Geçtiğimiz günlerde, Ortadoğu kaynayan bir kazan olma özelliğini yitirmediğini dünyaya bir kere daha hatırlattı. Özellikle batılı ülkelerin ilgi odağı bir süredir Doğu Avrupa’ydı. Oysa şimdi, dünyanın petrol üretiminin yarıya yakınının gerçekleştiği bölgede sıcak savaş rüzgarları esiyor, ABD askeri yığınak yapıyor, rehineler alınıyor, ambargolar gündeme geliyor. ’73 petrol krizi ve ’80 İran devrimi sonrası görüntülerini hatırlatan bu tabloya daha yakından bakarsak, olayların Ortadoğu’da yaşanan diğer krizlerden farklı özelliklere sahip olduğunu görüyoruz. Ortadoğu’da dengeler bir kere daha yerinden oynayacağa benziyor.
Kapitalizm 80’li yılları oldukça göz kamaştırıcı bir biçimde tamamladı. İdeolojik alanda yeni sağın yükselişine tanık olduk. Ekonomi politikalarında ise “Keynesci sosyal refah devleti” modeli tamamen terkedildi. Toplumsal patlamaları önlemek için öngörülen bu model yerini daha katıksız, daha sert piyasa ekonomisine bıraktı.
Kapitalizm açısından yaşanan en önemli olay hiç şüphesiz Doğu Avrupa ekonomilerinin kapitalizme entegrasyonudur. Başta sanılandan daha da sancılı olacağı şimdiden ortaya çıkan bu süreç, uzunca bir süre emperyalizmin bütün enerjisini alacağa benziyordu. Sosyalizme karşı zaferini sağlamlaştırdığını düşünen emperyalizm, dünyanın diğer bölgelerini “sorumsuzlaştırmak” için giderek daha saldırganca davranmaktan çekinmiyordu.
Yukarıda çok kaba hatlarıyla çizilen tabloya kaba bir yaklaşımı göze alarak Ortadoğu’yu yerleştirirsek, rolünü batı burjuvazisine ucuz hammadde kaynağı olarak saptamamız gerekecektir. Bu rol Doğu Avrupa ekonomilerinin kapitalizme entegrasyonunun maliyeti açısından çok önemli bir faktördür. Ayrıca izlenen ekonomik politikalar sonucu batı ülkelerindeki nesnel sınıf çelişkileri keskinleşmiştir. Bu saptama ile belirtilmek istenen batının toplumsal patlamalara gebe olduğu değil. Batıda toplumsal hareketlenmeler, örneğin İngiltere’de “kelle vergisi” isyanları gibi, içerdikleri şiddet dozajına rağmen radikal bir kimliğe bürünme potansiyeline sahip görünmüyor. Ancak, emperyalizm, derin bir ekonomik bunalımın yol açabileceği gelişmeleri göze alabilecek kadar da rahat değildir. Irak-Kuveyt Bunalımı böyle bir tablonun üzerine yerleşti.
ORTA DOĞU, GENEL BİR BAKIŞ
Yüzyılın başına kadarki Ortadoğu geri, feodal ilişkilerin içinde boğulmuş bir çöl olarak nitelendirilebilir. Feodalizmi aşamadan emperyalizm ile tanışan, nüfus yoğunluğu çok düşük, işçi sınıfının varolmadığı bu bölge, petrolün bulunması ve sanayinin petrole olan ihtiyacının artmasıyla önem kazandı. İkinci paylaşım savaşına kadar bölgenin geleneksel emperyalist güçleri olan Fransa ve İngiltere savaşın uğrattığı yıkım dolayısıyla bölgedeki varlıklarını hafifletmek zorunda kaldılar. Savaş ile birlikte dünyanın en güçlü ekonomisi haline gelmiş olan ABD, yeni soyunduğu öncü emperyalist güç olma rolüne uygun olarak bölge ile “ilgileneceğini” belirtti. Yeni rolünün manifestosu sayılabilecek olan Truman Doktrini ile ABD açıkça askeri gücünü “komünizm tehlikesine karşı” dünyanın her yerinde kullanacağını ortaya koyuyordu. “Komünizm tehlikesi” gerçekten komünizm tehlikesi anlamına geldiği gibi, ABD’nin çıkarlarına herhangi bir şekilde aykırı düşme anlamına da gelebiliyordu.
