Yeni Gündem Dergisi’nin geçen yıl Kasım ayında çıkan 37. sayısında “1968 kuşağı”na ilişkin çeşitli değerlendirmelere ve anılara yer verildi. Derginin kapağını bu konu oluşturdu. Burada derginin konuya yaklaşım biçimini tartışacak değilim. İçeride Ertuğrul Kürkçü tarafından yazılan “1968 Yılı” başlıklı bir değerlendirme ise oldukça önemli. Kürkçü’ nün değerlendirmesi o yılları yaşayanlara bugün daha geniş boyutlu çağrışımlar yaptırabiliyor. Bunlar üzerinde durmak istiyorum.
Kürkçü’nün yazısını okuyup bitirdiğimde yazara saygı duydum. Kuşkusuz yalnızca saygı değil. Yazıda katıldığım pek çok saptama da yer alıyor. Ama Türkiye’nin bugünkü koşullarında öncelikli olarak saygımı ifade etmek istiyorum. Bunun üç nedeni var. Birincisi duygusallıktan bütünüyle uzak kalmakla birlikte yazının duygu yüklü olması ve bunu iletebilmesi. Yazarın sözde nesnellik adına geçmişe soğuk bir bilgiçlik içinde yaklaşmayıp böyle bir denge tutturabilmesine saygı duyuyorum. İkinci neden şu: Kürkçü başkalarını bilmiyorum ama kişisel olarak benim için artık çekilmez bir kavram olmaya başlayan, özellikle son zamanların modası “nostaljik yaklaşım”dan uzak kalabilmiş. Kürkçü’nün yazısına duyduğum saygının üçüncü nedenini “68 kuşağı” olayını allayıp pullamaması oluşturuyor. Kişisel konumuna karşın bundan kaçınmayı başarabilmesine saygı duyuyorum.
Açıkça söylemeliyim: Az önce “nostalji” sözcüğünü kullanırken gene tüylerim diken-diken oldu. Tepkici bir yaklaşım olduğunu kabul ediyorum. Ama büsbütün nedensiz de sayılmaz. “Nostalji” nasıl olduysa yaşamımıza öylesine girdi ki son zamanlarda! Sabah radyoyu açıyorsunuz biri salt “nostaljik duyguları” gıdıklamak için eski bir plak koyuyor ve bunu da açık-açık söylüyor. Sonra bugün televizyonda hangi film var diye gazeteyi açıyorsunuz. Eleştirmen gösterilecek -filmin beş para etmediğini yazıyor önce. Ama sonra ekliyor: Film çok kötü de olsa bilmem kaç yıl öncesine dönmekten nostaljik bir tat alanlar izleyebilirmiş. Buna benzer şeyler…
Yaşlıların geçmiş yaşamlarını özellikle gençliklerini hatırlamalarından daha doğal bir şey olamaz. İyi ama henüz kırkına yeni varan siyasal bir dirilik taşıdıklarına inanılan ya da gerçekten böyle olan insanlar neden “nostaljik” olsunlar ki? Yaşlılıkta olduğu gibi: Nostaljinin ağırlaşması ölümün güncelleşmesidir. Kırkına yeni varan insanlarda nostalji’nin ağırlaşması ise siyasal ölümün habercisi bazı durumlarda da bizzat kendisidir. Gene tepkici olduğumu kabul ederek sürdürüyorum: Diri insan için aldatıcı dış görünüm ne olursa olsun dün bugüne göre her zaman daha hamdır daha ilkeldir. Düne özlem çıkışsız gibi görülen bugün karşısında daha ilkele tapınmadır.
Kuşkusuz bir ideolojik öğe olarak nostalji üzerinde daha ayrıntılı durulabilir. Ben “tepkici” olduğunu açıkça söylediğim ilk yaklaşımımı böyle açıklayabiliyorum. Demirtaş Ceyhun kapitalizmin “güzel olan yarın değil dündür ilkesini bir var oluş savaşımıyla kendi edebiyatına benimsettirdiğinden” söz ediyor 1 ve buradan sosyalist edebiyatın eleştirisine geçiyor. Sosyalist edebiyatın bu açıdan eleştirisi bir yana kapitalizmin “güzel olan yarın değil dündür” ideolojisini Türkiye’de otuz küsur yaşındaki insanlara bile yedirebilmesi doğrusu kendi hesabına büyük bir başarı.
