“Rusya burjuva devrimini o denli geç tamamladı ki, burjuva devrimini proleter devrimine dönüştürmek zorunda kaldı. Başka türlü söylenirse: Rusya diğer ülkelere göre o denli gecikmişti ki, en azından bazı alanlarda onları aşmak zorundaydı.”1
Eşitsiz gelişim bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir? Olguyu, Rus Devrimi’nin hazırlayıcılığını ve ihanetini birlikte yüklenen, önce önderlik edip, sonra sırt çeviren Trotskiy’ den daha güzel anlatmak mümkün mü? Eşitsiz gelişimin bizatihi ürünü, eşitsizliğin en yoğun anında zirveye tırmanan, ama aynı yasa tarafından yaşayan tarihin dışına itilen Trotskiy devrimin üzerinden on yılı aşkın süre geçtikten sonra İstanbul Büyükada’da yukarıdaki satırları yazdı. Rus Devrimi’nin etkileyici tasvirlerine hem eşitsiz gelişme yasasının usta formülasyonlarını hem de aynı yasanın küçültücü bir saygısızlıkla yadsınmasını peşpeşe sığdırabildi: Bir yanda yaşanmış toplumsal atılıma dair söylediklerinin bazı yönleri; tam karşısında ise tek ülkede yeni bir hayat yaratmaya gösterdiği inançsızlık…
Türkiye sol literatüründe eşitsiz gelişim yasası hem bilinen, hem bilinmeyen kavramlardan biri. Çoğu zaman iktisat nesnelliğinde kapitalist anarşi olgusuna, siyasete bakıldığında ise tek ve görece geri bir ülkede yaşanan ilk sosyalist devrime indirgenerek düşünülüyor. Yasanın kapitalist toplumun bir anlamda iç dinamiğini yansıttığı fikri pek ilgi çekmiyor. Oysa eşitsiz gelişim yasası objektif süreçlerin dinamiklerini yansıtmakla da kalmıyor. Bilimde ve politikada, insan düşünce ve eyleminin zenginlik ve işlevsellik kazanması için güçlü bir analiz aracı olarak da karşımıza çıkıyor. Her yönden ele alınması mümkün: İktisadi ilişkilerde, kültür ve sanatta, bilim tarihinde, sosyal sınıfların kendi içlerinde ve karşılıklı ilişkilerinde, politik düşünce ve eylem alanlarında… Bu yazıda ise eşitsiz gelişme tartışması siyaset alanıyla, siyasal düşünceyle sınırlı tutuldu. Çıkış noktasını ise 11. Tez Dizisi’nin üçüncü kitabını ayırarak güncellik kazandırdığı azgelişmişlik tezleri oluşturdu.
Yeni ile Geleneksel
Her toplumsal düşünce ve hareketlilik bir mirası devralıyor, bir nesnelliğe oturuyor. Süreklilik ve gücünün kaynaklarını bu miras ve nesnellikten alıyor. Geleceğe daha gelişkin bir miras, değişmiş bir nesnellik bırakmak her zaman hedef oluyor. Etkinlik, nesnellikteki değişmeye yapılan katkıyla, yönlendirmeyle ölçülüyor.
İnsanlık, ne yaşamın tüm süreçlerini mükemmel bir uyum ve tutarlılıkla yönlendirebilen bir örgütlü iradeye, ne de herhangi bir boşluk ve gedik bırakmadan gelişebilen nesnelliklere tanık oldu. Irmağın ana yatağından ayrılmalara neden olan farklı coğrafyalar hep mevcut oldular. Egemen sürecin içinde, kontrol edilemeyen, kimi zaman bile bile ve tercih kullanarak, kimi zaman da çaresizlikle veya farkında olmadan terkedilen kısmi alanlar varlıklarını sürdürdüler. Bunlar ‘Neo’ yazımlara manevra gücü verdiler, bu yazımların beslenebilecekleri toprak oldular. Bir örnek; 1917’yle bugünkü biçimlenişini kazanmaya başlayan çağdaş ortodoks sol için Batı burjuva toplumlarının içinde bunaldıkları yabancılaşma sorunu ciddi sorun oluşturmadı; hep dışsal kaldı.
Neo yazımlar en kolay sivrilme şansını böylesi alanlarda bulduklarını göstermekte gecikmediler. Geleneksel teorinin ‘insana’ eğilmediği söylendi, sola psikanaliz takviyesi projeleri vb. üzerine çok yazılıp çizildi. Bir örnek daha verelim: Ortodoks solun sürükleyicisi Rus sosyalistleri, uzun süre, Batı Avrupalı solcudan destek ve Sovyetler’deki kazanımlara sahip çıkmasını talep ettiler. Evrensel bir değer ve geçerlilik kazanacak bir sıçrayıştan çok uzak Avrupa solu, söz konusu talebin bazı yükümlülüklerini hazmedemedi. “Pasif destekçilik” ve “başına buyruk davranamama”nın hazımsızlığı, Yeni Sol’da, Avrupa Komünizmi’nde, Sosyalist ülkelere karşı güvensizlik ve buruklukla, sonraları su yüzüne vurdu.
