1 “Onların içinde de üç ayrı eğilim varmış. Birincisi ‘bu iş böyle gitmez’ diyormuş. İkincisi ‘bu iş bizle başladı bizle bitecek’de ısrar ediyormuş. Üçüncü eğilim ise başka bir yol aranışı içindeymiş…”
Türkiye solunda neler olup bittiğini merak edenler, sordukları sorulara bu tür yanıtlar alıyorlar. Yukarıdakine benzer saptamalar, soldaki grupların büyük çoğunluğu için geçerli olmaya başladı. Bugün, içinde yalnızca iki ayrı eğilimi barındıran grupların “homojen” sayılmaları bile mümkün.
Böyle bir durumun, araştırılmaya değer özel nedenleri olmalıdır. Bu nedenlerin saptanması ve buradan hareketle oluşturulabilecek almaşık senaryolar, Türkiye solundan kısa dönemde nelerin beklenebileceği konusunda bize yaklaşık fikirler verecektir.
Nedenler araştırılırken akla önce şu soru geliyor: Gruplar içindeki eğilim farklılaşmalarının dünyada ve Türkiye’de cereyan eden gelişmelerle ilişkisi nedir? Denecektir ki “duvarlar yıkılıyor”. İstisnasız her konuya giriş için son bir ayda maymuncuk durumuna gelen bu sözden sonra da devam edilecektir: “Duvarlar yıkılırken Türkiye solunun eski hamam eski tas kalması mümkün mü?” Doğrusu, ben tam tamına böyle düşünmüyorum. Nedenlerini az sonra açıklamaya çalışacağım.
Bundan önce, daha kapsamlı bir çözümleme için gerekli olan ve bize özgü bir başvuru çerçevesinden söz edilebilir. Hepimiz biliyoruz, Türkiye solu 20 yıl önce yaşanan bir saflaşmayı ve onun uzantılarını kendine önemli ölçüde içselleştirmiştir. Az önce değinilen “ilişki” sorusunun yanıtı da, gruplardan her birinin, bu 20 yıllık saflaşmanın hangi yakasında kaldığıyla belirlenmektedir önemli ölçüde. Dünyadaki gelişmeler, Türkiye solunun 20 yılına damga vuran saflaşmadan büsbütün bağımsız bir dinamik oluştururlar. Oysa aynı dinamiğin Türkiye’deki sol gruplara yansıması, ancak bu saflaşmanın ortaya koyduğu prizma aracılığıyla gerçekleşebilmektedir. Örneğin son 4-5 yılda Sovyetler’de yaşanan süreçlerle bugün Avrupa’nın doğusunda cereyan eden gelişmelerin, hem geleneksel sol, hem de devrimci demokrat (ve devrimci demokrat kökenli) gruplarca tam tamına aynı öz ve biçimde değerlendirildiğini herhalde kimse iddia etmeyecektir.
Türkiye solunu ve onun çeşitli gruplarını etkileyen dinamikler, salt kolaylık adına üç kategoriye ayrılabilir: 1) Ülke içi sınıfsal-politik dinamikler; 2) dış dinamikler; 3) sol grupların her birine özgü dinamikler… Dediğim gibi böyle bir ayrıştırma, salt anlatım kolaylığı açısından mazur görülebilir. Yoksa, nihai belirlenimin ayrı ayrı etki kotalarına göre değil, bunların tümünün bir tür özel bileşkesi biçiminde ortaya çıktığını biliyoruz. Ama her şeye rağmen, bu nihai bileşkenin de bir asal belirleyeni ya da baskın durumdaki unsuru olmalıdır…
Yanılıyor olabilirim. Ama bana göre Türkiye solunun bugünkü konumlanışında asal belirleyen ya da baskın durumdaki unsur, grupların kendi özel dinamikleridir. Bir başka deyişle, örneğin sosyalizmin dünyada yaşadığı süreçler Türkiye solu üzerindeki etkisini, en yalın haliyle ya da doğrudan kendi değerleriyle değil, varolan grupların özel dinamiklerinin belirleyiciliğinde yapabilmektedir.
Esasen, özgül her belirlenimin böyle bir nitelik taşıdığı, en güçlü etmenleri bile kırarak yansıtan özel prizmaların ise her durumda geçerli olduğu söylenerek, yukarıdaki değerlendirmenin bir yenilik içermediği ileri sürülebilir.
