Antonio Gramsci… 1926 yılında hakkında hüküm verilirken “bu beynin yirmi yıl süreyle çalışmamasını sağlamalıyız” denen İtalyan düşünür. Bunu becerebildiklerini söylemek oldukça güç. Ancak, bu beynin özgürce çalışamadığı da bir gerçek. Gramsci açısından büyük bir talihsizlik. Ne var ki, Gramsci’nin talihsizliği yalnızca fiziki olarak sınırlandırılmasından kaynaklanmıyor. Ölümünden sonra, geriye bıraktığı ürünler hiç rahat bırakılmadı. Bir tür eziklik ve anlaşılır bir komplekse sahip olan batı Marksizmi bu ürünleri, içerdikleri teorik yükün kaldırılabilirliğinin çok ötesinde bir açgözlülükle tüketti. Eski New Left editörü Anderson, batı Marksizminin gizli müştereğinin Gramsci olduğunu söylerken aslında bir gerçeği ifade ediyordu.1 Birbirine oldukça karşıt gözüken (yalnızca öyle gözüken) Avrupa Komünizmi ve Yeni Sol arasında bir kesişim noktası, İtalyan düşünür tarafından oluşturuluyordu. Bir zamanların modası Althusser daha da ileriye gidiyor ve Gramsci’nin Marx-Lenin zincirinden bir üçüncü halka olduğunu iddia ediyordu. Sanki, Avrupa solu kendi geçrnişinin bütün günah ve sevaplarını Gramsci’ye yüklemek ister bir tavır içerisindeydi.
Gramsci tutkusu özellikle 1950’lerden sonra yaygınlaşırken, geleneksel sol, Sovyetler Birliği de dahil, bu düşünüre önemli ölçüde duyarsız kalıyordu. Bu çalışmada, tutkulara ve duyarsızlıklara neden olabilecek kökenleri bulmaya çalışacağım. Bir de baştan, yazımın başlığını biraz değiştirerek, burada sunmak istediğim temel düşünceyi vurgulamak istiyorum: Gramsci düşüncesi bir kimlik bulamaz…
Gramsci de dahil olmak üzere, bütün batı Marksist düşünce tarihine içkin olan bir özellik var: Bağlantıların, yani geliştirilen tezler ve teorik adacıklar arasındaki bağlantıların oldukça zayıf olması. Bu genel eksikliğin birçok nedeni bulunabilir. Ancak kanımca nedenlerin başında pratiğin, özellikle siyaset pratiğinin teorik soyutlamalara her zaman dışsal kalması, onun içine nüfuz edememesi geliyor. Okuyucu soyutlamaların sıçramalar halinde ve kopuk kopuk gerçekleştirildiğinin bilincinde olmadığı zaman hep “bütünlük” ve “tutarlılık” arıyor; batı Marksizminin önde gelen isimlerinde böyle bir tutarlılığın olduğunu söylemek mümkün değil.
Bu yüzden örneğin “Gramsci sistemli kuramsallaştırma düzeyinde yitirdiğini, konjonktürel çözümlemelerde kazanmaktadır” 2 saptamasının tüm diğerleri, başta Althusser, Poulantzas, Laclau, hatta Lukacs için de geçerli olduğu söylenebilir. Zenginlik kurulan teorik sistemlerde değil tek tek bir bütünün bazı halkalarında aranmalıdır.
Birbirini kucaklayamayan, birbirine güç veremeyen aynı teorik adacıkların çok farklı sonuçlara taşınması son derece anlaşılır bir olgudur. Hiçbir Gramsci yorumcusuna (bu yüzden) kesin itirazlar yöneltmek mümkün değildir. Gramsci düşüncesinde değişik varyasyonların üremesini engelleyecek bir tutarlılık olmadığı gibi tek bir yorumu haklı çıkaracak bir pratik Gramsicilik de söz konusu edilemez. Bu nedenle bu yazıda bir “öz”ü yakalamaya yönelik hiçbir çaba olmayacak. Yazının amacı hem bu söylenenleri açıklamak hem de gerek ülkemizde gerekse Avrupa’da Gramsci’den hareket edilerek varılan noktalara eleştirel bir yaklaşım getirmektir. Ancak hemen başta yeniden vurgulayayım: Gramsci düşüncesini bu düşüncenin sözünü ettiğim adacıklarını siyaset pratiğine zenginleştirici birer katkı olup olmadıklarına göre değerlendirmeye çalışacağım. Hiç değilse “son tahlilde”!..
Gramsci Türk okuruna temel olarak 1980 sonrasında ulaşmaya başladı. Türk okuruna temel olarak 1980 sonrası ulaşan bütün “düşünce sistemleri” geleneksel teori ve pratiğin görece bir etkisizliğe girdiği dönemde yayıldıkları için potansiyel olarak zaaf aşılayıcı olabilirler. Söz gelimi Gramsci’nin ve ona ilişkin kitapların belli bir yoğunlukla yayınlanmaya başlandığı sıra bir yayınevi şöyle bir açıklama yapmak ihtiyacı duymuştu:
“Kanımız odur ki, Batı’da son yirmi yıldır üzerinde en fazla tartışılan düşün adamlarından birisi olan Gramsci ‘nin yapıtlarının, Türkiye düşün yaşamında terminolojik bir birliğe ve belirli teorik bir düzeye ulaşılmadan doğrudan yayınlanmasının Gramsci’yi daha da anlaşılmaz kılacağını ve Gramsci konusunda çeşitli kurgul düşüncelere yol açacağına inanmaktayız. Bu nedenle Gramscigil düşünceyi tanıtmaya Gramsci’nin temel düşüncelerini açıklayan kitaplarla başladık.”3
Tüm çeviri sorunlarına rağmen Gramsci üzerine sınırlı da olsa belli bir Iiteratürü yayınlayan bir yayınevine minnet borcumuzu ifade ettikten sonra, yukarıda aktardığım önsözün bir “talihsizlik” olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. Bir yayınevinin politikasına kimse karışamaz istediği kitaba öncelik tanıyabilir. Ancak hiçbir yayınevi okuyucuyu safdil yerine koyamaz. Sonra Türkiye’de basılan kitapların Gramsci’yi daha anlaşılabilir yaptığını sanmıyorum. Ayrıca zaman zaman değineceğim, Portelli, Texier ve diğerlerinde spekülatif özellikler olmadığını kim iddia edebilir?
Gramsci ve Türkiye’deki kullanımı konusunda hemen başta vurgulamak istediğim bir başka nokta Gramsci kavramlarının kendine has bir çekiciliği olduğunu görüp bu çekiciliği hiçbir maddi temele dayandırmadan değerlendirme eğilimlerine dikkat edilmesi gerektiğidir. Görüş Dergisinde yayınlanan bir yazıdan aktaracağım bir bölüm, sanırım ne demek istediğimi anlatacak:
“Kendini ayrıcalıklı bir kast oluşturacak denli özerk ve bağımsız bir kategori olarak gören geleneksel aydın tavrına karşı Ecevit’in yönelttiği eleştiri özünde haklıydı. Ama attığı taşın değdiği kuşu vurması için geleneksel aydın tavrının karşısına, kendi organik aydın seçeneği ile çıkmalı ve bu seçeneğin üstünlüğünü göstermeliydi”4(izninizle abç). Ne kadar inanılmaz bir şey! Alın size, uygulamalı, kolay Gramsci düşüncesi…
Gramsci’nin geliştirdiği kavramlara ve bunların yirminci yüzyıl Marksizmi içerisindeki izdüşümlerine geçmeden önce Gramsci için bilinen bir-iki hatırlatma yapmak istiyorum. Linguistik öğrenimi görmüş olan ünlü düşünür, belki biraz da bu yüzden çok zengin bir ‘terim’ repertuarına sahip. Ancak bu zenginliğin zaman-zaman bir dezavantaja dönüşmesi de söz konusu. Hatırlatmalardan ikincisi; Gramsci de kullanılan kavramların bir ya da birkaç anlama geldiği görülebiliyor. Bir de evrenselleştirilebilme açısından geliştirdiği tezlerin önemli zorlukları olduğu söylenebilir. Örneğin “aydın”lar üzerine yazdıkları büyük ölçüde Katolik Kilisesi ve Hıristiyan düşüncesi ile ilgilidir. Son olarak, Gramsci ile bağlantısı olmayan bir hatırlatma: Bu yazıda görüşlerine başvurduğum Avrupalı Marksistlerin hemen hemen hepsi daha önce değindiğim iç çelişkileri barındırıyorlar. Bu nedenle onlara her başvuru bir ölçüde onların kimliklerinden arınmış bir başvuru olacaktır; yani değişik zamanlarda geliştirdikleri tezleri onlardan “çalmış” olacağım..
