Devrim treninin lokomotifinin değişmezliği üzerine…
Sosyalist demokrasi tartışmaları biraz “sakat” geldi ve “sakat” geçti, gidiyor. Gelişin sakatlığı, bu tartışmaların Türkiye sosyalist hareketinin kendi teorik hattını daha geri mevzilere çekmesinde çok sıradan bir araç olarak ortaya çıkmasından kaynaklandı. Gidiş sakat; onca uğraştan sonra geri mevzinin standart, kendisini iyi ifade eden ve kendi problematiğini sürekli olarak yenileyebilecek bir teorisizasyonuna tanık olamadık ve şimdi genel hava, tam şarklı yaklaşımıdır; orasından burasından çekiştirilen, yontulan bir mirasın karşısında birbirinden bağımsız, iç örgüsü yapılamamış öbekler…
Sosyalist demokrasi tartışmalarında bu tartışmaları Türkiye solunun gündeminin ön sıralarına çıkaranların yaptıkları işi çok fazla ciddiye aldıkları söylenemez. Bu insanlar, ortada eksiği-fazlasıyla duran bir “tez”in karşısına bir alternatif oluşturmak için birşeylere soyundular ve misyonlarını yarım bıraktılar.
Bunun elbette nedenleri var. Üç tanesine değinmek istiyorum. İlki, mutlaka çap ve cesaret sorunudur. İkincisi, geleneksel kalıpları terketmek ve aynı zamanda radikalizm hovardalığı yapmak Türkiye’de pek kolay değildir. Üçüncüsü, dünyadaki gelişmelerin vardığı nokta hevesleri kursakta bırakmıştır.
Özetlersek, leninizmi liberter bir söylemle kuşatmaya kalkanlar işlerini yarım bırakmışlar ve en azından bugüne kadar sistemli bir teorik çerçeve oluşturamamışlardır.
Peki dünyada onca şey olurken “tez”in mirasçıları, bizler ne yapabildik? Yeni durumun getirdiklerini de kapsayan geliştirilmiş bir sentez henüz elbette oluşturulamamıştır. Ancak burada eksikliğin çok özel bir yanı vardır.
Eldeki “tez”in yeni bir “sentez”e dönüşüp tekrar bir tez olarak silahlarını kuşanması süreci, “tez”in iç dinamiklerine tabidir. Ondan bütünüyle kopamaz bağımsız kalamaz.
Hiçbir tarihsel sorumluluğu olmayanların, hiçbir şeye tabi olmayanların basiretlerinin bağlanması ise gerçekten şaşırtıcıdır. Belki de onlar da hiç tahmin edemedikleri bir biçimde “tez”in dinamiklerine bağlanmışlardır.
Şu andaki aşamada daha önce “Tartışmaların Türkçesi” diye adlandırdığım bölüm işin temeline biraz daha fazla konsantre olmak anlamına gelecek. Bu nedenle son iki yıldır Türkiye sosyalist hareketinin gündemine sokulan ve öylece bırakılan temel önermeleri ayıklayarak mesafe kaydetmek istiyorum. Burada mecburen (anti-tez bir türlü sistemleşemediği için) önermeler anonim bir kimlik kazanacaktır. Kimi aydınlarımızdan doğrudan aktarmalar yapmakla beraber, burada Türkiye solundaki liberter söyleme damgasını vuran herkes vardır; ama elde ettiğim kolaj, bir anlamda hepsi, bir anlamıyla hiçbirisidir. “Ben bunu hiçbir zaman telaffuz etmedim” gibi bir itirazla karşılaşmam halinde yalnızca o arkadaşımız için sevinirim.
Devrimden ne anlaşılıyor?
Biz, Türkiye sosyalist hareketindeki kötülüklerin temel nedenlerinden birisi olarak MDD’ciliği gören bir gelenekten geliyoruz. Ve belki de biraz kolaycılığa kapılıyoruz. Hani diyorlar ya, Gelenek, MDD’ciliği aforoz ederek radikalizmi, oraya buraya “eşitsiz gelişme” serpiştirerek de yaratıcılığı kurtaracağını sanıyor, şimdi ben de bu doğrultuda birşey yapacağım ve Türkiye’de sosyalizm, sosyalist demokrasi tartışmalarına “liberter” esintiler getirenlerin önemli ölçüde sosyalist devrim projesinin dışındaki arayışların insanı olduklarını, bu pedagojik koşullanmanın sınırlamalarını kolay kolay yıkamayacaklarını ileri süreceğim.
Birinci kurgu: “Devrim kendisi çok sesli olan birşeydir, devrimci iktidar bu çok sesliliği koruduğu, onu temsil ettiği sürece devrimciliğini korur, meşruiyet kazanır.”
Bir yerlerde çokseslilik var. Ancak bir ayrım yapmak istiyorum, çokseslilik devrimci duruma özgüdür, devrimin kendisinin özgün yanı ise çokseslilik değil, çokseslilik içerisindeki hakim tondur. Devrimlerin niteliğini, eğer devrimden gerçekten de siyasi ve toplumsal bir altüstoluş anlaşılıyorsa, bu hakim ton belirler.
Yukarıdaki kurgunun Türkiye’de sahipleri var. Burjuvazinin filanca kesimiyle, köylülüğün şu bölmesiyle, şu ölçüde asgari program, bu ölçüde azami hedefler çorbası ile devrim stratejileri oluşturulmuş bir ülkede yaşıyoruz. Şimdi bu vulger, sığ yaklaşımlar ortadan kayboluyor. Ama MDD’cilik, bir uzlaşmacı ideoloji olarak ortadan kalkmayacak, kalkmıyor ve devrimlerdeki çoksesliliğe huşu içerisinde bakıp buradan sosyalizme giden yolların döşenmeye başlanacağına inananlar “sosyalist devrim”in önüne veya bu kez karşısına gerçek anlamıyla birer devrimci demokrat süreç çıkarıyorlar.
Devrim sürecini bir dizi dinamiğin kendi ortaklıklarını bulması biçiminde tasvir etmek elbette mümkündür. Yalnızca, bunun marksizm olmayacağı bilinmelidir. Örneğin 1917 yılı içerisinde yolalındığında Ekim Devrimi ile taçlandırılan süreç, “Çarlığa karşı vaziyet alma” gibi bir asgari müşterek ile tanımlanabilir ve gerçekten de bu marksizm olmaz başka birşey olur. Ertuğrul Kürkçü’nün kimi makalelerinde Ekim Devrimi’ni bu “ortaklık” ile tanımladığına tanık oldum. Yalnızca bir örnek…
Sonra ne oluyor, devrimci iktidar, o ortaklığa akan, o ortaklık bağlamında biraraya gelen kanalların bir bileşimi oluyor.
Buraya kadar gerçekten de yapılan bir marksist olmayan tasvirdir. Ama sonrasında katkı gelir ve ortaya marksist olmayan bir teorik önerme çıkar:
Sosyalizme geçiş toplumlarında, demokrasinin güvencesi devrim sürecini oluşturan değişik kanallar arasındaki ilişkileri “koruyan” bir siyasal sistemin yaratılmasıdır.
Elbette bu kadar yalın değil, yakıştırılan, ileriye doğru devinen, bir anlamda çelişki yüklü bir harmonidir.
Devrim, yani siyasal iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfın eline geçmesi, hiç de böyle birşey değildir.
Referansımız Ekim ise, 1917’de sosyalizm, çarlığa vaziyet almanın çok ötesinde somut bir perspektif üretebildiği için iktidar olmuştur. Bu, Şubat 17’de kalmıştır. Ekim Devrimi ise ancak ve ancak sosyalist devrimci bir programın gösterebileceği birşeyi, burjuva demokrasisini temel hedef gösterdiği için ona karşı “vaziyet aldığı” için, Ekim Devrimi’dir.
