınırlı kalmamaktadır. Sentetik olan yalnızca devlet değil, aynı zamanda toplumdur; aslolan ise cemaatleşme yolundaki sivil toplum.
“‘ Toplum’ gerçek hayatta karşılığı olmayan, sentetik, uydurma bir kavram, bir inşadır ve tümüyle modernliğin ürünüdür (…) Eğer toplumun hem ontolojik ve kadim-tarihsel bir hakikati ve sahici bir karşılığı yoksa, beşer hayatında ‘asıl ve asli olan’ beşeri bir realitenin var olması gerekir. Bu açıdan insan tarihinde ve gerçek hayatta asıl ve asli olan cemaatlerdir (…) Hepsi değilse bile, önemli bölümüyle bugünkü sivil toplum kuruluşlarının her biri devletin totaliter baskısı karşısında birer cemaat olmak istiyorlar. Bundan sonraki tarihi seyir toplumdan cemaatlere doğru olacaktır.” 13
Bu satırların, İslamcı düşüncenin hayatın tamamına hakim kılınmasına dair önemli vurgular barındırdığını düşünüyorum. Dincilerin, başta şeriat olmak üzere “İslam’ın özgürce yaşanmasının devlet tarafından engelleniyor olduğu” söylemi, dinciliğin liberalleşmesinden çok daha eskidir. Yeni olan, bu düşünce sistematiğinin sivil toplumculuk ile ilişkilendirilmesi ve dinin hakimiyetinin gündelik yaşamdan başlayarak hayatın her alanına yaygınlaştırılmasıdır. Öyle ki Bulaç, “Müslüman dünyada sivillik olacaksa bu ancak dinle ve dinin açıp koruduğu zeminde mümkün olacaktır. Çünkü tarihsel olarak bizde sivilleşmenin düşünsel temeli İslamiyet’e dayanır”14 demektedir. Fiilen iktidarda olan dinci gericilik iktidarını kalıcı kılmak için ideolojisinin “resmi değil sivil, iktidar değil egemen, dışlayan değil kapsayan” olduğunu savunmaktadır. Çelişki ne kadar gerçekse, bu düşüncenin alıcısının çok olacağı da o kadar gerçektir.
Bulaç buradan, kaçınılmaz biçimde bir rejim tartışmasına varıyor ve gerici düşüncenin tarihi nasıl okuduğuna çarpıcı bir örnek sunuyor:
“(…) iktidar ilişkisinin düzenlenmesinde devlet ile toplum arasındaki ilişkinin tam denge boyutuna peygamberlerin liderliği elinde tuttuğu zamanlarda ulaşıldığı söylenebilir. Herhalde Hz. Davud, Hz. Süleyman ile son Peygamber Hz. Muhammed’in iktidar ilişkisini düzenlediği toplumlar bu ideal örnekleri teşkil ederler (…) Muaviye ile başlayan ve II. Mahmut’a kadar süren uzun dönem, sivil toplumun resmi topluma karşı kendisini şeriat sayesinde koruduğu dönemdir (…) 1839 Tanzimat Fermanı, dengeyi resmi toplum lehine bozan bir girişimdir. Bu girişim, devletin şeriatı zayıflatarak sivil toplumu zapt etme amacıyla; önce Meşrutiyet, ardından Cumhuriyet’le mantıki sonuçlarına ulaşmış ve tamamlanmıştır. Şu denebilir ki, İslam’ın etkisini göstermediği her yerde çok daha derin çelişkileri içeren resmi toplum-sivil toplum ayrılığı vardır ve bu zaten kaçınılmaz bir durumdur.”15
Bulaç’ın yazdıkları, tarihi tersten okumaktan ve Asr-ı Saadet’i yad etmekten ibaret değildir. Postmodern-sivil toplumcu düşünce nasıl devletin fonksiyonlarının sivil topluma devredilmesini savunuyorsa, dinci liberalizm aynı fonksiyonların cemaatlere devredilmesini savunmaktadır. Devredilecek en önemli fonksiyonlar ise eğitim ve yasamadır. Bulaç, modern toplumda hukuk ve eğitimin devlet kurumları tarafından düzenleniyor olmasının, sivil toplumu imkansız hale getirdiğini savunmakta ve bu yüzden sivil toplumun modern toplumda mümkün olmadığını söylemektedir. Oysa İslam toplumunda “ulema sivil hayatı tanzim etme işini kendileri deruhte ediyor, devlete bırakmıyorlardı. Ulema halkın içindeydi, sivildi, karar ve uygulamaları da sivildi. Bu şu demektir: Modern toplumlar ve modern devletten farklı olarak, İslam’da hukuk da sivildir. Hukuku siviller yapar, meşru kamu otoritesi hukuku uygular, görevi bundan ibarettir.”16 Bu düşüncelerin, emperyalist İngiltere’de kamu hukukundan ayrıksı şeriat mahkemelerinin yasal biçimde kurulmuş olduğu17 bir dünyada dile getirildiğini ve bu mahkemelerin hem Türkiye’deki gericiler tarafından çok sevildiğini,18 hem de referans alınmaya başlandığını 19 hatırlamakta fayda var. Birden fazla hukuk, kaynakları ne olursa olsun, modern toplumun dışladığı bir şeydir zira hukukun objektifliği ilkesi ile bağdaşmaz; ancak postmodern düşüncede hukukun da yapıbozumuna uğratılması gerektiği önemli bir yer tutar.