Böyle bir itiraz özde haklıdır da. Ama benim amacım özellikle şunu vurgulamak: Türkiye solunun grupları, sosyalizmde olup bitenlere, “duvarların yıkılmasına” ve dış dünyanın tüm dinamiklerine, öyle sanıldığı kadar doğrudan duyarlı değillerdir. Bugün dünyada ve Türkiye’de tüm olup bitenlere rağmen, Türkiye solunun grupları nezdinde en önemli belirleyen yada en ön plandaki müteharrik güç, bu gruplardan her birinin konumlanışına, iç dengelerine ve çelişkilerine göre biçimlenmektedir.
Bunun bir meziyet olduğunu ya da ileride böyle olabileceğini iddia ediyor değilim. Çünkü grup içi dinamiklerin bunca ön planda yer alması, gerçekte bir güdüklüğün de ifadesidir. Türkiye solu, sınıfla anlamlı ve kalıcı denebilecek bağlar kurabilmiş değildir. Ülkenin genel politik gündemine damgasını vuran bir etkinlik düzeyinden de çok uzaktadır. Bu koşullarda, Türkiye solunun gruplarını doğrudan belirleyen bir etmen olarak sınıf ilişkilerinden ya da güncel politik gelişmelerden söz etmek pek anlamlı olmayacaktır. Sonuç olarak Türkiye solunun sayılan üç dinamik kategorisinden ikincisi ile olan ilişkisi, güncelden büyük ölçüde kopuk ve ancak dolaylı yoldandır. Bu dolaylılığın ucundaki yer de, 9 yıl önceki ağır darbenin muhasebesidir.
Bütün bu koşullar dikkate alındığında doğal ya da kaçınılmaz olan, grupların kendi içlerine dönüp doğrudan ya da dolaylı biçimde bir “varlık analizi”ne yönelmeleridir. Esasen Türkiye solunun 80’den bu yana en çok yaptığı şey budur. Arzu edilir bir durum olmasa da, bugün Türkiye solunun asal dinamiğini tek tek gruplar içi varlık analizleri ve bu analiz sırasında yaşanan ayrışmalar oluşturmaktadır.
Şimdi de şu soru sorulabilir: İyi de bütün bunlar doğru olsalar bile hangi somut sonuçlara işaret ediyor? Böyle bir soruya verilecek en açık yanıtlardan biri şu olsa gerek: Dünya sosyalizminde olup bitenler, saflaşmaların yenilenmesi için hangi olanakları sunarsa sunsun, Türkiye’nin genel sınıfsal dinamikleri ve politik gelişmeleri sosyalizmin savunusu adına hangi elverişli zeminleri oluşturursa oluştursun, Türkiye sol hareketinin grupları öncelikli olarak bunlara değil, kendi özel sorunlarına bakacak, en yoğun olarak kendi iç dinamikleriyle ilgilenecektir…
Eğer grup içi dinamikler gerçekten de bu denli önem taşıyorsa, biraz daha ayrıntıya inmekte yarar olabilir. Bu ayrıntı da, en başta, Türkiye sol hareketinin yakın tarihine bakışla ortaya çıkacaktır.
Türkiye solunda 20 yıllık geçmişi olan saflaşmanın, salt bir güncel durum çözümlemesi amacıyla, burada da kullanılabileceğini sanıyorum. Bugün Türkiye solunun tüm gruplarını “geleneksel sol” ve devrimci demokrasi olarak iki kökene2 dayandırmak mümkün. İşin önemli yanı şurada ortaya çıkıyor: Bugün adına “grup içi dinamik” dediğimiz süreçler, son tahlilde, her grubun kendi tarihsel kökeniyle giriştiği hesaplaşmalar tarafından şu ya da bu düzeyde belirlenmektedir.
Devrimci demokrat grupların iç devinim kaynağı, genel anlamdaki bir “devrimcilik” kategorisinden marksizme ulaşma, bu sıçramayı esasen yapmış olan sınırlı sayıda kadro içinse bunu derinleştirme sorunudur. Geleneksel sol kökenli grupların temel sorunu ise, kendi kökenlerine geçmişte sinmiş olduğu halde en açık tezahürü bugün görülebilen legal marksizmden arınma çabalarıdır.