Bunlar elbette bilinen şeyler, ama başka çare yok…
Yukarıda devrimci durum sırasında bir çokseslilik olduğunu vurgulamıştım. Tabi bu sınıflı toplumlardaki geleneksel çokseslilikten farklı, sürekli yeni denge ve sürtüşmelere tabi bir çoksesliliktir. Marksist olmayan tasvir, statik ve bloklardan kurulu bir çokseslilik tanımlamasına yatkındır.
Marksizm, bu çokseslilik içerisindeki çelişkiyi esas alır. Sözkonusu çokseslilik kelimenin tam anlamıyla sınıfsaldır ve devrim süreci, bu çokseslilikte yoğunlaşmış bir mücadeledir. Bu anlamda sosyalist demokrasiyi devrim öncesinin mevcut dengelerini koruyan bir geri hat olarak tanımlamak ciddi bir çıkmaza götürür bizi.
Belki de daha ileri bir statüko öngörülüyordur ve sosyalist demokrasinin çizginin ötesinde seslerin iç mücadelesinin kurumsallaşması anlamına geldiği iddia ediliyordur.
Referansımız Ekim Devrimi’ydi ve yukarıdaki türden “ileri” bir yaklaşımda, Bolşeviklerin, SR’ların, Anayasacı Demokratların, Menşeviklerin “sosyalist demokrasi” potasında eriyeceği bir siyasal sisteme ulaşırız. Bu durumda;
Kaçamayacağımız ikinci kurgu: Devrim öncesindeki sınıflararası dengelerin devrim sonrasında adına “devrim” denilen bir altüst oluş ile kesintiye uğradığı doğru olsa bile bir süreklilikten sözetmek de gerekmektedir. Proletarya partisinin öncülük misyonu bu süreklilik bağlamında her iki döneme de, devrim öncesine de sonrasına da uzanır.
Öncülük, devrimden sonra durup dururken başlamıyor elbette. Ancak öncü öznenin “öncülük” misyonunu “kitlelere ne yapılacağını gösterme” yetisi ile sınırlı tutan ve bu anlamda onda kollektif bir bilgelik arayan veya daha da kötüsü onu bir tercümana indirgeyen bir anlayışa itiraz etmek de mutlaka gerekiyor.
Öncü örgütlenmenin iktidarı önceleyen serüveninde aslolan kendi program ve perspektifinin pratiğe aktarılabileceği siyasal yapının yaratılacağı bir altüst oluşa önderlik etmektir. Bunun ile bizzat bir nesnelliğin dönüştürülmesi sürecindeki öncülük arasındaki farkı, dolayısıyla devrim öncesi ile sonrasında parti-kitle ilişkileri arasındaki derin ayrımı hissedememek sosyalist kuruluş sürecine nasıl bir toplum ve hangi siyasal dengelerle girileceğini anlayamamak anlamına gelmektedir.
Konuyla belki çok doğrudan bir ilişkisi yok, ancak BTDK tartışmalarında Nurullah Ankut’un oluşturduğu tablo söylemek istediğimi oldukça bariz bir biçimde doğrular nitelikte. Ankut’a göre işçi sınıfı partisi devrim öncesinde bir avuç para babası dışında tüm halk kesimlerini devrime kazanıyor. Devrimi yaptıktan sonra da proletarya diktatörlüğünün görevi olarak onları burjuvaziden koparıyor… (BTDK Tartışmaları, Sosyalist Demokrasi, s. 8) Ankut ile proletarya diktatörlüğünün işlevi konusunda tamamen çakışıyoruz. Problem, kendisinin Türkiye’de sol kültürün artık klasikleşmiş MDD’ci teması “bir avuç para babası”nın dışındakileri onlarla işçi sınıfı arasındaki bağları ve sonrasında da burjuvazi dışındakileri, öncünün süreklileşmiş “belirleyen” olduğu bir kademeli süreç olarak görmesidir. Öncü önce toplumu bir elekten geçirmektedir, sonra sırada sosyalizmin titiz süzgeci vardır. Burjuvazi buraya takılır. Oysa sosyalist hareketin ittifaklar politikasında devrim öncesinde böyle bir belirleyiciliği yoktur, olamaz; sosyalist öncünün bu anlamda devrim öncesinde bir yaptırımından sözedilemez.
Devrim, sosyalist öncünün kudretinde niteliksel bir değişim anlamına gelecektir. Bu anlamda marksist siyasal mücadelenin devrim öncesinde yasaları, stratejisi vardır, ama kendi iktidarınınkini dışavurmak dışında hiçbir programı yoktur!
Örneğin Tanju Akad’ın iddia ettiği gibi “geçiş devleti”ni daha iktidar öncesinde hemen bugünden ortadan kaldırmaya yönelik bir irade diğer zaafları dışında bir de bu türden bir siyasal gaf anlamına gelmektedir.
Sosyalizmin devletsizi nasıl olacak?
Sosyalist devletin toplumun tümünü kapsama anlamındaki misyonu dramatik bir biçimde kanıtlanmıştır. Sovyetler’de bütün karşı-devrim süreçleri devletin bağrından ve sonuçta devlet olmaktan çıkmaya başlayan toplumsal örgütlenmelerden çıkmıştır. Ordu ve güvenlik mekanizmalarını bir kenara bırakırsak, reform süreçlerini sosyalizm dışına taşımak isteyenlerin önemli bir bölümü devlet adamıdır.
Bu şu nedenle önemlidir: Sovyet deneyinde ve hatta Doğu Avrupa halk demokrasileri deneyinde güçlenmesini topluma giderek daha fazla dışsal kalarak sağlayan “devlet” biçimlerine değil, onun içerisinde büyüyen ve bu anlamıyla sönümlenmenin kendisi olmasa da olanaklarını yaratan yapılarla karşılaşıldı. Zaten bu yapıların çözülüş süreçlerindeki kolaylığı başka türlü açıklamak da mümkün değildir.
Sosyalist devletin bu “şişkin”, hatta “obur” yanı özel bir önem taşıyor. Sosyalist mücadelede “öncülük”ün devrimden sonra bitmediği çok açık. Nesnelliğin dönüştürülme misyonunda öncü, siyasal ve ideolojik açıdan kelimenin bütün anlamlarında otoriter bir aktördür. Siyasal öncünün buradaki kaderi kendisini “daraltmak”tır. Öte yanda ise aynı siyasal öncünün önderliğinde ve onun damgasını taşıyan bir biçimde şişkinleşmekte olan ve oburluğuyla toplumdaki dinamiklerin giderek daha büyük bir bölümünü kapsamaya başlayan bir başka siyasal yapıdan, devletten sözediyoruz. Tartışmanın can alıcı noktası burada. Tartışma, tüm toplumsal dinamiklere yönelen “devlet” ile tarihsel misyonu ve bileşeni bağlamında belirgin bir hatta angaje “parti” arasındaki hukukun nasıl tanımlanacağına ilişkin. Ve burada hemen bizzat hukukun kendisi ile karşılaşıyoruz.