TARİHSELCİLİK BİR GÜNAH MI?
Gramsci genellikle bir “ideoloji” kuramcısı olarak bilinir. Çalışma nesnesi olarak seçtiklerinin başında “ideoloji”nin gelmesi anlamında bu doğrudur. Ancak ilginç olan Gramsci’de sistemli bir ideoloji teorisinin olmamasıdır. Bunun ne ölçüde bir eksiklik olduğu elbette tartışıljbilir. Daha sonra kimi Avrupalı aydınlarca denendiği gibi epistemoloji kapsamına giren kavramların “tutarlı” teorik söylemler içerisinde sabitleştirilmesi hiç de iyi sonuçlar vermemektedir. Gramsci ideoloji felsefe gibi günümüzde “bilimsel bilgi”nin dışına itilmeye çalışılan kavramları dar bir alana sıkıştırmak yerine, daha geniş bir düzeyde inceleme özgürlüğünü seçmiş ve kanımca bazı sonuçlar açısından başarılı da olmuştur. Ancak, söz konusu genişlik “ideoloji” kavramında önemli belirsizliklere de yol açmıştır. Gramsci’nin en önemli tıkanıklığı, her yaşamsal sürecin bir “ideoloji” olarak görülmesindedir. Aslında sınıfsal kategorilerin denetimi altında yeralan “ideoloji”, gündelik her mekanın üretebildiği bir çeşitliliğe indirgenmiştir.
Gramsci’de felsefe-ideoloji ayrımı oldukça silikleşmiştir. Bunun nedeni düşünürün “dünya görüşleri”nin değişik düzeylerde değişik görünümlerde karşımıza çıktığına yönelik değerlendirilişidir. Örneğin ideolojinin sistemleşmiş biçimi felsefeye yönelmektedir. Bunları hatırlatmamdaki amaç daha sonra özellikle yapısalcı Marksistler tarafından oldukça net sınırlarla ayrılan bilimsel bilgi-ideoloji -felsefe gibi kategorilerin Gramsci’de daha içiçe geçmiş olduğunu belirtmek içindir. Konumuzu asıl ilgilendiren ise “tarihselcilik”tir.
Gramsci Marksizmi, temelde gerçekleşme düzeyinde ele alınabilecek bir dünya görüşü olarak açıklıyor. Yani bir hareket ideolojisi olduğunu kabul ediyor. 1917 yılının yarattığı altüst edici etkinin bu değerlendirmelerde önemli bir payı olduğunu kabul etsek bile, Gramsci’de her zaman aynı vurgu ile hissedilebilen nadir özelliklerden birisi budur: Bir ideoloji olarak Marksizm. Gramsci bir tarihselcidir!
Batılı sol düşüncede “ideoloji” kadar üzerinde fırtınalar koparılan bir başka kavram bulmak oldukça güçtür. Gramsci tüm sisteminin mihenk taşlarından birisi olarak ideolojiyi seçerken Marksizm ile yapısalcılığı buluşturmaya yönelen Althusser değişik çalışmalarında oldukça değişik yaklaşımlarda bulunabildi. Devletin ideolojik Aygıtlarını incelediği çalışmasında Marx ve Engels’i ideolojiyi “katıksız yanılgı” olarak gördükleri için eleştirirken, 5 başka bir yerde aynı ideolojiyi Marksizmden ayırmakta ve Marksizmin tarihinin neredeyse bir bilimsel kopuştan ibaret olduğunu belirtmekte hiçbir sakınca görmüyordu. Böylelikle Marksizmi rafine hale getirdikten sonra, tarihselcileri pozitivizm ile suçluyordu. 6
İdeoloji ile bilgi, ondan öncesi, “gerçeklik” ile ideoloji arasındaki ilişki nedir? Marx’ın belirli bir ideoloji tarihinden hareket ederek vurguladığı “katıksız yanılgı”, tüm ideolojiler için geçerli midir? İdeolojileri birer ayna olarak düşünmek mümkün. Hepsinde belli bir gerçeklik bulunduğu için. Hepsi gerçeğin dönüştürülmesi olduğu için. Bir de, bir ayna gibi, ideolojiler de gerçeği her boyutu ile veremedikleri için. İdeolojilerin aralarındaki ayrımlar, bütünü ile birer ayna olarak gerçekliği ne ölçüde “kırdıklarında”, ne ölçüde “soğurduklarında”dır. Bu anlamda “… Hayaller ve yanılgılar da, çarpıtılmış bir biçimde olsa da, nesnel gerçekliği yansıtırlar.”7
Marksizm söz konusu olduğunda ideoloji -bilimsel bilgi ayrımcılığı kimi doğrulardan hareket etse bile oldukça zorlama bir nitelik taşıyor. Sosyalizmin inşasını bir ideolojinin omuzlayamayacağını iddia edenler son derece kuralcı şemalar oluşturarak sosyalist teorinin bütün hareket serbestiiğini yok ettiler. İdeoloji ile bilim çok farklı kategoriler olmalarına rağmen Marksizm bunların aynı kaba su boşaltmalarını sağlayan bir katalizör işlevini gördü; aynı zamanda bir tarihselcilik olduğu için. Marksizmi bilimsel bilgi ile sınırlamak. onu siyasetsizliğe mahkum etmek demektir. Siyasetin bilgisi ise kesinlikle arkadan gelir. Bu yüzden Marksizmde “bilgi” olduğu kadar “eğilimler” “sezgiler” ve “yönelişler” de vardır. Gramsci siyasetin belli bir determinizme sahip ama bir “haylaz çocuk” olduğunu vurgularken bu yüzden haklıdır. Tarihselcilik siyasetin bir çizgi olarak değil bir eğilim olarak mantığa sahip oluşunu, tarih bilinci ise bu mantığın kavranmasını konu edinir.
Burada bilim ve ideolojinin neden birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılamayacaklarına, neden birbirlerine karşı tamamen özerk olamayacaklarına değinmek gerekir. İlk önce söz konusu ettiğimiz bağların bir başka yönünü hatırlatmak yararlı olacaktır. Bilimler geliştikçe ideolojilere daha fazla etkide bulunurlar. “Bilim” “birikebilen” hiçbir zaman tam olmayan bir özelliğe sahiptir; ideolojiler ise herhangi bir an için tam veya eksik olabilirler. İdeolojiler sınıf mücadelesinde ve yaşanılan kültürel düzeyde temsil ettiklerinin siyasal ekonomik ve teorik birikimi ile karşılaştırılabilirler. Bu “temsil” sırasında her bilimsel sıçrama değişik ideolojileri değişik yüklerle donatır; ham bilgi değil, yeni düzenlemeler, açık kapatmalar ve yeni silahlar söz konusudur.
Bilimlerin ideolojiler üzerindeki etkisi genellikle daha sıkça vurgulanagelen bir ilişki olmuştur. Ancak bu ilişkinin ters yönden geleni, yani ideolojilerin bilimlere olan etkisi bugün yaygın olarak kullanılan teorik modellerde çok fazla yer alabilme şansına sahip değildir. Yeni Sol içerisindeki bir-iki istisna dışında, ideolojilerin bilimler üzerindeki “ideolojik baskısı” konusunda düşünmek daha çok ortodoks literatürün geleneğinde görülmektedir.