Bir Tanım Denemesi
Şimdi sırada “kuşak” kavramı var. Nedense 12 Eylül’den hemen sonra bu kavram da sıkça kullanılır oldu. Türkiye soluna ve aydınlarına ilişkin değerlendirmelerde “kuşak” kavramı bir tür anahtar konumuna geldi. Ama ortada bir gariplik de vardı: Yazılanlar okunduğunda söylenenler dinlendiğinde Türkiye’nin hiç sektirmeden her on yılda bir farklı kuşak yetiştirdiği sonucu çıkıyordu. Bu a priori yaklaşıma göre ana babaların bu yıl doğacak çocuklarına 20 yıl sonrası için şimdiden bir kuşak adı düşünmeleri bile mümkün. Elbette yalnızca “87’liler” denilip geçilmeyecekse…
Şöyle bir açıklama mümkün: Kondratiev’in 50 yıllık “cycle”ları Türkiye’de hep 10 yıla sıkışıyor. Çok doğru ve anlamlı olduğunu sanmıyorum ama gene de tartışılabilir. Kondratiev’in 50 yıllık cycle’lara yüklediği tüm üst yapı öğelerini de kucaklayan radikal kılık değiştirmelerin Türkiye kapitalizminin 10’ar yıllık ekonomik darboğazlarına sıkıştığını söylemek bana güç geliyor. Bunu açıkça söyleyen var mı bilmiyorum. Ama Türkiye’de her 10 yılda bir gerçekten özgün kuşakların yetiştiğini söyleyebilmek için, bunu da sergilemek gerek.
Uzatmaya gerek yok. Kanımca iki tür kuşaktan söz etmek mümkün. İlki gerçek anlamda Kuşak. Bunu ilk harfini kapital yazarak ötekilerden Türkiye kapitalizminin devresel bunalımları ve bunun bazı üstyapı yansımalarıyla oluşan 10’ar yıllık”kuşak”lardan ayırmak doğru olur. Türkiye’de bir 37’liler 47’liler 57’liler olduğu söylenebilir. Ama kanımca “Kuşak” değil, “kuşak” deme koşuluyla.
A posteriori bir yaklaşımın ağırlık taşıdığı olgu, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihsel gelişimi gözetilerek ele alınırsa Türkiye’de kuşakların yanı sıra bir tek Kuşak olduğu sonucuna varılabilir. Türkiye’nin son yüz yılının tek Kuşağı 1880 -1900 arası doğanlardır. Bu kuşkusuz keyfi bir tercih değil. Küçük harfle başlayan “kuşak” değil de Kuşak olmanın göstergeleri şöyle özetlenebilir:
-Son çözümlemede Kuşak’ın etkileyip yoğurması, etkilenip yoğrulmasına baskın çıkar,
-Kuşak gerçekleştirdikleriyle kendi tarihselliğindeki öteki tüm “kuşaklara” damgasını vurur, onları ayrıştırır, dinamizm kazandırır,
-Kendi niteliklerini taşıyan bir başka Kuşak tarih sahnesine çıkıncaya dek aradaki kuşakların içinde tutulacakları çerçeveyi oluşturur. Bir başka deyişle kuşakların felsefi, toplumsal, siyasal “problematiğini” belirleyen Kuşak’tır.