Çok yeni birşey, Akbulut ANAP’taki Semra Özal bunalımı esnasında “benim için hukuktan daha önemli siyaset yasaları vardır” deme cesaret ve becerisini göstermişti. Mevcut siyasal iktidarın burjuva yasallığını ne denli zorladığını iyi kavramıştı “hukukçu Başbakan”! Ama söylediği şey, sosyalist kuruluş sürecinin ana fikri açısından çok önemli çağrışımlar yapıyor. Kişisel olarak sosyalizmin kuruluş döneminin siyasal meşruiyet bağlamında gereğinden fazla resmedilmesine karşıyım. Sosyalist devlet pekala bir “hukuk devleti” haline gelebilir, süreçler sonunda gelmelidir de. Ancak hukuk bu anlamda sosyalist devletin arka planında silüet halinde kalmak durumundadır; gereğinde örtülmek üzere…
Dar anlamda değil, geniş anlamda hukuk, geçmişin sınıfsal ve sınıf-içi hesaplaşmalarının evrensel kodlanmasıdır; evrensel özetidir. Bir birikime dayanır. Kendi hesaplaşmasını tamamlamadan geçiş devletinin kendi hukukunu yaratması, kodlarını sosyalist demokrat normlarla yaratması mümkün değil. Burjuvazinin yüzyıllara varan birikiminin çok somut ürünleri var bu alanda. Gerçekten de çok saçma gelecek ama, mülkiyetin kutsallığı üzerine oturmuş bugünkü burjuva hukukunun aynı evrenselliğe oynayabilecek ve statikleşmiş bir alternatifi yoktur. Sosyalizmde bu eksiklik hissedildiği oranda bocalama emareleri görülmüştür. Çünkü, sosyalizm, kapitalizm bir dünya sistemi olarak kaldığı sürece, mülkiyetin devreden çıkarıldığı ve tamamen başka parametreler ana felsefe olarak kollektivist parametreler, üzerine kurulu bir hukuk sistemine yaslanamayacaktır. Nedeni çok açıktır, mülkiyet hakkı, kapitalizmin gerek iktisadi gerekse ideolojik olarak mülksüz sınıflar nezdinde de (bir güçlü eğilim olarak) onay aldığı bir ortaklıktır. Sosyalizmin ortakçılığı bütün emekçilerin ve sosyalist toplumda bütün halkın tarihsel çıkarlarına uygun olarak empoze etmesi ile bunun süreklileşmiş bir toplumsal onay alması arasındaki ayırım, sosyalizmde, yani geniş bir perspektiften geçiş toplumunda ayakları yere basan ve toplumun genel devinimini marjinal sapmalardan koruyan bir hukuk kodlamasının oluşmasını imkansız kılmaktadır. Bunu kabullenmemenin maliyetlerinin ne kadar büyük olduğunu görüyoruz.
Perestroyka sürecinin en temel gerekçelerinden birisi sevilen deyimiyle “sosyalist yasallığın” “sosyalizmin yasalarının” yerini alması gerektiği yolundaydı. Kısa sürede işin cılkı çıktı. Hukuk devleti olacağız iddiası geçmişe yönelik özür dilemenin ötesinde burjuva ideolojisinden kopmuş hiçbir yasallık geliştiremedi. Devrim yasalarının bugün sosyalist kodları geliştirmek yolunda fazla tezcanlı davranan glasnost liderlerinden intikam aldığını düşünüyorum. Azerbaycan ve Litvanya’da olup bitenler bu türden intikamlardır. Ve daha birşey değildir…
Devrimin çıkarlarının herşeyden üstün olduğu yolundaki görüş, basit bir siyasal aforizma değildir. Eğer yakın geleceği ve bugünü kurtarıyorsa ve peşinen devrimin 10 yıl, 50 yıl, 80 yıllık geleceğini bütünüyle tıkamıyorsa, hertür adım meşrudur. Sosyalizmin bu dönemeçte tutarlı bir hukuk sistemi oluşturması olanaksızdır.
Devletin bu “aykırı” yanına sık sık değinmeye çalışacağım.
Sık sık değinmeye çalışacağım bir başka şey ise, tarih olarak “eski” diye nitelendirilebilecek bir çalışma: Mehmet Gündüz’ün “Sosyalist Demokrasi ve Bürokrasi” kitabı…
Bu kitabın bütün eğitim çalışmalarında başucu kitabı olması gerekiyor. Sosyalist kuruluş sürecinin bundan daha apolitik bir tasvirini elde etmenin güç olduğunu düşünüyorum.
Gündüz, leninizmin teorik olarak çözüme kavuşturulması mümkün olmayan ve bu anlamda aksiyonla çözdüğü temel siyasal problemi, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi sosyalizmin ileriye doğru devingen iç çelişkisi olarak gören birisi. Bir dizi karşıtlık saptanabiliyor. Devlet-toplum, parti-işçi sınıfı, MK-sade üye vs… Sosyalizmin ancak formal bir demokrasiyle, kitlelerin yönetimi tekrar tekrar fethiyle ve yönetimin kitlelere katılımıyla hayat bulabileceği sonucu zaten bu karşıtlıklar dizisinin ürünü. (Gündüz, s. 94) Yönetime katılımın sosyalist kuruluşun temel sorunlarından birisi olduğu biliniyor. Ancak, Gündüz’ün devridaimlerindeki mantık çok açık. Devridaimde kitleler doruk noktada adına yönetici deyin, kast deyin, elit deyin birilerini terkederek sarmalın rotasında inişe geçiyorlar. Siyasal anlamda tutuculaşma bu esnada başlıyor ve bu hamleler yenilenerek sosyalizmin toplumsal devrimi sürekli olarak gündemde tutuluyor. Gündüz’ün Maoculuk bağlantısı ile ilgili olsa bile, kurduğu “sürekli devrim” modelinde çok hassas bir nokta var tartışmalarımıza ilişkin. Başta vurguladım, devrimden herkes farklı birşeyler algılıyor. Gündüz’ün modelindeki devridaim, kitlelerin her yeni fethinin yeni bir sınıfsal temele tekabül etme zorunluluğu bağlamında sosyalist devrimin o ilk ateşleyicisi, siyasal iktidarın yıkılıp yerine yenisinin kurulması eyleminin hiçbir anlam ifade etmediği sonucunu doğuracaktır. Ve eğer hala Çin Kültür Devrimi’ne gönderme yapılıyorsa, tartışmanın da bir anlamı yoktur. Sosyalist devrim sürecinde kitleler-öncü özne arasındaki ilişki bu tür sil baştan modellerle açıklanamaz, daha önce vurguladığım gibi geçiş sürecinin bu alanı kapayan bir teorik çerçevesinin oluşturulması mümkün değildir. Kuruluş süreci, kitleler ile yönetici öncü arasındaki barışçı gerilim üzerine oturmak zorundadır. Bütün fiyaskolar bir yana reel sosyalizm deneylerinin bu anlamda öğretme kapasitesinin çok yüksek olduğuna inanıyorum.
Bu konuya da yeniden dönmek üzere yönetici-yönetilen ilişkisi açısından oldukça önemli bir konu üzerinde durmak istiyorum.
Çağımızda gerçekleşen teknolojik atılımların kapitalizme olağanüstü bir moment kazandırdığı veya onun yapısını değiştirdiği iddialarını biliyoruz. İddialar bir yana, teknolojik gelişmelerin reel sonuçlarından en önemlisi iletişim olanaklarındaki yoğun yeniliklerdir. Ancak bu yeniliklerin sonuçlarının sanıldığı gibi toplumlarda yatayına bir bilgi patlamasına yolaçacağı iddiasını kolaylıkla kabullenmek olanaksızdır. Kapitalizm sözkonusu olduğunda sorunlar biliniyor. Giderek pahallılaşan ve profesyonelleşen iletişim araçları sürat ve albeni anlamında konvansiyonel iletişim araçlarını ve bu arada düzene muhalif bilgi kaynaklarını da etkisizleştirmektedir. Bilginin yatayına genişlemesindeki engeller kapitalizmle sınırlı değil. Sosyalist toplumda da iletişimde büyük teknolojiye doğru adım atıldıkça bilginin yatayına genişlemesi tam anlamıyla merkezi bir örgüye yaslanılmasını gerektirecektir. Bir eğilim olarak enformasyon kanallarının merkezileşmesinin önünde durmak, iletişimde geri ve işlevsiz olanı benimsemek anlamına gelecektir. Geniş anlamıyla bilginin yetkin bir biçimde topluma emdirilmesi, önsel olarak merkezileşmiş bir bilgiyi zorunlu kılacaktır. Bu merkezileşmiş bilginin sosyalist toplumda kendi uzantıları ile birlikte siyasi iktidarın elinde toplanmasının önüne geçmek olanaksızdır. Sosyalizmin ilerki evrelerinde ve ötesinde siyasetin tasfiye edildiği bir durumda enformasyon birikimi ve toplulaşması bütün siyasal ve ideolojik yönlerinden arınıp tamamen teknolojik bir süreç haline gelecektir.
