Siyasi hareketlerin kendi geçmişlerine yönelik olarak yaptıkları her değerlendirme, yayınladıkları her kitap vb., geçmişin gözler önüne serilmesi, bugün ulaşılan konumun “kamuoyu”na duyurulması anlamında bir belge niteliği taşıyor. Bunun yanısıra düşünsel yaratıcılık geleneğinin gelişkin olmadığı ülkemizde yapılan bu türden çalışmalar; eğer nitelikliyseler; kuşkusuz ayrı bir ilgi ve merak kaynağı oluyor.
Eksen Yayıncılık tarafından yayınlanan “Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm”, “Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış ve Platform Taslağı” ve “Modern Revizyonizmin Çöküşü” başlıklı çalışmalar işte bu çerçevede yoğun ilgiyi hakediyor. (“Modern Revizyonizmin Çöküşü” başlıklı çalışma bu yazının kapsamına girmediği için şimdilik tartışma dışında bırakılıyor. Ancak şu söylenebilir: Kitabın ileri sürdüğü tezler, SBKP’yi 20. Kongre sonrasında revizyonist bir çizgi izlemekle suçlayan benzeri yaklaşımlara göre daha derinlikli bir biçimde işleniyor. Bu nedenle de ayrı bir tartışmanın kapsamı içerisine giriyor.)
I
Türkiye’de sosyalist hareket içerisinde netleşmenin yaşanması gerektiği Gelenek‘te defalarca vurgulandı. Kopuşların ve birleşmelerin bu denli yüzeysel yaşandığı bir ülkede netleşme gerekliliğini var eden bir dinamik elbette olacaktır. O zaman netleşmeyi kolaylaştırıcı araçların yaratılması gibi bir sorun da güncelliğini koruyor demektir. Bu yüzden netleşmeyi kolaylaştırıcı bir araç olarak günümüzde sol içerisinde kabul gören kimi eğilimlerin geçmişin hangi geleneklerinin evrilmiş hali olduğunu tartışmak gündeme gelecektir. Çünkü günümüzde savunulan kimi eğilimlerin dünkü “saf” hallerinden ne ölçüde koptukları sorusunun yanıtı verilecektir böylelikle. Dolayısıyla, Türkiye’nin politik gündemine ilk kez ’60’lı yıllarda girebilmiş solun bir bölümünün ’80’li yıllara kadar yaşadığı serüvene kısa bir gezinti zorunlu oluyor.
II
1960 öncesinde Türkiye Solunun ülkenin politik gündemine ciddi bir müdahaleyi gerçekleştirecek açılım kanallarını yaratamadığı biliniyor. 1961 Şubatı’nda bazı sendikacıların girişimi ve toplumsal muhalefetin kendiliğinden eylemliliği sonucunda TİP kuruluyor. TİP kuruluşundan kısa bir süre sonra solun değişik kesimlerinin ilgi odağı haline geliyor. Bu olgu TİP’in heterojen bir oluşum olmasına da yolaçıyor.
TİP’in heterojenliğine tek neden elbette bu değil. l960’lı yıllarda yüksek prestije sahip olan sosyalizmin Vietnam, Küba gibi ülkelerde devrimci-demokrat dinamiklere dayanarak ciddi kazanımlar elde etmesi, ÇKP’nin ve Maoculuğun uluslararası düzlemde prestijinin artması, “kapitalist olmayan yol” formülasyonları, Türkiye’de ve Avrupa’da gençliğin gösterdiği aktivizm, Latin Amerika deneyimleri, bütün bunlar, bu heterojenliği besleyen etkenler oluyor.