Eğitim konusunda da aynı yaklaşım hakimdir:
“Toplumsal fonksiyonlar ve yetkiler sivil toplumun, yani ümmetin elinde olmalıdır. (Bunların) başında ‘eğitim’ gelir. Eğitim modern zamanlara özgü olmak üzere anahtar bir terim, merkezi bir kontrol aracı haline gelmiştir. Eğer siz eğitimi devletin düzenlemesine vermişseniz, orada sivil toplum etkin olamaz.” 20
Eğitimin devletten ayrılması düşüncesinin içeriksel boyutunun postmodern-sivil toplumcu düşüncede, maddi boyutunun ise neoliberal düşüncede köşe taşı olduğu düşünüldüğünde, dinci liberalizmin ikameci yapısı net biçimde görülmektedir.
Bütün bu vurguların genel olarak bir rejime işaret ettiği açık. O halde bu rejimin bir de koruyucusu olması lazım. Dinci liberalizm bunu da “sivilleştirme” eğilimine sahiptir:
“İslam’ın ilk döneminde ortaya çıkan uygulama açısından rejimin özellikle örgütlenmiş koruyucu ve kollayıcı kuvvetleri yoktur. İmam, yani devlet başkanı cihadı, savaşı ilan eder ama Müslümanların yöneticisinin profesyonel bir ordusu yoktur (…) Silah taşımak sünnettir. Herkes silah taşıyabilir. Bu şu demektir; silah toplumun belli bir grubunun eline-emrine verilmiş değildir. Çünkü kim silah gücünü elinde bulunduruyorsa rejimi tayin edecek olan da odur. Hz. Ömer’in Halid Bin Velid’i görevden almasının sebeplerinden biri budur. Çünkü Halid askeri bakımdan o kadar ileri noktalara gitti ki, Medine’ye yürüyüp Halife’yi değiştirecek formasyona ulaştı, yani isteseydi ‘askeri bir darbe’ yapar, cunta yönetimi kurabilirdi.”21 Halid bin Velid’de potansiyel bir Jül Sezar bulmak için hayal gücü yeterli; ama bunu 27 Mayıs’a bağlamak için hayal gücü değil, dinci liberal ideolojik formasyon gerekiyor. Bundan daha önemli olan ise sivil toplumun/cemaatin rejimin silahlı bekçisi tayin edilmesidir. Bir ilke olarak sivil silahlanmaya karşı oldukları kuşkusuz olan sol liberaller bu satırlardan endişelenmiyor ve kendilerini güvende hissediyor olabilirler. Ben Bulaç’ın yazdıklarına baktığımda, sadece geçmiş ve bitmiş bir Asr-ı Saadet’e değil, aynı zamanda her vatandaşın silah bulundurma “hakkı”nın anayasa tarafından korunduğu, sivil vatandaşa suça müdahale ve tutuklama yetkisinin verildiği ABD’ye de bir öykünme görüyorum.