Bu çerçevede bakıldığında Türkiye’de bir Kuşak, bir de kuşaklar vardır. Edebiyatımızın ünlü “acılı kuşağı”, daha sonra Yalçın Küçük’ün “romanesk” olduğunu ileri sürdüğü 37’liler, “68 kuşağı” denilen 47’liler, 57’liler vb. Burada açıkça söylemek gerekiyor: Türkiye’de 47’lilerin dramatik kopuş denemesini şimdilik bir yana bırakırsak, onların ve önceki kuşakların platformunu belirleyen hem ilk hem de son çözümlemede 1880 -1900 arası doğanlardan oluşan Kuşak’ın eylemi ve gerçekleştirdikleri olmuştur. 1902 doğumlu olmasına karşın Nazım’ı da bu Kuşak’a katmak mümkün. Türkiye solu uzun yıllar boyunca Mustafa Kemal ve Nazım ile somutlaştırdığı bu Kuşak’ı yaşamış, tartışmış, hareket etmiştir. Bu bir mirastır. “Acılı kuşak” bu mirasa, bir ölçü köy enstitücülüğü kattı. 37’li kuşak planlamacılığı ve sosyal adaletçiliği. 47’liler ise işe Mustafa Kemal’in “istiklali tam ilkesi” ile başladılar, mitinglerde bir dönem “çek elini elimden, ben sömürgen değilem” türü şarkılar da söylediler.
Ama 47’liler bir kopuşu da zorladılar. Ya da bir kopuşu zorlama zorunda kaldılar. Kanımca asıl önemleri burada ortaya çıkıyor.
68’e Nostaljik Olmayan Bakış
Az önce 47’lilerin bir kopuşu zorladıklarından söz ettim. Kürkçü’ nün değerlendirmesinde bu kopuş süreci şöyle anlatılıyor: “Öğrenciler 1960’ta da sokaklarda ve siyasal mücadelenin orta yerindeydiler ama daha büyük bir gücün – ordunun – yedeği olarak. Amaçları ve özlemleri burjuva ufkunun ötesine geçmiyordu” 2 Kürkçü daha sonra 1968 yılına geliyor ve sürdürüyor: “Şimdiyse öğrenciler devrimin bambaşka bir anlamının ve içeriğinin bulunduğunu keşfediyorlardı -halkın egemenliği! Böylelikle öğrenciler modern tarih içinde ilk kez egemen ideolojiden yığın halinde kopmaya başladılar. Kuşkusuz bu bir anda ve topyekün gerçekleşen bir şey değildi.” 3
Kürkçü’nün son cümlesini bir rezervasyon olarak son derece yerinde buluyorum. Kanımca kopuş dinamiğine karşın 68 kuşağını belirleyen temel ideolojik öğe yurtseverlik sınırları içerisinde kaldı. 68 kuşağının konumunu trajik kılan asıl olgu söz konusu kopuş sürecinin oldukça geniş kapsamlı boyutları ve dinamikleri ile siyasal etkinlik kanallarının darlığı ve kuruluğu arasındaki çelişkidir. Buna yeniden döneceğim.
Abartmak gibi küçümsemek de yanlış. 68 kuşağı “profesyonel devrimciliği” ilk tartışırken aynı kuşaktan “ne yani para için mi devrimcilik yapacağız” türü tepkiler geldi. Kesinlikle olağan buluyorum. 68 kuşağı 1968 baharında Fransa’da olup bitenleri izlemeye ve anlamaya çalışırken bir önceki kuşaktan saygı duydukları öğretmenleri onları “hiç merak etmeyin çocuklar her şey ana örgütün denetimi altındadır” diye (o zamanlar işçi sınıfı partilerine “ana örgüt” denilirdi) aydınlatırlardı. Kesinlikle olağan buluyorum. Ama bir başka olgu daha vardı. Trajik olanı, onda bulmak mümkün.
68 kuşağından, görüşlerine başvurulan Akın Atauz anlatıyor: “1968’deki olayların özü hakkımızda verilmiş kararların kendi tarafımızdan da verilebileceğinin anlaşılmış olmasıydı. Bence en müthiş dönüşüm buydu (…) Öğrenciler her sınıf ve kesimin kendisiyle ilgili yönetim erkini ele geçirebileceğine ve böylece bir ülke yönetiminin mümkün olabileceğine inanıyorlardı.” 4 Şu değerlendirme de Kürkçü’den: “Ülke kırk yıllık entelektüel kısırlığını tek bir atılımla aşmak ister gibiydi.”5 Trajik olanı burada görüyorum. Tek başına bu doğrularda değil bu doğrularla bir başka realitenin oluşturduğu çelişkide. Şöyle açıklayabilirim: Kopuş sürecinin Atauz ve Kürkçü’nün de değindikleri türden kapsamlı çok boyutlu ve radikal yönelimleri iş siyasal eylem platformuna geldiğinde kuruyuveriyordu. Düşünebiliyor musunuz 1968 yılında dünyada gelişen olayların da etkisi altında anti otoriteriz mi “yaşamın her alanında ve her kurumunda devrim” düşüncesini savunan sınırlı sayıda öğrenci bile iş strateji tartışmalarına geldiğinde bir önceki kimliğinden sıyrılıveriyor bir anda papağanlaşıyordu: “Bugün yarı bağımlı ve yarı feodal bir ülke olan Türkiye’de hakim çelişki işbirlikçi sermaye feodal ağalar ve emperyalizm ile bunların dışında kalan tüm millici güçler arasındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki devrimci adım milli demokratik devrimdir.” Bu olur mu? Türkiye’de 1968 yılında oluyordu.