Bundan başka türevleri dolayısıyla da olsa Türkiye solunu manipüle eden Yön Hareketi’ni de belirtmek gerekiyor. Yön Hareketi MDD Hareketi ile hiçbir ciddi ideolojik farklılık taşımıyor. Dahası Türkiye soluna taşıdığı “milli bağımsızlık”, “çarpık kapitalizm” gibi sosyalistler açısından hiçbir açıklayıcı değeri olmayan kavramlarla Türkiye solcusunun kavramsal dağarcığını işgal ediyor. (Kemalizm kuyrukçuluğu yapmak yalnızca Kemalizme ilericilik atfetme aşamasında ortaya çıkmıyor. Bizzat Kemalizmin ya da Kemalizmin sol yorumunun kullandığı kavramsal çerçeve içerisinde düşünce üretmeye ya da çözümleme yapmaya kalkışmak da aynı kapıya çıkıyor.) Başlangıçta kendisini “sosyal-adaletçi” bir parti olarak tanımlayan ve DİSK aracılığıyla işçi sınıfını, FKF aracılığıyla gençliği etkileyen TİP’in sergilediği heterojen görünüm daha sonra SD-MDD tartışması biçimini alıyor. YÖN bağlantılı MDD’nin belirli nüanslarla Zeki Baştımar, Mihri Belli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi dönemin ağır topları tarafından savunulması, artı MDD’ciliği besleyen farklı kanalların bulunması, farklı MDD’ci anlayışlara yol açıyor bir süre sonra. Maocu PDA, THKO, THKP-C vb. akımların hepsi bu farklı MDD kavrayışlarından türüyor.
Nesnel gerekçelerini 1960’lı yıllarda Türkiye’de küçük burjuvazinin (özellikle de gençliğin) gösterdiği aktivizmden, teorik gıdasını da Kemalizm bağlantılı MDD perspektifinden alan devrimci demokrasi, TİP’in gösterdiği hantallık karşısında döneme damgasını vuruyor. “Devrimci küçük burjuva popülizmi, TİP’in burjuva-liberal, M. Belli’ nin darbeci-reformist MDD Hareketi karşısında, küçük burjuva ihtilalciliğini temsil etmek açısından olumlu bir hareketti kuşkusuz. Fakat proletaryayla, proleter sosyalizmiyle, Marksist-Leninist dünya görüşüyle ilgisinin olmadığı, teorisi ve programıyla küçük burjuva bir konumu ifade ettiği de bir gerçektir. Marksizme belirli bir yakınlığı vardı, bunda samimiydi de. Ne var ki bu yakınlık yalnızca duygusal nitelikteydi. Gerçekteyse örneğin, Mahir Çayan’ın bütün teorik çabası Leninizmin geri ülkeler devrimi açısından geçersizliğini kanıtlamaya dönüktü. Aynı şeyi “Mao Zendung düşüncesi”nin en radikal biçimini savunarak İ. Kaypakkaya yapmaya çalıştı. THKO’ya gelince, o terminolojide bile marksizme çok uzak bir hareketti. THKP-C ve THKO teori ve pratikleriyle daha çok şehir küçük burjuvazisinin toplumsal-siyasal konumunun ifadesiydiler. Latin Amerika ülkelerindeki devrimci küçük burjuva popülizminin Türkiye’deki örnekleri sayılabilirler. TKP-ML ise teori ve pratiği ile daha çok köylülüğün yoksul kesimlerinin toplumsal-siyasal konumunun bir ifadesiydi. Asya kökenli devrimci köylü hareketinin özellikle de Maoculuğun, onun özel bir biçimi olan Çaru Mazumdarcılığın Türkiye’deki bir benzeriydi.” (Yakın Geçmişe Genel Bir Bakış ve Platform Taslağı, s.29-30)