Yeniden tarih yazımı ve ilerleme karşıtlığı
Bir fiil olarak modern tarih yazımı, sonsuza yakın sayıda olgudan kendi içerisinde tutarlı ve bütünü açıklayan bir alt küme seçimine dayanır.22 Postmodernizm ise tarihe, kronolojik dizgeleri ve neden-sonuç ilişkilerini yapıbozumuna uğratarak yaklaşır. Öyle ki: “İlerleme fikrinden sakınan postmodernizm, bir yandan her türlü tarihsel süreklilik ve bellek duygusunu terk ederken, bir yandan da tarihi yağmalama ve orada ne bulabilirse onu şimdinin bir boyutu gibi massetme konusunda inanılmaz bir yetenek geliştirir.”23 Diğer yandan, başka bir yazıda değinmeye çalıştığım üzere, siyasi mücadelelerden galip çıkan taraflar, başarılarını ideoloji alanında yeniden tarih yazımı ile konsolide ederler.24 Bu yapılırken, yalnızca yeni bir olgular alt kümesi seçilmesi yetmiyorsa, olguların çarpıtılması veya olmayan olguların icat edilmesine başvurulur. Yazının önceki bölümünde verilen kimi örnekler bu bağlamda okunabilir, ancak konumuz için esas önemli olan, dinci liberalizmin Cumhuriyet tarihine yaklaşımıdır.
Bu yaklaşımın özü, Gülen hareketinin haftalık yayını olan Aksiyon’un o çarpıcı kapağında yazdığı üzere “Yüzyıllık Yanlışlık”tır.25 “Yanlışlık” vurgusu, “resmi tarih çarpıtmalarla doludur” şeklindeki doğruluğu tartışılmaz sava dayandırılsa da; tanımlanan “yanlış”ın özü başlı başına cumhuriyetin kendisi; onun Osmanlı İmparatorluğu’ndan saltanatın yıkıntılarını süpüren bir devrimle kopmasıdır. Bu kopuşun mahkûm edilmesi ve Yeni Osmanlıcı bir imparatorluk öykünmesi, bolca tarih çarpıtmasına dayanmak durumundadır. Görelim:
“Kurtuluş Savaşı efsanesi bizi sömürge yönetimlerinden bağımsızlığını kazanmış yeni yetme devletlerle eşit düzeye getirmektedir. Düşünebiliyor musunuz, İmparatorluk sahibi bir millet; yeryüzünde bugün mevcut olan 60’a yakın devleti bir zamanlar yönetmiş olan bir millet, kendisini azgelişmiş, yeni yetme, tarihsiz ve talihsiz bir millet olarak tanımlıyor. Hemen arkasında duran hazinelere sırt çevirip sefalete ve cehalete kendisini mahkûm ediyor. Böyle şey olur mu? Maalesef oldu.”26
“Türkiye bir üçüncü dünya ülkesi değildi. Emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını kazanmamıştı. Cumhuriyet de sömürge boyunduruğundan yeni kurtulmuş, kendi ayakları üzerinde durmaya, kendi geleneklerini oluşturmaya çalışan, tarihin sıfır noktasında bir ülke değildi. Basit bir tarihi gerçek: Tarihin hiçbir evresinde sömürge yönetimi altında yaşamadık.”27 Osmanlı ile cumhuriyet arasında tarihsel bir süreklilik olduğu, yaşanan kopuşun ise “ittihatçı” düşüncenin yanlış bir zorlaması olduğu tezi, dinci gericiliğin kadim iddialarından biridir. Buna paralel olarak, Osmanlı’nın çöküşünü ise 1908’den sonraki ittihatçı maceracılığına bağlayan savlar üretilir ve söylem “II. Abdülhamit tahttan indirilmeseydi Osmanlı yıkılmazdı”ya kadar vardırılır.
Ne var ki, Osmanlı güzellemelerinin nostaljiden çıkıp Yeni Osmanlıcı bir “emperyal geçmişe dönüş” hülyasına dönüşmesi dinci liberalizmin cumhuriyeti tasfiye eden iktidarının sonucudur. Kervana put kırma heveslisi, ama kırdığı şeylerin put mu, tavanı taşıyan sütun mu olduğunu çok umursamayan sol liberaller de katılınca “1839’dan 1913’e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi”28 gibi masallar dahi tarih tezi olarak pazarlanmaya başladı. Bu tezlerin gericiliği ve pro-emperyalist çıktıları bu yazının konusu değil; ancak tarih yazımına tarihsel roman yazar gibi yaklaşılmasının bu denli olası hale gelmesinin postmodern tarihçiliğin bu alanda yarattığı tahribatın bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.
