Bu yazıda yeterince birikmiş olan tekil olaylardan tarihe ilişkin bir soyutlama yapılmaya çalışılacaktır. Soyutlanmadığı sürece kendi başına olayların işçi sınıfı siyasetinde yol gösterici olması zordur. Tarihselci geleneğimiz her olayın özgün yanları olmasına karşın genel kuralların çıkartılabileceğini söylemektedir. Burada üzerinde çalışacağımız kural, emperyalistlerin bir ülkeyi işgal ederken veya işgal edilmiş bir ülkede işgali derinleştirmek veya direnişi yok etmek için soyluluk, burjuvazi veya işçi sınıfı olup olmadığına bakılmaksızın ülke egemenlerinden suçlu yaratmayı bir mekanizma olarak kullanmalarıdır.
Emperyalist işgalden ne anladığımızı belirtmekte yarar var. Örneğin birçok kez “Türkiye işgal edilmiş bir ülkedir.” şeklinde saptamalar yapıldı. Bu deyişin, ülkenin emperyalizme bağımlılığı, NATO üsleri, iktisadi kuruluşların ve mali sermayenin uluslararası şirketlerin kontrolüne girmesi ve çürüme ile birlikte giden tüketimci, bireyci yaşam alışkanlıkları düşünüldüğünde haklılık payı vardır. Gerçekten işgal alıştıra alıştıra, bağımlılık zincirleri sıkıla sıkıla gelebilmektedir. Ancak bu yazıda “işgal”den kast ettiğimiz şey, şöyle ya da böyle emperyalizme bağımlılık taşısa da hala egemen olan bir ülkeye emperyalizmin kendi hukukunu askeri güç kullanarak dayatmasıdır. Dayatılan hukuk egemen ülkenin belki bir kısmında geçerli olacak, ama hangi ölçekte olursa olsun egemenliği fiili olarak sonlandıracaktır.
İkinci olarak da “suç”u açmamız gerekiyor. Bu yazı kesinlikle bir ceza hukuku yazısı değildir. Bu nedenle tarihsel süreçlerde konu ettiğimiz örgüt veya kişilerin suçlu olup olmadığı ile ilgilenmeyeceğiz veya onları aklamaya da çalışmayacağız. Kendi ülkesi bir tasfiye süreci ile karşılaşan Türkiye işçi sınıfının kullanabileceği genellerin peşindeyiz sadece. Bu yüzden incelediğimiz olaylarda bir ceza dosyasının ayrıntılarına değil, emperyalizmin işgalini meşrulaştırmak için “suçlu”yu nasıl yarattığına dikkatimizi vereceğiz. Kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarından itibaren emperyalizm aşamasına geçmesinden sonra, emperyalist ülkeler kendileri dışında hiçbir ülkenin egemenliğine tahammül edemiyorlar. Tarihten seçtiğimiz üç olayın çok rahatlıkla dünya alçaklık tarihinde ilk üç sıraya yerleşebileceği kanısındayız ama sıralamayı okura bırakmak daha doğru olacaktır.
Yugoslavya’nın İşgali ve Miloseviç’in Başına Gelenler
Yugoslavya’nın sosyalist bir ülke sayılıp sayılmayacağı sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunu burada aşmayı denemeyeceğiz ve yazıyı rahatlatmak için sosyalizme varmayan bir sosyalizm denemesi olarak niteleyip geçeceğiz. Ancak kurulmasından 1990’lara kadar Federal Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti’nin egemen bir ülke olduğu tartışma götürmez. Son yıllarda egemenlik kavramı giderek dejenere edildiği için, Sovyetler Birliği’nin de üye olduğu Birleşmiş Milletler döneminde egemenlik kavramına biçilen yükün bugünkü ile karşılaştırıldığında çok daha ağır olduğunu hatırlamamız gerekecek.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile birlikte cinayete susamış bir katil gibi yıllarca uyuduğu mezarından çıkan emperyalizmin ilk gözünü diktiği yer Yugoslavya oldu. Emperyalizmin kendi hukukunu dayatacağı bir işgal için en iyi zemini ülkeyi piyasaya teslim eden liberalizm oluşturmaktaydı. Yugoslavya’nın durumu daha önce Gelenek’te Berna Akarcan tarafından incelenmiştir1 . Yugoslavya 1980’lerin sonuna doğru, İMF’ye borçlu yabancı sermaye yatırımlarına açılmış, buna karşılık çok sayıda işçisini ülke dışına göçmen olarak göndermiş, federal cumhuriyetler arasında derin ekonomik eşitsizliklerin olduğu bir ülke durumuna düşmüştü. Örneğin, Slovenya’nın Yugoslavya’nın ihracatındaki payı 29 iken, Kosova’nın payı sadece 1’di2 .