“Yeni”ler ana dalganın dolduramadığı dehlizlerde tohum veriyor, boşluklara doğru gelişiyorlar. Ama tek dinamikleri yerleşik olanın gedikleri değil. Nesnellikle şöyle ya da böyle bağlar kurup, arızi olmaktan çıktıklarında, kendi gelişme güçlerine sahip olabiliyorlar. Bu gelişme açıklık da kazandırıyor, bulandırıyor da: “Yeni” ile “başka” olmak arasındaki ayrım silinebiliyor; daha açığı, nehrin hangi kıyısında yer alındığı belirsizleşebiliyor. 1910’ların sonunda eleştirellikle yola çıkan, İkinci Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne “kızıl faşist” diyebilen, kimi sol çocuklar böyle yaşadılar ve diğer kıyıda yer aldılar. “Yeni”, bu riski hep taşıyandır. Bir özelliği de, yaşayan bir organizma olan geleneğin geçmiş bir aşamasında takılıp kalması oluyor. “Yeni”ler, çoğunluk, ortaya çıkan yeni sorunlara yetişemiyorlar; siyasal yönden apolitiklik, müdahalesizlik veya katı doktrinerlik biçimlerine bürünüyorlar. Kontrolsuz devinen bir toplumun değişen koşullarından beslenerek yeni, buna karşılık, bir teorik siyasi akımın geçmiş gelişme aşamalarından birinde yaşayarak da eski oluyorlar. Bu tür eskilik, Yeni Solun kimi çevrelerini hiç olmazsa çözümsüzlüklerin çıkışını Marksist bir problematikte aramaya yöneltiyor. P. Anderson, “New Left” dergisinin yazı kurulundan ve derginin eski editörü, “sanayi kapitalizminin anayurtlarında örgütsel baskıdan uzak bir “devrimci kitle doğmasını” yüzyılın başında yaşamış kuşağın cevapsız bıraktığı soruların çözülmesi için önkoşul sayıyor. Seksen yıllık örgütsel otorite zenginliğine sırtını çevirip 1848’lerin bekleyişlerini taşıyor; bir yandan da, geleceği Marksist teori ve pratiğin kuracağına umut beslemeyi sürdürüyor. Bu, bir kaypak durumu, kaygan bir zeminde durma çabasını yansıtıyor. Yeni sollar, geleneksel olanla başkalaşmak arasında bir sallantıda yaşıyorlar.
“Dünya sistemi perspektifi”, S. Savran’ın 11. Tez’de Wallerstein-Emmanuel-Frank-Amin’in isimlerinin baş harflerinden türettiği şekilde WEFA veya “neo-marksizm” aynı akımı nitelemekte kullanılan üç terim. Bir “yeni-sol” varyantı mı? Bir tür solculuk olarak kılıçlarını attıkları doğru. Ancak iki şeyi ayırmak gerekiyor: Söz edilen şekilde geleneksel teorinin -akımın boş bıraktığı marjinal alanlara oynamak ile bütünüyle farklı kökenlerden gelerek ve bunlara sadık kalarak bu boşluklardan rant toplamak…
Teoride Rantiyelik ve ‘Neo Marksizm’
“Dünya sistemi perspektifi”ni bir akım olarak alırken dikkat etmek gerekiyor. İç tutarlılık yoksunluğu “yeni”ciliğin açmazlarından biri. Ama sözkonusu akımda kendi içinde farklılaşma bu genel niteliği çok aşıyor. Derine inmeye gerek kalmadan kısa bir göz gezdirme bunu anlamak için yeterli. Emmanuel kariyerinin en ciddi bölümünü devrimci-demokrat P. Lumumba hareketinin iktisat danışmanlığında geçiriyor. “Eşitsiz değişim” teorisi sanayileşmiş Batı ile azgelişmiş Üçüncü Dünya’yı karşı karşıya getirirken, evrensel çelişkinin odağını ikinciden ilkine değer aktarımında yakalıyor. Emmanuel’in örneğin Frank’daki anti-milliyetçi sol tutumla bağdaşması olanaksız görülüyor. Amin ve Wallerstein’laysa milliyetçiliğe karşı olumlu bir bakışı paylaşıyor. Amin ve Emmanuel, devrimci güçleri “çevre” ülkelerde ararken, Wallerstein metropol Amerika’ya gözlerini dikiyor. Dünya kapitalizminin çöküşüne dair kısa vadede umutlu olanlar Amin Frank ve Wallerstein. Emmanuel ve bir beşinci isim Arrighi bunu pek sindiremiyorlar. Frank ve Wallerstein Sovyetler Birliği’ni kapitalist dünya işbölümünün tamamlayıcı bir parçası sayıyorlar; diğerlerine göre ise bu ülke esas olarak dünya kapitalizminin dışında yer alıyor. Amin ve Emmanuel Üçüncü Dünya ülkelerinin kapitalizme “bağlanmama” ve bağımsızlık çabalarına önemli bir değer biçiyorlar. Diğer iki yazar merkantilist otarşi denemelerini kısmi ve geçici sayıyorlar. Frank’ın Üçüncü Dünya’nın geleceğine yönelik hiçbir umudu yok. Herbiri oldukça merkezi önemdeki konularda biriyle birleşip bir diğeriyle çatışıyor. Peki nerede ortaklaşıyorlar?
İlk önce Marksizmin bunalımda olduğu görüşünde. İkinci olarak dünyanın gelecek yıllarda Washington-Tokyo-Pekin ve Bonn-Paris-Moskova karşıt eksenleri etrafında döneceğinde. Hiçbiri Batı Avrupa’nın Amerikan emperyalizminin müttefiki olduğunu ve askeri alanda da bunu ispatlayabileceğine inanmıyor. Bu tezlerin büyük kısmını 1984’te Belge yayınlarının “Genel Bunalımın Dinamikleri” adıyla yayınladığı kitabın “Dostça Bir Tartışma” bölümünde -Emmanuel hariç ve Arrighi dahil olmak üzere- beraberce yazıyorlar. Ve siyasal alanda birleştirilmez uçurumların ayırdığı bu insanlar teorik yöntemlerinde oldukça benzerlikler taşıyorlar. Benzerlikler hayat buldukları nesnellikten ya da daha doğru deyişle aldıkları ranttan kaynaklanıyor.