O halde sosyalizmde güçlü devlet olgusunu “çağımız bilgi çağı” dedikten sonra arkaik bir olgu olarak lanse etmek hafiflik olacaktır. Kapitalizmin körüklediği iletişim çılgınlığı nasıl sermayenin merkezileşmiş yapısını simgeliyorsa, sosyalizmde de bilgilenmenin ışığı siyasal otoritenin topluma yayılmasının diğer tüm boyutları ile birlikte gerçekleşecektir. Bu gerçekleşme kendi öncelikleri, vurguları ve sınırlılıkları anlamında en az burjuvazinin çalıştırdığı süreç kadar ideolojik olacaktır!
Devlet ve demokrasi, hangisinden vazgeçilecek?
Metin Çulhaoğlu’nun marksizm içerisinde “demokrasi diye özel bir alanın olmadığını” vurgulaması kanımca yalnızca marksizmin teorik yapısını ilgilendiren birşey olarak algılanamaz. Çulhaoğlu marksizmin leninizmle birlikte aldığı yeni çehreyi hep siyasal anlamdaki türetilebilme katsayısına bağladığına inanıyorum. Bu anlamda, elbette “demokrasi”nin marksizm içerisinde bir yeri var. Ancak, aynı demokrasi, siyasal olarak türetilebilme şansına hiçbir biçimde sahip olamadı. Burada Çulhaoğlu’nun marksizm içerisinde “demokrasi diye özel bir alan olmadığı”nı söylemesi, hem bir teorik aforizmadır, hem de bir siyasal tercih. 19. yüzyıl marksizmi bütün kısıtlamalarına karşın “devlet” için çok daha önü açık ve tarihsel kategoriler üzerine kurmuştur sistemini. Dahası, marksizmin klasik olmuş üç ustasının katkılarını siyaset-ideoloji eksenlerinde özetleyebilecek tek mihenk taşının “devlet” olduğu unutulmamalıdır. Marx’ı, Engels’i ve Lenin’i birbirinden ayıran ve bu anlamda marksizmi devingenilerici bir sistem yapan faktörlerin başında “devlet teorisi” gelmektedir.
Devlet-demokrasi ilişkilerinde ise demokrasi merkezli bir tasvir yapmak olanaksızdır. Marksizmin “demokrasi” analizleri, son tahlilde spekülatiftir. Kölecilikten başlayarak her sınıflı topluma kendine has bir “demokrasi” yakıştırmak, teorik bir tavır değildir. Biraz deşildiğinde “egemen sınıflar için demokrasi” söyleminin ne kadar yetersiz ve ampirik olduğunu görüyoruz. Bunun faşizm, burjuva demokrasisi vs. gibi yirminci yüzyıl fenomenlerini açıklamakta yetersiz kaldığı görülüyor. Ve sonuçta bugün “demokrasi” her sıkışıldığında örgütlenme özgürlüğü, söz hakkı vs. gibi göstergelerin arasına sıkıştırılıyor. Evet demokrasinin özü yönetime katılmadır! Ancak mutlak sınıfsız topluma geçilmeden ideolojiler ve siyaset tarih olmadan demokrasi ile sınıflar iktidarı ve mücadelesi gerçeği arasında hep sırıtan bir boşluk kalacaktır.
Boşlukta ise somut ve teorikleştirilebilir bir olgu olarak “devlet” var! Devlet sınıf iktidarının aygıtı olarak “demokrasi”yi tüm veçheleri ile kapsar. Sosyalist literatürde devleti sönmekte olan bir araç diye demokrasi tartışmalarının, hele sosyalist demokrasi tartışmalarının önemsiz bir ögesi olarak göstermek bu nedenle işgüzarca bir tutum olacaktır.
Bu anlamda devleti önceleyen ona biçim verecek bir ilkesel sosyalist demokrasi bizim siyasi mücadele geleneğimize, jargon ve raconumuza terstir!
Şimdi yine “demokrasi”ye dönersek, yani çoğu kez örgütlenme özgürlüğüne indirgediğimiz kategoriyi merkeze koyarsak, siyasi mücadeleyi önceleyen bir ilkesel tutuma düşmekten kendimizi alamayacağız. Örneğin Orhan Dilber kaçınılmaz olanı yapıyor. Çok partililiğin veya çok sesliliğin hukuki, ya da ahlaki boyutuyla ilgili olmadığını, ama sınıfsız topluma başka türlü gidilebileceğine de inanmadığını söylüyor. (bkz. BTDK tartışmaları) Gerçekten de bu argümanın diğerlerinden daha anlamlı ve temelli olduğu kabullenilmelidir. Dilber, ulvi bir toplum peşinde koşan sosyalistlerin oluşacak olan çoksesliliğe güvenmek zorunda olduklarını düşünüyor. Tamam işin ahlaki boyutu aşılmıştır, ancak elimizde kalan yine o çok eleştirilen ekonomist yorum değil midir? Dilber’in içinde bulunduğu gelenek değil miydi, marksizmdeki determinist tuzakları temizleme kararlılığını her fırsatta sergileyen? Tuzakların olduğunda birleşiyoruz. Ama işler sanıldığı gibi kolay değil.
İşçi sınıfı hareketini örneğin küçük burjuva hareketleriyle, anarşistlerle, reformistlerle ve çok açık, sosyal demokratlarla baş başa bırakarak kitle inisiyatifinin hergün yeniden üretilen yeni problematiklerde sınıfsız topluma giden kapıları tercih edeceğine inanmak bir farklı sosyalizm anlayışıdır. Bunun leninizmle bir ilgisi olduğunu sanmıyorum. Sosyalist demokrasi, eğer bunun kalıpları varsa ve bir sosyalizm içi çoğulculuksa, bunun ancak tedrici olarak başlatılabileceğini ve sınıfsız topluma doğru giderken, geriye dönüş kalıplarının çok aza indiği durumlarda geçerli olduğunu düşünüyorum. Tarihte kendi inkarını yaşatmak için özel ortam yaratan hiçbir devrim başarıya ulaşamamıştır. Sosyalizmin böyle bir lüksünün hiç olmadığını görüyoruz.
Şimdi izninizle bir kez daha Çulhaoğlu’na başvurmak istiyorum. “Sovyet Deneyi’nden Siyaset Dersleri” adlı kitabında sosyalist kuruluşu amorf gövdeden tıknaz kolun çıkışına benzetmişti. (Sovyet Deneyi’nden Siyaset Dersleri, Gelenek Yayınları, 1990 s. 18-21) Buraya uzun uzun almak istemiyorum, ancak yazarın kaleminden şöyle özetlemek mümkündür:
“1917’den sonra tarih, Rusya için artık kesinlikle ‘sonsuz sayıda’ ögenin hareket bileşkesi değildir. Çünkü bu ülke için, hem bileşkenin ögeleri sayıca azalmış ya da sadeleşmiş, hem de politik iradenin denetim gücü önemli ölçüde artmıştır. Öyleyse 1917’yle birlikte girişte çizilen amorf varlıkla ve onun hareketiyle gene ilişki içinde olan, ama ondan ayrışarak şekil kazanmış, bileşke ögelerini sadeleştirip politik iradeyi daha öne çıkararak tıknazlaşmış bir koldan söz etmek mümkündür.” (sayfa 18)
Bu görüşler kimleri için inanılmaz derecede metafizik gelecektir. Özne tarihin alanını daraltan bu meşruluğu nereden alıyor
Eğer marksizmin bir bilim olması, sınıf mücadelelerinin tarihi üzerine yasalar inşa etmesi vs., tüm bunlar “kimse doğruları tekeline aldığı iddiasını taşımamalı”cıları ikna etmiyorsa, ki etmeyecektir, o zaman kısır döngüden çıkışın siyasi mücadelenin böyle yürüdüğünü belirtmek dışında yolunun olmadığı söylenebilir.