Toplumsal kurtuluşu soyut düzeyde ve belirli bir yaratıcılıkla düşünebilen insanın siyasal kurtuluşu ancak bu darlık içerisinde somutlayabilmesi 68 kuşağının trajik çelişkilerinden biridir. Bu kuruluk 68 kuşağına geçmişte ve o günlerde aldıkları saf ne olursa olsun eski tüfeklerin tümünün hediyesidir. Sonunda kitlesel değil ama daha dar anlamda bir kopuş gerçekten de yaşandı. 68 kuşağı aranış ve yaratıcılık özlemlerinin karşısına çıkarılan “millici güçler” edebiyatına ve siyasal oyunlarda piyon olarak kullanılmaya isyan etti. Kesinlikle teorik olarak değil. 68 kuşağı isyanını geçmiş kuşaklara ve onlarca dayatılan bir tür stratejiye karşı haykırdı. Bugün kaynak göstererek alıntı yapmam mümkün değil. Ama çok iyi hatırlıyorum İleri dergisinin (o zaman en büyük gençlik örgütü olan Dev-Genç’in yayını) 12 Mart’ı izleyen “Balyoz Harekâtı’ndan önce çıkan son sayısında “geçmişten bize batakçılıktan başka miras kalmamıştır” deniliyordu. Sanıyorum aynı yazı ekliyordu: “Göğüsle, göğüsle, bundan sonra göğüslenecek sınır kalmadı. Göğüsledin mi, kurşunu göğsünün ortasına yersin.” Bu bir bakıma gençliğin “oluyor az kaldı, biraz daha göğüsleyin” diyen büyük siyaset oyuncularına tepkisiydi.
Bundan sonrasını anlatmaya sanırım gerek yok.
47’liler ve Öncekiler
Çok önemli bulduğumdan Kürkçü’nün değerlendirmesini bir kez daha aktarıyorum: “Ülke kırk yıllık entelektüel kısırlığını tek bir atılımla aşmak ister gibiydi.” Bu değerlendirme üzerinde düşünüldüğünde az önce sözü edilen trajedinin daha derin bir başka boyutu ortaya çıkıyor.
Burada ihtiyatla yaklaşılması koşuluyla bir genel değerlendirme yapmak istiyorum: Görebildiğim kadarıyla ilke olarak tartışan yanı ağır basan bir kuşağın aynı zamanda “çözen” kuşak olması çok güç.(*) 47’liler tarihsel olarak tartışan yanları ağır basması gereken gerçekte de öyle olan bir kuşaktı. Kürkçü’ nün “tek bir atılımla aşma” değerlendirmesi çerçevesinde tarihsel sıkışma bu kuşağa tarihsel görevlerin tümünü yükledi. Altında ezildiler.
Akla birkaç örnek geliyor. Ağırlıklı özelliğini tartışma ve aramanın oluşturduğu kuşaklardan çözüm için öne atılanlar da çıkıyor. Hem dünyada hem Türkiye’de. Babeuf ve Buanorotti gerçekte arayan bir kuşağın üyeleriydiler. Çözüm için eyleme geçtiler. Türkiye’de Ali Suavi de arayan bir kuşağın adamıydı. Öne atıldı eyleme geçti. Bunlara “yanlışlık” olarak bakmak dar ve aptalca bir tutumdur. Erken doğumlar tarihsel gelişimin kaçınılmaz ürünleri. 47’lilerin değerlendirilmesine bu “erken doğum” boyutunun katılmasının yararlı olacağı kanısındayım.