“Dünya Sistemi Perspektifi” Marksizmin Batı bilim çevrelerinden çeşitli yollarla dıştalanmasından rant aldı. Dıştalama kimi zaman baskı ama çoğunlukla duymazdan gelme-tepki göstermeme biçiminde belirmişti. “Neo-marksizm” denilen akım da Marksizmi yazılmamış söylenmemiş saymakla bir akademik tasfiye mirasını devraldı. Hiçbir teorik hesaplaşmaya gerek duyulmadan Marksist kavramların içerikleri boşaltıldı; aynı terimler kesinlikle anti-marksist bir sistematiğe yerleştirildi. Bu girişim başarısını bir anti-Marksist dalga üzerinde yükselmesine borçludur. Rantın bir yanı bu. Marksizmin sol politika üzerindeki sarsılmaz prestijinden pay çıkarma da Marksizmin terminolojisi bir bütün olarak devralınarak gerçekleştirilmek isteniyor.
“Neo-marksist” denilen bu yazarların ortak analizlerinde üç önemli yön var: Kapitalizm kavramının marksist içeriğinde yapılan değişiklik, iç dinamik-dış belirlenme ilişkisinin tersyüz edilmesi ve sınıfların analizdeki belirleyici rollerinin terkedilmesi. Marx’ın kapitalizm için önkoşul saydığı bir meta üretimi, özgür emekçiler sınıfı ve sermaye birikimi burada gerekli sayılmıyor. Üretim aşamasının dolaşımı hem olgusal hem de analitik düzeyde öncelediği yöntem tam tersine dönüyor. Bu ikisi birleşince kapitalizmin tarihi azami kar ve girişimcilik motifleri ile ortaçağlara inebiliyor,2 ticari sermaye ile sanayi kapitalizmi farksız, sanayi devrimi ise arızi oluyor. İç dinamiklerin ve yapısal çelişkilerin süreçlerin ana belirleyicisi olması yerine hiyerarşik örgütlenmiş dünya sisteminin özgül süreçlere yön vermesi öne çıkıyor. Silinen sınıflar mücadelesi yerine de milli çıkarlar, milliyet fikri ve dinsel inancın merkezkaç rolleri ilericilikleri vb. geçiriliyor.3
Siyaset ve ‘Dünya Sistemi’
Son paragrafta yeni bir şey yok. Türkçe’de yabancı ve yerli eleştiriler bu noktalara yeterince açıklık getirmiş bulunuyor; Laclau dolaşım sürecini merkeze almaya “circulationism” dedi,4 Brenner, Marksizm öncesi ilkelliğe dönüşü eleştirdi,5 Gülalp Marksist kavramların değil, deyimlerin kullanıldığını yazdı,6 Savran dış etkenin belirleyiciliği tezinin eşitsiz gelişme olgusunu reddeden bir ideal kapitalizm imajından kaynaklandığına işaret etti.7 … Bu yazarlar ve başkaları neo-marksist denilen akımın ulusal burjuva-küçük buıjuva sınıfsal temelli bir ideolojik yapısı olduğunu da yazdılar. Burada vurgulanacak olan ise şu: “Neo-marksist” tezlerden iki tür politika türüyor. İlki bir Üçüncü dünya milliyetçiliğini baz alabilir: “Üçüncü Dünyanın dayanıksızlığı halkçı bir parçalanma döneminin başlangıcıdır ve olanaklı tek çıkış yolu ulusal-halkçı yoldur.”8 “Periferi toplumlarını karakterize eden büyüyen çelişkilerin tek gerçek çözümü ulusal ve halka dayalı olandır. (…) ‘aşamalı kesintisiz devrim’in gerekli bir aşaması olarak görülen ulusal demokratik devrimin (görevi) hala nesnel bir gerçeklik olarak” kalıyor.9 Elbette bu politik çizgi bir aşamalı devrimcilik, bir MDD türü olarak beliriyor. Maoculuğa ve Çin deneyine karşı bir sempati Batı’nın ve sosyalist ülkelerin yaşadıklarına da küskünlük ile bütünleşiyor. Emmanuel’de küskünlük açığa çıkıyor: “eğer bugünkü çalışan insanlar uzun dönemi hesaba katmayı reddediyorlarsa bu belki de uzun dönemin sıradan insanın bakabileceğinden daha uzakta oluşundandır. İşte bu enternasyonalizme nesnel bir engeldir. Adamın birisinin belirttiği gibi uzun dönemde hepimiz ölüyüz.”
Böyle; ve biliniyor ki her “küskünlük” her “aşamacı perspektif” bır reformizme açılır: “sınıf çıkarları tarihin belirli bir aşamasında enternasyonalizmi gerekli kılabilir, bir başka aşamada da ortak bir milli cephenin kurulmasını.”10
20. yüzyılda aşamacı düşüncenin teorik bir zenginliğe ulaşabilmesi kategorik olarak olanaksız. Trotskiy bir kez söyledi “gecikmiş olunduğu için ileri atılınıyor.” Her aşamacılık eninde sonunda nesnelliğin geriliğinden, geri hedefler çıkarsamak için dem vurur. 1917’den beri ilerleyebilmenin tek yolunun, öndekinin peşisıra gitmek değil, onu aşmak olduğu, biliniyor olmalı. Geri nesnellik, içerisinde biriktirdiği eşitsizliklerle bu sıçramanın olanaklarını sunuyor. Bu olanakların siyasal alanda en önemli kalemi, örgütlenmenin etki ve hareket kabiliyetinin eşitsizlikler ortamında ciddi ölçüde genişlemesidir. Bu yüzden her aşamacılık, örgütün ve önderliğin rolünün boyutlarını sindiremeyen bir teorik sisteme hapsolmuştur.