Sosyalist demokrasi tartışmalarında “gerçekliğin tek tercümanı olma iddiası”, “doğruları tekelinde tutmama” gibi argümanlarla epistomolojik bir tartışma içerisine girme çabası gösterildi. Ben burada siyasi mücadelenin kimi özelliklerine dikkati çekerek tartışmaya girmek istiyorum:
Herhangi bir marksistin, çevre ya da grubun “doğruları ben savunurum” iddiasında bulunması anlaşılır bir şeydir. Bu iddia ile bilginin parçalı, eksikli olması, çarpıtılmış nesnelliğin bilgi haznesinde yer alması çelişmeyecektir. Bu bir…
İkinci olarak, verili bir ülkede iktidarı ele alabilmiş bir marksist işçi partisinin, ülkede siyasal anlamda “bilimsel soğurmayı ve çözümleme araçlarına en yatkın kesim olduğu da teorik olarak kabul edilmelidir ve bu bir totoloji olmayacaktır. İşçi sınıfı içi eşitsizliklerin birden fazla işçi sınıfı yarattığı iddiası ise, en azından geçiş devletinin ilk basamakları için çok anlamlı olmamaz. İşçi sınıfı içerisindeki eşitsizlikler, eğer partinin, öncü partinin potası içerisinde ifade edilemeyecek kadar zenginse, teorik olarak sosyalizmin nesnel kuruluşu bağlamında bir zenginlik değil, gerçekliğin kavranışındaki bir öznel hiyerarşi ile karşı karşıyayızdır.
Sosyalist kuruluş sürecindeki yanılgı olasılıklarına karşı güvence toplumdaki çok sesliliğin yedek politikalar biçiminde günü geldiğinde devreye girmesi veya temsil edilen politik güçlerin bir ortalaması veya sentezi ile sosyalist kuruluşun katılımcı ve hata olasılıklarını azaltıcı bir versiyona sahip olabileceği iddiasının marksist bilgi kuramı ile hiçbir ilgisi yoktur.
Sosyalist kuruluş süreci, sınıflar mücadelesi ile ilgili olduğu sürece, sınıf tavırlarından ve iki sınıfın siyasal-ideolojik mücadele dengelerinden bağımsız doğrular-yanlışlar oluşturmak mümkün değildir. O yüzden tek tek her kesitin uygun alternatifinin devreye sokulmasından çok, süreci genel olarak kavrayan ve hataları zaman içerisinde tasfiye edebilme potansiyeline sahip öncü örgütlenme, esas olarak bir tanedir. Verili bir doğrultuda sayısız (konjonktüre hitaben) alternatifin olduğu iddiası saçmadır. Bu anlamda, tekrar olacak, çoğulculuğun nesnelliğin kavranışında vazgeçilemeyecek bir güvence oluşturacağı iddiası, sınıflarüstü bir tezdir.
Burada devrim öncesi örgüt modeliyle geçiş sürecindeki öncülüğün bağlantıları var. Tıknaz kol saptaması, yeni düzenin ayrıksılığından çok, ayrıksılığın hangi biçimlerde silahlandığını göstermektedir. Bu yüzden amorf gövdedeki nesnelliği tıknaz kolda bulamazsınız. Bu yüzden sosyalizmi sosyalist demokrat bir nesnelliğe doğurtamazsınız.
Siyaset tekeli…
Sovyetler Birliği’nde sosyalist kuruluş süreci 1917 Ekim Devrimi ile birlikte başladı. Bu nedenle Sovyet deneyindeki “hoşa gitmeyen” her şeyi dönemin olağanüstülüğüne bağlayıp “şöyle olmasaydı böyle olurdu” gibisinden basitliklerle yeni modellere geçit bulmaya çalışmanın bir anlamı yok. Sosyalist kuruluş sürecinin kendisinden, devrimin kendisinden daha olağanüstü birşey yoktur. Kişisel olarak Sovyet devriminin doğduğu nesnelliği çok önemsemekle birlikte kuruluşun mantığını büyük ölçüde özgünlüklere havale etme eğilimine karşı çıkmak gerektiğine inanıyorum.
Sosyalist devrim ile birlikte Bolşeviklerin kısa bir süre içerisinde siyasal tekel oluşturmaları hakkında çok şey söylendi. Biz de yayınlarımızda bu konuya zaman zaman değindik. Ancak ortalama ve bizim katılmadığımız yaklaşım bellidir: Bolşevikler siyasal tekele doğru yönelirken ilkesel bir tutum içerisine girmemişlerdi… Hatta kimileri, Bolşevikler için ilkesel tutumun “çok seslilik” olduğunu dile getirmektedirler. Stalin’e kadar…
Çok net olarak söylemek zorunda hissediyorum kendimi, bolşevikler işin ta başından beri siyasal alanda, gerek devlet gerekse ilk dönemlerde ondan belli bir açıyla ayrı duran Sovyet örgütlenmesinde siyasi alanda bir tekel oluşturmanın olanaklarını araştırmışlardır. Sosyalist kuruluşa başka türlü yönelmek olmazdı; sosyalist kuruluşun hazırlıklarını yaparkenki esneklik ve geri adımların bu siyasal tekel dışında güvencesi de yoktu.
Sol SR’larla girişilen koalisyon (!) bu söylediklerimi yalanlamamakta. Koalisyon Bolşeviklerin siyasal otoritelerini güçlendirme sürecindeki bir ara uğraktan başka birşey değildi. Hiçbir belge ya da yorumda SR’ların Bolşeviklerle ” ortaklık”larında ciddi bir ağırlığa sahip olduğuna ilişkin herhangi bir ipucuna rastlanamamaktadır. Bu “koalisyon” elbette sürebilirdi. Tabi tek bir koşulla: SR’ların giderek SR olmaktan çıkmaları ve bu anlamda koalisyonun kendisinin koalisyon olmaktan çıkmasıyla!
(Sosyalist devrim süreçlerinde veya Türkiye’de birden fazla siyasal gücün potaya girmesinin mümkün olamayacağını söylemiyorum. Hatta bu, pek muhtemeldir de… Ancak belli bir süre içerisinde bir ana odağın diğerlerini etrafına toplaması ve giderek onları kendisine benzetmesi -Rusya’da devrim sonrasındaki bolşevik odak devrim öncesindeki klasik bolşevik merkezden bu anlamda daha zengindir; örneğin Trotskistler…-bir kuraldır. Benzemeyenler eleneceklerdir…)
Bunlar kolaylıkla kabul edilebilecek şeyler gibi gelebilir. Ancak sorunumuz daha karmaşıktır. Çünkü dünyada ve Türkiye’de marksistler arasında sosyalizmin, öncünün politik kararları doğrultusunda sosyalist kuruluşu riske atmayacak bir nesnelliği kolaylıkla yaratabileceğine inanmak oldukça yaygındır. Örneğin Türkiye’de Saruhan Oluç’un BTDK tartışmalarında dile getirdiği görüşler bu doğrultudadır.
Oysa devlet öncünün kendi perspektiflerini, kendi nesnelliğini yaratarak, tarihsel olarak kendi tekelindeki özellikleri topluma yavaş yavaş yaymasıdır. Bunun dışında bir marksist siyaset tanımlaması demogojidir.
Konuyu biraz daha açabilmek için “daha rafine” tezlere sahip Gündüz’e dönmekte yarar bulunuyor.