Bilimler, sınıf çıkarlarının taarruzu, belki de kuşatması altındadırlar. Bu hep bilinen ve kabul edilen önerme bence yapısalcı Marksizmin oluşturduğu oldukça formel şemaların içerisine oturtulamamaktadır. Bırakalım siyasal mücadeleyi ve siyaset içerisinde ideolojileri, bilimlerin kültür ve bilim kurumlarından bütünüyle soyutlanmış bir biçimde düşünülmesi, bunların dokunulmaz bir reellik taşıdığının iddia edilmesi mümkün değildir. Bilimler, özellikle toplumsal bilimler, ideolojik etkilere açık olarak gelişirler. “Tarihsel ve toplumsal yaşamın bilgisi, eylemin öznesi üzerine, insan topluluğu üzerine bir bilinç kazanma demektir. Bilinci çarpıtma yalnızca bu topluluğun incelenmesinde fizik-kimya bilimlerinden alınan yöntemleri uygulamakla ortaya çıkmaz, bilimci çarpıtma bu topluluğu bir inceleme nesnesi olarak görme olgusunda yatmaktadır.” 8 Goldman özetle şunu kastediyor: Tarih biliminde ve genel olarak toplumsal bilimlerde eylemin kendisi ile soyutlama işlemi arasında belirgin bir ayrım koymak, bu bilimleri diğerlerinden ayıran en önemli farkı, yani öznellik ile nesnelliğin çoğu kez içiçe geçmiş olmasını gözardı eden bir sapmadır.
“İdeoloji”nin hem her yere sızabilen bir güce sahip olması, hem de spekülasyon kaynağı olarak değerlendirilmesi, Marksizm söz konusu olduğunda ondan özenle kaçınılan, Marksizmin bütün üstünlüklerine son veren bir kabus haline getirildi. Bugünün yeniden popülerleşme sürecine giren bir şahsından yapacağım aktarma sanırım bu kabusu tanımlayacak denli açık: “Stalin’in istediği yığınlara umut verecek bir ideolojiydi, ama bu ideoloji aynı zamanda bilim olarak tanıtılabilmeliydi”9
Aybar’ın söylediklerinde iki “kabus” var. Stalin’in Aybar gibileri için neden bir kabus olduğunun bilinmez bir yanı bulunmuyor. Diğeri ise daha önce vurguladım, ideoloji. Bir şey ideoloji oldu mu hele kitlelere umut verdi mi artık “bilimsel” olamaz! Aybar’a Gürcülerden hoşlanmamakta kendisi ile aynı fikirde olan ama zaman zaman oldukça güzel yazan biri aracılığıyla karşılık verilebilir: “Bilimin ideolojiden kaçışı yoktur söz konusu bilimsel bir ideoloji edinmektir.”10
Bilimin ideolojiden kaçamaması bilimin nesnel gerçeklikle her anlamda bir çakışma içerisinde olmamasından kaynaklanır. “Bilimsel bilginin kendisi ile bu bilginin içeriğini özümsediğimiz (her zaman somut her zaman insani ve artık kültürel olduğunu söyleyebileceğimiz) ölçüm ve bilinçsel güçlerimiz ve onların kaynakları arasında bir farklılık vardır. Sonrakiler anlaşıldığı gibi kültür olarak adlandırılanlardır.”11 Burada bilim bir kültür olarak “bilgi”den, “gerçeklik”ten öte bir şeydir. Doğal olarak varolanı dönüştürerek yeni, doğal olmayan bir hale getirir. Bu süreçte estetiksel bir yan vardır. Dönüştürme eyleminin kendisi ise ideolojik sızmalara karşı bağışık durumda değildir. Eğer “bilim” insan toplumunun etkinliklerinin dışında durabilen bir nesnellikle sınırlı olsaydı o zaman böyle bir bağışıklıktan sözetmek mümkün hale gelirdi. Oysa bilim bizzat insan topluluğunun gerçekliği edinmesi ile ilgili yani özneli bir süreçtir. Mutlaka kültürel ve ideolojik bir içerik taşır.
Marksizmin 19. yüzyıl ve 20. yüzyıldaki ontolojisi, ideoloji ile bilim arasında o güne değin süregelen antagonizmayı çözmeye yönelmiş olan bir tarihtir. Bu tarihi en iyi hissedenlerin başında Gramsci gelmektedir. Gramsci için önemli ve belirleyici olan hareket bilimidir. Bu bilim, soyutlamak kadar öngörüler ile de donatılmiştır. Artık, bilimin nesnel gerçekliği bilmekle sınırlanamayacağını ilan eden diyalektik ve tarihsel materyalizm, bu sıçramayı yaparken, nesnelliğe ilişkin yeni bir kavrama noktasını (bu sınıflar ve sınıflararası ilişkilerden başka bir şey değildir) kullanırken, ideolojiyi olmazsa olmaz bir kaldıraç olarak benimsemiştir. Marksizmi bir pozitivizm olmaktan çıkaran budur. Toplumsal bilimlerdeki matematiksel kesinlik eksikliği, 19. yüzyılın ikinci yarısından beri bir ideoloji tarafından kapatılıyor. Bu nasıl inkar edilebilir?
Bunun inkar edilmesi tarihselciliğe karşı tavır almaktır, teorisizmdir. Yalnızca bir örnek: “Bir teori ancak içsel tutarlılığı yoksa yani kavramların inşa sürecinde önermelerle çelişkiye düşerse yanlıştır.”12 Teorizm tam da budur. Teorinin bilimsel bir yapı olarak izole edildiğini söylemektir. Sosyalist teori bu tür bir ayrıcalığa sahip değil bu tür bir ayncalığı arayan bir yapı da değil.
“Bir (kişi) gerçekte davrandığı ölçüde gönüllü bir çaba gösterdiği ölçüde ve böylelikle somut olarak ‘öngörülen’ sonucu yaratarak ‘öngörür’. Bu yüzden öngörü kendisini bilginin bilimsel etkinliği ile değil bir kişinin kollektif isteğin yaratılmasının pratik yontemi olan çabalarının soyut ifadesi olarak açığa vurur.” 13
“Eleştirel Notlar”daki bu “öngörü” tanımları Gramsci’nin Avrupa sol düşüncesinin genel tavrına olan üstünlüğünü oluşturmaktadır.. Gramsci tekrar ediyorum 1917’nin de etkisi nedeniyle ideolojik yüklenme taraftarıdır. Avrupa solu ise pratik tıkanıklıkların nedeni olarak gördüğü “tarihin mantığına inanmayı”, “bilimsel bir öz yakalamak” uğruna feda etti. Oysa o bilimsel öz (eğer varsa) tarihin mantığından başka bir şey değildi.
Tarihselcilik, tüm yapıların işleyiş ve dinamiklerinde bilimselleştirilebilir bir tutarlılık tek tek her konjonktürden değil, genel eğilimden kaynaklanan bir tutarlılık, olduğu tezine sahiptir. İlginç değil mi? İdeolojinin hakkını verenler bu kez “yasa”lardan sözediyorlar. Marksizmi bir ideoloji, hatta “din” yapmakla suçlananlar bu kez pozitivist olarak görülmeye, evrenselliklerden sözedenler Hegelci, konjonktürel dalgalanmaların sözümona özgünlüğü içerisinde olanlar ise gerçekçi kabul edilmeye başlanmıştır. Althusser’in başını çektiği tarihselcilik karşıtı düşünürlerin (belli bir süre sonra kendilerinin de farkettiği konusunda bazı ipuçları olan) garipliklerinin başında bu çelişki gelir.
Tarih bilinci ve tarihselcilik, zorunlu olarak ekonomizme gitmez; tarih bilinci sınıf bilincini aşan bir kategori olarak verili bir andaki altyapının açtığı utkun ötesini gösterir. Gramsci bu yüzden Marksizmin en önemli özelliğinin tüm düşünce düzeylerinde açık bir tarihselciliği temsil etmesi olduğunu vurgulamıştır.14 Gramsci hem bir tarihselcidir hem de Marksizmde bir ideolojik yüklenme olduğunu savunur. Kanımca birazdan ele alacağım. tüm tıkanıklıklarına rağmen Gramsci’yi önemli yapan budur. Tarihselciliğin zorunlu olarak ekonomizme yol vereceğini iddia eden kimileri bu yüzden Gramsci’nin, yani üstyapının özerkliğini (haddinden fazla) vurgulayan bir düşünürün tarihselci olamayacağını belirtiyorlar.15 Gramsci, yapı-üstyapı ilişkilerinde belirlenme teorisinin bilimsel sınırlarını aşmış ve oldukça öznelci bir “sivil toplum” açıklaması yapmıştır. Bu dozu ve Gramsci’nin kendisini bir yana bırakırsak, tek başına teoride değil, bizzat pratikte yani bir mücadele içerisinde kendilerini nesnelliğin içerisinde tutsak hissetmeyenler, yalnızca tarihselciler olmuşlardır. Avrupa solu biraz da bu yüzden kendi tutsaklıkları yüzünden tarihselciliğe ısınamamış, ama daha önce de değindiğim gibi bir yandan da onu gene kendi konusu içerisinde mahkum edecek bir “öz” aramaya yönelmiş, garip bir paradoksu yaşamaya başlamıştır. Burjuvazi yükseliş döneminde hep tarihin yasaları olduğunu savunmuştu sonra o yasaların savunusunu başkalarına devretmek zorunda kaldı. “Avrupa solunun içerisinde bulunduğu psikolojiyi anlamak gerekiyor. Hele hele o “sol’un tarihi uzunca bir süredir “yenik” aydınlar tarafından temsil ediliyorsa.