Ortadoğu’nun bugünkü haritası, neredeyse tamamen masa başında, “ülke” olmanın klasik kıstaslarının hiçbiri gözetilmeden, emperyalizm tarafından çizilmiştir. İkinci savaştan sonra Ortadoğu, bugünkünü andıran bir biçimde, ancak Doğu değil Batı Avrupa’nın inşasına hammadde kaynağı olarak önem kazanmıştı. Ortadoğu “uygarlıkla” hızla tanışmanın etkilerini sergilemeye başlamıştı. Petrol kaynaklarının dağılımı bölgedeki ülkeler arasında derin eşitsizlikler doğuruyordu. Ülkeler giderek kendi yerel özelliklerini kazanıyorlardı. Arap olma kimliğinin yerini, Mısır’lı, Kuveyt’li vb. kimliği alıyordu. Daha yoksul ülkelerin vatandaşlarının birçoğu petrol zengini komşularına işçi olarak çalışmak için gitmek zorunda kaldılar. Köyden yeni kopmuş bir işçi sınıfı oluşuyordu. Ülkeler arası yoğun eşitsizlik ve feodal ilişkilere dayanan bozuk gelir dağılımı bölgede yeni bir ideolojinin temelini oluşturuyordu: Milliyetçilik.
En gelişkin örneğini Nasır’ın Mısırı’nda bulan Arap Milliyetçiliği, geniş küçük burjuva kitleler arasında geniş yankı buluyordu. Nasırizm Arapların birliğini ve “Arap sosyalizmi”ni hedeflediğini savundu. Arap sosyalizmi’nde özel mülkiyete “sömürücü olmadığı” sürece izin vardır. Ülke çapında makro düzeyde planlar yapılıyor, bunlar ile sayısız “sömürücü olmayan” küçük üretici bir çeşit karma ekonomide birlikte varoluyorlardı. Yaşanan, proleter olmak istemeyen, ancak büyük burjuvaziyi de istemeyen küçük burjuvazinin net direncidir. Nasır bu dönemde büyük yardım aldığı SSCB ile iyi ilişkiler güdüyor, ancak yeri geldiğinde emperyalist ülkelerden de yardım koparmak için uğraşıyordu. Nasırizm, küçük burjuva ideolojisinin en gelişkin örneklerindendir, ayrıca varabileceği en son noktadır.
Arap sosyalizminin bir diğer örneği BAAS’tır. Aynı nasırizm gibi hedeflerini Arapların birleşmesi ve “sosyalizm” olarak koyar. Arap olma özelliğini de dinsel kıstaslardan tamamen bağımsız olarak dil birliğine bağlayan bu ideolojinin işlevi, özellikle Irak, Suriye gibi Sünni, Şii ve Hıristiyanların birarada bulunduğu ülkelerde çok açıktır. Baas rejiminin de sınıfsal temelleri Nasırizmle benzeşiyor. Ancak nasırizmden daha uzun ömürlü olan Baas rejimleri, giderek sertleşmiş, diktatörlüklere dönüşmüşlerdir. Muhalefet, başta komünistler olmak üzere ortadan kaldırılmıştır.