Gündüz’e göre sosyalizmde sınıflar arasında inanılmaz bir zenginlik ve ilişki var. Burjuvazinin bir kanadı dahil olmak üzere… Bu ilişkiler karşısında parti ve devletin işlevi, aradaki çelişkilerin barışçı çözümünü sağlayacak “yasal ve ideolojik çerçeveyi çizmek”tir. (s. 151) “O kadar”… Sosyalist devrim sınıflararası ilişki ve dengeleri şöyle bir harmanlıyor ve devrim sonrasında yeni bir durum, yeni bir nesnellik ortaya çıkıyor. Sosyalizmin siyasal üstyapısı ise artık o yeni nesnelliğin yasalarına tabidir! İşçi sınıfının sosyalist örgütü tamamen bir regülatör, nesnellik muhafızı haline geliyor. Nasılsa yeni nesnellik kendi yolunu kendi iç dinamiklerinden bulacak. Meram açık, ne gerek var kollektivizasyona, ne gerek var suni endüstrileşme kampanyalarına…
Gündüz haklı, Lenin dönemi dahil ama özellikle jakoben Stalin döneminde Sovyetler sınırındaki topraklarda dengeler Bolşeviklerin kabusu oldu. Onlar hep dengelerin üzerine gittiler. Gündüz gibi öncülüğün garantisini oluşan yeni nesnellikte aramadılar.
Marksizmin anti-kapitalist vurgu ve öz nedeniyle anarşizmle çakışması ancak devrim öncesine özgüdür. Devrim sonrasında yeni düzenin kuruluşu siyasal otoritenin öngörü, yetenek ve iradesinden bağımsız olamaz.
Bunu Bolşevikler giderek daha fazla hissettiler ve bizzat yaşayarak öğrendiler. Hatta hemen başlardaki hayalci yaklaşımlardan çabuk kurtulmasını bildiler. Sosyalist kuruluşta “enselerini kapalı tuttular”!
Buna kimileri “demir yumruk” yönetimi adını verdiler. Otoritenin ana hedefinin “insan faktörü” olduğunu çağrıştırdığı için yanlış oluyor. Bolşevik siyasal pratik, kendi otoritesini bizzat nesnelliğin önüne dikmiştir ve bu anlamda bugün yine sık sık gündeme gelen “taban terörü” başarılı olmuştur. Ve biraz dikkat edildiğinde bu alışkanlıktan, yani “demir yumruk” eğilimlerinden daha sonraki tüm ayrışmalara karşın ancak biraz Buharin’in, biraz da Tortskiy’in muaf tutulabileceğini görürüz. İktidar sorumluluğunu alan sosyalist yöneticilerin pek azında bugün marksistler arasındaki jölemsi modellere eğilim vardı. Sovyet deneyimindeki uzun süreli başarıların altında biraz da bu mutabakat yeralır.
Kimseye haksızlık etmeye çalışmıyorum. Aşağıdakileri ben kaleme almadım:
“Herşeyden önce, sosyalizme geçen bir toplumun yekparelikten uzak olduğunu saptamakla -hele bu ülkenin muhtemelen orta gelişmişlikte bir ülke olduğunu düşünürsekbaşlayalım. Bu yekpare olmayış, yalnızca eski hakim sınıfların henüz tasfiye olmamasından ileri gelmiyor. Daha çok sosyalizmin desteği durumundaki halk sınıflarının çeşitliliğinden geliyor. İşçi sınıfı dışında, kalabalık bir köylülük, kalabalık bir küçük burjuvazi ve hatta burjuvazinin devrimi destekleyen kesimleri bulunuyor. İktidar büyük bir ihtimalle, bu sınıflarla kurulmuş bir sınıflar blokuyla alınmış olacak. Böyle bir sınıflar bloku olacağına ve bu sınıflar zaten toplumda da varolacağına göre bunların kendi öz siyasal örgütleriyle temsil edilmeleri diye bir sorun ister istemez gündeme gelecektir.” (s. 148)
Hemen bir parantezle, köylülüğün önsel olarak devrimci bir sınıf olmadığını vurgulayarak söze girmekte yarar var. İkincisi, Gündüz, devrimin siyasal yanının toplumsal temsildeki çarpıklık ve “haksızlıkların” giderilmesi ile tamamlanacağını düşünüyor. Yetkin ve olgunlaşmış bir sosyalizmin siyasal üstyapısı olacak “sosyalist demokrasi”nin bu derece geri ve düşmanlıklar içeren bir toplumsal tabanı veri alarak gerçekleştirilmesi gerektiğini iddia etmenin cesareti nereden kaynaklanıyor? Cesaret çoğu kez gafletin, zaman zaman da cehaletin yoldaşıdır:
“Eğer sosyalizm, bu sınıfları bir süreç içinde dönüştürmek zorundaysa, o zaman bu sınıfların siyasal temsilcilerinin devrim içinde tutulmasına çaba göstermek daha da önem kazanmaktadır. Sizin çabanız, onları kucaklayarak tepkilerini en alt noktaya indirmektir.” (s. 149)
Kimsenin Türkiye’de, 1968’de tıkanan tezleri aydınca bir biçimde gündeme getirmeye ve bir kez daha yineliyorum, estetize edilmiş MDD’cilik yapmaya hakkının olmaması gerek.
Parti ile devlet
Siyaset tekeli dediğimizde bütün bir Sovyet deneyinin temel özelliklerinden bir tanesi olan “parti” ile “devlet”in arasındaki açının kapanması eğiliminin neden ve sonuçlarına değinmemek mümkün değildir.
Bolşeviklerin kökeni yüzyılın başlarına uzanan bir siyasal hat olarak kendilerini “dar” biçimlerde tanımlama eğilimi biliniyor. Birincisi tamamen nesnel bir durum, Bolşevikler kendi konjonktürleri dışında darlığa mahkum bir toplumsal devrim kurgusuna yatkındılar. İkincisi özneldi, bolşevikler darlığın rantını da yıllarca topladılar, gereksiz yükleri taşımaktan kaçınarak manevra kabiliyeti yüksek, “savaş” açısından daha korungan ve psikolojik açıdan kendisi ile daha barışık bir tarzı benimsediler.
Kural, bolşeviklerin ayrıksı ve uzantı konumlarıydı. İktidara gelmeleri biraz da bu nedenle yadırgandı. Ama RSDİP’in tam anlamıyla bolşevikleştirilmesi süreci (ki bu 1917 Ekimi ile birlikte büyük bir hız kazandı) bolşeviklerin alışkanlıklarında ve yatkın oldukları tarzda önemli sorunlar ortaya çıkartmaya başladı. Devrimin ilk yıllarında “kızıl terör”ün komitacı geleneklere uygun atmosferi bu sorunların fazlaca hissedilmesini engelliyordu. Bolşevikler yine ayrıksı, kuraldışı ve bir anlamda düzen dışı olma özelliklerini sürdürdüler. Ancak gün geçtikçe yeni devletin örgütlenmesi ve iktidarın sağlamlaştırılması gündemde ağırlık kazandıkça bolşeviklerin ayrıksılığı kural haline getirme gereksinimi kendisini dayatmaya başladı. Bolşevik olma ayrıcalığı sürüyordu, ama olanaklar Rus mujiklerinden kabuğundan çıkmamış apolitik teknisiyenlere kadar nüfusun çok büyük kesimlerine kadar yayılmaya başlamıştı. Bolşevikler devleti sağlamlaştırmaya çalıştıkça kaçınılmaz olarak onun örgütlenmesine koşulacak deneyimsiz ve eğitimsiz kitleleri, bürokrasi kadrolarını ve işgücünün çok büyük bir bölümünü denetleyip kanalize edebilecekleri yegane aracı, partiyi de topluma yaymayı göze aldılar. Zaten devletin çatısı, sovyetler, bolşeviklerin kendilerini siyasal otorite anlamında tekleştirmeleri mücadelesinde tam anlamıyla parti aygıtı haline gelmişti. Ama önemli bir yenilikle, artık parti klasik bolşevik kadroların dışında yeni düzenin kuruluşuna omuz verecek her ögeye teorik olarak açık hale geliyordu.
