Bağlantısızlar Hareketi’nin Küba’da 11-16 Eylül 2006 tarihleri arasında düzenlenen Havana Zirvesi, hareketin uzun dönemdir süren sessizliğini geride bırakacağı izlenimi yarattı. 14. Bağlantısızlar Zirvesi merkezinde büyük ölçüde Küba ve Venezuela’nın durduğu Latin Amerika’dan dünyanın tüm altta kalanlarına, ezilen ve yok sayılanlarına, yoksullarına yönelen bir umudun odağı oldu aynı zamanda. Peki Bağlantısızlar Hareketi, böyle bir umudun karşılığını yaratabilecek bir misyonu üstlenebilir mi?
Ve, Bağlantısızlar Hareketi’nin sol siyasetle ilgisi nedir?
Her şeyden önce Bağlantısızlar Hareketi’nin 2006 zirvesinin “yeni bir rüzgar estirdiği”1 yönündeki düşüncenin temelinde Zirve’nin Küba’nın başkenti Havana’da yapılmış olması yatıyor. Son dönemde dünya tablosunda ABD’ye karşı çıkışlarıyla yıldızları parlayan Küba ve Venezuela zaten bir süredir sol siyaset için önemli bir ilgi odağı oluşturuyordu. Geçmişinde çeşitli sol akımlarla belli bir etkileşim içinde olmuş olan Bağlantısızlar’ın bir kez daha solun ilgisini çekmesinin temel nedenlerinden biri Küba’nın hareketin dönem başkanlığını üstlenmesi ve bu zirveye evsahipliği yapması oldu. Bu “durumun” doğrudan sonucu Bağlantısızlar’ın bundan üç yıl önce Malezya’da gerçekleştirdiği zirve toplantısından farklı olarak uluslararası siyasette “dikkat çekmesi” ve ortaya çıkardığı ideolojik-politik eksenle sesini daha fazla duyurması oldu.
İkinci olarak, ortaya çıkan bu siyasi çerçeveyi değerlendirmek gerekiyor. Esasen, Havana Zirvesi’nin gündemi ve sonuç belgeleri Birleşmiş Milletler’in (BM) Soğuk Savaş döneminde ürettiği “literatür”ün sınırlarını çok da zorlamıyor. Zaten Hareket’in -Havana zirvesinde de ısrarla altı çizilen- kuruluş ilkeleri ve politik yaklaşımları da bu çerçeveden besleniyor. Ancak, aşağıda açılmaya çalışılacak bu çerçeve bugünkü uluslararası ilişkiler denkleminde başlı başına bir “zorlama” anlamına geliyor. Ve bu zorlama örgütlü bir şekilde gündeme getirildiğinde bir kat daha fazla anlam kazanıyor.
Konuyla ilgili olarak daha ilk elde akla gelen birçok sorunun yanıtlarını aramaya başlamadan önce Bağlantısızlar Hareketi’nin tarihine kısaca bir göz atmakta yarar var. Havana Zirvesi’nin kendisine dayanak aldığı en temel iddialardan biri, “Bağlantısızlar Hareketi’nin tarihsel ilkeleri ve politik yaklaşımlarını yeniden etkin kılmak” olarak formüle edildi. Bu ilkelerin hangi dönemde ve hangi koşullar altında ortaya çıktığına bakmak, bugün hangi zeminde önem kazandığını tartışmadan önce anlamlı olacaktır.
Bağlantısızlar Hareketi’nin geçmişine dair notlar…
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası ilişkiler konjonktüründe en önemli gelişmelerden biri sömürgelikten kurtulan ve bağımsızlığını kazanan Üçüncü Dünya ülkelerinin dünya siyasetine ağırlık koyma denemesi oldu. İçlerinde esas olarak Asya, Afrika, Arap ülkeleri ve Latin Amerika ülkelerinin yer aldığı Üçüncü Dünya ülkelerinin uluslararası ilişkiler sistemine eklenmesi döneme ilişkin özgün koşullarda gerçekleşti. Sosyalist ülkeler ve Batı ülkeleri olarak bölünen dünyada BM örgütü belirgin bir ağırlık kazanırken küçük ve önemsiz görünen Üçüncü Dünya ülkeleri özellikle birlikte hareket ettikleri zaman uluslararası ilişkiler çerçevesinde önem kazanabildiklerini gösterdiler.