Komünist partilerin politik arenaya çıkması Mısır, Irak, Suriye, İran gibi ülkelerde işçi sınıfının oluşmaya başlamasıyla gerçekleşti. Ancak bu partilerden hiçbiri milliyetçilikten bağımsızlaşabilmeyi ve sınıf tavrını geliştirmeyi başaramadı. Özellikle Ortadoğu ülkelerine baktığımızda, komünist ideolojinin netleşmesinin, bağımsız bir kimlik kazanmasının önündeki en büyük engellerden birinin milliyetçi ideolojiden kopamamak olduğu görülüyor. “Ulusal sorunun” varlığı, yani ezilen ulus olma özelliği, KP’erin “yurtseverlik” adına sağa kaymasına ve sonunda ya tasfiye edilmeleri ya da otolikidasyon sürecine girmelerine zemin hazırlıyor. Irak ve Suriye KP’leri önce fiilen işlevsizleştiler, daha sonra BAAS iktidarı tarafından tasfiye edildiler. Başka partilerin de ideolojik olarak ne denli “komünist parti” işlevi gördükleri tartışmalıdır.
’70’li yıllarda, Pan-Arap rejimler ya fiilen çöktüler, ya da ismen aynı kalmakla birlikte yapı olarak değiştiler. Sanırım bunların içinde en çarpıcı örnek, “anti-emperyalist” Nasır’ın yerine geçen Sedat rejimidir. Mısır kısa bir sürede SSCB’den uzaklaştı, bölgede ABD’ne en sadık rejimlerden biri haline geldi. Bütün bunlar ülke içinde kayda değer bir protestoyla da karşılaşmadan oldu. Bu da, ülkedeki anti-emperyalist tepkinin düzeyine iyi bir örnek teşkil etti. Bu yıllarda petrol zengini ülkelerde ise feodal şeyhler hızla büyük burjuvalara dönüştüler. Genellikle düşük yoğunluklu nüfuslara sahip olan bu ülkeler, kendi halklarını tatmin edebilecek kadar sosyal harcamayı rahatlıkla yapabildiler. Devletleştirilen petrol şirketleri, devlet anlamına gelen kraliyet ailelerinin akıl almaz derecede zenginleşmesine yol açtı.
İsrail-Filistin çatışması ise solda her zaman hakettiğinden daha merkezi bir konuma oturtulmuştur. Burjuva literatüründe de, solda da sık sık Ortadoğu sorununun odak noktası Filistin sorunu olarak ortaya konur. Bu aldatıcı bir görünümdür. ’73 Arap-İsrail çatışması sonucu ortaya çıkan petrol bunalımına benzer bir bunalımın, yani Arap ülkelerinin Batı’ya baskı yapmak amacıyla petrolü silah olarak kullanacakları bir bunalımın olası olduğunu düşünmüyorum. Arap burjuvazisi, tamamen uluslararası kapitalizm ile entegre bir durumdadır. “Araplar Yahudilere karşı” türü senaryoların kolay kolay tekrar yaşanamayacağı ortadadır.
İSLAM DEVRİMİNDEN SAVAŞA
’70’li yılların ve milliyetçiliğin sonlarına gelindiğinde hiç kimsenin “bekliyordum” diyemediği bir devrim patladı. Dünyanın en gelişmiş polis devletlerinden, emperyalizmin en güvenilir müttefiklerinden biri olan İran Şahlığı tarihin gördüğü en güçlü halk ayaklanmalarından biriyle yıkıldı. İki milyona yakın insan toplayan mitingleriyle bu devrim, Ortadoğu’da daha evvel görülmeyen özelliklere sahipti. Devrimin merkezi kentlerdi. Şahın sınırlı toprak reformlarına rağmen topraksız kalmış köylülerin ve onların çocuklarının oluşturduğu işçi sınıfı bu devrime destek verdi. Devrimin diğer önemli ayağı ise küçük esnaftı. Fabrikalar, tarlalar, işgal edildi. Ve sürpriz devrimin sürpriz sonucu meydana geldi: TUDEH, dinci-demokrat-ulusalcı akımların etkisinden kurtulup ayırdedici bir performans gösteremedi ve iktidar İran çapında geniş bir biçimde yeraltında örgütlü olan mollaların eline geçti. Bu sonuç derslerle doludur. Emperyalizm, halk ayaklanmasına dayanabilecek hiçbir rejimin olmadığını görmüştü. Sosyalistlerin dersi açık olmalı: Parti, “parti” olamadıkça işçi sınıfının varlığı devrimin sosyalist bir karakter kazanabilmesinin garantisi değildir.