Derken 12 Mart geliyor ve THKO, THKP-C, TKP-ML lider kadrolarını yitiriyorlar, örgütler de bütünüyle tasfiyeye uğruyorlar. Geçmişle hesaplaşmasını yalnızca yenilgi dönemlerinde gerçekleştiren Türkiye solcusu 12 Mart sonrasında kapsamlı bir eleştiri dönemine giriyor. Ancak nereye kadar? “… eleştiri devrimci popülist hareketin sınıfsal konumuna vurmalıydı öncelikle… Geçmiş hareketin felsefi idealizmi aşılabilseydi, bu Türkiye toplumunun nesnel tarihsel gerçeğinden kopukluğa da son verir, kapitalist gelişmenin düzeyi marksist-materyalist yöntemle incelenir, Maocu formülasyonlara itibar edilmezdi… Oysa gelişim böyle olmadı… Geçmişin maceracı, kitlelerden kopuk mücadele anlayışı eleştirildi, ama devrimci-demokrat ufku aşılamadı. Proleter sınıf kavrayışı değil, “kitleler” ve “halk” kavrayışı kazanıldı. Maceracı “öncü savaşı” bir yana bırakıldı, kitlelere gidildi, ne var ki küçük burjuva kitlelere…” (a.g.e., s.42-43)
Türkiye’de ne yazık ki, kopuşlar teorik bir çabanın ürünü olarak gündeme gelmiyor. Yüzeysel formülasyonlar yine yüzeysel karşı-formülasyonlarla çürütülebiliyor. Elbette teorinin geçerliliğinin sınandığı alan bizzat pratiğin kendisi… Ama gerçekten de sol içerisinde devrimin öncü kesiminin kim olacağına dair tartışmanın 15-16 Haziran olayları ile bitmesi, ya da “orducu”, “millici” perspektiflerin tek başına 12 Mart ile çözülmesi solun teorik kavrayış zaafının yalnızca iki örneği oluyor. Bu noktada eklektisizmin bir nedenini bulmak da güç olmuyor. Eski teorinin artık açıklayamadığı bir toplumsal gerçeklik ve hem bu olgunun bir nebze farkında olan ve hem de geçmişi ile radikal bir hesaplaşma yaşama yeteneğinde (veya niyetinde) olmayan yapılar… Sonuçta “iki arada bir derede” kalmışlığın sembolü olarak, herbiri birbirine “ama”larla bağlanmış ve birbirini çelen tezler toplamı olarak ortaya bir garip eklektisizm çıkıyor.
1970 sonrasında “orducu”, “millici” perspektiflerin pratik iflası, ve “kırdan kente yönelen” devrim stratejilerinin terkedilmesi Maoculuğun da etkisi ile yerini “kitlelere” vurgusuna bırakıyor. 12 Mart yenilgisinden sonra, 1974 yılı solun bütün örgütsel yapıları için “yükselişe geçme” anlamında bir moment olma niteliğine sahip. Yükselen toplumsal muhalefet kitlelere “mavi gömleği” ile umut dağıtan Ecevit’i iktidara getiriyor. ÇKP 10.Milli Kongresi’nde “Üç Dünya Teorisi”nin kabul edilmesi de aynı yıla denk düşüyor. Dönemin liberalizm rüzgarı PDA gibi 12 Mart yenilgisinin faturasını devrimci radikalizme kesen yapılarını liberal-popülist bir çizgiye oturtuyor. THKP-C’nin izleyicileri ise popülist devrim anlayışlarını koruyarak geniş küçük burjuva yığınlar, öncelikle de gençlik içinde güç olmaya çalışıyorlar. Özellikle de Devrimci Yol