SİVİL TOPLUM, DEVLET ve BELİRLENME
Türkiye’de Gramsci üzerine hazırlanmış az sayıdaki çalışmadan birinde Mehmet Gündüz, düşünürün bir sivil toplumcu olarak görülmesinin yanlış olduğunu belirtiyor.16 Sivil toplumculuk Türkiye’deki acentalarının elinde iyice sevimsiz hale geldiği için Gramsci’ye haksızlık etmek istemiyorum. Ancak kesin bir sivil toplumculuk damgasını vurmadan, yapı-üstyapı ilişkilerine baktığımızda Gramsci’de “Marksist olmayan” bazı şeyler bulmak mümkündür. Bu anlamda bazı yazarların bir tür “Gramsci’yi aklama” çabası içerisinde bulunmaları pek garip olmasa gerek. Ne var ki, örneğin Texier gibi Gramsci’yi temelde altyapıcı olarak göstermek isteyen yazarların belli bir zorlama içerisinde oldukları da göze çarpıyor.17
Aslında Gramsci’nin belirlenme sorunu üzerine ne düşündüğü konusunda her kafadan bir ses çıkıyor. Kimileri yukarıdaki zorlamaları yaparken başkaları da Gramsci’nin “sivil toplum” kavramı ile yapılar arasında bir ara kesişim noktası oluşturduğunu belirtiyorlar.18 Gramsci’nin belirlenme sorununa bakışı kesinlikle “sivil toplum” kavramı çevresinde incelenebilir. Bilineni kısaca özetleyecek olursak, Marx’da ekonomik yaşamı kapsayan “sivil toplum”, Gramsci de üstyapısal bir kimliğe bürünmekte ve çoğunlukla bunun politik olmayan kesitini temsil etmektedir.
Marx ile Gramsci’nin “sivil toplum” tanımları farklıdır; bunda tartışacak bir şey yoktur. Mehmet Gündüz sivil toplumun bu iki farklı kullanımının altında, tarihsel koşulların değişik olmasının yattığını söylüyor: 19 Marx’ta acil ve önemli olan üretim ilişkilerinin önceliğini vurgulamaktı, Gramsci ise indirgemeci kaba materyalizme karşı durulması gereken bir dönemin ürünlerini verdi. Gündüz’e göre Marx ekonomiyi, Gramsci ideolojiyi ön plana çıkarmak zorunda kalmışlardı. Bu söylenenlere tamamen karşı çıkmak mümkün değil. Ancak yalnızca iki farklı kullanımın nedenleri değil amaçları da bizi ilgilendiriyor. Bu amaçlar ise Gündüz’ün açıkladığı gibi yalnızca teorik mücadele alanında değil siyaset pratiğinde de incelenmelidir. Bu yapıldığında Marx’ın sivil toplumu ile Gramsci’ninki arasında karşılaştırmalar yapma gereği ortadan kalkacaktır.
Gramsci’de “sivil toplum” esas olarak tüm ideolojik süreçleri, felsefeyi ve bunların kurumsallaştırdıklarını kapsamaktadır. Üstyapının bu yalın anlamda politik olmayan bölmesine “sivil toplum” denmesinin (Marx’ta kullanılan bir kavramı dönüştürmek ve belli bir belirsizliğe yol açmak dışında) önemli bir sorun olmadığı açıktır. Sorun, Gramsci tarafından altı çizilen ideolojiler dünyasına maledilen özellikler ve bu dünyanın üretim ilişkileri ile olan bağları ve sonuçta bütün olarak bu değerlendiriş sisteminin siyaset pratiğine etkisinde aranmalıdır.
Kanımca Gramsci’nin ideoloji ağırlıklı sistemde veya yapı ve üst-yapının belli organik araçlar tarafından birleştirildiği tarihsel blokunda eksik olan şey ideolojik yapıların birbirine geçtiği sivil toplumun ekonomik süreçlerle olan bağlarına bu sistemde yeterli önemin verilmesinin mümkün olamamasıdır. “İdeoloji egemen sınıfın bütün etkinliklerini kapsadığı için sivil toplumun da bundan dolayı çok karmaşık bir eklemlenmesi olması gerekir.”20 Gramsci belki bu karmaşıklığın kimi boyutlarını ayrıntılı olarak sunabildi ancak Marksizmin kanımca bir bilim olarak en çarpıcı ayracı olan üretim sürcenin önceliğini bu ayrıntılar içerisinde kaybetme şanssızlığını da yaşadı.
Yapı-üstyapı ilişkileri üzerinde durulurken, gerek siyasal konjonktür çözümlemeleri, gerekse teorik soyutlamalar bağlamında sınıflardan hareket edilmelidir. Sınıfların, yalnızca ekonomik yaşam içerisinde değil, ideolojileriyle, siyasetleriyle ve örgütleriyle yapılar arasındaki ilişkilerin merkezine konması hem aradaki ilişkiyi basitleştiren mekanik anlayışa hem de üstyapıyı bütün bağlantılarından koparan “özerkçi” yaklaşımlara karşı iyi bir sigorta olacaktır. Burada okuyucudan izin alarak Marx’tan iki alıntı yapmak istiyorum. Birincisi üretim sürecinin önceliği konusundaki ilk sistemli çalışma kabul edilen Alman İdeolojisi’nden:
“Belli bir şekilde faaliyette bulunan birtakım fertler belli sosyal ve politik ilişkiler içine girerler. Demek ki, yapılan ampirik gözlemlerin, ele alınan her konuda, spekülasyonlara ve aldatmacalara sapmaksızın, sosyal ve politik bünye ile üretim arasındaki ilintiyi olaylara başvurarak göstermesi gerekir. Sosyal bünye ve devlet, sürekli olarak belli birtakım fertlerin yaşama-sürecinden ortaya çıkar. Ama burada söz konusu olan fertler, başkalarının ya da bizzat kendilerinin düşünce ve tasavvurları’nda belirdikleri biçimde değil, gerçekte oldukları biçimde fertlerdir; yani maddi bakımdan etkinlik gösteren ve üreten; bunun sonucu olarak kendi iradelerinden bağımsız olan belirli temeller şartlar ve sınırlar içinde faaliyet gösteren fertlerdir.”21 Althusser’in “epistemolojik kopuş” olarak adlandırdığı tam da budur. Ama üstyapının özerkliğini oldukça aşırı bir dozda vurgulayan Althusser’in aleyhine…
Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki bu bilimsel sıçramayı yumuşattığı söylenen 18. Brumiare’den yapacağım ikinci aktarma, klasik metinlerde ekonomik belirlenimciliğin her zaman açık bir biçimde varlığını koruduğunu gösterecektir. “Mülkiyetin değişik biçimleri üzerinde toplumsal varlık koşulları üzerinde, özel olarak biçimlenmiş izlenimlerden, duygulardan, hayallerden, düşünüş tarzlarından ve felsefe anlayışlarından oluşmuş bütün bir üstyapı yükselir. Sınıfın tümü bunları yaratır ve bu maddi koşullar ve bunlara tekabül eden toplumsal ilişkiler temeli üzerinde bu üstyapı ögelerini biçimlendirir.”22 Görüldüğü gibi, Marx’ta neyin neyi belirlediği konusunda hiçbir üstü örtülü yan yoktur. Yapılar arasında bir esaret ilişkisi olduğunu vurgulamak istemiyorum ancak batı Marksizminde bir “belirlenme”den değil “karşılıklı etkileşimden’ sözedilmesi gerektiği konusunda o kadar yazı yazıldı ki sonunda Marksizmi “neyin bilimsel yaptığı” konusunda kimi hatırlatmaları yapmak zorunlu hale geldi.