Bir ülkenin daha zengin olan kısmının yoksul olan kısmını kaderine terk ederek ayrılmak istemesi ancak sosyalizmin zayıfladığı bir zeminde emperyalizmin başlıca bölme araçlarından biri olarak meşrulaşabiliyordu. Emperyalizm böyle bir parçalanmayı hızlandırmak için uzun süredir Sloven ve Hırvat milliyetçilerine verdiği desteği arttırdı. Alman emperyalizminin Yugoslavya’ya verdiği kredi desteğini çekerek mali krizi derinleştirdiği görüldü. Arkasından, henüz Avrupa Topluluğu (AT) tereddüt ederken 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığı Almanya tarafından bütün uluslararası sözleşmeler ihlal edilerek tanındı3 . Almanya ile birlikte bu ülkeleri tanıyan diğer ülkenin Vatikan olduğunu da not edelim4 . Emperyalizmin parçalama işlevinde liberalizmin yanı sıra dinci gericiliğin de kullanılmasının bir kural haline geldiğini söyleyebiliriz. Bu parçalanma sürecinde Hırvatistan’da iktidar olan partinin Hıristiyan Demokratik Birliği olduğunu da hatırlatalım5 . 1992’de AT ve ABD, bağımsızlığını ilan eden cumhuriyetleri tanıdılar ve halen çatışmaların sürdüğü Hırvatistan ile Makedonya’ya ilk kez Uluslararası Barış Gücü yerleştirildi. Algılarımız ve duyarlılıklarımız son yıllarda yaşanan trajik olaylarla bir bozulma yaşadığı için yine hatırlatmakta yarar var: Sosyalist bir ülkede ne ad ile olursa olsun emperyalist ülkelerin veya NATO ülkelerinin tek bir askerinin bile dolaşması büyük bir güvenlik sorunuydu. Federal cumhuriyetlerin bağımsızlığının kışkırtılması ve yaşanan etnik görünüşlü çatışmalar Yugoslavya’nın sonu ve işgalin başlangıcı oldu. Yugoslavya’dan kopan üç cumhuriyet 1992’de Birleşmiş Milletler tarafından tanınırken, Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya, Sırbistan’ın emperyalizme teslim olduğu 2000 yılına kadar tanınmadı.6
1987 yılında Sırbistan Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Slobodan Miloseviç kendisini ve partisini Yugoslavya tarihinin en talihsiz dönemi içinde bulacaktı. Yugoslavya’nın parçalanması ve işgali sürecinde, emperyalist basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla Sırplara ve Miloseviç’e karşı çok yoğun bir propaganda başlatıldı. Miloseviç’in ölümünden, daha doğrusu öldürülmesinden yıllar sonra bile Türkiye’de eğer burjuva basınında adı geçecekse mutlaka başına “Sırp Kasabı” ekleniyor. Tıpkı “terörist” kelimesinde olduğu gibi sanki bu konuda da gizli bir genelge var ve herkes buna uyuyor. Miloseviç sürekli olarak Hitler’e benzetildi. Etnik temizlik, toplama kampları ve kadınlara yönelik toplu tecavüzler o dönemde haberlerin ilk maddesi oldu. Bugünlerde ise emperyalizmin yalan propagandası her gün daha fazla çözülüyor. Yordam Yayınları’ndan çıkan “Medya ve Savaş Yalanları” başlıklı kitapta farklı yazarlar tarafından kaleme alınan makaleler ibret verici örnekleri sıralıyor. Bunlardan en azından bir örneği bu satırlara taşımanın, olayın boyutunun anlaşılması açısından yararı olacaktır. Roy Gutman ününü Yugoslavya’daki iç savaş üzerine yaptığı haberlere borçlu olan ve 1993 yılında Pulitzer ödülünü kazanan bir gazetecidir. Sırpların kadınlara sistematik olarak tecavüz ettiği bilgisi onun bir kadınla yaptığı röportaja dayanıyordu. Güvenilir bir kaynak olduğu duyurulan Jadranka Cigelj’in maaşlı bir Hırvat propagandacısı olduğu ve Hırvat istihbaratına bağlı olarak çalıştığı daha sonra ortaya çıktı7 . Srebrenica’da 1995 yılında 7 bin Bosnalı’nın katledildiği haberinin de NATO işgalini başlatmak için özellikle üretildiği anlaşıldı8 . Medya tarihsel zemini çarpıtıyor, gerçekleri saklıyor ve en nihayet uyduruyordu. Hırvat Ustaşa örgütünün İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya yanında savaşan ve Sırp, Yahudi ve Çingenelere yönelik etnik temizlik uygulayan faşist bir örgüt olduğu hiç dile getirilmiyor veya Bosna-Hersek’e giderek çatışmalara katılan çok sayıdaki şeriatçı militan gözden gizleniyordu. Elsässer “Cihad Avrupa’ya Nasıl Ulaştı?” adlı kitabında şeriatçı birliklerin ABD tarafından askeri olarak nasıl desteklendiğini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır9 .
Yugoslavya’da Son Perde
Sırbistan’ın içinde bulunan Kosova bölgesinde yaşayan Arnavutların bir ayrılık için kışkırtılması incelediğimiz tarihsel dilimde son perdeyi açmış oldu. Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) olarak bilinen paramiliter örgütün önce Almanya, sonra ABD gizli servisleri tarafından eğitildiği ve finanse edildiği çok iyi biliniyor. Kosovalı Sırpların etnik temizlik yaptığı gerekçesi ile NATO, 1999 Martında 78 gün süren hava bombardımanına başladı. Bombardıman Yugoslavya’yı diz çöktürmeye yönelik bir operasyon olarak planlanmıştı ve enerji tesisleri, hastaneler, köprü ve yollar gibi yaşamsal yapılar yerle bir edilene, ağır sanayi bölgeleri işlemez hale gelene kadar bombalandı. Çin Büyükelçiliği gibi bazı hedeflerin yanlışlıkla (!) vurulması gibi bir siyasi araçla ilk kez o dönemde karşılaşıldı10 . İki ayı geçen bombardıman, bombardımandan canını kurtarmak için göçen yüz binlerce insanı koruma bahanesiyle Kosova’nın işgali ile sonlandı. Kosova, Sırbistan’dan ve Yugoslavya’dan kopartılarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin egemenliğine bırakıldı. Örneğin Kosova’daki özelleştirmeler Güvenlik Konseyi’nin idaresi altında yapıldı11 .
Böylece emperyalizmin müdahale ettiği 10 yıl içinde, yıllarca barış içinde yaşamış Yugoslavya halkları birbirlerine düşmüş, işçi sınıfı yenilmiş, Yugoslavya parçalanmış ve işgal edilmişti. Yakılıp yıkılmasına rağmen Sırbistan ve Karadağ’a sıkışan Yugoslavya’nın direnişine karşı ise operasyon daha ince araçlarla yürütülmeye devam edilecek, emperyalist araçlarla yaratılmış “suçlu” devlet başkanı Miloseviç bu operasyonun odağında yer alacaktı.