İlk örgütsel ifadesini 1920 Doğu Halkları Kurultayı’nda bulan ulusal kurtuluş hareketleri bazı girişimlere karşın İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar birbirlerinden yalıtılmış halde kaldı. Doğu Halkları Kurultayı 1917 Ekim Devrimi’nin Asya ve Ortadoğu halklarına yönelik bir müdahale girişimi olma özelliği taşımaktaydı. Ama ideolojik ve siyasal etkileri yalnızca Rusya ve daha önceki dönemde Çarlık Rusyası’na ait ülkeler coğrafyasına değil, daha geniş bir alana yayılmıştı. 1917 Ekim Devrimi’nin yarattığı ilk dalganın ardından 1920’li yıllarda dünyanın ezilenlerini bir araya getirme isteği çeşitli denemelere neden oldu. İşin ilginç yanı Üçüncü Dünya konulu uluslararası toplantıların Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilmiş olmasıydı. 1926’da Fransa’da Bierville’de Uluslararası Dünya Barış Kongresi, 1927 yılında Belçika’da Brüksel’de Ezilen Uluslar Kongresi düzenlendi. Bu toplantıya 37 ülkeden gelen aralarında Nehru, Ho Şi Minh gibi liderlerin bulunduğu 175 delege katıldı. Bu kongrede belki de ilk kez Asya ve Afrika liderleri arasında doğrudan temas kuruldu.
1920’lerde Asya ülkeleri ilk birlik girişimlerini Avrupa kentlerindeki toplantılarda gerçekleştirirken, Afrika birliği hareketinin temelleri Amerika kıtasında atıldı. 1919-1927 yılları arasında düzenlenen kongrelere ABD ve Batı Hint adalarından gelen delegelerin yanı sıra Avrupa’da öğrenci olarak bulunan Afrikalı genç lider adayları da katıldı. 1927 yılında New York’ta Afrika Birliği Kongresi düzenlendi. 1930’lu yıllarda özellikle faşizmin yükselişe geçmesi nedeniyle duraklama gösteren bu tür girişimler 1945 yılında İngiltere’de, Manchester’de düzenlenen bir başka toplantıyla yeniden canlılık kazandı.
Savaş sonrası dönemde bağımsızlığını kazanan eski sömürge ülkelerin kendilerini ifade edebildiği bir başka zemin bölgesel konferanslar oldu. Bu tür konferanslarda bağımsızlık, sömürge karşıtlığı, bölgesel dayanışma gibi konular öne çıktı. Toplantılarda ele alınan önemli konular arasında bağımsızlık, ırkçılık ve sömürgeciliğe karşı mücadeleler ve kurtuluş mücadeleleri barış yanlılığı, tarafsızlık/aktif tarafsızlık, insan hakları azgelişmiş ülkelerin ekonomik gelişimi ve sosyalizm meseleleri yer aldı.
Bağlantısızlığın sosyalist sistemle kapitalist ülkeler arasında her ikisine de eşit mesafede yer alan, tam anlamıyla tarafsız bir tutum olup olmadığı çokça tartışma konusu oldu. Bu konuda tam bir tarafsız tutumu savunanlar vardı. Ama çoğunluk şu ya da bu şekilde sosyalizmden yana, ya da en azından emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı bir eğilim gösterdi. Bu konum zaman zaman, özellikle savaş ve barış ya da sömürgecilikten kurtuluş gibi önemli meseleler söz konusu olduğunda “aktif tarafsızlık” olarak adlandırıldı. Sosyalist sistem tüm eksikliklerine, teorik ve pratik açıdan tartışmalı yönlerine karşın Soğuk Savaş yıllarında uluslararası alanda hakim ideolojik çerçevenin belirleyicisi olma üstünlüğünü elinde tutmayı başardı. Bağlantısızlar açısından BM Genel Kurulu’nda 1950’li yılların başlarından itibaren bir Afrika-Asya grubu oluştu.
1955 Bandung Konferansı ve etkileri
1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını kazanması ve 1949’da gerçekleşen Çin Devrimi’nin yarattığı moral ve motivasyon sayesinde yalnızca bu ülkelerin iç siyasetinde değil, uluslararası ilişkiler çerçevesinde de bağımsızlık, bağlantısızlık ve Üçüncü Dünyacılık anlamında önemli bir hareketlenme ortaya çıktı.