Aynı konuda ilginç bulduğum bir başka örnek var. Bilimsel sosyalizmin üç kaynağından ya da bileşeninden söz edilir: Alman Felsefesi Ekonomi Politik ve Ütopyacı Sosyalizm. İlginç olan şu: Bu üç kaynağın yaratıcılarına bakıldığında çok kesin bir kuşak olgusu görülüyor. 1760 -1770 arası doğanlar. Başka türlü söylersek tam anlamıyla gençlikleri Fransız İhtilali ve etkileri ile yoğrulanlar. En çok iki yıllık bir sapma yalnızca bir iki kişi için geçerli. 2 yıllık bir sapma hiç önemli değil. Alman Felsefesi: Fichte ve Hegel. Ekonomi Politik: David Ricardo. Utopyacı Sosyalizm: Saint Simon Owen Fourier Buanorotti ve Babeuf. İstisnasız tümü aynı kuşağın üyeleri. Fransız İhtilalini ve sonuçlarını 18-29 yaşları arasında yaşayanlar. Bu üç kaynak arayan kuşağın yaratıcı ürünü oluyor. Arayan kuşak değinildiği gibi Babeuf ve Buanorotti ile erken doğumu da veriyor.
Yaklaşık olarak 50 yıl sonra eylemci ya da çözücü kuşak ortaya çıkıyor. Perde Auguste Blanqui’nin “ırmağın karşı yakasında ne ekili olduğunu tartışacağımıza yüzüp geçelim ırmağı” sözleriyle açılıyor. Proudhon’un çözümleri gündeme geliyor. Bakunin sahneye çıkıyor. İşçi Weitling yaşamını örgütçülüğe adıyor. Nihayet Marx teorik tüm çalışmalarını örgütçülükle bütünleştirmekten geri kalmıyor. İsteyen “arayan kuşak” “çözen kuşak” değerlendirmesini 1917’ye de uygulayabilir. Burada kuşak olgusu çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor.
Amacım kesinlikle söz konusu tarihsel saptamaları alıp aynen Türkiye’ye uygulamak değil. Gene de şu kadarına değinilebilir: 47’lilerin özelliği tarihin onlara arama, tartışma, model kurma, kopma ve eyleme geçme görevlerinin tümünü birden vermesidir. Türkiye’de 47’lilerden önce aranmadı mı, tartışılmadı mı? Bunu söylemiyorum. Şunu söylüyorum: Aransa tartışılsa bile 47’lilere kadar bunların tümü gerçek anlamda bir radikallik içermediler; büyük bir ağırlıkla sözünü ettiğim Kuşak tarafından belirlenen bir problematiğin sınırları içerisinde kaldılar.
“Başka türlü olsaydı, başka türlü olurdu.” Eğer Türkiye’deki düşünsel-kültürel birikim farklı ve geçmişe bakıldığında daha dolu bir içerik taşısaydı 1960 – 70 döneminde ortaya çıkan nesnelliğin gerçek kahramanlarının 37’liler olması gerekirdi. Başka kimse değil 37’liler. Neden?
1968’in nesnelliği karşısında 47’liler çok genç, 37’lilerden öncekiler ise yaşlı idiler. Lenin’i ayırırsak 1917’nin önder kadrosunun istisnasız tümü Devrim yılında 30-40 yaşlarında idiler. Mustafa Kemal ulusal kurtuluş savaşı için Samsun’a giderken 38 yaşında idi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en ihtilalci meclisi olan Birinci Büyük Millet Meclisi’ndeki üyelerin yarıdan çoğunu 30-40 yaşları arasındaki insanlar oluşturuyordu.6 Fransız İhtilali’nde Robespierre 31, Danton 30 yaşında; yalnız Marat 43’ünde. İsteyen 27 Mayıs’ın asıl itici gücünü oluşturan Milli Birlik Komitesi üyelerinin yaşlarını da araştırabilir.