Dünya sistemi perspektifinden çıkacak ikinci tür politikadan sözetmeden önce bir parantez açmak gerekiyor: Sözkonusu yazarların temel konularda anlaşmazlık içinde olduğunu söyledik. Yalnızca bu değil, siyasal çözümsüzlük ve programsızlığın nedeni. Kendi kendileriyle de zaman içinde tutarlı olamıyorlar. Amin Üçüncü Dünya milliyetçiliği özgüvene dayalı ulusal çözüm önerilerini sürdürüyor. Pekincilikten bağlantısızlığa doğru bir kayma içinde. Emanuel’in devrimci-demokratlığı sol-liberalizme dönüşüyor.11 1960’ların sosyalizmi Frank ve Wallerstein’i 1970’lerde terketti. Umudu saklı tutup tutmama tereddütleri arasında Wallerstein çözümsüzlüğün sorumluluğunu nesnelliğe yıkmaya karar vermiş. Bir sosyoloji dergisinde sosyal bilimler-politika-ideoloji tarihi ve sorunlarını tartışıyor. Marksizmin 1950’lerden bu yana içinde bulunduğu sürecin bir kimlik arayışından başka birşey olmadığını sosyal bilimlerin ise geçirdikleri “felsefi” ve “bilimsel” dönemlerden sonra uzun süredir ad konulması olanaksız bir boşluk bir bunalım yaşadıklarını yazıyor.
Yazar Marksizmin örgüt ve devlet realitesini, sosyal bilimlerin bilimsel yasalar tutkusunu geçmişe hapsetmeye çalışıyor ama kendine bir yol da bulamıyor. Doğrusu arayış ve çözüm bulma sorumluluğunu tüm insanlığa mal etmek sorunların yakıcılığından kurtulmanın yolu sayılıyor.12
Gelelim muhtemel ikinci politika çizgisine. Görünürde zıtlık olacak: Özellikle Frank, büyük ölçüde de Wallerstein, dünya sistemine ticari bağlarla bir kez kendini kaptırmış toplumların içyapılarını tartışmayı kategorik olarak reddediyorlar. Dünya sistemi kapitalist ve tekil ülke de bu dış dinamiğin belirleyiciliği altında olduğuna göre tekil ülke de kapitalisttir: “Günümüzün dünya ekonomisi içinde feodal sistemler ne kadar varsa sosyalist sistemler de ancak o kadar vardır, ikisi de yoktur, çünkü varolan yalnızca tek bir dünya sistemidir.”13 Bu, iki tepkiselliği ve bir basit çözüm arayışını içeriyor. Basit çözümlerden korkmak gerekiyor. Şöyle ki bu denli güçlü bir sistem hele hele tekil kopmalara da şans tanımadığına göre ya hiç yıkılmaz ya da toptan yıkılır. Samimiyetle “sosyalizmi kesinlikle ütopik bulmadıklarını” yazıyorlar.14 Mantıksal olarak toptan çöküş ve dünya devrimi yolundan başka çözüm kalmıyor. Kolaycılık, işte bu. Tekrar edelim, bu tür kolay çözümlerden korkmak gerekli. Tezin ‘tepkisel’ yönü de şu: Burjuva kalkınma teorileri (modernleşmecilik) ve aşamacı ortodoks sol programlar benzerlikler taşıyorlar. Doğrusal gelişme şemaları çizmeleriyle bir; pre-kapitalist ya da feodal üretim tarzına azgelişmiş ülkelerde tanınan önemle iki. Her ikisi de kapitalizme ve buıjuvaziye bir dönüştürme gücü atfetmekte birleşiyorlar. Klasik burjuva demokratik devrimlerinin izlediği yolun feodalizmin nihai tasfiyesi siyasal demokrasinin tesisi vb. duraklarından bir bir geçerek tekrarlanması kaçınılmaz sayılıyor.
Frank ve Wallerstein kapitalizmin azgelişmeyi yoketmek yerine yaratan ve besleyen dinamiklerini gözönünde tutan teorileriyle bir karşı çıkışı temsil ediyorlar. Modernleşme okulu, bizatihi burjuvazinin malı olduğundan bu tutumunda anlaşılmaz bir yan bulunmuyor. Aşamalı devrim fetişizmi ise bugün geleneksel solun en ciddi sorununu oluşturmakta. Kökeni bir yüzyıl öncesinde: Bütünüyle 19. yüzyıl sosyalizmi burjuvazinin atılım çağının tanığıdır. En netleşmiş örneği Il. Enternasyonal reformizminde olmak üzere sosyalist düşünce bu atılımın gücünü fazla önemsedi. Sanayi devriminin rüzgarının hala esmekte olduğu bir dönem yaşanıyordu. Sanayi devrimi bir büyük ileri atılımdır; tüm toplumsal yaşantıyı başta iktisadi alan olmak üzere siyaseti, kültürü, gelenekleri, aile kurumunu değiştirmekte altüst etmektedir. Burjuvazi her koldan her cephede kendi zaferine koşmakta, toplumu ilerletmektedir. İnsan düşüncesi bu topyekun ilerlemenin ebedi olacağına kanaat getirdi. Şöyle de denebilir: “Sanayi devrimi eşitsiz gelişim düşüncesinin kavranmasını önledi. Bu ancak daha sonraki çalışmaların ortaya koyabileceği derinliklerde kaldı.”15
Gün ışığı derinliklere eşitsizlikler ülkesi Rusya’da sızdı. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası eşitsizlikler birikiminin yoğun olduğu toprakta siyasal mücedeleye de o güne dek görülmemiş bir güç, önem ve kıvraklık kazandırdı. Tarih burjuvazinin dönüştürücü değil tutucu yanının ağır bastığını gösterdi. 20. yüzyılda, 1848 Manifestosu’nun kapitalizmin değiştirme gücüne koyduğu vurgunun da, sosyal demokrat programların da aşamalı devrimlerin de geride kalmış olması gerekiyor. Ama eşitsizlikler, siyasal düşüncenin gelişimini de rahat bırakmıyorlar.