1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde düzenlenen ve Bağlantısızlar Hareketi’nin oluşma konferansı olarak da değerlendirilen bu önemli toplantının kendinden önceki toplantılardan farklı yanları vardı. Örneğin bu toplantı devletler ve hükümet temsilcileri düzeyinde yapılmıştı. Mısır’dan Cemal Abdül Nasır, Gana’dan Kwame Nkruma, Yugoslavya’dan Josip Broz Tito, Hindistan’dan Cevaharlal Nehru ve Endonezya’dan Ahmed Sukarno toplantıya katılan dönemin dikkat çeken liderleri olarak uluslararası alanda bir güç ve önemli ilkeler ortaya çıkardılar. Bağlantısız ülkeler daha sonraki yıllarda BM bünyesi içinde de bir araya geldiler ve özellikle BM Genel Kurulu’nda çeşitli sorunlarda birlikte hareket ederek bir ağırlık merkezi oluşturdular.
Bandung Sonrası dönemde, 1960’larda hareket çeşitli zorluklar ve iç gerilimler yaşadı. Bu dönem uluslararası ilişkiler konjonktüründe füze krizi, ABD’nin Küba Domuzlar Körfezi çıkartması, Vietnam savaşının ve Uzak Doğuda savaşa yönelen gerilimlerin hız kazanması, Kongo’da Başbakan Patrice Lumumba’nın öldürülmesi, Mısır’da Nasırcıların yeni ve radikal sayılabilecek reform hareketlerine yönelmesi, ABD-Sovyetler Birliği arasındaki gerilimlerin tırmanması, Berlin krizi gibi olaylarla tansiyon yükseldi. Bağlantısızlar hareketinin iç gerilimlerinin de arttığını belirtmemiz gerek. Hareket içinde Batı yanlıları-tarafsız ülkeler arasında Çin Halk Cumhuriyeti ile Hindistan arasında ve yine Çin ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan gerilimler doğal olarak gidişatı etkiledi. Bağlantısız ülkeler konferanslarında Asya-Afrika ülkelerinin ağırlığı görece azalırken, onun yerini Latin Amerika’dan Avrupa’ya uzanan geniş bir coğrafyada dünyanın farklı bölgelerinden taraftar toplayan “bağlantısızlık” düşüncesi aldı. Çeşitli ara toplantılar ve bölgesel konferanslar dışında hareketin en önemli zirveler 1961’de Yugoslavya’nın başkenti Belgrad’da, 1964’te Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan toplantılar oldu. 1960’ların sonlarına doğru dağılma ve önemsizleşme eğilimi içine giren hareket başka birçok nedenin yanı sıra 1967 Arap-İsrail savaşının Arap dünyası açısından doğurduğu olumsuz sonuçları bünyesine taşıdı.
Bundan sonra kısmi bir yükseliş dönemini, 70’lerin sonuna doğru Küba’nın bir kez daha hareketin liderliğini üstlendiği dönemde yaşayan Bağlantısızlar, 90’lara gelindiğinde ise sessizliğe gömüldü. 79’da hareketin liderliğini üstlenen Küba belki de neoliberal saldırı öncesindeki son anlamlı döneme öncülük etmişti. 80’lerin sonunda 1989’da Belgrad’da yapılan zirve ise sonraki on yıla damga vuracak Yugoslavya’nın parçalanma süreci öncesinde bir “veda” niteliğindeydi. 90’ların Endonezya, Kolombiya ve Güney Afrika’da yapılan zirveleri ve yine 2003 Malezya zirvesi hareketin uluslararası siyaset alanında fazlaca sesinin duyulmadığı dönemler oldu.
Emperyalizmin hamlesi
1980’lere gelindiğinde hem tekil kayıpların artışı hem de uluslararası alanda ideolojik üstünlüğün ve buna bağlı olarak inisiyatifin yitirilmesi, emperyalizmi bir hamle yapmaya zorluyordu. Neoliberalizm olarak kodladığımız büyük saldırı bu dönemde ortaya çıktı. Avrupa’nın, Sovyetler Birliği-ABD güç dengesinin oluşturduğu ortamda geliştirdiği “demokrasi” söylem ve uygulamaları sanki mümkünmüş gibi “sosyal devlet” içeriğinden ayrılarak vahşi bir piyasa anlayışıyla birlikte sunuldu.