“Osmanlı’ya dönüş” bu uyduruk tarih tezlerinden doğuyor, ama kamusal alana daha da sığlaşarak, semboller ve biçimlerle sıçrıyor. Artık yılda bir fetih şenliklerinde halatla gemi çekmek yetmiyor; TSK’nın yeniçeri kıyafetleri giyip Osmanlı’nın ordu törenlerini temsili olarak canlandırması öneriliyor;29 belediye zabıtaları Fatih ve Kanuni döneminin kıyafetleriyle denetime çıkıyor.30 Sanki dinci liberal iktidar bloğu hep bir elden Marx’ın “dünya tarihindeki bütün büyük olgular ve kişiler iki kez ortaya çıkar; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak”31 sözünü ispatlamaya çalışıyor gibi; ancak bunda şaşılacak bir şey yok. Bu sığ ve indirgemeci tarz, postmodernizmin tarihe yaklaşımının kaçınılmaz sonucu:
“(…) postmodernizmin tarihsel alıntı yapma ve popülizm eğilimini, nostalji güdüsüne cevap verme (buna bu güdüye muhabbet tellallığı yapma da diyebiliriz) çabasından ayırdetmek mümkün olmamıştır. Hewison tarihsel miras sanayii ile modernizm arasında bir bağıntı görür: ‘Her ikisi de şimdiki hayatlarımızla geçmişimizin arasına giren sığ bir ekran yaratır. Tarihi derinlemesine kavrayamayız; bunun yerine sunulan, tarihin bugün yeniden yaratılmasıdır, eleştirel söylemden ziyade kostümler içinde sunulan bir tiyatroda tarihin canlandırılmasıdır.’ ”32
Dinci liberalizmin postmodern tarzda bir ilerleme düşmanlığı ve tarih oburluğunu benimsemesi, onun insanlığın tarihsel ilerlemesi karşısında aldığı temel pozisyonun günümüzdeki mantıki sonucudur. Dinci gericilik için, insanın bireysel hayatı, ilk insanın kovulduğu cennete dönüş çabasından ibaret olmalıdır. Bir bütün olarak insanlık ise yavaş yavaş imandan uzaklaşmakta (dilerseniz, dinsel açıdan gerilemekte) ve kıyamete doğru gitmektedir. Referans alınan “iyi ve doğru” hep geçmiştedir ve gelecekte ya geçmişe dönüş ile kurtuluş ya da karanlık vardır. Dinci gericiliğin ilerleme fikrine şiddetli biçimde karşı olmasının sebebi budur; zira “ilerleme” ve “kıyamet” kavramları birbirini radikal biçimde dışlar, aynı “irade” ve “kader” gibi.
Aydınlanma karşıtlığı ve “aydın” ile kurulan ilişki
Postmodernizmin genel-geçer doğruların tasfiyesi ve bunların yerine sınırsız sayıda “özgün görüş”ün ikame edilmesi yönelimi, ilerleme fikrini nasıl dışlıyorsa kaçınılmaz olarak aydınlanma fikrini ve dolayısıyla “aydın” kimliğini de dışlar. Aynı düşünce, dinci liberal ideologlar tarafından cumhuriyet aydınlanması ve aydınına yönelik olarak dillendirilmektedir. Bu düşünceye göre aydın sıfatı öncelikle genel olarak sorunludur çünkü:
“(…) aydın kelimesi aydınlanmış ve aydınlatan anlamlarını içeriyor. Böyle bir nitelendirmeyi hak edebilmek için toplumun zihinsel planda yeniden kurulabileceğini, örgütlendirilebileceğini, şekillendirilebileceğini ve topyekun bir hedefe doğru yönlendirilebileceğini baştan kabul etmek lazım. Ama toplum hiçbir zaman bu kadar basit olmadı.”33
Bu düşüncenin kaçınılmaz sonucu olarak Türköne, en temel postmodern tezlerden birine varmaktadır:
“Toplumun özgür bireylerden oluşan bir varlık olduğunu kabul etmek demek, toplumu dönüştürmeye çalışan insanların işinin bittiği ve hiçbir gerekçelerinin kalmadığı anlamına gelir.”34
Ancak dinci liberalizmin Cumhuriyet aydınlanması ve aydınıyla klasik dinci gericilikten devraldığı özel bir tarihsel hesabı vardır; zira Bulaç’ın açıkça ifade ettiği üzere: “Cumhuriyet aydını ‘Osmanlı ulemasını tasfiye etmiş’ tir.”35 Rövanşı almak için saldırıya geçen dinci liberalizmin cephanesi postmodernizmden ödünç aldığı düşüncelerle artık daha geniş ve günceldir: Aydın niteliksiz, tarihsiz, modernizm sapığı ve güce tapan bir kapıkuludur.