2000 yılında parlamento ve devlet başkanlığı için yapılan seçimlere Miloseviç ve Sırbistan Sosyalist Partisi’ne karşı 18 parti birleşerek girdi. Muhalefet ABD’den milyonlarca dolar yardım almıştı. Seçimler üzerinde baskı oluşturmak için ABD ve Hırvatistan arasında ortak bir askeri manevra başlatılmış, İngiliz ve ABD donanmaları Adriyatik Denizi’ne yerleşmişlerdi. Buna rağmen seçimi kaybettiler; parlamentoda çoğunluk Miloseviç yanlılarının oldu. Devlet başkanlığı seçiminde ise adaylar gerekli oyu alamasalar da Miloseviç öndeydi ve ikinci tur seçimlere gidileceği ilan edildi. Clinton’a göre “seçimler çalınmıştı” ve daha sonra birçoğuna tanık olacağımız cinsten, emperyalizmin truva atları olan sivil toplum kuruluşları tarafından kışkırtılan bir “devrim” başladı12 . Seçim sonuçlarını kabul etmeyen, parayla satın alınmış ve uluslararası medya tarafından yüz bin kişi diye dünyaya duyurulan 20 bin civarında serseri gösterici Belgrad sokaklarında dolaşıyordu. Miloseviç’in iktidardan uzaklaştırılması ve Yugoslavya Devlet Başkanlığı’na Kostunica’nın seçilmesi emperyalizmin içte ve dışta oluşturduğu abluka sayesinde gerçekleşti. Ancak bir tarihi ve duruşu olan Yugoslavya’yı dize getirmek için bu yeterli değildi, direnci tümüyle zehirlemek gerekiyordu. Miloseviç’in savaş suçlusu olarak yargılanması için baskı başladı. ABD, Yugoslavya’yı 100 milyon dolarlık yardımı yapmamakla tehdit ediyordu. Böylece başkanlık seçimlerinden aylar sonra Miloseviç tutuklandı. Emperyalistler bu defa da Miloseviç’in Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanması için bastırdı. Yugoslavya yasalarına aykırı olan bu teslim etme işlemi için Yugoslavya’ya daha büyük bir rüşvet önerildi. ABD, aslında bir ülkenin onurunu teslim etmesine karşılık bir milyar dolar öneriyordu. Yasal uyumsuzluk Sırbistan Başbakanı Cinciç’in elinden çıkan bir kararname ile aşıldı ve teslimi engellemeye çalışan yığınla göstericiye rağmen Miloseviç 2001’in Temmuzunda Hollanda’ya götürülmek üzere teslim edildi13 . Bu teslimiyet Rusya ve Çin de dâhil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinden destek alırken, bir sonraki konuya bizi bağlayacak şekilde Irak’tan şiddetli bir itiraz geldi: “Irak, savaş suçları mahkemesinin ABD’nin belirleyiciliğinde kurulduğunu ve sömürgeci Batı ve ABD’nin bir aracı olduğunu söyledi. Batıyı ikiyüzlülükle suçlayan Irak İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın da yargılanması gerektiğini savundu.”14 Gerçekten mahkemenin kuruluşu, bir meşruluk yaratmak bir yana gerçek suçluları deşifre eden bir süreçti. Mahkemenin Birleşmiş Milletlere bağlı olduğu söyleniyordu, ancak mahkeme aslında ABD’nin hegemonyasındaki Güvenlik Konseyi’nin kararı ile kurulmuştu. Mahkeme başkanı ABD’den kuruluş “sermayesi” alırken, ABD Dışişleri Bakanı Albright’ı “mahkemenin anası” olarak niteliyordu. Mahkemenin diğer bağışçıları arasında işgalin sivil toplum bacağının yöneticisi Soros ve medya bacağının yöneticisi Time Warner da yer alıyordu15 .
Miloseviç Hollanda’da 5 yıl boyunca hapishanede izole edilerek diğer savaş “suçlusu” sanıklarla beraber yargılandı. Sonu, Saddam gibi vahşi cellatların elinden değil AB usulü kibar cellatların elinden geldi ve 2006 yılında tedavisi engellenerek veya zehirlenerek öldürüldü. Yargılanmanın sonuçlanmasının emperyalistlerce hiçbir önemi yoktu, aksine yargı süreci kendi suçlarını ortaya dökerek ilerliyor ve mahkeme amacından uzaklaşıyordu. Miloseviç başından sonuna kadar mahkemeyi tanımamış ve meşruluğunu sorgulamış, avukat kabul etmemiş, emperyalist ülkelerle yapılan gizli anlaşmaları açıklayacağını söylemiş ve birçok yalancı tanığı ortaya çıkarmıştı.
Böylece sosyalizm denemesinin kazanımlarına sahip ve egemen bir ülke olarak Federal Sosyalist Yugoslavya Cumhuriyeti, emperyalizm tarafından “suçlu” yaratma mekanizması da kullanılarak tasfiye edilmiş oldu. Miloseviç iddia edildiği gibi Sırp milliyetçisi miydi veya öyleyse nasıl bir ağırlık taşıyordu? Buna karar vermek için daha fazla araştırma yapmak gerekebilir. Ancak emperyalizmin bir ülkeyi etnik parçalara bölerek tasfiye etmek istediği bir dönemde, milliyetçiliğin ülkenin egemenliği ve bütünlüğünü korumak isteyenlere emperyalistlerce biçilmiş bir yafta olma olasılığı yüksek. Miloseviç sosyalist miydi? Bu soruya “Evet sosyalistti.” diye yanıt vermek çok zor. Komünist Partisi 1990’da ismini değiştirerek Sırbistan Sosyalist Partisi ismini almıştı. İsmini benzer şekilde değiştiren Avrupa’daki diğer partilerin siyasi gelişiminden bunun liberalizme verilen bir ödün olduğunu ve buna benzer partilerin sosyal demokrat bir çizgiye yerleştiğini biliyoruz. Mahkemeye de yansıdığı gibi bütün bu süreçte emperyalistlerle yapılan pazarlıklar ve dengelerin gözetildiği de biliniyor. Yurdakul Er, Miloseviç’in sonuna kadar yanında yer alan eşi ve parti yöneticisi Prof. Markoviç ile yapılan bir röportajdan alıntılar yapmıştı. Markoviç bu röportajda nasıl bir sapma yaşadıklarını belgeleyecek şekilde gelecekteki sosyalizmin, sosyalizmin ve kapitalizmin bir bileşkesi olacağını söylüyordu.16 Sonuçta emperyalizmin esas çözme mekanizması olan liberalizme karşı ilkeli olmayan ancak ülkenin bütünlüğüne ve egemenliğine sahip çıkan bir siyasi çizgiyle karşı karşıyayız. Emperyalizme koz veren, fakat işgalin tamamlanabilmesi için mutlaka ortadan kaldırılması gereken bir siyasi çizgi…
Irak’ın İşgali ve Saddam Hüseyin
Yugoslavya’nın başına gelenleri gözden geçirdikten sonra, çok benzemesine karşın Yugoslavya kadar karmaşık bir süreç olmayan Irak’ın işgalini aynı ayrıntıda incelememiz gerekmiyor. Ancak başlangıçta başka bir sorunla karşı karşıya kalabiliyoruz. Irak’ın bir sömürge ülkesi olduğu ve bağımsızlığını kazandıktan sonra askeri diktatörlükler tarafından yönetilen geri bir ülke olduğu emperyalist bakış açısıyla kafalarımıza kazınıyor. Türkiye’deki geleneksel Arap düşmanlığı da bazen bilinemezcilikle karışık olarak bu Batı merkezli sömürgeci zihniyeti besleyebiliyor. Bu yüzden, emperyalist işgal sırasında bir milyondan fazla vatandaşını kaybeden ve tarifsiz acılar içinde kalan Irak halkının geçmişteki en mutlu yılını hatırlayarak işe başlamak doğru olacak.