ABD için beklenmedik ve istenmedik olan bu gelişme karşısında Irak’taki Baas rejimi oldukça atak davrandı ve emperyalizmin desteğiyle İran’a saldırdı. Savaş emperyalizm için İran rejimini yıkmak, Irak Baas içinse mini emperyalist olma yolunda bir adımdı. Savaş sekiz yıl sonra yorgun bir ateşkes ile sonuçlandı. Bu savaş hakkında bazı genellemeler yapılabilir:
-Ne İran’daki Sünni azınlık Irak’ı ne de Irak’taki Şii halk İran’ı desteklemedi. Bu durum Baas ideolojisine sadık olarak katı bir laiklik politikası uygulayan Irak’ın bunda başarılı olduğunu ve İran’daki molla rejiminin “din devleti” olmanın ötesinde bir toplumsal desteğe sahip olduğunu gösterir.
-Hem Irak, hem de İran birbirlerinin rejimini yıkmak için uğraştılar. Oysa savaş iki ülkede de, belki rejimi gerçekten yıkabilecek güçte olan çelişkilerin üzerini örttü ve rejimlerin meşruiyetini arttırdı.
-Emperyalizm iki tarafın da savaştan çok güçlü çıkmasını istemiyordu. Yenilebilecek gibi gözüken tarafa destek attı.
-Kürt halkı arada ezildi. Irak, açık bir şekilde kimyasal silah kullandı. Batı görmezlikten geldi.
Bu arada emperyalizmin ilgi alanı Doğu Avrupa ülkelerine kaymıştı. Ortadoğu hammadde kaynağı olarak her zamankinden önemliydi. Ancak emperyalizm de farklılaşmıştı.
-İkinci savaştan beridir, emperyalizmin çıkarlarını bir bütün olarak koruyacak öncü güç belliydi; ABD. Bugün aynı şeyi söylemek mümkün değil. Askeri alanda öncülüğünü sürdürmekle birlikte, ABD ekonomisi bir bunalım döneminin eşiğindedir. Bu kriz, 80’li atılım yıllarının mimarı borçlanma sürecinin sancılı bölümünün tetiğini çekebilir.
-Resmi tehlike artık komünizm değil. SSCB ise artık belirgin bir taraf değil.
İran savaşından ağır borçla çıkan Baas rejimi toplumsal meşruiyetinin de kötü bir ekonominin kurbanı olacağının bilinciyle çıkış yolu aramaya başladı. Emperyalizm için önemi azalmıştı, en azından isteklerinin yerine getirilmemesi sonucunda ortaya çıkan gelişmeleri kimse beklemiyordu. En yakın dostu Kuveyt emperyalizmin de yakın dostuydu. Ne borçlarının silinmesini kabul ettirebildi, ne de petrol fıatları yeterince arttı. Yukarıda Arap burjuvazisinin kapitalizm ile içiçe olduğu söylenmişti. Kuveyt ve Suudi Arabistan, fazla petrol pompalayarak fiyatları düşük tutuyorlardı. Örneğin bir Kuveyt, petrolden kazandığı kadar parayı, dış ülkelerdeki yatırımlarından kazanmaktaydı. Petrol hatlarını arttırmak ve batı ekonomilerini zor durumda bırakmak, Kuveyt emiri için hiç de cazip bir fikir değildi.