“Türkiye’yi azgelişmiş ve üçüncü dünya ülkesi olarak tasvir eden ve o hale sokanlar aydınlardır. Çünkü kendileri aslında standart olarak bir azgelişmiş ülke aydını standardına sahiplerdi. Fakat bu Osmanlı döneminde değil, Cumhuriyet döneminde olmuş bir garabettir (…) Eğer halkı bir hamur olarak kabul ederseniz zaten peşinen kendi ülkenizi bir azgelişmiş ülke olarak tanımlamanız ve sonuçta geleneklerinizi ve tarihinizi yok saymanız gerekir. Cumhuriyet döneminde Türk aydınların yaptığı da budur (…) Modernleşmenin yarattığı çarpıklıkların çoğunun sorumlusu, bu yüzden aydınlardır (…) İman derecesinde toplumun nasıl değişmesi gerektiğine dair fikirlerini savunuyorlar. Bu fikirleri uygulayabilmek için de güce ihtiyaç var (…) Toplumun yanında yer almadığı için onun muhalif sesini duyurmak gibi bir misyonu olmadığına göre aydının yer alabileceği tek bir yer var: Güç neredeyse orası!”36 Ne var ki toplumu şekillendirme fiiline ne kadar çamur atarsa atsın dinci liberalizm de bir toplum yaratma projesidir ve düşünce üretip bunu toplumsallaştıran insana ihtiyacı vardır. Dolayısıyla bir yanda “aydın”ı kendisine karşıt ve statükoya sıkı sıkıya bağlı bir pozisyonda tanımlarken, diğer yanda onun yerine net bir yönelime işaret etmeyen “entelektüel” sıfatını geçirir:
“Okur-yazarlık, zamanın bilgi birikimine sahip olmak, formel iyi bir eğitimden geçmek en genel anlamda bu süreci başarıyla tamamlamış insanı sadece ‘aydın’ yapar. Tanım gereği aydın bir önceki dönemin dünya görüşünü, ideolojisini tekrar eder, toplumu aydınlatmaya çalışır. Ancak kalın bir aydın tabakasının olduğu toplumda, her zaman ve en çok ‘entelektüel’ e ihtiyaç duyulur. Zira entelektüel, dünyaya eleştirel bakar, mevcut-verili durumu farklı bir perspektiften analiz eder ve geleceğe ilişkin muhayyile geliştirir. Entelektüel zamanında anlaşılmayabilir, ama bir sonraki zamanın habercisi olduğundan her zaman söyledikleri dikkate alınmaya değer. Yeni ufuk turu çizme kapasitesine sahip entelektüellerin olmadığı bir toplumda, aydınlar, yerleşik alışkanlıkları kurumsallaştırır; bu ise zamanla zihinlerin ve ruhların hapishanesine dönüşür.” 37
Kimin aydın olup kimin olmadığı konusunda yapılan her tasnif son tahlilde ideolojiktir. Cumhuriyet aydınlanmasının günümüzdeki temsilcilerinin ne kadar “aydın” oldukları sosyalistler açısından da tartışmalıdır. Dinci liberallerin bugün böylesine rahat at oynatıyor olmalarının sebepleri arasında belki de en büyüğü Kemalist aydınlanmacılığın dinci liberal ideolojik saldırıya yanıt üretemeyecek derecede kemikleşmiş ve tarih-dışı kalmış olmasıdır. Ne var ki saldırı yalnızca bu köhnemiş kesime değil, tüm aydınlara ve aydınlanma fikrinedir.