bunda oldukça başarılı oluyor. “Üçüncü eğilim ise; THKO, THKP-C’den ayrışan THKP-C/ML Hareketi ve TKP-ML Hareketinde ifadesini buldu; değişik evrelerden geçen karmaşık bir süreç olarak yaşandı.” (a.g.e., s.38-39) “Bu grupların oluşturduğu hareket, değişik evrelerden geçerek süreç içinde Marksizme yönelişte belirli bir mesafe alsa da, özünde küçük burjuva sınıf konumunu ve devrimci demokrasi ufkunu aşamadı… Açık eleştiri ve red 1975 sonu 1976 başında yaşandı. Buna modern revizyonizmin reddi ve Uluslararası marksist-leninist Hareketin yanında taraf tutuş eşlik etti. Fakat bu, hareketin teorik yoksunluk ve küçük burjuva sınıf ortamından oluşan zaafına yeni bir unsur kattı. ÇKP Uluslararası Marksist-Leninist Hareketin odağı, Mao Zendung klasik, “Mao Zendung Düşüncesi” geri ülke devrimlerinin teorisi ve taktiği olarak ele alındı.” (a.g.e. s.40-41)
Aynı kaynak şöyle sürdürüyor: “… TDKP’nin önceli THKO, THKP-C/ML ve TKP-ML hareketinden oluşan bu akımın gelişimi karmaşık bir süreç olarak yaşandı. Kaba bir dönemleme ile bu sürecin ilk evresi 1975-77 arasını kapsar. “Üç Dünya Teorisi”ni savunma, PDA ile yakınlaşma, teorik-siyasal boşluk ve belirsizlik koşullarında küçük burjuva kitle eyleminin ardından sürüklenme vb. özellikleriyle belirginleşen bu dönemde, bir tür küçük burjuva reformculuğu yaşandı. Sonuç; “parti inşa görevini” önüne koyan, “ideolojik-siyasi inşa”yı “kavranacak halka” olarak tespit eden ve Ekim-78 Konferansı’na sunduğu ruhsuz özeleştiride bu doğrultuda hiçbir ilerleme sağlamadığını itiraf eden THKO-GMK’nın iflası, THKP-C/ML hareketi önderlerinin ezici çoğunlukla PDA’ya iltihakı, TKP-ML hareketinin sağ oportünizmi sistemleştirme temelinde kısırlaşıp daralması oldu. 1978-80 farklı bir evredir. ÜDT’nin reddi, ardından Maoculuğun eleştirisi (1979), modern revizyonizm karşısında çeşitli klasik tezlerin genel planda savunulması ile karakterize olan bu dönemde yapılan, niyet ve iddia ne olursa olsun, yalnızca devrimci demokrasinin daha tutarlı bir şekilde teorileştirilmesi idi. Devrimci küçük burjuva popülizminin felsefi idealizmi, devrimci küçük burjuva sınıfsal konumu aşılamadı.” (s.44-45)
Sonrası mı? Sonrası artık iyi biliniyor. 1978 ve sonrasında gelen kitlesel depolitizasyon, 12 Eylül, TDKP gibi yapıların izlediği burjuva kuyrukçusu çizgi, TKP-ML’nin 1986’da kapitalizmin demokratikleştirilmesini hedefleyen programı ve bu arada elbette, 1987 yılında Ekim adını alacak olan ileri bir ekibin TDKP’den kopuşu…
III
Daha önceden devrimci demokrasinin sosyalist harekete bir rakip olarak algılanmaması gerektiği, kadro ya da örgüt düzeyinde birincisinden ikincisine transferlerin mümkün olduğu Gelenek‘te çeşitli vesilelerle dile getirilmişti. Ekim çevresi bunun iyi bir örneğini oluşturuyor. Peki Ekim neyi savunuyor?