Bu dönemin ayırt edici bir diğer yönü de emperyalist ülke yöneticilerinin sömürge dönemi küstah tutumlarının hortlamasıydı. ABD Başkanı Ronald Reagan’ın bugünün neocon’ları tarafından hâlâ büyük bir hayranlıkla zikredilmesinin önemli nedenlerinden biri budur. Tüm dünya adına konuşma iddiası 80’lerdeki neoliberal saldırı döneminde emperyalizme geçti. Sosyalist sistem bu dönemde inisiyatifi kaybediyor, 90’larda ise zaten ortadan kalkıyordu.
Neoliberal saldırı emperyalist sistemin tüm araçlarıyla yüklendiği bir saldırı oldu ve iki on yıllık bir zaman diliminde az gelişmiş kapitalist ülkelerin posasını çıkardı. 90’larla birlikte bu hedef coğrafyalara, eski sosyalist ülke toprakları da dahil oldu. Onların posasının çıkması için bir on yıl kafi geldi.
Bu yüzyılın başında ise, artık neoliberalizmin saldırısından değil, iflasından söz edilmeye başlandı. Avrupa Birliği’nin bir “örnek demokrasi” olma niteliğini yavaş yavaş kaybetmesi ve uluslararası alandaki etkisizliği de emperyalizmin “dünya adına konuşma” iddiasını yitirmesinde etkili oldu.
1990’lar boyunca yükseltilen değer ve sloganlar yavaş yavaş yerini karşı sloganlara bıraktı. 11 Eylül ile birlikte ise yeni bir döneme girildi. Tüm dünya adına konuşma iddiası, yerini “medeniyetler çatışması”, “terörle mücadele” gibi dünyayı “bölen” ve taraflardan birinin sözcülüğünü üslenmeyi hedefleyen bir tarza bıraktı. Ancak “düşman” olarak tarif edilen tarafların çokluğu ve giderek artması bu egemenlik tarzının çok kısa sürede sorgulanmasını beraberinde getirdi. Bugün dünyanın bir bölümü “terörle mücadele” edildiğine inanarak bu emperyalist demagojiyi desteklerken, bir o kadar büyük bölümü “düşman” saflarda yer almakta, daha büyük bölümü ise buna inanmayarak “asi” bir konuma yerleşmektedir. Bunda tarihsel ikiyüzlülük ve haksızlıkların bir dizi uygulamada beceriksiz biçimlerde teşhir olmasının da katkısı olduğunu belirtmek gerekir. Emperyalizmin uluslararası alanda inisiyatifi yitirmesi ve ideolojik hakimiyetinin yara alması süreci en kaba haliyle böyle gerçekleşmiştir.
İşte tam da böyle bir sürecin bir aşamasında Bağlantısızlar Hareketi’nin Küba ve Venezuela’nın iradesiyle “tüm dünya adına” konuşma iddiasıyla sahneye çıkması dikkat çekici olmuştur. Özellikle Chavez’in Bush yönetimini hedef alarak icra ettiği “düşmanca” tarzından farklı olarak 118 ülkenin “konsensus” ile aldığı kararların savunuculuğunun yapılması önemli bir açılım olmuştur.
Bu konsensus arayışının doğru bir tercih olarak altının çizilmesi gerekiyor; Küba ve Venezuela Latin Amerika’da da uluslararası politik tercihleri söz konusu olduğunda çok farklı koşullara sahip ülkeleri aynı safta yer almaya zorlayacak şekilde hareket ediyorlar. Birlik tüm iç dinamiklerden ve çelişkilerden bağımsız olarak kendilerini avantajlı gördükleri bir zemin olarak beliriyor. Elbette emperyalizmin sürekli “böldüğü” bir dünyada bunun çok daha kapsayıcı bir söylem olduğunu teslim etmek gerekiyor.
Öte yandan birliği ve konsensusu oluşturması beklenen aktörler ve katılımcılar çeşitlendikçe, savunulacak hattın daha geri bir mevzide oluşacağını da teslim etmek gerekir. Nitekim son Bağlantısızlar Zirvesi ile birlikte ortaya çıkan politik hat da bu anlamda hayli geri bir mevzi olarak görülebilir. Ancak emperyalizmin saldırganlıkta sınır ve hukuk tanımadığı böylesi bir dönemde mevziler yeniden tanımlanırken yukarıda bahsedilen eski BM hukuku çerçevesi ileri bir mevzi haline gelmiştir. Bunları daha somut başlıklar halinde ele alabiliriz.