Dünya sistemi perspektifinin “toptan çöküş” projesi bütünüyle tepkisellik taşıyor. Tepkisellik aynı düzlem içinde aynı yanlış kavrayışlarla zıt tezler ortaya çıkartıyor. Wallerstein ve Frank kapitalizmin ilerletme gücü olduğunu reddediyorlar; gelişen şey yalnızca azgelişmişlik sayılıyor. Burjuvaziye bir işlev -hiç olmazsa müttefiklik işlevi- yükleyen programlara karşı bir felaket senaryosu sahnelenmek isteniyor. Kolaycılık şurada ki, eşitsiz gelişim yasasının üzerine bir gölge daha düşürülmüş oluyor. Kapitalizmde hala modernlik, burjuvazide hala ilericilik arayanların düşürdüğü gölge artık zifiri karanlığa dönüşüyor. Hiçbir ülkede hiçbir sınıf ve örgütlenmenin sistemden kopma ve ileriye atılma şansına tekil olarak sahip olamayacağına inanılıyor. Politikada, eşitsiz gelişim yasası, bunun olanaklı olduğunun bilimi değilse nedir? Eşitsiz gelişim farklı dinamiklerin içiçe girmesi, benzer süreçlerin farklı rotalar izleyebilmeleridir. Çevreyi merkeze belirletmek, her çevre ülkeye aynı azgelişmişlik modelini çizmek, eşitsiz gelişme olgusunun en güzel ürünlerinden biri olan tek ülkenin sisteme bağımlılıktan kurtulabilme olanağını yadsımak… Gelişmenin temel yönünü, eşitsizliğini görmemek, politikanın tasfiyesine yol açıyor. Sosyalist politikanın 80 yıldır ispatlandığı haliyle en önemli aracı örgüt; ve örgüt, sınıf içi eşitsizliğin, sınıflar arası eşitsizliklerin, sosyo-ekonomik koşullarla mücadele yeteneği ve siyasal kültür arasındaki eşitsizliklerin üzerinde yükseliyor. Eşitsiz gelişimi yadsımak, örgütün reddi; örgütün işlevinin kavranmaması da eşitsiz gelişimin yadsınmasının göstergesi oluyor.
Trotskiy ‘Neo-marksizm’i Nasıl Eleştiriyor?
“Bileşik gelişme kavramı, bu öngörü ve tezlerin, eşitsiz gelişme yasası ve emperyalizm teorisinin ışığında mantıksal sonucuna götürülmesi ve sistemleştirilmesi yoluyla geliştirilmiştir. Trotskiy tarafından önce Rusya’nın kapitalizme geçişinin özelliklerini kavrayabilmek için kullanılmış, daha sonra da öteki azgelişmiş ülkelerin tarihsel gelişmesinin özgüllüğünü açıklayabilmek için ‘eşitsiz ve bileşik gelişme yasası’ (EBGY) adı altında formüle edilmiştir.”16 Savran’ın şimdi ilgilendiğimiz tezini en net ifade eden pasajlardan biri bu. Trotskiy’e dair bizim söyleyeceklerimizin ilki,satır arasında söylendi. Netleştirelim: Trotskiy 1905-6’da ‘Sonuçlar ve Olasılıklar’ı yazıyor. Savran, yalnızca o da değil; çağdaş Trotskizmin bütünü, bu metni eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının ilk uygulanımlarından biri olarak görüyorlar. Bu, teoride ve politikada eşitsiz gelişim yasasını Trotskiy’nin hanesine yazmanın vesilesi ve kanıtı sayılıyor. Satır arasında söyleneni Trotskiy için tekrar edelim: Örgütün önemini kavramak ve örgüt teorisini eşitsiz gelişim yasası sayesinde olanaklı; aynı zamanda eşitsiz gelişim yasasının, bir analiz aracı olarak kullanıldığının göstergesi. Politikada böyle ve tersi de böyle: Bir düşünce örgüt ve teorisini içermedikçe, eşitsiz gelişim yasasının bu düşüncedeki formülasyonundan şüphe edilmeli. Trotskiy’nin, eşitsiz gelişim yasasının ürünü ve varlığının kanıtı olan. Bolşevik pratiğe yönelmesi için yirmi yıllık bir deneyim ve 1917 yılının bu deneyimi haklı çıkartması gerekmiştir.