Kısacası Brejniyev dönemine yüklenen partinin ideolojisizleşmesi sürecinin tohumları başta atılmıştır, fark daha çok niceliksel bir farktır. Devrimin prestijli ve ayrıcalıklı partisi, yeni düzenin kuruluşu için kitlelere yapılan çağrıda “bu parti sizin partiniz” mesajını yaymak durumundaydı.
Ama güçlü geleneklere sahip bu partinin ana çekirdeği iç hesaplaşmalar ve ilginin zaman zaman tek boyutlu hedeflere yöneltilmesi sonucunda ortaya çıkan ağırlığı yeterince kontrol edemez hale geldi. Partililerin önemli görevlere gelmesi gibi anlaşılır bir “ilke”nin giderek önemli görevlerdekilerin partili olması gibi “ters” bir ilkeye evrilmesi bu durumun sonucu oldu. Yıpranan komünist kadroların yarattığı her boşlukta kendi üstlerine aldıkları işleri gerçekten layıkiyle yapan ama siyasi önderlik açısından herhangi bir iddia taşımayan kolhoz yöneticileri subaylar fabrika müdürleri üniversite rektörleri parti yayıldıkça aşağıdan yukarıya doğru iteklenmeye başlandı. Dönem dönem bu taban basıncının olumsuzluklarına karşı ancak bir MK eliti, politbüro eliti korunabildi. Ancak beslenmeyen ve bu kez biçimsel önlemlerle korunma altına alınan üst düzey parti yönetimi partinin bütününü ihmal ederek öncülüğün sürekliliğini garanti altına alacak enjeksiyonları yapmayarak garantiyi iktidarın korunmasının kurumsal araçlarında arayarak partiyi bugünkü hale getirmiştir. Bu gerçekten trajik bir durumdur.
Bolşevik parti kaçınılmaz olan ve dayatan büyüme-yaygınlaşmayı daha dengeli ve denetimli bir biçimde yerine getirebilirdi.
Getirilmemesinde partide ideolojik önderliği zorunlu olarak geriye atan II. Savaş’ın ve sonrasındaki yaraları sarma yükümlülüğünün büyük etkisi olmuştur.
Sosyalist çoğulculuk
İlk Sovyet Anayasası 19 Temmuz 1918’de kabul ediliyor. Bu anayasa peşinen burjuva anayasalarındaki çifte standartı devralmakta ve özgürlükleri devrimin çıkarları ile sınırlamaktadır. Ama bu anayasada daha da önemli olan birşey vardır. Burjuva anayasalarındaki çifte standart gömülüyken ilk sosyalist anayasa proletarya diktatörlüğünün tüm vecibelerinin sindiği bir nitelik taşımaktadır. Burada bırakalım burjuvaziyi veya onun “devrimde çıkarlarını gören” (!) kesimlerini ittifakın asli ögeleri arasındaki ilişkide proletarya lehine köylülük aleyhine kesin kayıtlar konmuştur. Sovyetler’deki delege oranından yazılı metinlerdeki kayrılmaya kadar, bu anayasa kadar, sanayi proletaryası lehine bir düzenleme görülmemiştir Sovyet tarihinde. Bu mudur yasallık, bu mudur mujikler ülkesinde çoğunluğa tabi olmak, bu mudur sınıflararasındaki yeni dengelere itibar etmek?
Bu bütün bunlar değildir… Bu çünkü, leninist devrim anlayışıdır!
Bolşevikler oy hakkını sınırlandırdılar, kağıt üzerinde burjuvazi, reel olarak onun tüm siyasal uzantıları ülkenin siyasal yapısının düzenlenmesinde herhangi bir sözhakkına sahip olamadılar. En fazla sabotajcı, hain, işbirlikçi olma hakkına, bunlara cesaret etmediklerinde “iyi vatandaş” sıfatına razı edildiler. Oy hakkının sınırlandırılması 1936’ya kadar yürürlükte kaldı. Korunması vaaz edilen sınıf dengeleri tamamen sosyalizmden yana zorla dönüştürüldüğüne duyulan güven nedeniyle Stalin Anayasası’nda tüm bir Sovyet halkından sözedildi seçme yasakları kaldırıldı.
Lenin’den başlayarak süreci çoğulculuğun aleyhine çalıştırır oldular.
Belki de böyle olmaması gerekiyordu! Sosyalizmin gerçekten bütün veçheleriyle yerleşiklik kazanabilmesi için başka bir yol seçmek gerekiyordu. Üzerinde düşünülebilinir. Hangi dayanaklarla, hangi olanaklarla, nasıl bir sınıf tabanıyla, nasıl bir ideolojiyle, ne menem bir sınıf mücadelesiyle?..
Ahmet Ural, işçi sınıfı içi eşitsizliğin marksizme sindiğini belirterek sosyalizimin çoğulculuğunu açıklıyor. (BTDK Tartışmaları, s. 24) Bu örneğin bir gerekçedir. Ama kalkılan nokta ile vargı arasında bir ilişki kurmak mümkün değildir. Sınıf içi eşitsizliğe bizim bir itiraz yöneltmemiz sözkonusu olamaz. Sınıf içi eşitsizliklerin ilerici ideolojilerde yansı bulduğu da çok doğrudur. Ama yasa asıl Ural’ın iddia ettiğinin tersine işlemektedir.
İşçi sınıfı, nesnel olarak marksist hareketi bölmez. İşçi sınıfını bölen marksist harekettir.
Eğer işçi sınıfı içindeki eşitsizliklerden sözederek, işin başında sosyalist demokrasiden sözedeceksek, bunun kapsamına sığamayız, işçi sınıfındaki fiziki bölünmeler bile, tek başına, burjuva demokrasisini zorunlu kılar. İşçi sınıfı içerisindeki eşitsizliklerin siyasal ve ideolojik uzantısı devrimin çıkarları tanımının içerisine sıkıştırılamaz. Eğer eşitsizlik varsa bu marksizm içindeki rengarenklik gibi bir hafif ve kolay sorun değildir. İşçi sınıfı, daha geniş bir kategori olarak emekçi katmanlar ülkede sinyal veren bütün siyasal ve ideolojik inputlara açıktırlar.
Sözü edilen partiye içkin bir çoğulculuksa burada hedeflenecek olan işçi sınıfı içerisindeki eşitsizlikleri bünyesindeki örgütsel ve ideolojik araçlarla törpüleyen bir mekanizmadır. Toplumsal olarak ise marksizm bir bölen ya da bölenlerden birisi olarak işçi sınıfı içerisinde otorite ya da sevilen deyimiyle hegemonya kurmak durumundadır. Bunun aracı ise partidir.
“Sosyalist demokrasi” tartışmaları böyle soyut ve ucu açık bırakılmış limitsiz siyasal modeller merkezinde sürdürülmemelidir.
Limit var mı? Bir kez liberalleşildi mi olamayacağı ortaya çıkıyor.
Mehmet Gündüz:
“Son derece barışçı bir ortamda, sosyalist yasallığın sınırlarını kabul eden bazı burjuva partilerinin -yine de belli kısıtlılıklar içinde-legalite kazanamayacaklarını söylemek istemiyoruz.” (s. 147)
Birşeyi hemen belirtmek istiyorum. Ülkeler farklı farklı. Siyasal anlamda kılıcını atmakta olan bir sosyalist devrimin nelere kadir olup olmayacağı çok özgün bir sorundur. Bu anlamda çoğulculuğun tartışması olamaz. Sosyalist devrim çoğulcu bir dengeye mahkum kalıyorsa bundan ancak sıkıntı ve zaaf türetilebilir.
Neden böyle demek zorunda kalıyorum? Genellikle “sosyalizm sınırları içerisinde kalmak koşuluyla” diye bir kayıt düşülüyor. Çünkü yaklaşık üçyüz yıllık köklü ideolojik mirasa sahip bir sınıfın temsilcileri aptal! Çünkü Fransız Devrimi’nden bu yana hep öğrenegelen dersler çıkaran yirminci yüzyıldaki onca badireyi atlatmayı beceren burjuvazi aptal! Çünkü, kendisini fiilen ortadan kaldıracak, kaldırmakta olan bir siyasal yapıya karşı kinini unutacak kadar belleksiz. Çünkü, adına nice döneklikler yazılmış olan ve temel eğilim olarak yalpalayan sınıf küçük burjuvazi ilk fırsatta o sınırları parçalamayacak kadar mülayim!