Ne kadar güzel, ne kadar olumlu değil mi? İlk bakışta gerçekten böyle görünüyor. Ancak bu güzel tabloyu yaratan saflaşmayı dikey ve yatay olarak kesen başka olguların varlığını da unutmamak gerekiyor. Unutulmaması gereken bir başka önemli nokta ise, ne denli yararlı olursa olsun, Türkiye solunun bu arınmayı ancak ülkenin politik gündeminden büyük ölçüde koparak yaşayabilmesidir.
Devrimci demokrat kökenlilerin marksizme yaptıkları sıçrama, hemen ardından Leninizme ilişkin bir yol ayrımını da gündeme getirecektir. Marksizme sıçrayan devrimci demokratların sınırlı da olsa bir bölümünün, “hazır sıçramışken” leninizmi de es geçivermeleri ya da “leninizm” adına teşhisi mümkün olmayan bir ucubeyi savunmaları yakın bir olasılıktır. Geleneksel solun legal marksist mirastan arınma çabasındaki grupları içinse, başka olasılıklar gündemdedir. Bunların başında “ortodoks savunu” adına kalıplara bağlı kalınması, leninizmin çağımız ve yerel koşullar için yeniden üretilmesi zorunluluğunun ise büsbütün görmezlikten gelinmesi yer almaktadır.
Olasılıkları bir yana bırakıp güncel duruma dönersek, yapılabilecek başka gözlemler olduğu da görülür. Bunların başında eğilim farklılıklarının bir anlamda dışında olmak üzere, sol grupların pek çoğunun bir de üst kesim-ara kadro-“taban” ilişkileri düzleminde bunalım yaşamaları olgusu gelmektedir. Örneğin devrimci demokrat kökenden marksizme yapılan sıçrama, bazı gruplarda zaman zaman apolitikleşebilen, yarı akademik tonlar taşıyan tartışmalara yol açabilmektedir. Böyle bir nitelik kazanan tartışmaların, grupların tüm kadrolarıyla, tanı bir kollektivite içinde sürdürülebilmesi esasen mümkün değildir. Ya da geleneksel solun bazı kesimlerinin “devrimcilik-reformculuk” ayırımında gösterdikleri ve özünde haklı olan ısrarın, örneğin tüm Anadolu’da aynı keskinliğiyle gerçeklenebilmesi de bugün mümkün değildir.
Bütün bu anlatılanları bir şemaya yerleştirecek olursak, sanırım şöyle bir yaklaşım geçerli olacaktır: Türkiye solu, olgunlaşma sürecini düz ve ara uğrakları olmayan bir çizgi üzerinde değil, etap etap yaşamaktadır. Bir başka deyişle, bugün Türkiye solunun grupları elbette çocukluk dönemini değil, ama daha ileri bir etabın ilk evrelerini yaşamaktadır. Her etabın kendi iç çocukluk-gelişme-olgunluk evreleri olabiliyor. O halde bugün Türkiye solunun en belirgin özelliği, Kemalizmi, legal marksizmi, devrimci demokrasiyi, en kaba anlamda populizmi gerisinde bırakan yeni bir etabın, yani doğrudan marksizmin ve leninizmin özüne ilişkin bir olgunlaşma etabının ilk evrelerini yaşamasıdır. Böyle olunca da, yeni “keşif ve bulgulara yönelik aşırı bir titizlik, bunları istisnasız her somut sorunun başına ve önüne koyma eğilimleri” en azından anlaşılabilir olmaktadır.
Gelenek‘in tutumu ise okurların yabancısı olmasa gerek. Gelenek baştan bu yana, yukarıda bazı özellikleri anlatılan grupların bir devrimci partide buluşmasını önerdi. Bu öneriyi “gerçekçilik sınırlarını zorlayarak” (bk. Gelenek 25. kitap s.24) yaptı. Devrimcilerin böyle bir partiyi “devrim yapacak nihai bileşim olarak peşinen değerlendirmemelerini ve ondan böyle bir partinin en ideal ölçütlerini beklememelerini” (a.g.y. s.22) de özel olarak ekledi.