H.Fırat’ın Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm başlıklı çalışmasının girişinde, çalışmanın alt-başlığının aldatıcı olmaması gerektiği, “eleştirinin TDKP şahsında devrimci demokrasinin tümünü hedeflediği” belirtiliyor. (s.7) Kitabın sonunda ise devrimci demokrasi ile sosyalist demokrasinin, küçük burjuva sosyalizmi ile proleter sosyalizminin ayrıştığını ve bu noktada bir seçim yapmak gerektiği vurgulanıyor. Bunun yanısıra şu pasaj da oldukça çarpıcı: “Tarihsel olarak çözümlenmemiş demokratik görevler -siyasi özgürlük, ulusal sorun, yarı-feodal kalıntıların temizlenmesi vb.- doğrudan sermayenin egemenliğinin, büyük burjuvazinin iktidarının yıkılması sorununa, yani bir proleter devrimine bağlanmıştır. … Devrimimiz tamamlanmamış demokratik görevleri de geçerken yerine getiren bir proleter devrim olacaktır. Bu devrimimizin sosyalist ve demokratik mücadelenin birlikte ve aynı anda yürütüldüğü, demokratik görevlerin sosyalist görevlere bağlandığı tek ve aynı süreç olduğunu anlatır.” (Yakın Geçmişe…, s.74-75)
H.Fırat’ın aşamalı devrim perspektifleri ile ve genel olarak devrimci demokrasi ile oldukça ayrıntılı bir biçimde hesaplaştığını burada belirtmek gerekiyor. Bu aşamada Türkiye solunun bir geriliğinden daha sözetmek gerekiyor: Her dünya görüşünün kendine özgü bir yöntemi ve getirdiği bir kavramsal çerçeve bulunuyor. Çözümlemenin en temel aracı olan kavramların bu nedenle de ayrı bir önemi var. Örneğin “milli kapitalizm-komprador kapitalizm” ayrıştırmasını “nasıl bir kapitalizm?” sorusundan ayrı düşünmek mümkün olamıyor. Dolayısıyla toplumsal gerçekliği algılama/açıklama yöntemi ile kullanılan kavramlar birbirinden koparılamaz bir bütünlük arzediyor. Bu çerçevede YÖN hareketi açısından önemli olan bu ayrıştırma marksizm açısından hiçbir anlam ifade etmiyor. Türkiye solunun önünde bu anlamda Kemalizmden ya da popülizmden devraldığı kavramsal çerçeveden kurtulma gibi bir yükümlülüğü var. İkincisi her kavram ayırdedici olmak durumunda. Bugün artık “demokrasi”, “halk”, “köylülük” gibi sınıfsal özünden koparılmış bir şekilde kullanılan bazı kavramlara dayanılarak politik öngörülerde bulunulamıyor.
Türkiye solu kimi kavramları öğrendiği klasikleri doğru dürüst okumuyor. Örneğin Türkiye solcusu mali sermaye kavramını Lenin’in Emperyalizm adlı çalışmasından öğreniyor. Mali sermayenin yalnızca asalak, yatırım yapmayan bir sermaye türü olarak algılanması durumunda ise ortaya politik açıdan vahim sonuçlar çıkabiliyor. Bu konuda bir diğer örnek ise “sermaye ihracı” kavramı olabilir. Burada “sermaye” kavramı “bir toplumsal ilişki” olarak algılanmadığı sürece, serbest rekabetçi kapitalizmden, sermaye ihraç etmesi nedeniyle ayrılan emperyalizmin (çeşitli ittifaklarla) bir ülkedeki üretici güçleri geliştirmediği rahatlıkla söylenebilecektir. 1
Örnekleri uzatmak gereksiz. Ancak kısaca H. Fırat’ın sözkonusu çalışmada gösterdiği kavramsal titizlik nedeniyle kutlamak gerekiyor. H. Fırat kavramlarda netliği sağlayarak ortaya bir SD savunusu çıkarıyor. Bu elbette sözü edilen çalışmanın değerini azaltmaz. Ancak buradan şöyle bir sonuç da çıkıyor: Türkiye solunun bazı kesimleri daha ne yazık ki marksist klasiklerde kullanılan kimi kavramları doğru dürüst kullanamıyor.