Sosyalist kuruluşun kritik ve ardı ardına gelen dönemeçleri kendi sapaklarını ortadan kaldırmadan alması çok güç. Dönemeçlere yani her an sınırların karışma olasılığı olan kesitlere hiç değilse siyasal anlamda rakipsiz girmenin dışında başka hiçbir devrimci yol yoktur. Ve bir kez daha anımsatmak zorundayım: Aradan artık yıllar geçmeye başladı Sandinolar kendi kıtalarında Allende gibi bir kez daha çoğulculuğun lanet olası tuzaklarında boğulup gittiler. Aptal olmayan burjuvazi sınır mınır dinlemedi.
Sınıf mücadelesinin sınırları olmaz!
Sosyalizmin yasallığını böyle oluşturamazsınız. Eğer kafada adalet anlayışı varsa, devrimlerin yasalarından oluşmayan bir evrensel modeli bir türlü etkin kılamazsınız. Ahlak denecekse, azınlık ya da çoğunluk hakları denecekse ve bütün bunlar siyasi mücadelenin önüne geçirilecekse, “durmak ya da vurmak” dışında hiçbir alternatifin olmadığı kesitlerin siyasi mücadelede çok sık karşılaşıldığı hatırlanmalıdır. Bu kesitlerde de toplumsal dengelerin çoksesliliğine kulak verilecekse, bırakın sosyalist devrim mücadelesini, antifaşist direnişin örgütlenmesi bile imkansızdır. Kapitalizmin toplumsal örgü içerisinde çürüyeceği ve örgünün her bir köşesinden düzen dışı süreçler patlayacağı beklentisi ile biz daha çok yüzyıllar bekleriz. Başka bir sınıf ise siyasetin yasalarını anımsatmaya devam edecektir.
Sosyalizmi zorla yıkmaya çalışmayan herkes fikrini açıkça öne sürmeliymiş. Bu beraberinde örgütlenme özgürlüğünü de getirecek ve toplum önündeki bu açık ve dürüst tartışmadan sosyalizm hep galip çıkacakmış. (Gündüz, s. 171)
Burjuva ideolojisini zordan ve sınıf mücadelesinin birikiminden koparamazsınız. Sosyalist kuruluş sürecinde bir burjuva siyasal örgütlenmesine karşı kurulmakta olan toplumsal düzenin rutin-gündelik kazanımlarına güvenmek, tarihin akışının tekdüze bir doğrultuda gerçekleşeceğine inanmak, yanıltıcı olacaktır. Sosyalizmin kendisine özgü korunma mekanizmaları elbette olacaktır.
Bütün bunlar eski bilinen hikaye… Ama üzerinde daha az düşünülen şeyler var. Sosyalist devrimin yönetici partisi, bilinen çağdaş siyasal örgütlenmelerden biraz farklıdır. İktidarın fethi ile birlikte leninist partinin işlevi aynı anda hem yasama hem de yürütme erkini eline geçirmek, dahası bu iki erki birleştirmektir. Bu sosyalist devletin en önemli özelliklerinden bir tanesidir. Ve az buz birşey değildir. Sosyalist devrimin siyasi örgütü, gelip geçici bir süre için değil, önündeki gelecek için yasama ve yürütmeyi hatta yargıyı kendi ellerinde toplamaktadır. En azından Ekim’de böyle olmuştur. Yasama ve yürütmenin aynı siyasal örgütlenme tarafından ele geçirilmesinin gerekçesi elbette ülke nesnelliğini dönüştürebilecek en uygun üstyapısal düzenlemeleri elde etmektir. Ama bir başka yan ürün daha verecektir bu durum: Yasamanın ve yürütmenin aynı parti tarafından birleştirildiği bir durumda siyasal çoğulculuk olmaz.
Ekim Devrimi’nden sonra Stalin’in “Sovyetler eğer bolşevikse bir anlam taşıyor” dediği söylenir. Okuduğum Stalin çalışmalarında böyle bir ibareye rastlamadım. Ancak oldukça gerçekçi. Sovyetler devrimden sonra “yasama organı” durumunda. Ancak iki şey oluyor. Birincisi Bolşevikler Sovyetler’i tam anlamıyla kendi kontrolleri altında olan yapılar haline getiriyorlar (Bu anlamda en önemli adımlardan bir tanesi Sovyetlerin partinin mutlak denetimine sokulması kararının alındığı Mart 1919’da yapılan parti kongresinde atılmıştır).
İkincisi daha profesyonel ve çabuk hareket eden hükümet organlarının (komiserlikler) veya komisyonların yasama yetkisini üzerine alması sağlanıyor. Parti, sosyalist kuruluşta işi şansa veya kitlelerin sağduyusuna bırakmıyor.
Bu anlamda başka bir yerde daha belirttiğim gibi proletarya diktatörlüğünün partinin diktatörlüğü ile yürüdüğünü bugün çok fazla telafuz etmek gerekmese de inkar etmenin de belli bir yararı yoktur. Hatta neyin nasıl yapılacağının bilinmesi için bazı şeylerde cesur olmak gerekebilir.
Bu işler öyle sonraları “yozlaşmadı”! Sovyetler ile partinin kaynaştırılmasından sözeden bizzat Lenin’in kendisidir. Lenin, ülkede parti MK’nin haberi olmadan hiçbir şeyin yapılamayacağını söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Tek parti düzenini defalarca savunan ve sosyalizmin kurulması için vazgeçilmez bulan da yine Lenin’dir.
Bu nedenle tek parti dönemine geçişi, siyaset psikolojisiyle, etki-tepki mekanizmaları ile açıklamaya kalkışılmamalıdır. SR’lar dikkatli davransalardı, bolşevikler daha yapıcı olsaydı, uluslararası koşullar bu kadar acımasız olmasaydı, emperyalistler SR’arı kullanmaya kalkmasalardı… Bütün bunlar olmasaydı, zaten Ekim’in kendisi de olmazdı!
Ekim’de çoğulcu bir yan yoktur. Yargılanacaksa bununla birlikte Ekim Devrimi’nin kendisi yargılanmalı Ekim Devrimi’nin dinamikleri suçlanmalı, dahası bizzat devrim denen şeyin kendisi sorgulanmalı. Başka türlü olmayacak!
Fazla zorlandığında “sürekli ordu olmasın, bürokrat olmasın, dış tehlike olursa bütün halk silahlandırılsın” türünden aşırılıklar kaçınılmaz oluyor. Hele bundan sonra… “Naklen savaşı” izlediniz değil mi?..
Ben zaman zaman izledim. Sosyalist devlet güçlü olmalı. Gücünü dayandığı sınıftan ama aynı zamanda kendisinden almalı. Sorunlar, kemikleşme, hantallaşma vs. tüm bunlar var. Bu yazıda daha çok, zorunluluklardan sözetmeye çalıştım. Öyle “demokrasi” demekle işler halledilmiyor. Ama sınıfsız topluma doğru giderken sosyalizmin insanlarının tarihin dümenini daha fazla kontrol altına almasının araçlarının nasıl yaratılacağı, hangi ek önlemlerin alınacağını düşünmek de bizim işimiz. Bunu başka çalışmalarda yapmak gerekiyor. Çünkü mutlaka bu sorunlarla biz de karşılaşacağız. Önce bugün vurgulamaya çalıştığım siyaset yasaları var… Onlarsız yapamayız. Sonra ise daha ötelere daha iyiye gitmenin yolları…
Gerçekçi olmakla işe başlanabilir…