Söylenecek başka şeyler de var. “Sonuçlar ve Olasılıklar” yazarının entelektüel kıvraklığının en canlı tanığı. Ama eksikliklerinin de… Trotskiy, Menşevik ve Bolşeviklerin paylaştıkları ‘aşamalı devrimciliğin’ dışına taşıyor, proleter devrimi ve burjuvazinin devrimciliğini yitirmiş olduğu görüşleri üzerine sürekli devrimi formüle ediyordu. Buraya kadar denecek şey yok. Aksayan yanlara geçersek: Birincisi, Menşevizm ve Bolşevizm arasında iktidar perspektifi farklılığını küçümsemesi. Sosyalist Devrim programına yolu açacak olan teorinin Nisan 1917’de olgunlaştığı söylenebilir. Ama daha 1900’ün başlarında solun iki ana kesimi Menşevikler ve Bolşeviklerin yolları, birinin demokratik devrimde sol muhalif kanat, diğerinin iktidarı hedef seçmeleri ile ayrılmıştı bile. Trotskiy bu noktadan bakıldığında Bolşeviklere yakın bir yerde bulunuyor. Kendisi bu yakınlığın pek farkında değil. Menşevik-Bolşevik ayrışmasını küçümsüyor.
İkincisi, Rus kapitalizminin tahliline yönelik: Eşitsiz gelişim yasasının çok daha ciddi ve bütünlüklü ele alındığı bir diğer ve daha eski çalışma mevcut: “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”.
Üçüncüsü, Trotskiy 20. yüzyılın başında sosyalist teorinin yaşadığı atılımın ne simgesi, ne yaratıcısıdır; Trotskiy süreci yakalayamadı. Bir 19. yüzyıl teori ve politika adamı olarak kaldı. Sadece örgüt teorisi eksiğini kastetmiyorum. 19. yüzyıl sosyal düşüncesi eşitsiz gelişim yasasını içselleştirememiş olmakla damgalanıyor. Öznel eksiklik ve hataların çok ötesinde tüm Avrupa’nın yaşadığı hızlı değişme sosyal yaşantının uygunsuzluklarını, ayrık yönlerini gözden sakladı. Bu bir genel yükseliştir; sanayi devrimi ile, büyük Fransız devrimi ile… Uyumsuzluk yaratan dengesiz gelişmeler geri planda kalıyor, evrensel uyumun mümkün ve yakın olduğu inancı boy atıyor. Genel yükselişten insan düşüncesinin çok şey beklemiş olması öznel hata sayılabilir mi?… Trotskiy’e dönmek için daha da geriye dönmek gerekiyor: “Sürekli devrim”i ilk önce Marks öne sürdü. İki ayrı tarihsel ortamdan beslenmeleri farklılıklara neden oldu. Şu an bizi bunlar değil özdeki benzerlikler ilgilendiriyor. Ortak yan, sosyal devrime, tarihin düz hattıyla çelişki içindeki uygunsuzlukları yok etme işlevi yüklenmesidir. Bu ‘çoğunluk devrimi’ esprisini barındırıyor. Nüfusun büyük kısmının yeni dünyanın inşasına maddi çıkarlarının bilinciyle katılacakları umuluyor. Aynı düşünce “global devrim” beklentisi doğuruyor. Eş zamanlı veya bir kıvılcımın yangına dönüşmesi gibi parlayıp yayılarak. İlkinde sınıflararası ve içi eşitsiz gelişime yer verilmemişti. İkincisinde ülkeler ve coğrafyalar arası birikim ve yoğunluk farklılaşmalarına ağırlık tanınmıyor. Trotskiy’de oldukça net olan nokta şu: Devrimi eşitsiz ve bileşik bir gelişme yaratır. Geri kalınırken, ileri atılmanın gücünü verecek olan sıkışma oluşmaktadır bir yandan. Ama bir kez ilk kıvılcım parladı mı, üst üste devrilen domino taşlarının her birinin aynı hizaya gelmesi beklenecektir. İhtilal ayrık olanları temizleyecek, eşitsizlikleri tarih sahnesinden silecektir. Aksi bir olasılık dikkate alınmıyor. Tek ülkede sosyalizm söz konusu edilmiyor. Yeni toplum, tanımı gereği global olacak. Rusya’da tecrit edilmenin yenilgiden farkı yok. Görülüyor, sanayi devriminin, Fransız İhtilali’nin üstünü örttüğü eşitsiz gelişme olgu ve yasasının 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarında varlığına insan düşüncesini ikna etmesine karşılık, eşitsiz gelişme bir yasa değil, geçici ve istisnai bir olgu kabul ediliyor. Burjuva yükselişinin sildiği, ama yeniden işlemeye başlayan eşitsizlikler, diyalektiğini, bu kez proleter yükseliş bir daha canlanmamacasına silecek. Global devrim beklentisinin teoriden tasfiyesi kolay olmadı. Çağdaş Trotskizmin inadı bir yana, 1917 bile eşitsizliğini geçici, düz gelişimi kural sayma eğilimini gömemedi. Tek ülkede inşa için başarı yollarının açıldığı ve Avrupa devriminin gündem dışı kaldığı 20’li yıllar yeni ve zengin malzemeleri yasanın kanıtları olarak sunmayı sürdürdü. Global devrim düşüncesi, ancak tek ülkede sağlamlaşılarak tasfiye edilebildi. Trotskiy ise siyasetin ağır bastığı Rus Devrimi içinde “çoğunluk devrimi” esprisini pratik olarak siyasi gücün nicelikle değil örgütlü nitelikle ölçüldüğü anlamında terketti. İhtilalin geri kitleler ile bilinçli önderlik arasındaki diyalektiğe oturduğu yaşanarak kavrandı. Trotskiy ‘Global devrim”de ısrarındansa vazgeçmedi. Giderek, tek ülkede inşa süreci içinde yer alamadı. Sorun ne bürokrasi eleştirisinde, ne hizip çekişmelerinde kaybetmesinde. Sürece önderlik edebilecek perspektifin ihtilalin hazırlanışında olduğu kadar, sonrasında da eşitsizliklerin ve eşitsiz gelişme yasasının varlığı fikri ile uyum içinde olması zorunluydu. Trotskiy bu teorik dönüşümü geçirmedi. Bu anlamda eşitsiz gelişim yasası tarafından tarihin dışına itildi. Bu noktadan sonra yasayı onun adına kaydetme çabaları tüm kozlarını yitiriyor. 1917’den sonra eşitsiz gelişme yasası yeni iktidar ve devrimden yana olanlar için anlam kazandı. Muhalefet ve ihanet, yasadan ve bilimden uzaklaşmaya başladı. Trotskiy, süreçten dıştalandıktan sonra, eski bakış açısına geri döndü. Sosyalist iktidara karşı ihtilal önerisi “yeniliği” bir yana, örgüt teorisindeki kopmasıyla, bürokratizm eleştirisini, örgütlenme arzu ve inadını kırıcı bir tehdide çevirmesiyle 1917’nin Trotskiy’inden adım adım uzaklaştı.