H. Fırat’ın kitabı devrimci demokrasinin sergilediği bu ve benzeri yöntemsel yetersizlikleri okuyucuya yansıtmakta oldukça başarılı. “Onlar herşeyden önce teoriyi ve teorik çalışmayı bilimsel niteliği ve yöntemiyle kavrayamadılar. Teorik çalışmayı teori aracılığıyla tarihsel gerçekleri, toplumsal ilişkileri somut olarak incelemek, irdelemek ve çözümlemek olarak değil, teorik metinleri aktarmak ve yorumlamak olarak ele aldılar. Nesnel toplumsal süreci ve ilişkileri, teorinin ışığında ama bizzat kendi nesnel temeli üzerinde kavramak, parti programının da temelini oluşturacak olan teorik siyasal sonuçlara bu biricik bilimsel yolla varmak yerine, TDKP yazarları, sözde gerçeklerini, bizzat “teorinin” kendi içinden bulup çıkarma yöntemini izlediler.” (s.65) “Bu çizgi (TDKP çizgisi L.E.) genel olarak eklektiktir. Hem teorik temeliyle, hem siyasal sonuçlarıyla. Hem teoriyi ele alışıyla hem toplumsal gerçeğe yaklaşımıyla. TDKP çizgisi… tam bir “seçmeci dilenci çorbası”dır.” (s.80) “Bir marksist proleter sınıf bakış açısına bağlı kaldığı sürece, sorunu “nasıl bir kapitalizm?” sorusu temelinde ifade etmez, devrim sorununa bu sorudan hareketle bakmaz, hele hele bunu “tartışmanın düğüm noktası” asla yapmaz. Bu bir marksistin değil, en iyimser ve yumuşak ifadeyle milliyetçi bir küçük burjuvanın bakışıdır.” (s.92)
Ortada çok ciddi bir devrimci demokrasi eleştirisi var. Devrimci demokrasi bu eleştiriyi ciddiye almak zorunda…
H. Fırat’ın kitabı devrimci demokrat dinamizmin sınıfsal kökenini ve uyguladığı çözümleme yöntemini incelemesi bakımından da rafine bir çalışma. Kitap büyük ölçüde “demokrasi”, “köylülük”, “halk” vb. kavramları sınıfsal kontekstine oturtarak önemli bir işlev görüyor. Kurduğu kavramsal netliğin üzerine bir SD savunusu oturtması da vurgulanmaya değer bir başka nokta. Ama yine de böyle rafine bir SD savunusunun içerisine “eşitsiz gelişim yasası” emdirilmeliydi…
Bugün leninizm “işçi-köylü ittifakıdır” ya da “marksizmin örgüt teorisidir” türünden formülasyonlara ilk elden itiraz etmek mümkün görünmese de, bu ifadelerin genel bir açıklayıcılığının olmadığını kabul etmek gerekiyor 2 . Dolayısıyla, bu türden leninizmin özüne yönelik değerlendirmeleri fazla açıklayıcılık değerleri olmadığı için ihtiyatla karşılamak gerekli. Leninizm elbette sosyalist iktidara giden yolda; işçi-köylü ittifakını gündeme getirmiş olmasıyla marksizme yapılmış ciddi bir katkıdır. Ama yine de en soyuta indirgendiğinde, işçi-köylü ittifakının formüle edilebilmesinin temelinde, burjuvazinin devrimciliğini yitirmesi sonucunda ortaya çıkan (siyasetin alt-yapısının “izin verdiğinden” daha öte bir canlılık taşıması, düzenin kendisini korumaya yönelik ideolojik donanımlarının yetersiz olması gibi) kurumlar arası eşitsizliğin bilincine varılması vardır.
“Leninizm marksizmin örgüt teorisidir” biçimindeki ikinci formülasyona bakıldığında da “eşitsiz gelişim”in Bolşevik örgütlenme modelinde içerilmiş olduğu görülecektir. Elbette burada sözkonusu olan farklı türden bir eşitsiz gelişimdir. Farklı düzlemlerde eşitsiz gelişim tespitleri yapmak har zaman mümkündür. Birincisi verili bir toplumsal formasyonda bir kurumun diğer kuruma/kurumlara oranla aşırı gelişkinliğinden sözedilebilir. (Örneğin 1917’de, devrimin eşiğine gelindiğinde Rusya’da toprak sorununun, ulusal sorunun, barış sorununun, ve demokrasi sorununun çözülmemiş olması siyasi alandaki çelişkileri altyapı’nın “izin verdiği” düzeyin çok ötesine taşıyordu. Diğer bir deyişle 1917’de Rusya’da siyaset kurumunun “aşırı gelişkinliği”nden sözedilebilir. Bundan başka Rusya’da devrim öncesinde burjuva ideolojisinin Rus aydınları için bir “çekim alanı” olmaması da Çarlık despotizminden kaynaklanıyordu. Başka bir deyişle toplumsal çelişkilerin çözümünün gecikmişliği, Çarlık despotizmine hareket alanı bırakmıyor, çözümü siyasi baskının arttırılması olarak dayatıyordu. Siyasi baskı, düzenin ideolojik donanımlarını zayıflatıyor, dolayısıyla da ideoloji “bir tutkal işlevi”ni göremiyor, Rus aydınlarını radikal çözümler aramaya itiyordu. Burjuva ideolojisinin toplumun bütün hücrelerine nüfuz edememesi anlamında bir gelişmemişlikti, sözkonusu olan.)