Portelli, tarihsel bloğun (yani yapıların özel bir biçimde biraraya geldiği tüm bir sistem) şu veya bu ögesinin önceliği sorunu koymanın yersiz olduğunu, 23 Gürcüleri sevmeyen Can Şahan “belirlenme” sorununun gereksiz olduğunu vurgulayıp, bu tartışmanın kendisini bile saçma buluyor.24 Bütün bunlar batı Marksizminin marifetidir. Bir bütüne ilişkin nedensellik ve belirlenimciliğe itiraz ederken o bütünü çeşitli (spekülasyona açık) kompartımanlara bölüp sub (alt) nedensellikler bularak tarihsel sürecin taşıdığı mantığı unutmuşlar ve birbirinden kopuk soyutlama düzeylerine takılmışlardır. Elbette üstyapı hem bir geriye dönüş anlamında hem de birinci elden altyapı üzerinde önemli etkilere sahiptir. Ancak tartışma konusu bu değildir. Tartışma konusu neyin “toprak”, neyin “yeşeren bitki” olduğundadır. Bunda kuşkusu olanların tarihsel materyalizmin izinde olmalarından kuşku duymak gerekebilir.
Peki Gramsci bu anlamda ne kadar yol aldı? Daha önce söylediğim gibi tek başına “sivil toplum” kavramı ile bu soruya cevap vermek mümkün değil. “Sivil toplum” ile birlikte ele alınarak açıklayıcı sonuçlara ulaşabileceğimiz kavram “devlet”tir. Gramsci zaman zaman devleti sivil toplum ve politik toplumun bir toplamı olarak görme eğilimine gitse de temelde sivil toplum-devlet karşıtlığından kurulu bir üst-yapı tablosu çizer. Oluşturduğu genel çerçeveye daha fazla uyum sağlayan da bu ikincisidir. Ancak Gramsci düşüncesinde “sivil toplum” o denli görkemli bir etkinliğe sahiptir ki “devlet” bir türlü fiziki varlığını hissettiremez. Kısacası “devlet” “sivil toplumun” yanında gölgede kalmaktadır. Hatta Portelli açık yüreklilikle Gramsci’de devletin temel üstyapı “uğrağı” olmadığını belirtiyor.25 Üstyapı kurumları içerisinde önceliği devletten ideolojiye aktarmak kanımca Marksizmin bir başka bilimsel kavrayışına duyarsız kalmaktır. Avrupa sol düşüncesinde devletin çok çeşitli yöntemlerle likide edildiğini görmekteyiz. Bu yöntemlerin hepsinde “ideoloji” onemli bir yere sahip. Örneğin Althusser DİA’ları sivil toplumda değil devlet içerisinde gösterirken devleti tüm üstyapı ilişkileri içerisinde eritmiş oluyordu. Ne olduğu belirsizleşen ve görülmemeye başlayan bir “toplam”. Bunun karşısında Gramsci’nin devlet-sivil toplum ayrımı da sağlıklı bir çözüm getirmemekte “devlet’i önem sırasında ideolojinin gerisine düşürücü bir fiziki zora indirgemektedir. Poulantzas’ta da devlet Althusser’inkine benzer bir biçimde tüm kapitalist toplum’ içerisinde eriyen, “sistemin yoğunlaşmış biçimi” olarak görülmektedir.
Her iki yaklaşımda da ortak olan bir yanılgı, siyasal mücadelede çok önemli bir sorun teşkil eden, “taarruzların yöneltilmesi gereken bölme”yi saptarken ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda daha “ortodoks” bir yoruma sahip olan Poulantzas’ı bir kenara koyarsak, batı Marksizminde genel eğilim devletin sivil toplumu saran bir kuşaktan ibaret olduğu biçimindedir. Bu denli basit bir biçimde ifade edilmeye açık olmasa bile genel strateji “sivil toplumun ele geçirilmesi”ne yönelik olacaktır. Çünkü esas olan odur. Bu tezlerle Avrupa komünizminin devletleri kuşatmak tezleri arasında “tersyüz edilen” bir benzerlik vardır. Her ikisinde de politik iktidara giden yol onun dışındaki bir yerde hegemonya kurmak olarak belirlenmiştir. Gramsci düşüncesi bu yüzden hem yeni solcu stratejilere hem de Avrupa komünizmine doğru geliştirilebilecek özellikleri taşır. Bu stratejide devletin bir kurum olarak varlığı son derece küçümsenmektedir. Bu küçümsemenin nedeni onun aslında “güçsüz” bir biçimsellikten oluştuğu ve gücünü kendi dışındaki ideolojik hegemonyadan aldığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Devlet, onu koruyan başka kurumlar ortadan kalktığı zaman içi başka amaçlar için doldurulabilecek bir yapıya dönüşebilmektedir. Oysa, politik iktidarın ideolojik kurumlar üzerindeki daimi otoritesi unutulmaktadır. Din, aile, basın, radyo-televizyon gibi haberleşme araçları, eğitim ve genel olarak burjuva ideolojisi hem kendi içlerinde bir daimi üretime sahiptirler, hem de sürekli olarak politik iktidar ve onun temel kurumu olan “devlet” tarafından otoriter bir biçimde şekillendirilmektedirler. Bu şekillenmenin en önemli yanı “ikna ile zor” arasındaki birliğin sürekli olarak tazelenmesidir. Her ideolojik üretim aynı zamanda çok fiili bir zor’u da kapsar.
İknanın kökeni ise tek başına “ideolojik” yapılarda değil, ekonomik kökende aranmalıdır. Batılı Marksistler tarafından düzenin birincil temel olarak gösterilmeye başlanan ideolojik egemenlik, en önemli kaynağını kesinlikle ideolojik zora tabi olan kitlelere ekonomik olanaklar sunma yoluyla elde etmektedir. Batının ekonomik potansiyelini elinden alın, bakın arı ideoloji mi, zor mu ön plana çıkıyor?
Görüldüğü üzere, burada batılı Marksistlerin “devletin ekonomik temelden sanıldığından daha fazla oranda özerk olduğu” yolundaki tezlerden ziyade “devletin üstyapısal düzlemde ikinci plana kayışını” eleştirmeye çalıştım. Devlet ekonomik temelin üzerinde yükselen o ekonomik temelin bizzat ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ondan görece bir biçimde özerk olması zaten gereken en önemli üstyapı kurumudur. Bu anlamda siyasi mücadelede politik iktidarın merkeze konması zorunludur. İdeolojik yapıların ele geçirilmesi veya dönüştürülmesi türünden stratejiler ideoloji ve değişik siyasal partiler tarafindan korunan “devlet”in bütün kurumlarıyla taşıdığı muazzam gücü küçümsüyorlar. ABD’de sistem Amerikan yaşam tarzı ile korunur bu ideoloji din ile birlikte düzeni sarmalar. Ancak, bunun arkasında Beyaz Saray komisyonları, Pentagon, FBI, CIA, NASA gibi örgütleri de kapsayan son derece etkili bir mekanizma, bir somut mekanizma vardır. Bu her yanından elle tutulur bir zor içeren mekanizma, ideolojik ve siyasal ilişkiler kendisini ne ölçüde gizleyebiliyorsa o denli güçsüz gözükür. Bu da aslında o sözü edilen ideolojik ilişkilerin yolaçtığı yanılsamaların tipik bir örneğidir.
İDEOLOJİK DÖNÜŞÜMCÜLÜK FANTEZİSİ
Böylelikle yavaş yavaş Gramsci düşüncesini siyaset pratiği ile ilişkili olarak yargılamaya başlamış oluyoruz. Hemen Gramsci’nin diğer batılı Marksistlere göre bir ayrıcalığından sözetmeli. Gramsci düşüncesi teorik olarak siyasal mücadeleye açık bir konumdadır. Diğerlerinde hissedilen teorisizm yerini ideolojinin ve hareketin önemini sürekli olarak vurgulayan bir sisteme bırakmıştır. Gramsci’yi kimi konularda oldukça radikal yapan işte bu farklılıktır.