1968’in nesnelliğinde 47’liler çok toy, 37’lilerden öncekiler ise göreli olarak yaşlı idiler. Elbette yalnızca bu değil. Türkiye’nin tarihsel ve güncel başka özellikleri de eklendi ve 37’liler “teorik olarak” önlerinde duran bir fırsatı kaçırdılar. Elbette işi sonuna kadar götürmeyi kastetmiyorum. Yalnızca 47’lilerin arasında kaybolup gitmelerine değiniyorum. Bir kuşak öncesini de kapsayan bir genellikte Kürkçü şöyle değiniyor: “Bütün ünvanlarıyla birlikte koskoca öğretim üyelerinin uzmanlık alanları dışında birer karaçalı il oldukları ortaya çıktı. İçlerinden en namusluları her şeyi yeniden öğrencilerinden öğrenmeye başladılar.” 7 Gene 37’lileri de içerecek biçimde Yalçın Küçük’ün değerlendirmesi ise şu: “1960 döneminin görkemli yıllarında üniversite ve yüksek öğretim kurumlarındaki kadrolar iki yanılgının birden içine düştüler. Biri, o yıllarda Türkiye’nin sosyalist iktidarı kuracağını sandılar. İkincisi, Türkiye’nin o zamanki sosyalist iktidarının kurucularının kendi öğrencileri olacağını sandılar. Bu yüzden hiçbir birikime sahip olmadan birdenbire çok idealist bir biçimde ‘sosyalist oldular’; sonra da öğrencilerinin arkasına takıldılar.” 8
Kürkçü ve Küçük’ün öğretim üyeleri için söylediklerinin daha önceki her kuşaktan ilerici için geçerli olduğunu sanıyorum. 47’liler böyle ezildiler. 12 Mart’ın darbelerinden önce üzerlerine düşen misyonların çeşitliliği ve ağırlığı altında ezildiler. Eski kuşakların kendilerine teslim olması ise hemen-hemen hiçbir yarar sağlamadı yüklerini hafifletmedi.
47’liler ve Sonrakiler
12 Eylül’ün ilk dönemlerinde kuşak sorunu ile bağlantılı olarak iki alanda tartışmaların yoğunlaştığını hatırlıyorum. Birinin adına “birey olma” ya da “bireyleşme süreci” deniliyordu. Öteki ise “güzel insan” tanımı ve aranışında odaklaştı.
Burada yeniden nostalji konusunda olduğu gibi “bilim dışı” tepkiler duymamak mümkün değil. Daha doğrusu şöyle: Belirli bir gerçekliğe ve derinliğe sahip oldukları su götürmeyen bu kavramlar öylesine ilginç gerekçelerle ve çıkışlarla tartışma gündemine sokuldu ki zamanla astan yüzünden pahalıya gelmeye başladı ve tepki çekti. “Birey olma” Türkiye solunun tüm sorunlarını çözebilecek bir anahtardı. Ne olduysa daha “birey olamayan” insanların ülkenin çehresini değiştirmeye çalışmalarından olmuştu. Bazı romancılar aynı temayı çirkin biçimlerde işlediler.
Sonra “güzel insan” tartışmaları başladı. Kimdi “güzel insan?” Hangi kuşak daha güzeldi? Hiç anlayamadım. Bugün de anlayamıyorum. Zorladığımda Çernişevski ve “Nasıl Yapmalı” bağlamında bazı “güzel insan” çağrışımları yapabiliyorum. Doğrusu bunu da oldukça tehlikeli buluyorum. Daha sonraki devrimci kuşakların Çernişevski’ye sahip çıkışlarını Türkiye gerçekliğinden bütünüyle ayırıyorum. Türkiye açısından bu anlamda bir beklentiyi ütopyacılık ya da bir umutsuzluk deklarasyonu olarak görmek gerek. Zamanında “yeni insan” özlemi ile Dimitrov da Rahmetov tipine dört elle sarıldığını ama sonra “çocukça” bularak vazgeçtiğini anlatır. Çernişevski’nin “yeni insan” aranışı köklü ve güçlü bir birikimin artık “yeni”yi müjdelemesidir ve beğenilmesinin gerçek nedeni de budur. Türkiye’deki “yeni insan” aranışı ise bütünüyle birikimsizliğe dayanan ve birikimsizliği veri alan ütopik bir süper kuşak beklentisidir. Birincisinde geçmiş “yeni”yi çağırır. İkincisinde “yeni” geçmişe ve bugüne bir anlam verebilmek için imdada çağrılır. Çernişevski’de umut vardır. Bizdekinde umutsuzluk ve çıkışsızlık ağır basar.