İkincisi kapitalizmin verili bir anda bir ülkeden diğerine, ya da bir bölgeden diğerine, ya da bir sektörden diğerine farklı gelişkinlik düzeyleri gösterdiği söylenebilir. Bu tarz bir eşitsiz gelişime paralel olarak işçi sınıfı da içinde nitel ve nicel olarak eşitsizlikler barındıracak, emperyalist paylaşımdan payını alan yerlerde çıkarı işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına zıt işçi aristokrasileri ortaya çıkacak (ülkeler arası eşitsiz gelişim) ya da kapitalizmin derinlemesine geliştiği bazı bölge ve sektörler de işçi sınıfı, sınıf hareketinin başını çekebilecektir. (Bölgeler arası ve sektörler arası eşitsiz gelişim). Dolayısıyla Leninist örgüt teorisinde “eşitsiz gelişim yasasının” bir biçimde içerilmiş olduğunu varsaymak gerekecektir. Bu yüzden de “eşitsiz gelişim yasasının” hem 1917 Devrimi’ nin rasyonalitesini açıklamada hem işçi-köylü ittifakının ve hem de leninist örgüt teorisinin kavranılmasında birinci dereceden açıklayıcılığı olacaktır.
Bu noktada “emperyalizmin zayıf halkası” türünden bir soyutlamanın da bizzat eşitsiz gelişim yasasının işleyişinin bilince çıkartılmasının bir sonucu olarak gündeme geldiğini de söylemek gerekiyor. İlk olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist zincirin temelde üç noktada (halkada) çatlak verdiğini, ve bu ülkelerin de Almanya, Rusya ve İtalya olduğunu belirtmek gerekli. Bu durumda sözkonusu ülkeleri “zincirin zayıf halkası” yapan özelliklerin neler olduğunu sormak gerekiyor. Bu soruya daha önceden Gelenek’te yanıt aranmaya çalışıldı. Kısaca özetlemek gerekirse her üçünün de kapitalist gelişime geç başladıkları söylenebilir. Almanya 19. yüzyılda ulusal birliğini kuramamış (dolayısıyla iç pazarın oluşturulmasında diğer Avrupa ülkelerine göre gecikmişlik gösteren) bir ülkeydi. 1848 Devrimi’nin Alman burjuvazisinin ihaneti sonucunda yenilgiye uğramış olması, Alman burjuvazisinin gereksindiği ve kendi çıkarlarını ülke dışarısında koruyacak merkezi bir devletin oluşumunu 20. yüzyıl başına kadar erteledi. Bu yüzden Almanya emperyalist aşamaya geçildiğinde sömürgeye sahip olamamanın sıkıntısını çekiyordu. Bunun yanısıra 1848’in aristokrasisi ile uzlaşma ile sonuçlanmış olması kapitalist ülkelerin bir yazgısı haline gelen tarım-sanayi eşitsiz gelişimini daha da vahim noktalara götürüyordu. Bunun da temelinde burjuvazinin feodalite ile uzlaşması sonucunda ortaya çıkan “tarımda kapitalizmin evrimci” bir tarzda gelişimi olgusu yatıyordu. Bunlara ek olarak Almanya’da 1848’in kanla bastırılması ve sonrasında devlet aygıtının Prusya aristokrasisine bırakılması, Almanya’da burjuva ideolojisinin, örneğin İngiltere’de olduğundan daha köksüz kalmasına da yol açmıştır. Rusya ve İtalya için de benzeri saptamalarda bulunmak mümkün. Ama hepsinin toplamı olarak “zayıf halka” soyutlamasına bakıldığında, her bir zayıf halkanın benzeri eşitsizlikleri (oransızlıkları) içerdiği görülecektir.