“Hukukun üstünlüğü”
Emperyalist sistemin demokrasiyi de, insan haklarını da, hukuku da daha hakim bir şekilde yönlendirebildiği bir dönemde bu çerçevede yürütülecek bir siyasi mücadelede inisiyatifi elden bırakmayacağı kesindir. Ama sistemin bir saldırganlık-kriz döngüsüne girdiği dönemlerde, olağan zamanlarda büyük ölçüde kendisinin belirlediği bir alanda anlam kazandırdığı bu kavramlar sisteme karşı tehlikeli silahlara dönüşür.
BM’nin Soğuk Savaş döneminde belirlediği ve Sovyetler Birliği’nin uluslararası politikalarından büyük ölçüde etkilenmiş olan “uluslararası hukuk” çerçevesi pek çok açıdan bugün hâlâ geçerliliğini koruyan “birlikte eşit ve insanca yaşama” koşullarını içermektedir. Yukarıda belirtildiği gibi bugünkü saldırı ortamında bu çerçeve emperyalizm için “kabul edilemez” bir nitelik taşımaktadır.
Bağlantısızlar Hareketi’nin Havana Zirvesi’nde uluslararası ortama ilişkin olarak yapılan değerlendirmelerin ardından hareketin tarihsel ilke ve politikalarının bugün her zamankinden daha fazla geçerli ve ihtiyaç duyulan bir çerçeveyi oluşturduğu sık sık dile getirildi. Bu ilke ve politikalar tek taraflı ve zor kullanarak yapılan müdahalelerin karşısına işgale karşı direnme ve kendi kaderini belirleme hakkını koymakla başlıyordu. Ülkelerin nüfus ya da rejim tercihlerinden bağımsız olarak eşit egemenlik ve bağımsızlık hakkına sahip olmaları güncel değeri olan bir başka ilkeydi.
Hareket; kuruluş ilkelerine, BM Sözleşmesi ve uluslararası hukuk ilkelerine bağlı kalmayı tekrar tekrar taahhüt ediyordu.
Barışın ve güvenliğin, ekonomik kalkınma ve toplumsal ilerlemenin, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün sağlanmasının öneminin altını çizerken, burada bir kez daha bunun ulusların eşitlik temelinde ve her türlü çifte standarttan arındırılmış bir şekilde gerçekleştirilmesini önkoşul olarak koyuyordu.
BM’de yapılması gereken reform konusunda da benzer ilkesellikleri öne çıkaran Bağlantısızlar, tüm bunlarla zaten ABD’nin mevcut politikalarının tam karşısına konuşlanmış oluyorlardı.
Bu ilke ve politikaların dışında, Bağlantısızlar somut olarak Küba, Venezuela ve Bolivya’nın maruz kaldığı basıncı gündeme getirmenin yanı sıra, Filistin ve İran konularında da ortak bir tutum ortaya koydular ve bu da ABD ve kadim müttefiki İsrail’in politikalarını cepheden karşıya alan bir tutum oldu. Bu konuların ele alınışı, gerçekten de uluslararası alanda herhangi bir ülkenin tek başına itiraz edemeyeceği en temel ilkeler ekseninde gerçekleşiyor ve aynı zamanda karşı tarafın haksızlığını son derece net bir şekilde ortaya seriyordu.
Emperyalizmin, terörizm konusunda, nükleer silahlanma ve genel olarak silahlanma konusunda bazı devletleri hedef alırken kullandığı argümanların ne kadar ikiyüzlü ve çifte standart ürünü olduğu açıkça teşhir ediliyordu.
Evet, tüm bunların altında imzası bulunanlar 53 Afrika, 38 Asya, 24 Latin Amerika ve Karayipler ve bir de Avrupa ülkesiydi. Resmi rakamlara göre dünya nüfusunun yüzde 51’ini temsil ediyor ve dünya petrol üretiminin yüzde 86’sını ellerinde tutuyorlardı.