1958 yılında, Irak’ı emperyalizmin güdümünde tutan işbirlikçi Kral Faysal yönetimine karşı Hür Subaylar’ın başlattığı devrim yüz binlerce Iraklının sevinç içinde sokaklara dökülmesine neden oluyordu17 . Menderes ve Bayar işbirlikçileri Kral Faysal’ı Bağdat Paktı toplantısı için Yeşilköy Havalimanı’nda bekleye dursunlar, devrimci subayların kontrol edemediği yüz bin kişilik kalabalık büyük bir coşku ve sevinçle İngiliz Büyükelçiliği’ni ateşe veriyor, Bağdat’ı işgal etmiş olan İngiliz General Maude’ın heykelini yıkıyordu18 . Irak tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Ortadoğu’nun en güçlü komünist partisi olan Irak Komünist Partisi bu dönemde geniş bir toplumsal destek ve etkili bir siyasi açılım sağlıyor 1 Mayıs 1959’da 1977 Taksim mitinginden 20 yıl kadar önce Bağdat’ta 500 bin kişinin katıldığı tarihi bir gösteri düzenliyordu19 .
Bunları anmamızın nedeni burada Irak tarihini özetlemek değil, Irak’ın kendi toplumsal dinamiklerine sahip bağımsız bir ülke olduğunu hatırlatmaktır. 1963’te iktidarı ele geçiren BAAS partisi ise ismindeki “sosyalizm” kelimesine rağmen burjuva pragmatizmini temsil ediyordu ve detant döneminde daha çok Sovyetler Birliği’ne yaslanarak Irak’ın bağımsızlığını korumayı başaracaktı. BAAS partisi emekçi halka karşı baskıcı yöntemler kullansa da, uzun iktidarını sağlama alan tek unsurun iddia edildiği gibi baskı olmadığını da akılda tutmak gerekiyor. Örneğin Irak, Ortadoğu ülkeleri içinde en gelişkin laik üniversite ve kamucu sağlık sistemine sahip ülkeydi.
1980’de başlayarak sekiz yıl süren İran-Irak savaşının sonuçları her iki taraf için de yıkıcı oldu. Daha sonra Saddam Hüseyin’e karşı oluşturulan mutlak karalayıcı propaganda nedeniyle bu savaşın diktatörlerin keyfi kaprisi ile başlatıldığına ilişkin bir kanı oluşturuldu. Savaşın başlatılması ve sürdürülmesi her iki ülkenin emekçi halkına karşı olsa da, mülk sahibi sınıfların iktidarı açısından bir mantığı vardı. İran’da iktidarı Humeyni’nin almasından sonra İslam rejimi Irak’taki Şii çoğunluğa dayanılarak laik olan Irak’a sıçratılmak isteniyordu. Bizim incelediğimiz konu açısından ise esas sorun savaş sırasında Irak’ın emperyalist ülkelerle müttefik olabileceği yanılsamasına düşmüş olmasıdır. Irak’ın emperyalist ülkelerle yakın ilişki kurduğu, silah satın aldığı bir dönem yaşandı20 . Yugoslavya’dakine benzer şekilde, 1980’li yıllarda liberalleşme rüzgarı Irak’ta da esmeye başladı. Tarım, bankacılık ve üretim sektörlerinde özelleştirmelere gidildi21 . Liberalleşmenin, işgal öncesinde emperyalistlerin ülke içinde tutacak noktalar bulması ve geleceğin işbirlikçilerini yaratması açısından son derece zehirli bir etki yaptığını biliyoruz. 1990’a doğru artık emperyalizm Irak’ı gözüne kestirmişti ve Miloseviç örneğinde olduğu gibi, Saddam’ın da dünyanın en tehlikeli adamı olduğu ve Hitler’e benzediği emperyalist basın tarafından işlenmeye başlandı.
Irak’ın bağımsız ve egemen bir ülke olarak varlığını sürdürmesinde sonun başlangıcı 1990 yılında Kuveyt’in işgali oldu. Osmanlı döneminde Basra’ya bağlı bir bölge olan Kuveyt, İngiltere’nin oyunları ile bir şeyhe bağlı ayrı bir ülke statüsü kazanmıştı. Ayrıca petrol fiyatını sürekli olarak kırdığı için savaş sonrasında borç içinde olan Irak’ı ciddi bir zarara sokuyordu. Ancak burada dikkat çeken şey emperyalist politikanın kaçınılmaz bir durum yaratarak, yönlendirerek, iterek ve cesaretlendirerek Kuveyt’in işgalini tetiklemiş olmasıdır. Saddam Hüseyin’in ABD Büyükelçisi Glaspie ile işgalden hemen önce yaptığı konuşma ve sanki ABD’nin bu durum karşısında sessiz kalacağına ilişkin verdiği izlenim çok önemlidir. Öte yandanx Kuveyt’in uzlaşmaz tutumunun arkasında muhtemelen emperyalistlerce verilen bir güvence bulunmaktaydı22 . Irak’ın Kuveyt’i işgale yönlendirilmesi, bize Kıbrıs’ın işgalindeki mekanizmayı hatırlatıyor. Ülkeler arasında tarihsel bağlar, şiddetli bir kışkırtma ve yine ABD’nin göz yumacağına ilişkin verdiği sinyal, Kıbrıs’ın işgaline neden olmuştu. Ancak 1974’te hedefteki ülke bağımsız, sosyalizan eğilimli ve anti-emperyalist Kıbrıs Cumhuriyeti’ydi. 1990’da ise avcının kendisi avdı.