Aydın halk düşmanı ve otoriter-totaliter rejim aşığı olarak yaftalanmakta; düzeni doğrudan karşıya alan devrimci aydınlara da cuntacı yaftası yapıştırılmakta; bu yolla devrimcilik ile darbecilik birbirine eşitlenmektedir. Öte yandan, “halkçı aydın” yerine uçuşkan, ne dediği anlaşılmayan bir tipoloji vazedilmektedir. Bu “mahallenin delisi”, emekçi kitleler nezdinde itibarsız kalmaya mahkûm olduğundan düşüncelerini toplumsallaştırıp siyasallaşamayacak ve küçük burjuva karakterinin basıncı altında düzene şu veya bu biçimde fayda sağlayan düşünceler üretmeye meyledecektir. Bu “entelektüel” tanımına, en fazla günümüz sol liberalleri uymaktadır. Onların cemaat açısından neye yaratılacağı ise şöyle anlatılmaktadır:
“Cemaatlerin işaret edilmesi gereken bir başka risk alanı, iç entelektüel stoklarının zayıflığı ve bunu ikame etmek için başvurulan politikalardır (…) Genellikle cemaatler entelektüel yetiştirmez. Onların iç (resmi) görüşleri var (…) entelektüel hem (bu görüşün) dışına çıkar, hem de bazı durumlarda liderle fikirlerinin örtüşmediği anlaşılır ve (…) muhalif bakışa sınır koymak durumunda kalır. Ancak gündelik tartışma ve mücadeleler içinde cemaatin hem kendini anlatmaya hem de savunmaya ihtiyacı var. Bu durumda cemaatin ‘dışarıdan entelektüel’in yardımına başvurduğu görülür. Dışarıdan gelen entelektüel profesyoneldir (…) konjonktüre göre liberal veya milliyetçidir.”38
Bu aydınlatıcı satırların ardından Bulaç, cemaatin yakın çevresinde bulunan gençlerin nasıl dışarıdan gelen entelektüele kaptırılmaması gerektiğini de anlatmayı ihmal etmiyor. Böylelikle dinci liberal cenahın, sol liberalizmle olan ilişkisinin nasıl bir doğaya sahip olduğu da ortaya çıkmış oluyor. Postmodern-sivil toplumcu düşünceden serbestçe beslenen dinci liberalizm, bu düşüncenin yerli taşıyıcıları olan sol liberalleri de serbestçe araçsallaştırmakta, ama onlara kendileri üzerinden toplumsallaşma hakkı tanımamak konusunda özel bir hassasiyet korumakta; kısacası iktidarını paylaşmamaktadır.
Burada konumuzla doğrudan alakalı olmasa da bir noktayı vurgulamakta fayda var. Türkiye’nin geleneksel düzeninin ulusalcı sol bir “kapıkulu aydın” kadrosunu araçsallaştırdığı ne kadar doğruysa; bugün iktidarda olan dinci liberalizmin kendi egemen ideolojisini hakim kılma sürecinde sol liberal bir “kapıkulu aydın” kadrosunu araçsallaştırdığı da aynı derecede doğrudur. Cumhuriyetin tasfiyesine yönelik süreç olgunlaştıkça bu sol liberal kapıkullarının görev sürelerinin sona erip kenara atılmaları kuvvetle muhtemeldir, ama esas önemli olan, iktidarı ele geçirme mücadelesi veren sosyalist devrimci düşüncenin bu kesime yönelik tutumunun ne olması gerektiğidir. Sol liberalizm, ideolojiler haritasında sosyalist düşünce ile kısmi komşuluğu nedeniyle olduğundan büyük bir düşman gibi görünmekte ve hedef sapmasına sebep olmaktadır; düzene sağladığı en büyük faydalardan biri de budur. Devrimci hareketin yapması gereken, onu düzenin herhangi bir aygıtı gibi, yani iktidara giden yolda teşkil ettiği engel nispetinde dikkate almaktır. Bunu söylerken sol liberalizmin önemsiz bir düşman olduğunu iddia etmiyorum. Aksine ideolojiler haritasındaki yakınlık, sol liberalizme sosyalist devrimci düşünceye yönelik özgün sabotaj imkanları sağlamaktadır. Ne var ki sol liberalizm gerçek düşman değildir ve bu ölçüde önemsenmemelidir.