Bunları şu nedenle yazıyorum: “Güzel” ya da “yeni” kuşak özlemi güzel olanın güzel olduğu için güzeli yaratacağı yanılgısını içeriyor. Oysa kuşaklarda da güzellik ya da yenilik kesinlikle a priori bir kategori değil. Kuşaklar güzel oldukları için yapmazlar. Yaptıkları için ya da yaptıklarıyla güzel olurlar. “Direnen insan güzeldir”; çok doğru katılmamak mümkün değil. Ancak “Kafkaesk” süreç yaşayan insanları güzel bulmayı hiç anlamıyorum. Kafkaesk süreç en çok hamamböceğini çağrıştırıyor. Hamamböceğini ise güzel bulamıyorum.
68 kuşağından Akın Atauz sonrakileri şöyle değerlendiriyor: “Şimdiki gençler çok ihtiyatlı, neredeyse bir oto sansür eğilimi var. 68’den 86’ya iki gençlik grubu arasında nasıl bu kadar büyük bir açıklık doğdu bilemiyorum.”9 Atauz’ un gözlediklerinin tümüyle baskılardan kaynaklanan bir ihtiyatlılık olduğunu sanmıyorum. Atauz’ un belirli bir “kişiliksizlik” olgusuna değinmiş olması mümkün. Böyle ise düşünmek gerek: Türkiye’de “bireyleşme”nin en çok konuşulup tavsiye edildiği bir dönem yoksa sonunda ortaya kişiliksiz bir kuşak mı çıkardı? Bu kadar katı ve yargıcı olmak da doğru değil. Yeni kuşakların sorunlarının kaynağını başka yerlerde aramak gerekiyor.
Kürkçü’nün 68’den yaklaşık 20 yıl sonra yazdıklarını okuyunca düşündüm: Coşku, gene var. Galiba yeni kuşaklar duygu ve coşku yönünden eksik kalıyorlar. Duygunun ve coşkunun Allah vergisi olduğu herhalde söylenemez. Duyguyu ve coşkuyu yeni bir şeylerin yakalandığına ilişkin sezgi yaratır. 47’lilerin coşkusu yeniyi ve söylenmeyeni yakalamanın sezgisine (bilinç değil) dayanıyordu. Yeni kuşakların Atauz’un gözlemiyle aşırı ihtiyatlılıklarının ya da coşkusuzluklarının temelinde ise bugüne dek okunanların ve bilinenlerin ötesinde yeniyi ve umut verici olanı yakalayamama yatıyor.
Bu salt yeni kuşaklara özgü bir yetersizlik değil kuşkusuz. Türkiye’nin tüm teknolojik gelişime sanat ve kültür “etkinliklerinin alabildiğine yayılmasına, cinsellik, feminizm ya da “bireyleşme” konularında onca tartışmaya karşın kültürel bir derinlik kazandığını söylemek mümkün değil. Yakup Kadri’nin deyişiyle ortaya “şakuli” değil “ufki” insanlar çıkıyor. Geçmişin kültürsüz kuşaklarının yerini artık yarım kültürlü İnsanlar alıyor. Yarım kültür, olmayan kültürden daha tehlikeli. Çünkü çok yerinde bir deyişle “yarım kültür, yerine bilinci koymadan sezgiyi de yıkıyor.”
Böylece Türkiye’de geçmişin yarı cahil coşkulularının yerini günümüzün yarım kültürlü ruhsuzları alıyor. Genç kuşakların en iyi niyetlileri ise gerektiğinde kuşkusuz hiç ikirciklenmeden üstlenilmesi gereken ancak kesinlikle tek başına bir perspektif sayılamayacak “iğne ile kuyu kazma” işine soyunuyorlar. Gene de hiç yoktan kesinlikle daha iyi..