Gramsci için bu önsel avantaj kimi zaman “sol”, kimi zaman da “geri” denebilecek sonuçlara yol açmıştır. Geri olarak nitelendirilebilecek siyasal model toplumsal bir grubun iktidara gelmeden sivil toplum içerisinde yönetici olabileceği iddiasına dayanmaktadır.
Daha sonraki bölümde ifade edeceğim gibi Gramscinin en radikal ve sol olduğu “Modern Prens” tezlerinin tüm yapısal-işlevsel bütünlüğünü altüst eden bu geri siyasal perspektifte ideolojik mücadele politik mücadelenin üzerinde kesin bir egemenlik kuruyor. Bu stratejinin mantığını eleştirmeden önce “ideolojik hegemonyanın devrimden önce mümkün olduğu” önermesinin Gramsci’nin en önemli teorik katkısı olduğunu iddia edenlere bir cevap vermek istiyorum: Devrim öncesi hegemonya hiçbir reel gerçeklikten ve ipucundan hareket etmediği için teorik değil olsa-olsa öngörü anlamında bir katki olabilir.-Gramsci’ nin örneğin Modem Pens’te geliştirdiği örgüt tezleri ise bir reel sürecin soyutlamalarını kapsadığı için teorik bir katkıdır.
İktidar öncesi bir ideolojik hegemonya mümkün müdür? Kürşat Bumin tarafından iddia edildiği gibi klasik Marksist metinlerde bu tür bir iktidar öncesi dönüşümtin ipuçlarının varolduğunu söylemek oldukça zorlama olacaktır.26 Bu nedenle ideolojik dönüşümcülüğü ve kökeni, (Brenstein geleneği ile de çok fazla açıklanamayacağı için) 20. yüzyılın ilerleyen yıllarında devleti başka kurumlarla koruma altına alan bir dönemde aranmalıdır. İdeolojik dönüşüm için kurulan model oldukça düz bir mantığın ürünüdür: “İktidardaki bir sınıfın DİA’larında egemen kıldığı ideoloji gerçekten de bu DİA’larda “gerçekleşir’ fakat başka yerden geldiği için onları aşar. Bu türden DİA’lara karşı ve DİA’lar içinde ezilen bir sınıfın savunmayı başardığı bir ideoloji de başka yerden geldiği için onları aşar.””27
Model böyle olduğu için bir önceki bölümde sözünü ettiğim yanılgılara yeniden değinmek durumundayım. İdeolojik aygıtı baskı aygıtından ayıran teorik söylemlerin içerdiği en büyük riske ilk başta yola çıkılan teorik soyutlamanın (iki aygıtı ayırma) bir dizi soyutlama ile sürdürülmesi ve baskı aygıtı ile zor arasındaki bütün bağların ortadan kaldırılmasıdır. Gramsci’nin düştüğü büyük yanılgı yani-ilkel toplumlarda “devlet” (örneğin Rusya) gelişmiş toplumlarda sivil toplumun temel ele geçirme hedefi olduğu yolundaki önerme bu tür bir bağlantı kopması sonucu ortaya çıkmıştır. Gelişmiş toplumlarda devletin önemsizleşmesi iddiası sosyalist mücadele pratiğine hiçbir yararlı ürün vermedi. Daha önce değindiğirn gibi devletin nerede güçlü nerede zayıf olduğu tartışılır bir şeydir. Batıda devletin sivil toplum tarafından çürütüldüğü tezlerine hiç katılmıyorum. Güçlü devlet en iyi örtülmüş olandır. Örtüyü ele geçirmeye çaba gösteren her eylem çok sert fiziki önlemlerle karşılaşır. Çünkü bu örtüden sonra sorgu masasına yatırılacak ve boy hedefi haline gelecek olan devletin bizzat kendisidir. Buna izin vermezler; buna o örtüyü yani sivil denilen politika dışı toplumu ele geçirmeye yönelik bir mücadeleye o mücadele politik araçlardan yoksun olduğu için izin vermezler. Bunun örneklerini hep görüyoruz. Örtüyü kaldırmaya yani siyasete birazcık bulaşmaya adım atan her sivil toplumcu etkinlik “devletin” bazılarına hayret verici yumruğu ile karşılaşıyor. Örneğin bir Greenpeace gemisinin Fransız devlet görevlilerince batırılmasını, çoğu Fransız aydınının anlamakta güçlük çektiği kanısındayım.
Gramsci’nin sivil topluma hem teorik, hem de siyasal anlamda öncelik tanıması bu düşünürün neden Avrupa komünizmi ile Yeni Sol arasında bir anlaşma noktası oluşturduğunu sanırım açıklıyor. Artık elde güzel bir formül var; devlet-siyasal iktidar-ideoloji gibi tüm kavramlar bu formülün açtığı kapılann değerlendirilmesi ile somutluğa kavuşuyorlar. Gramsci yorumcularından Portelli sosyaiist ülkelerde devletin güçlenmesinin Gramsci’nin sivil toplumun önceliği konusundaki ısrarını haklı çıkarttığını iddia ediyor.28 Oysa aynı terimleri kullanacak olursak devletin sönmesi için bütün sivil toplumu kucaklaması gerektiği açıktır. Kelimenin hem Gramsci’nin hem de Marx’ın kullandığı anlamda “sivil toplumun” tamamını kucaklamayan bir durumda devletin söneceği vaadini hiç kimse yazmamışt. Devlet sönünceye kadar kendi mantıksal sınırlarının en ileri aşamasına kadar gelişecektir.
Gramsci’nin ideolojik dönüşümcülüğünün siyasal alandaki uzantılarından bir diğeri kendisinin de kullandığı terimle “mevzi savaşı”dır. Bu strateji kanımca Gramsci’nin Avrupalı yanı ile açıklanabilir. 1917’yi anlamakta genellikle başarılı olabilen düşünür yüzünü, Avrupa’ya döndüğünde benzer bir sosyalist devrimin gündemde olmamasından kalkarak çok daha uzun soluklu ve bir dizi ara aşamayı kapsayan bir mücadeleyi tercih etti. Bu iktidardan teorik olarak da uzak düşmeye başlayan Avrupa Marksizminin genel çerçevesine uyumlu olan bir stratejiydi. Tek ülkenin savunulması sırasında zararsız olan bu eğilimin bugünkü mirası son derece verimsiz bir aşamacılık merakıdır.
Sivil topluma öncelik verilmesinin ve sınıf mücadelesinin genel karakterinin siyasal değil ideolojik bir içerik kazanmasının yolaçacağı dertler hiç bitmez. Aşamacılık konusunda mevzi savaşı konusunda birçok şey yazılabilir. Ben bu bölümü iki örnekle kapatmak istiyorum.
Gramsci, faşizmi bir küçük burjuva hareketi olarak tanımlamasıyla bilinir. Bu ciddi yanılgının kaynağında yatan ideolojilere verilen önceliktir. Faşizmin hangi sınıfın hareketi olduğu bence tartışılmayacak kadar açıktır. Ancak Gramsci faşizmin İtalya’da geliştirdiği demagojide küçük burjuva ideolojisinden çok fazla yararlanmasını bu hareketin sınıfsal niteliğini kavrayamayacak kadar önemsemiştir. Şu unutturulmamalıdır: Küçük burjuva ideolojisi, kapitalist toplum düzeninin en az burjuva ideolojisi kadar önemli bir yansımasıdır. Ayrıca, faşizmin ideolojik temeli, onun kapitalizmin belli bir sosyo-ekonomik bunalım dönemine tekabül ettiği gerçeğini ve onun aynı zamanda çok sistemleşmiş bir siyasal hareket olmasını değiştirmez.