KÖRFEZ’DE DURUM
Irak bu durumda beklenmedik bir adım attı, Kuveyt’i işgal etti. Batılı ülkeler, yakın müttefikleri olan Irak’ın böyle bir adım atacağını tahmin edememişlerdi. Burada, şöyle bir itiraz gelebilir: Irak’taki silah yığınağı bir süredir batı basınının gündemindeydi. Hatta bazı hükümetler de, Irak’a akan illegal silah akışını kesmeye çalışıyorlardı. Emperyalizmin müttefikleriyle arasında, sürekli bir anlaşma ya da uyum olması zorunluluğu olmadığı gibi, bu kıstasa dayanırsak “anti-emperyalizm” ile ilgisi olmayan birçok rejime bu sıfatı atfetmek gerekecektir. Oysa anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunamayacağı bu yüzyılın tarihine pratik olarak kazınmıştır. Bu anlamda üçüncü yolun da çıkmaz bir sokak olduğu artık tartışılamayacak kadar açıktır. Batı ülkeleri, İsrail’in petrol akışını güvenceye almada yetersiz hatta zararlı bir müttefik olduğunun farkına çoktan varmışlardı. Bu yüzden son on senedir bölgedeki müttefik tabanı genişletildi. İran’a silah satışı, Irak’ın bir silah yığını haline gelmesine yoğun destek, şu anda olduğu gibi Kürtlerle temas Halepçe’yi görmezlikten gelme, emperyalizmin politikalarına örneklerdir.
Bölgenin karmaşık yapısı itibariyle, yerel sınıf ilişkilerini çözmek genellikle oldukça zordur. Genel olarak dünya çapındaki mücadelenin ya da emperyalizm içi çıkar çatışmalarının yansıması oldukça dolaylı ancak keskin olmaktadır. Bu anlamda taraf tutarken, çok hızlı davranmamak gerekiyor. Emperyalist ülkeler ise genellikle birçok dolaylı ilişki kurma politikasını gütmeye çalışıyorlar. Örneğin İran-Irak savaşında olduğu gibi iki tarafa da silah satmak, ya da bir ülkede hem iktidar hem de muhalefet ile ilişki kurmak, sık sık görülebilen olaylar. Emperyalizm ile itilafa düşmek ile anti-emperyalist olmak arasında oldukça uzun bir mesafe var. Saddam Hüseyin’in çıkışını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Irak’ın bu adımının arkasından kısa bir durgunluk yaşandı. Bu adımın sonucu çok açıktı, petrol fiyatlarının artması. BM Güvenlik Konseyi hızla ambargo kararı aldı. ABD’nin sarsıntıda olan ekonomisinin petrol fiyatlarındaki artıştan ve bu gelişmenin uluslararası ekonomik ilişkilerde yaratacağı dengesizlik ve durgunluktan etkileneceği söylenebilir. Geçmiş ambargoların çok kısa sürede nasıl delindiğinin, tecrübesiyle ABD bu ambargoyu bizzat silah zoruyla uygulatacağını ortaya koydu. ABD, kendisine meydan okumaya çalışan eski dostlarına müsamaha etmeyeceğini Panama örneğinde çok açık olarak göstermiştir. Irak gayet kötü bir örnek teşkil etme potansiyeline de sahipti.
Diğer kapitalist ülkeler ise ambargo ve ablukaya ABD kadar sıcak bakmıyorlar. Petrol fiyatlarının artması hiçbirine cazip gelmemekle birlikte sorunun tırmanarak petrol akışını sekteye uğratması daha da kötü bir olasılıktır. Özellikle Japonya gibi, petrolün yüzde 70’ini Ortadoğu’dan ithal eden ülkelerin, diplomatik çözümleri tercih edecekleri ortadadır. SSCB ise rolsüzlük rolüne soyunmuş durumda. ABD’nin Körfez’i “Amerikan Denizi” haline getirmesine karşın henüz fazla bir varlık gösterdiği söylenemez. Bu arada ABD’nin fiili ablukası sonucu ambargonun ilaç ve gıda maddelerini de kapsaması gibi inanılmayacak derecede insanlık dışı bir duruma dönüşmesine Küba dışında yüksek sesli itiraz gelmedi.