Eşitsiz gelişim yasasının Lenin’in yaptıklarında, yapıtlarına yansıttığından daha büyük bir yer tuttuğu söylenebilir. Dolayısıyla bugünden bakıldığında Lenin’in kimi yapıtlarında “eşitsiz gelişme” kavramının adının geçmediği türünden itirazları fazla ciddiye almamak gerekiyor. Örneğin bir Brest-Litovsk Antlaşması eşitsiz gelişim olgusundan hareketle ve emperyalistler arasında ortaya çıkan çıkar zıtlaşmalarına dayanılarak kotarılabilmiştir. Bu tutuma bir başka örnek de II. Dünya Savaşı öncesinde Sovyetlerin: Avrupa’da Almanya’nın güçlenmesine karşı duran Fransa’nın Almanya ile olan zıtlaşmasını körüklemeye yönelik diplomasisi verilebilir. O halde Leninizmi “içerisine eşitsiz gelişme nosyonu emdirilmiş marksizm” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Buna ek olarak Lenin’in yapıtlarına eşitsiz gelişme kavramı ile yeniden yaklaşılmalıdır. Sosyalist Devrimin rasyonalitesi böylesine retrospektif bir yönelim ile ortaya konmalıdır.
IV
Bugüne kadar SD savunucuları genellikle “negatif bir SD savunusu” adını verebileceğim bir yöntem kullandılar. Başka bir tarzda söylenecek olursa Türkiye’de SD neden MDD (ya da onun türevleri olan DHD, UDHD vb. perspektiflerin) gerçekçi olamayacağı noktasından hareketle savunuldu. Örneğin SD savunusu yapmanın avantajlı yanları sıklıkla gündeme gelmedi. Bugün artık bunun yapılması gerekiyor. Bunun yanı sıra Türkiye solu bugüne kadar büyük ölçüde marksist klasiklere dayanarak (ve onlarla sınırlı kalmak üzere) devrim tipi tartışmalarını yürüttü. Tartışmanın bu tarzda yürümesinin; yaratıcılığın önünü kapatıcı, her ülke özelinde leninizmin yeniden üretilmesini engelleyici ve gittikçe tarihsel bağlamından kopartılmış metafizik bir tartışmayı gündeme getirme riski de mevcuttur. Teorinin toplumsal gerçekliğin yerine ikame edilmemesi ve teorinin toplumsal gerçekliği açıklamada bir araç olarak kullanılabilmesi için bugün daha somut tahlillere ihtiyaç vardır. Bu tahlillerin odak noktası en genel hatlarıyla Türkiye’deki sınıfsal yapı, devlet aygıtının çözümlenmesi, iktidar blokunun irdelenmesi vb. olmak zorundadır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Burada şöyle bir psaj örnek verilebilir:”…emperyalist sömürü, kapitalist ilişkilerin varlığını gerektirir… Ama buradan emperyalizmin ve onunla aynı kategori içinde yer alan kopmrador kapitalizmin feodalizmi tasfiyeye çalıştığı sonucu çıkarılamaz. Ve Türkiye’deki gelişme de böyle değildir.” (P.Bayrağı’ndan aktaran H.Fırat, a.g.e., s.115)
- Bu türden ifadeler H. Fırat’ın çalışmasında geçmiyor. Konunun daha iyi açılabilmesi açısından buraya alındı.