Sonuç
Yazının girişinde işaret ettiğim başlangıç niteliği bütünlüklü bir “sonuç” yazmayı olanaksız kılıyor. Dolayısıyla sonuç yerine birkaç not düşerek yazıyı noktalamak durumundayım.
Bunlardan birincisi bir uyarı: Dinci liberal ideoloji kemalizm karşısında kazandığı zaferle birlikte hızla Türkiye kapitalizminin egemen ideolojisi haline geliyor. Üstelik bu zafer, kemalizmin yıllardır kanıksadığı resmi ideoloji-egemen ideoloji mesafesini, ortadan kaldırmasa da, hayli kısaltıyor. Dolayısıyla meseleye “sümüklü imam” benzeri sığ nitelemelerle yaklaşmanın gerçekçi bir yanı bulunmuyor; zira gelinen noktada bunun Papa’ya “ihtiyar bunak” demekten farkı kalmamış durumda. Dinci liberalizmin ciddiye alınması, yazdıklarının takip ve boşluklarının tespit edilmesi gerekiyor. Ben bu yazıda, bu ideolojinin öne çıkan kimi yönlerini açmaya çalıştım. Bunlardan her biri kuşkusuz kendi içinde derinleştirilmeye muhtaç.
İkincisi ise tartışma zemini. Dincileşen bir toplumda, dinci gerici düşünce ile tartışırken tartışma zeminini dinin kendisi olmaktan çıkartmak gerekiyor. “Asr-ı Saadet’te sivil toplum var mıydı yok muydu?” benzeri tartışmaların her biri birer bataklık ve bu bataklıklara girmek baştan yenilgiyi kabul etmek demek. Zira bataklığın sahipleri asırlardır orada yaşıyor. Bataklığı kurutmak için yapılması gereken dinci liberalizmi daima en zayıf olduğu yerden, yani gerçek, güncel sorunlar karşısındaki çaresizliği ve emekçi sınıfa yönelik sömürücü tutumundan vurmak gerekiyor. Dinci liberal cenah bugün Türkiye’yi yönetiyor; dolayısıyla Türkiye’nin başına gelen küçük-büyük her türlü felaketten onlar sorumlu. Felaketlerin ve adaletsizliğin benzersiz boyutlara ulaştığı ülkemizde, iktidar partisinin isminde “adalet” ve “kalkınma” kelimeleri geçiyorsa, bu iktidarın meşruiyetine yönelik saldırılar bu gerçek konular üzerinden yürütülmeli ve halkın dinle, imanla alakası olmayan, alabildiğine gerçek sorunlarının bu iktidar yüzünden çözülemiyor olduğu ideolojik mücadelenin temel motifi olmalıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Çulhaoğlu, Metin,, “Dinci İdeolojinin Üç Dönemi”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/dinci-ideolojinin-uc-donemi-17737, 05.09.2009.
- Çulhaoğlu, agm.
- “Hocaefendi”nin 1997-1999 döneminde yürüttüğü hızlı diplomasi trafiği dikkate değer: Gülen, 1997 yılının Eylül ayında ABD’nin en büyük Yahudi kuruluşlarından olan Anti-Defamation League’in başkanı Abraham Foxman aracılığıyla New York Kardinali John O’Conner ile görüşüyor. Kasım ayında Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Georges Marovitch başkanlığında, Türkiye’deki Süryanilerin liderlerinden oluşan bir heyet ile görüşen Gülen’e, 23 Ocak’ta Papa 2. Jean Paul bir bayram tebriği gönderiyor. Vatikan’ın dinlerarası diyalog sorumlusu Kardinal Francis Arinze aracılığıyla gelen bu mesaj, 9 Şubat 1998 tarihindeki ve kanımca hayli önemli olan Gülen-Papa görüşmesini sağlıyor. Gülen bu görüşmeyi takiben 25 Şubat’ta İsrail’in Seferat Hahambaşı Eliyahu Bakhsi Doron, 9 Mart’ta ise Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı tarafından gönderilen bir delegasyon ile görüşüyor. Gülen, 2 Mart’ta Türkiye’den ayrılıyor. Hakkında tutuklama kararıyla sonuçlanacak soruşturma ise ancak 18 Haziran’da açılıyor. Dönemin hareketli ortamında DGM’nin çok da hızlı davranmadığını not etmek gerekiyor.