Bugün aynı öneriyi geri almak için hiçbir neden bulunmuyor. Ama daha önce “zorlanan” gerçekçilik sınırlarına bir kez daha dönüp bakmak yararlı olabilir. Buraya kadar söylenenlerin bu sınırların çizimi açısından taşıdığı anlam, dikkatli bir okur için açık olmalıdır.
Aynı sınırlar konusunda başka gözlemlerde bulunmak da mümkün. Sözgelimi, önce son derece pratik bir örnek: Türkiye solundaki 20 yıllık genel saflaşma, ister istemez kadrolar arasına da, aşılması pekala mümkün, ama şu an için geçerli ve önemli yabancılıklar sokmuştur. Çalışma üslubu, örgüt deneyimi ve mücadele biçimindeki 20 yıllık ayrışmalar, örneğin insan değerlendirme ölçütlerini de farklılaştırmıştır. İnsan tutmanın ve istihdam etmenin temel bazını son tahlilde hareket’in oluşturduğu bir gelenekle, aynı bazın önceden belirlenmiş örgüt ilişkileri ve örgütün bizzat kendisi tarafından oluşturulduğu bir diğeri arasında, elbette önemli ölçüt farklıkları da olacaktır. Bu, insan tanıma ve değerlendirme alanlarına, ilk bakışta belki dikkat çekmeyen, ama son derece önemli farklılaşmalar getirmektedir. Bunu şimdilik yalnızca not ederek geçiyorum.
“Gerçekçilik sınırları”na ilişkin bir başka gözlem ise, ağırlıklı olarak devrimci demokrat ve devrimci demokrat kökenli gruplardan kaynaklanıyor. İnsan tutma ve istihdam etme bazını hareket’in oluşturduğu devrimci demokrat nitelikli gruplarda marksizme geçiş sürecinin tüm kadro ve militanlarla eşit ve eşzamanlı biçimde yaşanması elbette mümkün değildir. Devrimci demokrasiden süreç içinde marksizme geçiş, mutlaka sınırlı kadrolar düzeyinde, bu kadroların kendi tabanlarından şu ya da bu ölçüde ayrışmalarıyla gerçekleşecektir. Üstelik, özellikle geniş tabanlı daha kitlesel nitelikli gruplar için “topyekun marksizme geçiş” tam anlamda bir hayaldir. Peki, geriye kalanlar ne yapacaktır?3
Uğranılan büyük yenilgiden sonra İttihat ve Terakki’nin üst düzey önderlerinden bir bölümü yurtdışına çıkmış, bir bölümü de Malta sürgününe gönderilmişti. İttihatçı ara kadrolar buna rağmen Anadolu yüzeyinde hiç boş durmamış, gerek örgütçülük gerekse militanlık anlamında ulusal mücadelenin omurgasını oluşturmuşlardı. Müdafaai Hukuk örgütlerinde İttihatçıların büyük ağırlıkları vardı. Ama İttihat ve Terakki’nin yerel ara kadroları ya sınıf ile (eşraf) çok somut bağlar kurabilmiş durumdaydı ya da bizzat kendileri doğrudan bu sınıfın üyeleriydiler.
Bu parantezi belirli bir nedenle açtım. Devrimci demokrat hareketin ara kadroları kendi, dönemlerinde ve koşullarında, böyle bir güce ya da şansa sahip görünmüyor. Gene “hukuku savunan” İnsan Hakları Dernekleri’nde ve Halkevlerinde gösterilen saygın çabalar, siyasal anlamda eninde sonunda kısıtlı bir nitelik taşıyacaktır. Geleneksel sol kökenliler gibi devrimci demokrat ara kadrolar da, bu sınırları aştıracak somut sınıf bağlarına sahip durumda değillerdir.
Bu durumda devrimci demokrasinin ara kadrolarından genel olarak iki tür yöneliş beklenebilir. Birincisi, kendi konumlarını aşma çabalarıyla birlikte, üst düzey kadroların marksizme geçiş süreçlerini destekleyip onlara bu anlamda eşlik eden, ayrıca politik kimlikleriyle üst düzey kadroların apolitik ve akademik nitelik kazanabilecek eğilimlerini dizginleyen bir yönelimdir. En ideal çözüm, ara kadroların devrimci-demokratlığın hiç olmazsa en hantal çizgilerini olsun aşabildikleri, üst düzey kadroların ise marksizm alanındaki araştırmalarına kendi kadrolarını da kapsayacak bir politik çeşni kazandırabildikleri bir karşılıklı rezonansın bulunabilmesidir.