Kuveyt’in işgali sonrasında yaşananlar herkesin belleğinde, bu nedenle ayrıntıları ile tekrar ele almak yararsız olacak. BM şemsiyesinde ABD’nin öncülüğünde yapılan müdahaleyi, Kuveyt’ten çekilmekte olan Irak ordusunun bütün savaş kuralları göz ardı edilerek imha edilmesini, Irak’a uygulanan ekonomik ambargoyu, Kuzey Irak’ta fiili bir Kürt devletinin oluşumunu sağlayacak bir sınırın belirlenmesini siyasi tarih kitaplarına dönüp bakma ihtiyacı duymadan hatırlıyoruz. Saddam Hüseyin’in Irak’ının nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlara sahip bir ülke olduğu, hatta bunları sarayının altında sakladığına ilişkin çocukları bile kandıramayacak yalan bombardımanı dünyadaki bütün insanların üstüne inandırana kadar boca edildi. Gazeteci örgütleri, ABD Başkanı Bush ile diğer yetkililerin Irak’ın işgali öncesinde, bu ülkenin tehdit oluşturduğu konusunda 935 yalan açıklama yaptıklarını saptayan bir araştırma yayınladılar. Araştırmaya göre en çok yanlış beyanat veren kişilerin başında, kitle imha silahları hakkında 231, Irak’ın El Kaide ile bağlantısı hakkında 28 olmak üzere toplam 259 açıklamayla Başkan Bush geliyor. Bush’u, kitle imha silahları hakkında 244, Irak-El Kaide ilişkisi hakkında 10 beyanatla dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell izliyor23 .
11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırıya kısaca değinmekte yarar var. Bütün şüpheli yanlarına rağmen, Küba da dâhil olmak üzere bütün dünyada bu saldırı kınandı ve bir komplodan uzak düşünülmesi gerektiği belirtildi. Saldırının gerçekleşmesinden 6 yıl sonra Fidel Castro’nun yaptığı açıklamanın bu konudaki algı değişikliği için ciddiye alınması gerekir. Castro “Şimdi biliniyor ki saldırılarla ilgili kasıtlı bir dezenformasyon var. Dünya üzerindeki herkes gibi kandırıldık.” dedikten sonra 11 Eylül’deki saldırılarda Pentagon’un bir uçakla değil füzeyle vurulduğunu çünkü uçağın yolcularının izine rastlanamadığını öne sürdü24 . Gerçekten 11 Eylül sonrası en önemli değişiklik uluslararası hukukun algılanmasıyla ilgili oldu. Emperyalizmin Yugoslavya’ya yaptığı saldırı ve işgal, BM Güvenlik Konseyi ve NATO şemsiyesi altındayken, Irak’ın işgali doğrudan ABD ve İngiltere’nin liderliğinde, sanki meşru bir müdafaa varmış gibi herhangi bir hukuk aranmaksızın gerçekleştirildi.
Amerikan askerleri 2003’ün Nisanı’nda Bağdat’a girdiler. İşgalin tamamlandığı sanılan bir dönemde beklenmedik ve şiddeti azalmaksızın bugüne kadar süren bir direniş başladı. Geçenlerde Türkiye’ye konuk olan, Irak Komünist Partisi-Halkın Birliği temsilcisi Dr. Muhammed Faris, Irak’ta sürdürülen yurtsever direnişi birinci elden anlattı. Anlattıklarına göre, işgalin gerçekleşmesinden dört ay kadar önce BAAS’ın direnişe katılabilecek siyasi unsurları biraraya getirerek askeri eğitim vermesi, direniş için son derece yaşamsal olmuş25 . 2003’ün Aralığı’nda Saddam Hüseyin Irak’ta saklandığı mahzende yakalandı. İşgal edilmiş ve tümüyle işgalci hukukunun geçerli olduğu Irak’ta bağımsız Irak mahkemesi süsü verilmiş bir çadır tiyatrosunda diğer BAAS yöneticileri ile birlikte yargılandı. Miloseviç’in öldürüldüğü yıl olan 2006’ın sonunda, Saddam Hüseyin suçlandığı çok sayıdaki dosyanın ilkinden ölüm cezasına çarptırıldı ve diğer dosyaların görüşülmesi beklenmeksizin aceleyle öldürüldü. Diğer dosyaların incelenmesi durumunda emperyalistlerle yapılan işbirliği veya kirli çamaşırların ortaya dökülmesinden korkulduğu ve varlığının direnişe güç verdiği bu nedenle hızlıca ölüme gönderildiği tahmin ediliyor.
Türkiye de İşgal Edilmiş Bir Ülkeydi
Vereceğimiz üçüncü örnek ise Türkiye’den, ancak burada “işgal edilmiş Türkiye” lafı ile bugün işbirlikçilerle dolmuş ülkemize atıfta bulunulmuyor. Aksine Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanmış ve bize şimdi gerçek ötesi bir hikaye gibi gelen bilfiil işgalden bahsediyoruz. İşgale eşlik eden Malta Sürgünleri Olayı, muhtemelen Ermeni kırımıyla da ilgisi olduğu için tarihin az bilinen, Türkiye’de üzerine az araştırma yapılan konularından biri olarak kalmıştır. Bilal Şimşir tarafından İngiliz arşivleri taranarak resmi görüş ekseninden ayrılmadan yazılan “Malta Sürgünleri” kitabı bulunan hemen hemen tek kaynaktır26 . Kısa bir süre önce ise Ermeni bir yazar tarafından toplanan belgeler Türkçe’ye “Malta Belgeleri” adıyla çevrilerek yayınlanmıştır27 . Malta sürgünleri, bizim ilgi alanımıza sürgünlerin “suçları”ndan dolayı değil, emperyalist bir işgali derinleştirmek ve direnci kırmak için kullanılan bir mekanizma olması nedeniyle giriyor.