- Okuyan, Kemal,, “Yeni Dönemin Teorik Meseleleri”, Gelenek, sayı: 101, Mayıs 2009, s.12.
- Harvey, David, Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları, 2006, s.21.
- Terry Eagleton’dan aktaran Harvey, age, s.22.
- Harvey, age, s.57.
- Adnan Oktar’ın, sarayının bahçesinde deve sürüsü besleyen meczup bir tarikat liderinden; dünya çapında evrim karşıtlığının en önemli isimlerinden birine dönüşürken geçirdiği süreç, Türkiye dinci gericiliğinin esneme ve dönüşme kapasitesi konusunda çok öğreticidir.
- Bulaç, Ali, Din-Kent ve Cemaat: Fethullah Gülen Örneği, Ufuk Kitap, 2008, s.13.
- Tüköne, Mümtaz’er, Türkiye’nin Kayıp Halkası, Etkileşim Yayınları, 2005, s.77.
- Türköne, age, s.74.
- Bulaç, Ali, Tarih, Toplum ve Gelenek, İz Yayınları, 1997, s.207.
- Bulaç, Din-Kent ve Cemaat, s.44-45.
- Bulaç, age, s.95.
- Bulaç, A., age, s.99-100.
- Bulaç, A., age, s.90.
- Erbil, Gamze, “‘Öteki’ne Şeriat”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/gamze-erbil/oteki-ne-seriat-gamze-erbil-1144, 17.09.2008.
- “Şeriat Mahkemeleri Güven Veriyor”, Vakit, http://www.habervaktim.com/haber/80379/seriat_mahkemeleri_guven_veriyor.html, 22.07.2009.
- “İMKB şeriat kuruluna başvurdu!”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/ekonomi/imkb-seriat-kuruluna-basvurdu-haberi-17004, 17.08.2009.
- Bulaç, A., age, s.92.
- Bulaç, A., age, s.86-87.
- Carr, Edward Hallett, Tarih Nedir?, İletişim Yayınları, s.18 ve 28.
- Harvey, D., age, s.71.
- Önal, Nevzat Evrim, “Tarih Çarpıtıcılarının Derdi Nedir?”, soL Haftalık Dergi, sayı 295, s.20.
- Aksiyon, sayı 711, 21.07.2008.
- Türköne, M., age, s.44.
- Türköne, M., age, s.76.
- Nişanyan, Sevan, “Vatan Kurtardı, Halifeyi Kovdu, Daha Ne?”, Taraf, 29.03.2009.
- “AKP’li Milletvekilinin Osmanlı Özentisi”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/akpli-milletvekilinin-osmanli-ozentisi-haberi-16173, 27.07.2009.
- “Osmanlıcılık Her Koldan Yükseliyor”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/osmanlicilik-her-koldan-yukseliyor-haberi-17764, 06.09.2009.
- Marx, Karl, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Almanca’sından Çeviren: Erkin Özalp, Yazılama Yayınevi, 2009, s.15.
- Harvey, D., age, s.107. Alıntının sanki günümüz Türkiyesi’ne bakılarak yazılmış izlenimi vermesine aldanmamakta fayda var. Harvey’in kitabı 1990’da yazıldı, Hewison’dan alıntıladığı cümleler ise 1987’de kaleme alındı. Emperyalist merkezlerden salgılanan gerici ideolojinin Türkiye’ye Osmanlıcılık olarak sirayet etmesi ve cumhuriyet değerlerine karşı tasfiyeci bir saldırının başlatılabilmesi için dinci gericiliğin 1990’lardan bu yana büyük miktarda emek sarf ettiğini not etmek gerekiyor.Marx, Karl, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Almanca’sından Çeviren: Erkin Özalp, Yazılama Yayınevi, 2009, s.15.
- Türköne, s.162.
- Türköne, s.165.
- Bulaç, s.95.
- Türköne, M., age, s.161-163.
- Bulaç, A., age, s.298-299.
- Bulaç, A., age, s.18-19.