Veya şöyle de ifade edebiliriz: ABD’nin darbe girişimini atlatmış olan Venezuela, onyıllardır ambargo ile boğazını sıktığı Küba, nükleer silah tehdidi olduğu gerekçesiyle ağır bir uluslararası baskı yaptığı İran, yine benzer bir biçimde baskı “yapamadığı” ve bu konuda meydan okuyan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, İsrail’in saldırılarına teslim edilmiş bir Lübnan, bir Filistin ve yine uzun süredir çeşitli şekillerde sıkıştırılan Suriye… “Demokrasi tehdidi” ile teslim alınmaya çalışılan bir Belarus, halkları on yıllardır neoliberalizmin pençesinde kıstılırılmış Latin Amerika ve Karayipler ülkeleri…2
ABD’ye bir biçimde “direnen” bu ülkelerin asgari müştereklerde dahi birlikte davranma kararı aldıkları bir halde ortaya çıkacak toplam etkiyi tahmin etmek zor olmasa gerek.
Peki doğrultusu nasıl tarif edilecek?
Şimdilik yalnızca bir karşı çıkış, bir karşıtlık bir “anti” olarak…
Evet, Bağlantısızlar hareketini oluşturan karmaşık bileşimden elbette homojen ve doğrudan sol bir çıkış beklemek doğru değil. Ama öte yandan bugünkü dünya tablosunda BM hukukunun savunusu çerçevesinde ortaya çıkan bir “birlik” dahi oldukça ileri bir noktadır. Emperyalizmin gerici ve militer politik tercihleri ile karşı karşıya konduğunda ona gerçekten ciddi bir biçimde cephe alan ve kapsayıcılık iddiasına paralel olarak da etkin olma şansı artan bir “odak”tan söz ediyoruz.
2006 Havana
“2006’da Havana’da yapacağımız konferans, Bağlantısızlar Hareketi’nin uluslararası arenada yeniden etkili bir güç haline geldiğini kanıtlayacaktır. Bugün Bağlantısızlar Hareketi’ne her zamankinden çok ihtiyaç vardır. Nasıl geçmişte iki süper güç arasındaki mücadele süresince dünyada saygıdeğer bir yer tutmak için savaştıysak, bugün de tek kutuplu hegemonizme karşı savaşmalı ve geçerli, kabul edilebilir ve sürdürülebilir tek yol için barış, özgürlük, kalkınma ve ilerlemenin tam anlamıyla yaşanacağı çok taraflı bir dünyanın üstün gelmesi için çalışmalıyız.”3
Fidel Castro’nun 3 yıl önce Malezya’daki Bağlantısızlar Zirvesi’nin kapanış konuşmasında söyledikleri, aslında Küba’nın nasıl bir muradı olduğunu göstermesi bakımından da önemli ipuçlarını içeriyor. Nitekim 2006 Havana zirvesi bu haliyle “beklendiği gibi” oldu. Diğer yandan Fidel yoldaşlarının tarif ettiği biçimiyle “fiziksel olarak” da zirvede bulunsaydı tartışmasız olarak bunun da katacağı ayrı bir “etki” olurdu. Ancak, gerçekten tam da Kübalıların tarif ettiği gibi Küba’da devrim oturmuştu, işler yolunda gidiyordu ve Fidel’in yokluğu büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkmıyordu. Varlığının büyük bir getirisi olacağını tekrar vurgulamakla birlikte, yokluğunun Bağlantısızlar Zirvesi’nin kendisinin de tarif ettiği hedefleri yerine getirmede önemli bir aksama yaratmadığını belirterek geçebiliriz.
Havana’da dikkat çeken bir başka önemli nokta, zirveye katılan ülkelerin “temsil düzeyi” idi. Burada da bekleneceği gibi, hedef tahtasında olan ve zirveden bir dayanışma beklentisi içinde bulunan, yani ABD saldırganlığı karşısında ortaklıklarını güçlendirme arayışında olan ülkeler en üst seviyede katılım gösterdiler. İran, Suriye, Lübnan, Filistin, Belarus ve elbette Latin Amerika’nın Küba-Venezuela cephesinde kalan ülkeleri…
Bunun yanında, pazarlıkçılar ve görev savmacılar olarak tarif edebileceğimiz ülkeler de benzer hesaplarla katılımlarının düzeyini belirlemişlerdi. Kaldıkları yerler ve ağırlanma biçimlerinde de bu konumlara denk düşen bir karşılama gerçekleştirildi.