Osmanlı Devleti’nin savaş yenilgisini imza altına alan Mondros Ateşkes Antlaşması 1918 yılında imzalanır ve iki hafta kadar sonra yirmi iki İngiliz, on yedi İtalyan, on iki Fransız ve dört Yunan savaş gemisinden oluşan büyük bir donanma Dolmabahçe önlerine demirler. Karaya üç bin beş yüz askerden oluşan birlik çıkarırlar. İngiliz donanma komutanı bir işgal valisi olarak gemisinden süreci kontrol eder. Yukarıda verdiğimiz örneklerde Yugoslavya’yı parçalayan ve bombalayan, Irak’ı işgal eden İngiltere Türkiye’nin işgalini yönetmeye başlar. Bir “savaş suçluları” listesi oluştururlar. Suçlar, Ermenilerin kırıma uğratılması, İngiliz savaş esirlerine kötü muamele ve Mondros Antlaşması’na direnç geliştirme olarak sıralanmaktadır. Ancak liste, hemen bütün ordu komutanlarını, İttihat ve Terakki Partisi’nin yöneticilerini ve değişik kademede bürokratları, kısacası işgale direnen veya bir direnişi örgütleyebilecek herkesi kapsamaktadır. Osmanlı Hükümetleri, İngilizlere yaranmak için listedeki kişileri tutuklayıp İstanbul’da Bekirağa Bölüğü’ne hapsetmeye ve yargılamaya başlar. Bunlardan Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey 1919 yılında suçlu bulunarak Beyazıt Meydanı’nda asılır. Ancak bu idamın tepki çekmesi üzerine yargılama süreci yavaşlatılacaktır. Tam boy bir işbirlikçi olan Sadrazam Damat Ferit Paşa, 80 yıl sonra Yugoslavya’da Cinciç’in Miloseviç’i Lahey’e teslim etmesine benzer bir alçaklık yapacak ve tutukluluların Malta’ya sürülmesini ve orada yargılanmalarını isteyecektir. Bu esnada Anadolu hareketlenmiş, bir direnişin nüvesi atılmaya başlanmıştır. İstanbul’da ünlü Sultanahmet mitingi hazırlıkları yapılmaktadır. Bekirağa Bölüğü İngilizler tarafından basılır ve yetmiş sekiz tutuklu bir İngiliz gemisine yüklenerek Malta’ya götürülür. 1920 Martı’nda İstanbul resmi olarak işgal edilir ve Meclis basılarak bazı milletvekilleri de Malta’ya sürülürler. Toplam sürgün sayısı yüz on dokuzu bulur28 .
Malta sürgünleri yargılanmak istenir ama bir türlü yargılama süreci başlatılamamaktadır. Sürgünlerin İngiliz Hükümeti ile yıllara varan yazışmaları İngiliz arşivlerinde saklanmaktadır. Sürgünler ne ile suçlandıklarını bile öğrenememişlerdir. Ankara Hükümeti Malta sürgünlerini ellerinde bulunan İngiliz esirlerle değiştirmek üzere diplomatik girişimde bulunur ancak sonuç alınamaz. Bu arada işgalin hukuki metni olan Sevr Antlaşması 1920’de imzalanmıştır. Sevr’e göre Osmanlı toprakları parçalanmakta, Yunanlılar ve Ermeniler arasında pay edilmektedir. Ermenistan’ın sınırları ABD tarafından belirlenecektir.
Tarih kendi normal akışında devam etmekte, emperyalistler çıkarları doğrultusunda dünyaya şekil vermektedirler. Gelgelelim bu noktada tarihin akışı insan iradesi ile bambaşka bir kanala girer. Bu kanal Malta sürgünlerinin geleceği için de belirleyici olacaktır. Bunlardan ilki, 1920 yılında Sovyet Kızıl Ordusu’nun Polonyalı karşı-devrimcileri ve Kırım’da Vrangel ordusunu dağıtmasıdır. İkincisi, 1920 yılının sonuna doğru, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin ezilemeyeceğinin anlaşılmasıdır. Üçüncüsü ise, 16 Mart 1921 yılında Moskova’da Sovyetler Birliği ve Ankara Hükümeti arasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’dır29 . Bu tarihten sonra emperyalistler Moskova-Ankara yakınlaşması karşısında panikleyecek ve geri adım atacaktır. Planlar tutmamıştır. İngilizler esir değişimini kabul ederler ve Malta sürgünlerinin ilk kısmı 1921 Kasım ayından itibaren serbest kalmaya başlar. Ermeni avukat Yeghiayan, Malta sürgünlerinin yargılanamadan serbest bırakılmalarını, “İngiliz parlamentosu üyeleri arasında güçlü inanç tek İngiliz esirin bir gemi dolusu Türk’e değeceği yönündeydi, takas da bu yüzden yapıldı.” şeklinde açıklıyor30 . Oysa ne Ermeni halkının acısı ne de İngiliz esirler emperyalistlerin umurundaydı. Geniş bir coğrafyada gerçekleşen işçi sınıfı iktidarı, bu iktidara karşı birçok cepheden saldıran karşı-devrimin bozguna uğratılması ve işçi sınıfının kaderini eline aldığı bir dönemde emperyalist işgale karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın sırtını Sovyet Devrimi’ne yaslaması emperyalist planları parçalamıştı. İşgali sürdürmek ve derinleştirmek için kurulan “suçlu” mekanizması işlemez hale gelmişti. 80 yıl sonra Miloseviç ve Saddam için kurulan mahkemeler, işçi sınıfının iktidara yönelen güçlü bir kalkışması olsaydı, dağıtılabilirdi. Eğer ortada emekçi sınıflara karşı işlenen bir suç varsa işçi sınıfının mahkemelerinde adilce yargılanabilirlerdi. Malta sürgünleri Türkiye’ye döndükten sonra herhangi bir şekilde yargılanmadılar31 . Giderek iktidarını perçinleyen burjuvazi, İttihat ve Terakki önderlerinden, bugün hala Türkiye işçi sınıfının boynuna yük olan Ermeni halkının acısının hesabını sormak bir yana, neden ülkeyi emperyalist bir paylaşım savaşına sürüklediklerinin hesabını soracak tutarlılığa sahip değildi.