Arap ülkelerindeki iktidarların arasında Irak’a yalnızca Yemen arka çıktı. Ürdün dahil diğerleri, farklı ölçülerde de olsa Irak’ın karşısında yer aldılar. Aynı şeyi Arap halkı için söylemek mümkün değil. Bu da çok doğal, hâlâ çok zengin olan Kuveyt Emiri’nin arkasından gözyaşı dökmek için fazla bir sebepleri yok. Oysa Irak şu anda bütün Arapların milliyetçilik duygularını okşamış durumda. Özellikle Filistin halkının kendi davalarının yanında gördükleri Saddam’a karşı yoğun bir sempati besledikleri söylenebilir. Krizin en sıcak anlarında, Kuveyt’ten çekilmesi için İsrail’in Filistin’deki, Suriye’nin de Lübnan’daki işgaline son vermesini şart koşan Irak, böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu: Hem Arap halkı arasında sempati topluyor hem de Batı’nın işgallerine yönelik iki yüzlülüğünü ortaya koyuyordu. Batı’nın iki yüzlülüğü ise inanılmayacak boyutlardaydı. George Bush, biraz geç kalmış olmakla birlikte, Halepçe’den bahsetti ve Saddam’ın ne kadar gaddar olduğuna örnek olarak gösterdi.
Ortadoğu rejimleri açık bir biçimde sıkışmışlardı. Hemen hepsi ABD’nin yanında yer almıştı ancak kendi ülkelerinde Saddam’ın popülaritesi giderek yükseliyordu. İç çalkantılar, özellikle halkının çoğunun Filistinli olduğu Ürdün’de kaçınılmaz görünüyor. Ürdün kralı Hüseyin hem ekonomik olarak bağımlı olduğu Irak’ı ve kendi halkını hem de yakın müttefiki Batı’yı aynı anda memnun etmenin mümkün olmadığının bilincinde tutarsız davranışlar sergiledi. Irak’a karşı en sert tavırlardan birini almış olan Mısır’da güçlü Müslüman Kardeşler örgütünün Irak’tan yana tavır almış olması bu ülkede giderek milliyetçi havanın güç kazanması bu ülkede de iç çalkantılara sebep olacağa benziyor. Irak da geleneksel laik politikasını bir kenara bırakarak İranvari cihad çağrıları yapıyordu. Dışişleri Bakanı’nın hıristiyan olduğu bir rejimde islami çıkışların ülke içinde sorunlar yaratacağı ortadadır, ancak islam ideolojisinin popülaritesinin bölgede giderek önem kazanan bir yeri olduğu da aynı derecede ortada.
ABD halkı ise henüz sıcak çatışma olasılığına karşı büyük bir tepki duymuyor. Vietnam’da da savaşta binlerce Amerikan askeri öldükten sonra, halk arasında hoşnutsuzluk giderilmişti. Savaş bittikten yıllar sonra Vietnam’da savaşarak masumiyetlerini yitirmek zorunda kalan zavallı Amerikan gençleri hakkında filmler yapılarak, savaş eleştirilmişti. Bu sefer Amerikan halkının daha hızlı tepki göstereceğini düşünmek için bir sebep yok. (Cemal Hekimoğlu bir yazısında, “Amerika’da yaşamadığımıza şükretmek gerek” demişti. Katılmamak elde değil.) ABD bu yazı yazıldığı sırada Güvenlik Konseyi’nin abluka kararı alması için çaba gösteriyordu. Çok açık olan bir şey varsa o da BM’in kılıf rolü gördüğüdür. BM olsa da olmasa da ABD tavrını değiştirmeyecektir. AT’nin de destek çıkacağı ortadadır. Rejimlerini devirsinler diye milyonlarca insanı aç bırakmaya niyetlidir. Kapitalizmin kimi solcuları- mızın saptamalarında olduğu gibi ne derece insancıllaştığını birinci elden izleme fırsatının fikirlerini biraz değiştirmelerine yardımcı olacağını umuyorum.