Malezya’daki toplantıda da uluslararası ortama ilişkin Havana zirvesindekine benzer saptamalar yapılmış olmasına karşın, bu defa uluslararası ortamın daha gergin olması nedeniyle daha fazla ses çıktı dedik. Bundan daha önemlisi ise Havana zirvesinden beklenen Birleşmiş Milletler toplantısında daha etkin bir konum sergilenmesiydi. Özellikle Venezuela’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki geçici koltuklardan birine aday olmayı planlaması nedeniyle Havana’daki zirve daha da önem kazandı. Küba ve Venezuela bu konuda yoğun bir kulis faaliyetini gerçekleştirdiler ve nihai sonuç alınamasa da BM Genel Kurulu’nda gerçekten de hatırı sayılır bir ağırlık elde edildi.
Elbette Küba’nın ev sahipliğini iyi değerlendirdiğini de bunlara eklemek gerekiyor. Dışişleri Bakanı Felipe Roque’nin en son basın toplantısında yabancı gazetecilere “sizler Küba’yı bilmiyorsunuz” diye çıkışmasına neden olan durumu tersine çevirmek için gerekli her türlü çaba sergilendi. Evet, dünya medyasının -örgütlü kadroları bir yana- Küba’nın sorunlarını Küba gözüyle görmemesi, hatta çoğu zaman bunlardan bihaber olması bir gerçeklik. Küba zirve sırasında Havana’da bulunan 1200’den fazla yabancı gazeteciyi bu anlamda da ihmal etmedi ve gerekli müdahaleyi yaptı.
Peki Havana’dan sonra?
Havana’dan sonrasının birinci perdesi BM’de süren Güvenlik Konseyi oylamasıdır. Diğer perdeler ise, daha henüz sahnelenmedi… Ancak, ABD’nin atacağı adımlara karşı, karşıt ve anti olanların “ne yapabileceği” genel olarak dünyanın merak ettiği bir soru haline geldi. Şimdilik bu kadarının bile, “ne yapabilirler ki” tepkisini devre dışı bıraktığını ve dünyayı farklılaştırdığını söyleyebiliriz.
Dipnotlar ve Kaynak
- Gelenek’in geçen sayısında bir yazıda bu yaklaşım mevcuttu: “Eylül 2006’da Havana’da toplanan Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi’nde yeni bir rüzgarın estiği anlaşılmaktadır. Ancak emperyalizm/kapitalizm eleştirisinin Dünya Sosyal Forumu’nda bulduğu platformlara, belki bundan çok daha heterojen ama kuşkusuz siyasal açıdan daha ciddi ve ağırlıklı bir yenisinin eklendiğini söyleyebiliriz. Küba-Venezuela-Bolivya üçgeninin kattığı renk önemlidir. Bu platformun ülkelere, siyasal iktidarlara ayağını basıyor olması önemlidir… Henüz daha fazlasını dillendirmek için erken olabilir, ama dünyanın direnç veya kopuş coğrafyalarının bu tür platformların kattığı ivmeyle etkisini arttırması, hedef büyütmesi ciddi bir olasılıktır. Bu yönde alınan mesafe dünya kapitalizminin iç dengelerini, sistemin bağımlı ve kendilerini değirmen taşları arasına konmuş hisseden ülkelerinin pozisyonunu, Çin ve Rusya gibi arakuşak güçleri kuşkusuz etkileyecektir. Dünya devrim sürecinin bugünkü konumunda benzeri dinamiklerin uluslararası denklemlerde oynayacakları rol, sürecin daha ileri momentlerinde farklılaşacaktır. Bu farklılaşma olmaksızın sistem içi aktörlere insanlığı özgürleştirme rolü yüklemek ise doğmamış çocuğa don biçmektir. Bu tür spekülatif yaklaşımların sol siyasetle ilgisi yoktur.” (Aydemir Güler, “Emperyalizm ve Reform”, Gelenek 90, Ekim 2006, s. 23.)
- Resmi istatistiklere göre Latin Amerika’da 1.2 milyardan fazla yoksul var, 2.4 milyar insan hijyen ve sağlıklı koşullara sahip değil, 1.6 milyar kişinin elektrik kullanma olanağı yok ve 771 milyon kişi okuma yazma bilmiyor.
- Fidel Castro Ruz, “Küba Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dr. Fidel Castro Ruz’un Bağlantısızlar Hareketi 13. Konferansı Kapanış Toplantısında Yaptığı Konuşma”, Kuala Lumpur, 25 Şubat 2003.