Üç Olayın Genellenmesi
Her üç olayda da işgal edilen ülkenin egemenleri ölümcül bir hata yapmışlar, emperyalistlerle dostluk geliştirerek ülkelerinin egemenliğini koruyabileceklerini düşünmüşlerdir ve yine her üç ülkede işbirlikçilik için uygun bir vasat yaratan liberalleşmeye kapı açılmıştır. Bu kıvama gelen ülkeler etnik, dini ve iktisadi farklılıklarından yararlanılarak karıştırılmış, yalan propaganda, tuzağa düşürme, yönlendirme, zorunda bırakma mekanizmaları ile yaratılan “suçlular” emperyalist işgalin derinleştirilmesi için kullanılmışlardır. Her üç örnekte de egemenler işçi sınıfı siyasetinden uzak ve burjuva pragmatizmine yakındırlar ve emperyalizm çağında bu, ülkelerin egemenliklerini ve bağımsızlığını korumak için yeterli olmamıştır. Gerçekten emperyalizmin bütün kinine rağmen işe Küba’dan veya Kuzey Kore’den başlayamamış olmasının nedenini burada aramak gerekecektir. Malta Sürgünleri ile Miloseviç ve Saddam arasındaki yetmiş yıl, işçi sınıfı iktidarının dünyada güçlü olduğu yıllardır ve emperyalizme ülkelerin bağımsızlığı ile bu şekilde oynayabilecekleri bir fırsat tanınmamıştır.
Her üç “suçlu” yaratma vakasında Hitler yardıma çağrılmıştır. İttihat ve Terakki döneminde Hitler bilinmemesine karşın, Ermeni kırımının Hitler’e ilham olduğu ileride dile getirilmiştir. Emperyalist alçaklık, Sovyetler Birliği’ne karşı kendi eli ile yetiştirdiği canavarı, yıllar sonra “suçlu” yaratma mekanizmasının bir parçası yapmaktan çekinmemiştir.
Bu Genelleme Türkiye İşçi Sınıfının İşine Yarar mı ?
Türkiye’nin işgale açık bir ülke olduğu bir süredir yazılıyor32 . 2007 Ekim ayında PKK’nın Dağlıca baskınından sonra Türkiye’ye gelen ABD kuklası Irak hükümeti heyeti sınıra uluslararası güç yerleştirilmesini istedi33 . Sınır denilen yer sonuçta iki ülke topraklarından oluşan bir bölge olduğu için sınıra uluslararası güç yerleştirilmesi işgalden başka bir şey değildir. Dağlıca baskınından hemen sonra başlayan milliyetçi gösteriler Türkiye’nin her tarafına yayılmışken Erzurum’da Kürt mahallesinin, “vatandaşlarca” basılması son anda emniyet kuvvetlerince önlendi34 . Önlenmemiş olsaydı veya kentlerde Kürtlere yönelik katliamlar yaşansaydı, işgal için güçlü bir gerekçe doğacaktı.
Tanımladığımız emperyalist işgal mekanizması açısından, Türkiye’ye geldiğimizde bir sorunla karşılaşıyoruz. Türkiye egemen sınıfı kendi ülkesinin emperyalist planlar doğrultusunda tasfiye edilmesine ikna edilmiş gözüküyor. AKP’nin arkasında yığılan gücün amacı, ülkesini savunacak insan bırakmaması olarak da özetlenebilir35 . Bu durumda emperyalistler eğer bu ülkeden bir suçlu üretecek ise bunun ülkesini savunmak için ileriye atılmaya çekinmeyecek komünistler olması olasılığı güçlenmiştir.
Ancak siyaset bu yalınlıkta işlemiyor. Türkiye’de hiçbir burjuva siyasi aktörünün çıkıp “İnsan haklarına ve demokrasiye uygun olan Sevr Antlaşması’ydı. Ülkenin doğusu Ermeni36 ve Kürt devletlerine bırakılmalı, batısının ise başkenti Brüksel olmalı.” gibi bir iddiayı topluma propaganda etme şansı yok. Operasyonun bazı siyasal girdaplarla kotarılması zorunlu gözüküyor. Bu noktada ülkenin bu tip operasyonlara çok açık hale getirildiğini görüyoruz. Yugoslavya ve Irak ile karşılaştırıldığında çok daha fazla liberalleştirilmiş, çürütülmüş ve kurumları işbirlikçilerle dolmuş bir ülkeyle karşı karşıyayız. Bu zeminde her türlü düzen siyasetinin, Türkiye ve Kuzey Irak Kürt siyasetleri de buna dâhil olmak üzere, emperyalizm tarafından yönlendirilebilme, birbirine karşı kullanılabilme, tuzağa düşürülebilme kapasitesi yüksek. Uluslararası topyekûn savaşlardan etnik veya din temelli iç savaşlara sürüklenilmesi ve bunların sonucu olarak gelebilecek işgal hukuku altında ülkenin tasfiyesi hayal mahsulü bir olasılık değil.
İşte burada son derece yalın olanı söyleyebiliriz. Bu kan gölü üzerinde inşa edilmek istenen tasfiye planının tek bir panzehiri var: Emperyalizmin bu coğrafyada yenilmesi. Emperyalizmin suçlu yaratma mekanizmasını alaşağı edecek hâkim Kürt siyasetlerine rağmen ülkenin Kürtlerini koruyacak olan ise Türkiye işçi sınıfıdır. Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Ermenisiyle kardeşçe özgürce ve eşitçe yaşanılacak sosyalist bir ülke kuracağız. İşçi sınıfı emperyalizmin bu ülkede işlediği bütün suçlarla hesaplaşacak. Sosyalizmi kurduğumuz ülkemize gözünü dikenlere ise emperyalizmi yenmiş muzaffer sosyalist ordumuzun süngüsünü göstereceğiz.
Dipnotlar ve Kaynak
- Berna Akarcan, “Sosyalist Planlama: Desantralist Uygulamalar ve Tartışmalar”, Gelenek, sayı:70, 2002, s.85-99.
- Kenan Çözer, “Yeni Dünya Düzeni Tribalizm ve Yugoslavya”, Gelenek, sayı:35, 1991, s.61-63.
- Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde AB emperyalizminin ve Almanya’nın oynadığı rol, hem AB’yi hem de AB-Almanya ilişkisini çok iyi deşifre ediyor. Yurdakul Er’in Jürgen Elsässer’in 2005’te basılan “Cihadın Avrupa’ya Gelişi” adlı kitabından aktardıkları konuya ışık tutuyor. Yurdakul Er, “Balkanlar’da Açılan ve Türkiye’yi de Yutacak Olan Kapı”, soL sayı:243, 2006, s.28-31.
- “Emperyalistlerin İşgal Harekatı Sürüyor”, soL sayı:24, 1999, s.24-27.
- İrfan Kaya Ülger, Yugoslavya Neden Parçalandı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2003.