Bir ikinci yönelim de devrimci demokrat kitlenin kendi üst kadrolarını da karşıya alarak, 69-71 ve 75-80’in en çoğu üçüncü sınıf kötü bir kopyasını üretmeye dönük aymazlıkları olabilir.
Böyle bir tercihin, en başta büyük kentlerde, özellikle öğrenci kesim içinde ve en çok da en yeni kuşaktan gençler arasında revaç bulacağını düşünmek mümkündür. Böyle bir tercihin sonuçları üzerinde çok fazla konuşmak gerekmez. Gene de şu noktaları bir kez daha hatırlamak yararlı olacaktır:
-Üstüste uğranılan iki ağır yenilgiden sonra, sanki hiçbir şey olmamışçasına burundan kıl aldırmayan bir tafraya, devrimcilik adına gereğinden çok prim verilmemelidir.
-Belirli örgütsel ölçütlerden hep uzak kalmanın, bir somut varlık olmaktan çok bir imaj olarak kalmanın sağlar göründüğü “avantaj”lar fetişleştirilmemelidir.
-Amorfluk ve kendiliğindenlikten çıkıldığında saçları kesilmiş bir Samson’a dönülebileceği endişesi mutlaka aşılmalıdır.
-Dışarıda sıkıştığında SHP’ciliğe, içeride sıkıştığında ise Kemalizme yamanma eğilimleri gösterebilen unsurların, sıkışmadıkları zamanlarda sergiledikleri hızlılık, ciddiye alınmamalıdır.
Baştan bu yana söylenenler, yazının başlığında da belirtildiği gibi karmaşık bir tabloyu anlama denemelerini oluşturuyor. Yapılan değerlendirmelerin, eğer bunlar doğruysa Gelenek‘in hep sözünü ettiği, leninist anlamda bir örgütün ikamesi olmayan, geniş devrimci kesimleri barındıran yasal parti fikrinin böyle bir ortamda pek de sıcak karşılanmayacağı anlamına geldiği de açıktır.
Kuşkusuz herkes kendi tercihini yapacaktır. Ancak son olarak bazı hatırlatmalarda bulunmak yerinde olacaktır. Bunlardan en önemlisi şöyle ifade edilebilir: Pilav yapmak için pirincin tüm taşlarını ayıklamak gerekli olabilir; ama örgütlü bir politik hareketin Türkiye’nin sosyalizmi giderek boşaltan gündeminde yer edebilmesi için marksizm denizindeki tüm çakılların sayılması gerektiğini düşünmek çok büyük bir yanlış olacaktır. Burada sözünü etmek istediğim basit bir “tren kaçıyor” kuşkusu değildir. Baştan bu yana değinmeye çalıştığım tartışma ve araştırma süreçlerinin, mutlaka ve mutlaka, somut politik mücadelenin ve örgütlülüğün terbiye edici etkisine ihtiyacı vardır. Bu olmadığı sürece akademik tonlar artacak, bunu da geçtik, zamanla giderek “melekler erkek midir dişi midir”i andıran tartışmalar da devreye girebilecektir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu yazı, Gelenek’in bir önceki 27. kitabında yer alan “Solda Boşluk Var mı?” başlıklı yazının bir devamı ya da tamamlayıcısı olarak okunabilir.
- “Köken” sözcüğünün altını özellikle çiziyorum. Çünkü şu ya da bu geçmişe sahip olmak, bugün aynı konumda yer almak anlamına gelmiyor.
- Burada bir açıklama yapma gereği duyuyorum. İçsel dinamiklerini, sorumluluklarını paylaşmadığım, insanlarını yeterince tanımadığım bir gelenek hakkında konuşmak benim için zor oluyor. Ama Türkiye sol hareketinin bugünkü uğrağında, buna bir ölçüde hakkım olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca gerçekten devrimci bir almaşık için, başlarken, nicelik de önemlidir. Geleneksel sol, bu niceliği karşılamada yetersizdir. Devrimci demokrat kökenli hareketlerin dinamiği bu açıdan büyük önem taşıyor.