Kanımca en doğrusu şu: “Açık ki bir daha 68 olmayacak; ancak ’68’in büyük idealleri – bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm – gerçek oluncaya kadar daha pek çok kuşak farklı koşullarda ve farklı biçimlerde aynı amaçların peşinde, birbirlerinden öğrenip, birbirlerini eleştirerek insanlığın sınıflardan, sermaye egemenliğinden, zulümden özgür kılınacağı toplum uğruna mücadelede kendilerinden öncekileri aşarak ilerlemeye devam edecekler. ’68’liler bu büyük tarih zincirinin şimdilik daha çok parıldar görünen bir halkasıdır yalnızca.” 10
Bu değerlendirmelere katılmamak mümkün değil. Yalnızca bazı eklemeler yapmak istiyorum. Bugün Türkiye’nin gelmiş geçmiş tüm kuşaklarından ayakta kalanlar, ister salt sezgileri ile isterse bilimsel çözümlemeler sonucunda yakalayabildikleri “farklı bir gelecek, farklı bir ortam” ipuçlarını sürekli diri tutup beslemelidir. İkincisi: 37’liler, 47’liler, 57’liler, geçmiş tüm kuşaklar tarihsel misyonlarını, tarihin verdikleriyle yerine getirdikleri inancını taşımalılar. Artık bunlar ayrı ayrı kuşaklar değil, hep birlikte sosyalizm mücadelesinin birikimi, mayasıdırlar. Türkiye’nin geleceğine damgalarını, eğer vuracaklarsa, tek tek kuşaklar olarak değil, hep birlikte vuracaklardır. Üçüncüsü: Umut kendi başına kesinlikle gelecek kuşaklarda değil, gelecek nesnelliklerdedir. Önce, geleceğin nesnellikleri. Bu gelecek nesnellik belki de yeni bir “kuşak” değil, çözücü gerçek bir Kuşak yaratacak. Olabilir. Ama umut, en başta, geleceğin kuşağından da önce, geleceğin Türkiyesi’ndedir. Dördüncüsü: Türkiye’de gelmiş geçmiş kuşaklar, inanç ve diriliklerini koruyabildikleri ölçüde hep “nesnellik” olarak sözünü ettiğimiz bu geleceğin ortamının biçimlenmesinde, bugünden öznel katkılarını yapmış olacaklardır. Bu, başlıbaşına büyük bir misyondur.
Nihayet, beşincisi ve kanımca en önemlisi. Saptama, Avcıoğlu’na ait: Siyasal liberalizm tutkusunun, Türkiye’de fikir hayatını kısırlaştıran dar çerçevesi mutlaka kırılmalıdır. 11 Türkiye’deki kuşakların asgari müştereği kesinlikle böyle bir tutku olmamalı. 37’liler, 47’liler, 57’liler ve ötekileri henüz yitirmedikleri yaratıcı güçlerini siyasal liberalizm özlemciliğine kurban ederlerse, gelecek günlerin çekip çeviricisi kuşaklar (ya da Kuşak) eskilere en çok üzülerek bakacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ceyhun Demirtaş; 20. Yüzyıl ve Edebiyat Çağdaş Yayınları İst. 1970 s: 33.
- Kürkçü Ertuğrul; 1968 Yılı Yeni Gündem 16-22 Kasım 1986 sayı: 33,s: 40.
- Kürkçü Ertuğrul; a.g.y. s: 40.
- “1988 Kuşağı” Yeni Gündem, aynı sayı s; 12.
- Kürkçü Ertuğrul; a.g.y.
- Kışlalı, Ahmet Taner; Öğrenci Hareketleri, Bilgi Yay. Ank. 1974 s: 118.
- Kürkçü Ertuğrul; a.g.y
- Küçük Yalçın; “Yolun Neresindeyiz” Bir Yeni Cumhuriyet İçin’in içinde,Tekin Yayınevi İst. 1980 s: 472.
- Yeni Gündem, aynı sayı s: 16.
- Kürkçü Ertuğrul; a.g.y.
- Avcıoğlu Doğan; Devrim ve Demokrasi Üzerine, Tekin Yayınevi, İst., 1980,s: 6.