- Edward S. Hermann ve David Peterson, “Yugoslavya’nın Çözülmesi”, Monthly Review, sayı:17, 2008, s.9-96.
- Thomas Deichmann, “Pulitzer Ödülü ve Hırvat Propagandası”, Medya ve Savaş Yalanları içinde, derleyen: Lenora Foerstel, çeviren: Ahmet Antmen, Yordam Yayınları, İstanbul 2007, s.138-151.
- Emre Ertem, “Srebrenica’da Gerçekten Bir Katliam Oldu mu”, soL, sayı:240, 2005, s.47-49.
- Jürgen Elsässer, Cihad Avrupa’ya Nasıl Ulaştı, çeviren: Emre Ertem, Nesnel Yayınları, 2008.
- ABD’nin siyasi gözdağı vermek istediği özneleri “yanlışlıkla vurması” daha sonra defalarca tekrarlandı. Bu, Belgrad’da Çin Büyükelçiliği’nin bombalanmasından sekiz yıl kadar sonra, Kuzey Irak’ta “ABD hedefi belirleyip gösterecek, Türkiye vuracak anlaşması”nın nelere kadir olabileceğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.
- Ayşe Çağlar, “Kosova Yine Kanıyor”, soL, sayı:78, 2000, s.43 .
- Zihni Doğan, “Emperyalizmin Yugoslavya Operasyonu”, soL, sayı:107, 2007, s.36-37. Karşı devrimi destekleyen kuruluşların başında 1983’den beri Yugoslavya’da aktif olan Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) geliyordu. Bu vakıf basının ve aydınların satın alınmasında önemli bir rol oynadı. Türkiye’de de etkinlikleri olan bu kuruluş, Soros Vakfı ile birlikte Yugoslavya’nın parçalanma ve işgal sürecine katıldı.
- “Miloseviç Her An Lahey’deki ‘Emperyalist Mahkeme’ye Teslim Edilebilir”, soL, sayı:139, 2001, s. 44-45.
- “Bir Davanın Öyküsü”, soL, sayı:140, 2001, s.34-36.
- Deniz Korotepe, “NATO Mahkemesi Can Alıyor”, soL, sayı:180, 2002, s.24-25.
- Yurdakul Er, “Yugoslavya Bitti Sıradaki Gelsin”, soL, sayı:147, 2001, s.48-49.
- Tarık Ali, Bush Bağdat’ta. Irak’ın Yeniden Sömürgeleştirilmesi, çeviren: Osman Akınhay, Agora, İstanbul 2003, s.92-93.
- Haluk Gerger, ABD, Ortadoğu, Türkiye, Ceylan Yayınları, 3.Baskı, İstanbul 2006 s.216-219.
- Tarık Ali, age, s.109.
- RUPE, Irak İşgalinin Perde Arkası, çeviren: Buket Dabacalı, Alaz Pesen, Yordam, İstanbul 2006, s.39-43. İran-Irak savaşı sırasında Irak’ın İran’a ve Kürtlere karşı kullandığı kimyasal silahların ABD tarafından sağlandığı ve ABD’nin bu konuda Irak’ın kınanmasına BM’de engel olduğu çok iyi biliniyor.
- Haluk Gerger, age, s.450-451.
- Tarık Ali, age, s.175-176.
- http://www.milliyet.com.tr/2008/01/24/dunya/axdun02.html
- www.sol.org.tr, “Fidel: 11 Eylül Saldırılarıyla İlgili Kandırıldık”, 12 Eylül 2007.
- www.sol.org.tr, “Komünistler ABD’ye Karşı Savaşıyor,” 18 Ocak 2008.
- Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, Milliyet Yayınları 1976.
- Vartkes Yeghiayan, Malta Belgeleri, çeviren: Julide Değirmenciler, Belge Yayınları, İstanbul 2007.
- Bilal N. Şimşir, age.
- SSCB Bilimler Akademisi, Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi, Bilim Yayınları, İstanbul 1978, s.66-68,
- Vartkes Yeghiayan, age, s.xxxii.
- Malta sürgünleri içinden bazı İttihat ve Terakki üyelerinin daha sonra İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak asılmaları konumuzdan ziyade burjuvazinin kendi içindeki iktidar mücadelesi ile ilgilidir.
- Kemal Okuyan, “Türkiye Savaş ve İşgale Daha Yakın”, soL, 14 Temmuz 2006, http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=1427
- “BBC: Irak, Türkiye’ye Çokuluslu Güç Önerdi”, http://www.tumgazeteler.com/?a=2324297
- “Erzurum’da Kürtlerin Yoğun Olarak Yaşadığı Semte Girmek İsteyen Grubu Polis Biber Gazı Sıkarak Engellemeye Çalıştı”, 21 Ekim 2007, http://www.haberler.com/erzurum-da-kurtlerin-yogun-olarak-yasadigi-semte-haberi/
- Bu makale Gelenek’in şubat sayısı için hazırlanmıştı. Bu arada geçen süre, incelediğimiz mekanizmaya örnek olabilecek olaylara sahne oldu. Yaygın kontrgerilla örgütlenmesinin, deşifre olmuş ve kör gözüme parmak eylemler yapan bir ekibi tasfiye edilirken, kazılan çukura İslamcı basının ve açıkça emperyalizm tarafından yönlendirilen Taraf gazetesinin ihbarcılığı ile İlhan Selçuk gibi şu veya bu şekilde solda duran kesimler itilmeye başlandı. Bu esnada Emniyet Genel Müdürlüğü, “ulusalcılığı” terör suçu kapsamında değerlendirdiğini ve bu suçun “… devlet egemenliğinin özellikle AB sürecindeki yasal değişliklerle zedelendiği ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiği varsayımını temel almaktadır.”a dayandığını basına duyurdu. (Tolga Şardan, “ ‘Ulusalcılık’ Terör Dosyasına Girdi”, Milliyet, 29 Mart 2008.)
- Nasıl bir film yönetmeni filmin başında gösterdiği silahı sonunda kullanırsa, emperyalistler de “Ermeni soykırımı” meselesini bir işgal Türkiye’sinde kullanmayı planlıyor olmalılar. Bu planın muhtemelen işgal edilmiş bir bölgeye İsrail Devleti’nin kurulması gibi Ermenilerin yerleştirilmesine dayanması beklenir.