Trotskizmin çağdaş taşıyıcılarından Mandel eşitsiz gelişimin siyaset teorisinden silinmesine bir başka örnek oluşturuyor. Bir anlamda Trotskiy’in çağdaş bir izdüşümü oluyor. Sungur Savran, ne yazık, çok değerli çalışmasında Mandel’e de azgelişmiş toplumların kalkınma olasılığını dıştalatıp WEFA ile yeni modernleşmeci sol liberalizm arasında sağlam bir denge mevkiini uygun görüyor; Mandel’i eşitsiz gelişim yasasını bir teorik araç olarak başarıyla kullanabilen bir araştırmacı olarak tanıtıyor.17 Mandel’in “neo-marksizm” karşısında da, sol-liberalizm karşısında da farklı ve olumlu bir konuma oturmuş olması ile, eşitsiz gelişim yasasını teori ve politikasına içselleştirmesini ayırmak gerekiyor. Çok kısaca ‘Avrupa Meydan Okuyor’a bakılabilir. Mandel’in Trotskiy’den farksız bir eşitsiz gelişme yasası reddinde olduğu açıktır. Kitabında, Mandel Avrupa’da bir entegrasyon geleceği tespit ediyor; bu, işçi sınıfı için olumsuzluklar yaratacak; tek ülkede patlama henüz ihtimal dahilinde iken, entegrasyon bu ihtimali oldukça zayıflatacak… Bu giriş ayrı bir tartışma konusu ve bu yazının ilgi alanının dışında. Devamında “Belli bir ülkedeki farklı sosyal güçler arasındaki iç ilişkiler, Mayıs 1968’de Fransa’da olduğu gibi, işçilerin iktidarı ele geçirecekleri koşulları olgunlaştırmışsa, iktidar ele geçirilir geçirilmez, dengesiz gelişme yasası sosyalizm lehine işler ve hemen komşu ülkelerdeki güçlerin iç ilişkilerini proletarya lehine değiştiren yeni bir uluslararası durum yaratılır. Ama komşu ülkeler henüz “hazır” olmadıkları için elverişli bir fırsat kaçırılırsa, ihtilale “hazır” ülkenin işçilerinin duydukları yalnızlık, moral bozukluğu kendilerini komşu ülkelerdeki duruma düşüreceğinden, aynı yasa bundan sonra sosyalizme karşı işlemeye başlar”18
Global devrim gerçek kılınamazsa, aslında eşitsiz gelişim iptal edilecek, “hazır” ülke tekrar “hazır olmayanların” hizasına dönecek. Ama eğer ihtilal tekil toplumda sıkışmaz da, yaygınlık kazanırsa, eşitsiz gelişim bu kez mutlu sonla iptal edilecek; bütün insanlığın el ele ve sorunsuz bir dünyaya emin adımlarla yürümeleriyle…
Trotskiy ve izleyicileri eşitsiz gelişimi bilim ve politikadan kovmakta, Frank’tan, Wallerstein’dan geri kalmıyorlar. Sıra özellikle politika önerilerine geldiğinde aralarında ciddi bir farklılık kalmıyor…
Trotskizm ve “dünya sistemi perspektifi”nin sol versiyonu ,her koşulda sosyalist devrimi savunabilmenin teorik araçlarına sahip görünüyorlar. Dünya sisteminin belirleyiciliği, global devrim ya da toptan çöküş tezleri burjuvaziye prim vermeyen radikal tavırlar olarak sahneye çıkartılıyorlar. Ama bu pseudo-goşizm eşitsiz gelişim yasasının reddini ve 150 yıl öncesine bir teorik geri dönüşü gizleyemiyor.
Bir Zorlama Tahlil ve Sonuç
“Öte yandan gerek Marx, gerek Engels, 1875’ten itibaren ama özellikle 1880’li yıllarda Rusya’nın tarihsel gelişmesini irdelerken, Batı’da bir sosyalist devrimle birleştiği takdirde Rusya’nın kapitalist aşamadan geçmeden sosyalizme geçiş aşamasına sıçrayabileceğini açık açık savunmuşlardır.”19
19. yüzyıl sosyalist düşünüşünü güdükleştiren üç noktayı tekrar ifade etmek gerekiyor: Örgüt teorisinin eksikliği, ihtilalin sapmaları budayacağı tezi ve global devrim beklentisi. Politikada eşitsiz gelişim yasasını hem teorik analiz hem de mücadele aracı olarak kullanabilmek, bu üç sıçramayı yapmadan olanaksız.