Ortadoğu’da dengeler sarsılmıştır, tekrar eski hallerine dönmelerini beklemek gerçekçi değil. Kraliyet aileleri tahtlarının tehlikeye girdiğini en azından toplumsal meşruiyetlerinin sarsılacağının farkındalar. ABD’nin bölgedeki varlığı bu kriz bir şekilde bitse de sürecektir. Kriz uzadıkça Saddam Hüseyin’in popülaritesi de artacaktır. Uzun vadeli kehanetler zor olmakla birlikte, en azından Ürdün’ün çalkantılara gebe olduğu açıktır.
Savaşın yıldızlarından biri de Turgut Özal ve Türkiye oldu. Geleneksel olarak hem Arap dünyasıyla hem de Batı ile bağlarını koparmamaya çalışan Türkiye burjuvazisi, Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte, önemini yitirmiş olduğunun farkındaydı. Avrupa kapısının da yüzüne kapanmakta olduğunu hissediyordu. Bu kriz Tanrı’nın bir armağanıydı. Oldukça değerli olan Irak ile arasındaki ticari ilişkileri kaybetme pahasına Batı’nın yanında kraldan daha kralcı bir tavırla yer aldı. Cumhurbaşkanımız sayın Turgut Özal ise özlediği ülke içi meşruiyetine fazlasıyla kavuştu. En demokrat gazetelerimizde bile şahsi girişimleri ve atak politikasından övgüyle bahsedilir oldu.
Türkiye burjuvazisi bu tercihi yapmak ile belli bir riske de girdi. Ekonomik kayıplarının en azından uzun vadede karşılanacağını düşünüyordu. Ancak bu krizin bir şekilde sonuca gideceği düşünülürse Türkiye burjuvazisinin ne kadar tehlikeli bir oyun oynamış olduğu ortaya çıkar. Eğer kriz Irak Kuveyt’ten çıksın ya da çıkmasın, petrol fiyatlarının düşmesi ile sonuçlanırsa, Türkiye yeniden önemsizleşecektir. Bu durumda Batı’nın Türkiye’ye “masraf yapma” gerekçesi de ortadan kalkacaktır. Eğer kriz devam eder ve petrol fiyatları yüksek kalırsa, Türkiye’nin şu anki aldığı pozisyonu reddetmesi de olası olmadığına göre Türkiye Irak ile gerginliği belki de sıcak savaşla sürdürecektir. Emperyalizm, yüksek petrol fiyatları sonucunda, kendisi ekonomik olarak daralacağı için Türkiye’nin zararlarını kapayabilecek bir kaynak ayrımına gidemeyecektir. Savaş ise ülke içi nesnel keskinlikleri bileyecektir.
Ortaya çıkan tabloda her durumda ülke burjuvazisi sıkışacaktır. Aynı şekilde politik ortamın da daralacağı bir varsayım olarak düşünülebilir. Özellikle savaş psikolojisinin körükleyeceği milliyetçi ideoloji rejimin elinde önemli bir koz haline gelebilir. 74 Kıbrıs bunalımı sırasında “devrimci” sendikamızın aldığı tavır hatırlansın… Krizin ikinci günü toz duman arasında 50 sosyalistin göz altına alınması bir önveri kabul edilebilir. Aynı şekilde ertelenen Lastik ve Harb-iş grevleri de işçi sınıfının üzerindeki “baskıların” artacağına işarettir.
Sosyalistler için toplumsal meşruiyetin önemi daha da yakıcılaşmıştır. Toplumsal bir atılım yapamazsak, hem de bunu çabuk bir şekilde yapamazsak en azından bir süre şu andakinden de marjinal bir konuma itilebiliriz. Zaman sosyalistleri gerçekten sıkıştırıyor. Nesnel çelişkilerin derinleşmesiyle sosyalizmin alıcı kitlesinin ortaya daha net bir biçimde çıkması umulur; ancak sosyalistlerin de olası bir milliyetçi dalgayı bir baskı dönemini göğüsleyebilecek mevzilere sahip olarak, bunun araçlarını üreterek “orada” bulunmaları gerekiyor.