Faşizmin ideolojik temeline fazla önem verilmesi Gramsci’yi eğer anti-faşist güçler sivil topluma öncelik verselerdi faşizmin zaferi engellenebilirdi türünden tamamen totolojik bir varsayıma yöneltmiştir. Kanımca faşizm oldukça tarihsel bir kesitin ürünüdür; öznel niyet ve çabaların dışında neredeyse “kaçınılmaz” diyebileceğim bir nesnelliğe oturmuştur. Bu nedenle şöyle yapılsaydı Almanya Komünist Partisi böyle davransaydı Naziler başarılı olmazdı diyenler Gramsci’nin İtalya için düştüğü yanılgıyı yaşamaktadırlar. Gramsci’ye göre sivil toplumda faşist demagojiye alternatif olarak popüler bir ideoloji ile çıkılsaydı bunlar başımıza gelmeyecekti. Bu iddianın açıkçası sosyalist ideolojinin belli bir dönem için daha popüler bir kimlik içerisinde eritilmesidir.
Gramsci yanılmaktadır. Hem teorik, hem de metodolojik olarak siyasetin merkezinde her zaman “iktidar” vardır. Bu iktidar kendi varlığını önsel olarak devlet iktidarı olarak kanıtlar. İdeolojik hegemonya ya bundan sonra gelir ya da devlet iktidarına oynayan bir siyasal hareketin türevi olarak karşımıza çıkar. İlişkinin tersine çevrilmesi mümkün değildir.
İdeolojik dönüşümcülüğe ilişkin ikinci örneği Avrupa komünizminden almak istiyorum. Devlet, bu akımda o denli nesnel bir mevki olarak görülmeye başlamıştı ki kapitalist toplumu üstyapıda sadece bir ideoloji ve bu ideolojinin aktarıldığı kurumlar temsil ediyordu. Bunların üzerinde bir kez hegemonya kurduğunda devlet senin ulvi amaçların için kucağını açıveriyordu. Bu yüzden Avrupa’da ortodoks partilerden bir bölümü burjuva devletinin hangi ögelerinin yaşattlacağını hangilerininse izole edileceğini tartışmaya başlamıştı. Carillo kendisine öncül olarak büyük oranda Gramsci’yi seçerek “ideolojik aygıtları dönüştürmeye yönelik bir mücadeleye öncelik kazandırılması gerektiğini belirtiyordu.29
Gelenek Kitap Dizisi’nin ikinci ürününde hafif mizah yüklü bir tonla, İbrahim Tatlıses’in “Ayağında Kundura”yı söylediği bir sırada emniyet müdürlerinin ellerinde Kundera ile gezecekleri veya KİT Genel Müdürleri’nin Mozart’ın keman konçertolarını dinleyecekleri günlere duyulan sivil toplumcu özlemler dile getirilmişti.30 Mizah yüklü tonla söylenenlerin fazla abartmalı olmadığına inanmayanlar için Avrupa komünizminin önde gelen isimlerinden Santiago Carillo’dan aşağıdaki paragrafı aktarıyorum:
“Yöneticilerin meşru talepleri kapsayan gösterileri görmeye alışmalarını ve onlarla görüşmek için seçilmiş delegeleri kabul etmelerini sağlayalım. Halkla diyalog kurmalarını, onları dinlemelerini ve hatta kendi kararlarını yeniden gözden geçirmelerini sağlayalım. Otoritenin kendisini toplumun üzerinde görmemesini sağlayalım.”31
MODERN PRENS ve ÖNCÜ SİYASET
Gramsci’nin bence günümüz siyasal pratiğe en çok uzandırılması gereken çalışmasını oluşturan “Modern Prens”i, 15. yüzyıl Floransası’ndan yetişme bir düşünürün, Machiavelli’nin “Prens”inden yola çıkılarak sosyalizm mücadelesinde örgütün yeri ve yapısı üzerinde bir denemeden oluşuyor. Gramsci’nin çalışmasından önce biraz Machiavelli’ye ve Gramsci’nin onda ne bulduğuna değinmekte yarar var.
Sabırlı olmak yerine aceleci olmanın siyaset söz konusu olduğunda başarıya daha açık bir davranış biçimi olduğunu32, rastlantının yıkıcı etkisini ona karşı önlem almayanlara karşı gösterdiğini 33, tarafsızlığın en kötü statüko olduğunu 34 ve bugün bile yadırganan daha bir dizi aforizma geliştiren Machiavelli genel kanının tersine kötülükleri meşrulaştırma gibi bir çaba içerisinde değildir. Kimi yazarlar Machiavelli’de ahlaksızlığın kaba bir doktrin biçimine dönüştüğünü açık açık yazıyorlar.35 Bu ünlü İtalyan düşünüre yapılmış ciddi bir haksızlıktır.
Machiavelli’de zaman zaman onu “anlayan” birisini bile rahatsız edecek dozda ahlak-dışı ögeler vardır. Bunun dışında arada bir göze çarpan çocukça yaklaşımlar ve tarihi ciddiye almayan bir metodolojiden sözedebiliriz. Ancak bunlar Machiavellinin önemini kesinlikle azaltmamaktadır. Bu düşünürün önemi onun kimsenin cesaret edemediği ve insani bulmadığı politika yasalarını açıkça ifade etmesinde değil politikanın bu yasalarını bireyin davranışlarına bağlarken “ahlak” ölçüsünü bir kenara atmasındadır. Mauhiavelli’deki biçimsel “ahlaksızlık” onun sözünü ettiğim aforizmalarını rnatematiksel kesinlikle vermesinden kaynaklanmaktadır. Hatta öyle bir üretkenlik söz konusudur ki bir önerme diğeri ile çelişebilmektedir.
Gramsci’nin Machiavelli’de bulduğu ilk şey, alışılmışın dışında ona “ahlaki” bir yön maletmesidir. Gerçekten ilginçtir, Gramsci Machiavelli’nin çizdiği “Prens”in “kollektif arzu”lar üzerine kurulduğunu belirterek onun bir anlamda meşru bir içerik taşıdığını vurgulamaktadır. Ayrıca herkesin çok somut olarak gördüğü Machiavelli’yi “soyutlamalar düzeyinde” ele almayı tercih ederek alışılmamış bir şey daha yapmaktadır.36 Bütün bunlardan sonra Gramsci’nin 15. yüzyıl düşünüründen “çaldığı” şey gelmektedir: Siyasetin herkes için geçerli ortak yasaları vardır. Gramsci için Machiavelli düşüncesi, emekçi sınıflara “siz de bu yasaları bilin kullanmayı öğrenin” mesajını içeren pedagojik bir nitelik taşımaktadır.
Modern Prens’te yeralan “parti” soyutlamaları daha önce de vurguladığım gibi 1917’yi kavrayan ve evrenselliği olan soyutlamalardır. Şimdi temel olarak Gramsci’nin kavradıkları üzerinde duralım. Bence Gramsci’nın en önemli çabası nesnellik ile özne (burada parti) arasındaki ilişkide son derece cesur tanımlar yapmasıdır. Gramsci parti yani Modern Prens dışındaki herşeyin belli bir soyutlama düzeyinde nesnellik olarak kavranabileceğini belirtiyor. Yani bütün diğer siyasal partiler bütün sınıflar ideolojik kurumlar vs.. nesnelliğin bir parçası olarak görülebilirler. Bir öznenin (Modern Prens) kendisini nesnellikten ayırarak bir öngörü içerisinde kendisini hazırlaması o nesnelliğe müdahale edebilmenin en önemli koşullarından bir tanesidir.37
Gramsci için, siyasal tarihte makyavelyanizmin cisimleştiği en önemli örneklerden biri Jakobenizm’dir:”Modern Prens Jakobenizm’e (bu terimin tarihsel olarak içermiş olduğu ve kavramsal olarak sahip olması gereken bütünsel önem içerisinde) adanmış bir bölüm içermelidir.”38 Gramsci, makyavelyanizmin bir Modern Prens anlamında cisimleştiği örneği ise Bolşevizmde bulur. Daha önce de vurguladım Gramsci düşüncesi bu cisimleşmenin soyutlaması dışında hep spekülatif bir özellik taşır. Hatta öyle ki baştan beri eleştirdiğim “ideolojik dönüşümcülük” Modern Prens söz konusu olduğunda yerini siyasal iktidara yönelen, ona öncelik tanıyan bir niteliğe bırakır. Gramsci altüst oluş burada ekonomik reform ve ştan önce ezilen sınıfların entellektüel dönüşümünün gerçekleşemeyeceğini söylemektedir.39
Ancak, Gramsci düşüncesi Modern Prens’i incelerken bile “sivil toplum”cu tezlerin etkisine açıktır. Gramsci’ye göre üstyapı-altyapı arasındaki “tarihsel blok” organik olarak ve aydınlar aracılığıyla sağlanır. Aydınlar sınıfların üstyapı memurlarıdır. Partiye genellikle aydınların kollektif örgütü olarak bakan Gramsci böylelikle bu örgütü “sivil toplum’ içerisine oturtur. İlk bakışta oldukça çekici gözüken bu model önemli yanılgılar içermektedir. Ne denirse densin bu modelde “parti”, bir sınıfın üstyapısı olarak gözükmektedir. Böylesi bir çıkarsama işçi sınıfında sosyalizmin içkin olarak varolduğu düşüncesini de beraberinde getireceği için oldukça ekonomisttir (işte, ideolojici Gramsci’den ekonomizme ulaşmış olduk!). Parti bu yüzden (Gramsci terimleri kullanacak olursak) bütün bir tarihsel blok üzerinde gezinen, yapısal sınırlamaların dışında değerlendirilmesi gereken bir özelliğe sahiptir. Buna ek olarak siyaset de yalnızca bir üstyapı kurumu olarak değil, yapılararası bağları sağlayan bir süreç olarak görülmelidir.