19. yüzyıl sosyalistlerinde eşitsiz gelişim yasasının ipuçları elbet olacak; ama ciddi formülasyonlar aramanın yeri ve zamanı orası değil. Sosyalist hareket önce sınıf içi eşitsizliği ve örgütü kavradı. İhtilalin yeni eşitsizlikler doğuracağını, ilerlemenin geri dönüşleri de içeren kıvrımlarla dolu bir yol izleyeceğini ve tek ülkede ayakta durmanın olanaklı ve zorunlu olduğu ancak ihtilal pratiğinde anlaşılabildi. Trotskiy süreci yakalayamadı. Lenin önce “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”ni yazdı; Bolşevik örgütü yarattı; “tek ülke”yi muhtemel gördü; kuruluş sürecinin sorunlarını kavradı… Eşitsiz gelişim yasası, siyaset teori ve pratiğinde 20. yy başında gerçekleşen atılımın temeli, ayırdedici yanıdır. Kimlerin hanesine yazılması gerektiği son derece açık olmalıdır.
Bundan ötesi gereksiz zorlamalar olarak kalıyor. Savran, eşitsiz gelişim yasasını Marx ve Engels’e maletme arzusunu sezdiriyor. Çağdaş Trotskizm 19. yy’dan kopamamasının, yeni yüzyılın en ciddi ve önemli sürecinden dıştalanmış olmanın itkisiyle, aynı zorlamaya yöneliyor. Başkaları, örneğin L. Althusser ‘genç Marx’la ‘olgun Marx’ arasındaki farkı benzer bir yerde ararken, yine zorluyor…
Bu girişimlerin her biri, eşitsiz gelişim yasasıyla sosyalist hareketi birleştiren bir pratiğe, onun yaratıcılarına ve bugünkü mirasçılarına haksızlık etmek oluyor. Marksizmin zengin teorik araçlarından biri olmasıyla teoriye ciddi katkıların yolunu açmış ve daha çoğunu da açmaya aday olan eşitsiz gelişim yasasının, bu yorumlara teslim edilmemesi gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- 1.L. Trotskiy; Histoire de la Revolution Rusme 111 Paris 1934 s. 7.
- Laclau, Frank’ın mantığı izlendiği takdirde, “…Cilalı Taş Devrinden bu yana kapitalizmden başka hiçbir şeyin varolmadığı sonucuna” varılabileceğini belirtirken hiç abartmıyor.(E.Laclau, İdeoloji ve Politika, s. 26, Belge y. İst. 1985)
- “Gelecek yıllarda da yayılma ve güçlenme olasılığı olan tüm bu hareketler (Polonya, İran, Afganistan’daki dini hareketler örnek veriliyor), dünya sisteminin gelişmiş, azgelişmiş ve sosyalist bölgelerindeki bunalım(lar)a ve bunun toplumsal sonuçlarına yanıt olarak uygulanmaya konulan ekonomik politikalar karşısında halkın uğradığı hayal kırıklığının dışavurumudur. Bu anlamda bu hareketler dünya sisteminin sermaye tarafından ve sermaye birikimi için yeniden örgütlenmesine karşı sistem-karşıtı direnişi ifade ediyorlar.” (Frank, “İdeoloji Bunalım-Bunalım İdeolojisi”, Genel Bunalımın Dinamikleri içinde, s. 185, Belge y., İst. 1984).
- 3.E. Laclau; İdeoloji ve Politika Belge Y. İstanbul 1985.
- 4.R. Brenner; Onbirinci Tez Ul içinde “Kapitalist Gelişmenin Kökenleri – Yeni-Smith’çi Marksizmin Eleştirisi” Mayıs 1986.
- 5. H. Gülalp; Yeni Emperyalizm Teorilerinin Eleştirisi Birikim Y. İst. 1979; ve Onbirinci Tez lfl içinde “Bağımlılık ve Dünya Sistemi Teorileri: Frank ve Wallerstein’ın Eleştirisi” Mayıs 1986.
- S. Savran; Onbirinci Tez 11 içinde “Azgelişmişlik: Eşitsiz ve Bileşik Gelişme.
- 7.S. Amin; “Bunalım Ulusçuluk ve Toplumculuk” Genel Bunalımın Dinamikleri içinde Belge Y. İst. 1984 s. 198.
- 8.S. Amin; a.g.e. s. 221-2.
- 9.A. Emmanuel: “Enternasyonalin Kuruntuları” Azgelişmişlik ve Emperyalizm içinde Gözlem Y. İst. 1975 s. 223.
- Savran bu bilgiyi, Lipielz’in ‘Marx or Rostow’ (NLR 132,Mart-Nisan 1982) yazısından aktarıyor. 11. Tez 3, s. 62.
- 10.I. Wallerstein; “Marxisms as Utopias. Evolving Ideologies” American Journal of Sociology vol 91 no.6 Mayıs 1986.
- 11.I. Wallerstein; Dünya Ekonomisi Bunalım ve Siyasal Yapılar Belge Y. İst 1983 s.107.
- 12.I. Wallerstein; ag.e. s. 107.
- 13.Y. Küçük; Gelişme ve Eşitsiz Gelişim Yasası” Bilim ve Edebiyat içinde Tekin Y. İst. Ocak 1985 s. 568.
- 14.S. Savran; a.g.e. s. 65.
- 15.S. Savran; a.g.e.
- 16.E. Maııicl; Avrupa Meydan Okuyor Bilgi Y. Temmuz 1985 Ankara s. 144.
- 17.S. Savran;a.g.e. s. 64.