Gramsci’nin Modern Prens’de geliştirdiği bir diğer önemli tez daha, bugün hem Yeni Sol, hem de Avrupa Komünizmi’ne (değişik yönlerden) ilham kaynağı olmaktadır. Her ne kadar dozu itina ile ayarlanmış olsa da, Gramsci örgütün, devrim öncesinde gelecekte kurulacak yaşam biçiminin ilk tohumlarını taşıdığını belirtmektedir. Bu kadarla yetinildiğinde Gramsci haklıdır. Fazla hayalci olmamak koşulu ile bugünden gelecekteki yaşam biçiminin bazı ögelerinin yaşanabileceği tek mekan partidir. Ancak, Avrupa Marksizminin Gramsci sonrası temsilcileri, burada durmayarak toplumun içerisinde sosyalist yaşam biçiminin önceden geliştirilebileceğini vurgulamışlardır.
Genel olarak baktığımızda, Modern Prens, Gramsci’nin oldukça “sol” olduğu bir çalışmadır, nedeni 1917’nin bir ögesinin soyutlanmasına dayanmaktadır, o dönemde bundan daha “sol”a yönelen başka bir şey olamaz! Ne yazık ki düşünürün en önemli katkısı bugün küçümseniyor, unutturulmaya çalışılıyor. Hatta başka şeyler de yapılıyor. Zamanında Birikim dergisinde Gramsci’nin belli bir dönem “idealizm”e düştüğü vurgulandı. Buna karşı Mehmet Gündüz şunu söylüyor: “Gramsci’nin Ekim Devrimi’nden sonra yazdığı bir yazıda Birikim’in sözünü ettiği türden fikirler savunduğu doğrudur. O dönem henüz Gramsci’nin idealizmin etkisi altında olduğu bir dönemdir. Gramsci Ekim Devrimi’ni daha yakından inceledikçe ve kuramsal bakımdan derinleştikçe bu tür fikirlerden uzaklaşmıştır. Bu bakımdan Gramsci bir dönem ileri sürdüğü ama aslında onu tanımak ve tanımlamak açısından yanıltıcı olarak ‘fikirleriyle’ tanıtılmamalı; bütünsel bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.”40 Demek ki 1917 etkisi insanı idealizme götürüyor! Avrupa’nın geri siyasal konjonktürüne mahkum olunca gerçekçi olunuyor! Sonra, Gramsci hemen 1917 sonrasında oldukça heyecanlandı, bu doğru. Ancak Modern Prens’i 1927 sonrasında yazdığı da unutulmamalıdır.
Gramsci, görüldüğü gibi, karmakarışık bir çelişkiler yumağıdır. Bir kimlik edinemez. İtalyan düşünürün talihsizliği 1917’yi, onun kimi ögelerini çarpıcı bir biçimde soyutlayacak denli iyi kavrarken, aynı zamanda Avrupa toplumlarının devresel olarak “iktidar”a yol vermemelerini hissetmesi ve bunun nedenini yalnızca üstyapısal zenginlikte aramasındandır. Eğer, 1917’yi kavramamış olsaydı, Gramsci düşüncesi belli bir kimlik edinebilirdi. Bu yüzden bugün Avrupa Marksizminin Yeni Solcu ve Avrupa komünisti varyantlarının Gramsci’den bir “tam” Gramsicilik çıkarma çabaları beyhudedir. Gramsci’de onların kabul edeceğinin çok ötesinde bir siyaset dozu vardır. Bunun yanında “geleneksel sol” Gramsci’ye çok fazla sahip çıkmamakta kesinlikle haklıdır: Çünkü Gramsci’de ileriye yönelik bir öngörü olarak ne varsa, hepsinin son derece geri siyasal programlara yol açması muhtemeldir.
Gramsci düşüncesi bir kimlik bunalımı yaşamaya devam edecek…
Dipnotlar ve Kaynak
- Anderson;Bati’da Sol Düsünce Birikim yay. 1982 s. 105.
- Hall Lubbley Mc Lennan; Siyaset ve Ideoloji Birey ve Toplum yay. s. 67.
- Bobbio-Texier; Gramsci ve Sivil Toplum Savas yay. s.IX.
- Somer K; ‘Ecevit Üzerine Aykiri Düsünceler” Görüs Dergisi sayi: 1,s.24
- Althusser; Ideoloji ve Devletin Ideolojik Aygitlari Birikim yay. 1978s. 58.
- Althusser; Lenin ve Felsefe Birikim yay 1976.
- Zukov;Methodology of History, Social Sciences Publishers, 1983 s.25.
- Goldman: Insan Bilimleri ve Felsefe, Kavram yay. s. 87
- Aybar;Marksizm’de Örgüt Sorunu, 1979,s.28.
- Sahan C;Tarih Teorisi(I)Kuram yay. 1984 s. 26.
- Mamardasvili; “Science and Culture”Social Sciences l980-82s. 112.
- Laclau; Ideoloji ve Politika Belge yay. 1985 s. 66.
- Gramsci; Modern Prince and Other Writings New World Publishers 1980s. 101.
- Gramsci;a.g.e,s.100
- Hall ve digerleri a.g.e. s. 32.
- Gunduz Mehmet; “Gramsci Ideoloji Iktidar” Yapit Aralik-Ocak 1984.
- Bobbio – Texier ag.e s. 66.
- Hall ve digerleri Lg.e. s.8.
- Gündüz Mehmet; a.g.e. s. 65.
- Portelli; Gramsci ve Tarihsel BlokSavas yay. 1982 s. 21.43
- Marx – Engels; Alman Ideolojisi Sosyal yay. 1968 s. 21.
- Marx; Louis Bonapartc’in 18 Brumiare’i Sol yay s. 47.
- Portelli a.g.e. s. 61.
- Sahan C; a.g.e. s. 32
- Portelli;a.ge. s. 38.
- Bumin; Sivil Toplum ve Devlet Yazko yay. 1981 s. 6.
- Althusser; Ideoloji ve Devletin Ideolojik Aygitlari s. 88.
- Portelli a.g.e. s. 38.
- Carillo: Eurocommuiiism and State 1977. s. 28
- Çulhaoglu; “Türkiye’de Siyaset ve Ideoloji Üzerine Sesli Düsünceler” Gelenek Kitap Dizisi 2-Aralik 1986 s. 36
- Carillo; a.gc. s. 55.
- Machiaveili; The Cbief Works and Others Duke University Press 1965 Vol: 1s. 92.
- Machiavelli; Lg.e. s. 90.
- Machiavelli; Lg.e. s. 82.
- Butterfield; The Statccraft of Machiavelli Bel and Sons Ltd. s. 112.
- Gramsci;a.g.e.s. 135.
- Gramsci;a.g.e. . 162- 163
- Gramsci; a.g s. 138.
- Gramsci; a.g.e. s. 140
- Gündüz; a.g.e. s. 77.