Türkiye sosyalist hareketi biraz da uluslararası gelişmelerin de etkisiyle “kardeş”lerinin pek fazla tanışık olmadığı bir durum ile karşı karşıya kaldı. Son 30 yıllık açılım denemelerindeki kısırlık ve açmazların bir bir ortaya çıkardığı faturaları da gözönüne alarak, Türkiye sosyalist hareketinin kendi tarihinde gönül rahatlığıyla altını çizebileceğimiz “evre”ler yaratamadığımızı kabullenmek gerekiyor.
Uluslararası harekette pek tanışık olunmayan durum da burada başlıyor. Bu hareketin kendisini tanımlayabilmiş yerel parçalarının herbiri iyi ya da kötü, kendisine ilişkin periyodizasyon denemeleri yapabilmekte, üstelik bunun bir ürünü olarak yoğunlaşan evreler, tüm siyasal-akademik çevrelerde az çok onay görebilmektedir.
Türkiye’de sosyalist hareketin kendisini hem bir özne, hem de bir tarih nesnesi olarak değerlendirmesinin önünü tıkayan engellere çok fazla değinmek istememekle birlikte, önem verdiğim bazılarını hatırlatmak istiyorum.
- Türkiye sosyalist hareketinde, 1960’lara kadarki dönemin periyodizasyona yönelik olarak sunduğu fazla birşey yoktur. Dönemin ana eğilimlerinin kemalizmin yörüngesinden çıkamaması, elimizde (az sayıda değerli analiz ve kadrolaşma deneylerini saymazsak) varolma-likidasyon salınımı dışında pek birşey bırakmamaktadır.
- 60’lar sonrası veri alındığında ise Türkiye sosyalist hareketinin bir dönem ana gövdesini teşkil eden TİP, bu özelliğini kalıcı hale getirememiştir.
- Son otuz yılın periyodizasyona eşlik etmesi gereken “kadro”lar açısından dikkate değer bir süreklilik sunmaması da önemsenmelidir. Bir gövdenin kendisine içkin evrelerinin oluşabilmesi, mutlaka kadro, program, teorik üretkenlik açısından “değişmeyen” birşeyleri gerektirir. Türkiye sosyalist hareketinin “permanent”leri çok cılız kalmıştır.
- Türkiye sosyalist hareketinin iç ayrışma ve tartışmalarında teori-siyaset-örgüt bütünlüğü yalnızca bir kez, o da “öncü sınıf tartışmaları-temel araç olarak parti vurgusu-15-16 Haziran gerçeği” üçlemesinde gündeme gelmiş, bu üçlemeyi organik bir sıçrama haline getirecek adımlar atılamamıştır. Bu örneğin dışında ne 68 geleneği, ne anti-faşist mücadele, ne devrim stratejisi Türkiye sosyalist hareketini bütün eksenlerinde çevirip altüst edecek ve yeni bir evreye terfi ettirecek çapta olabilmişlerdir.
Sosyalist hareket geride bıraktığı ayrışmaların, kadroların, tartışmaların ve gündemin hacmi ve zenginliği ile de değerlendirilebilir. Bütün bunların kalıcılığı, yeni gündem ve perspektiflerin önümüze gelmesinin biricik koşuludur. Biraz buna bakmak gerekiyor.
Türkiye sosyalist hareketi (ki sosyalist hareket tanımı da bir ayrışmayı ifade etmek durumunda olduğuna göre daha geniş bir çerçeveye oturacak “Türkiye solu”nu tercih etmekte yarar vardır) 1970 öncesi ayrışmalar içerisinden bir bölümünü kalıcı kılmıştır. Gelenek’in geleneksel sol ve yeni sol-devrimci demokrasi ayrımları elbette böyle bir geçmişten de yararlanılarak öne sürülmüştü. Ancak Türkiye’de örneğin eski Dev-Genç’in mirasına soyunanların bu doğrultuda marksist söylemi fazla zorladıkları görülmediği gibi, 70 öncesinin “marksist sol” unun da bu kimliği pekiştirici çabalarında çok başarılı olduğundan sözedilemez. Belki bugün tam da yeni ayrışmaların eşiğindeyiz, ama yakın geçmiş için “uzak” geçmişin ayrışmalarının mantıki uzantıları veya düşünsel-örgütsel mirasçıları açısından tutarlı bir durumdan sözetmek ne ölçüde mümkündür? 70 öncesinin kadrolarına, bakıyoruz, Aren – Boran – Sargın, Perinçek, Belli, Kürkçü… Bugün ile dün arasında nasıl bir bağlantı kurabiliyorsunuz? Boran’ı bir kenara bırakalım, bu isimler içerisinde sosyalist mücadele açısından Perinçek’in daha anlamlı olduğunu düşünmüyor musunuz?
Herhalde üzerinde düşünülmesi gerekiyor.
Türkiye sosyalist hareketinin ayrışmaları, düşünsel ve kadrolar düzeyinde elimizde pek birşey bırakmamıştır.
Tartışmalar düzeyinde ise elle tutulur bir sosyalist devrim-MDD tartışması var. Türkiye sosyalist hareketinin düşünsel potansiyelinde bu tartışma kadar ilerletici, motive edici bir başka tartışma bulmak zordur. Ama gene de tartışmanın kendisinin Türkiye soluna bizatihi yeni üretim alanları açtığını söylemekte güçlük çekmekteyiz. Üstelik, tartışma zaman zaman kavramsal düzeyde belki biraz daha uygar, ama içerik olarak aynı sığlıkta tekrar edilmektedir.
Türkiye’de sosyalist devrim perspektifi öznel yeteneksizlikler sonucunda, kendi gerisinde çokça şeyler bırakması gerekirken, hala eşitlerden birisi olma durumundadır ve bu bir felakettir.
Bütün bunlar olurken Türkiye sosyalist hareketinin temel gündemi ne kadar ileri gitti? Teorinin, siyaset pratiğinin ve örgütlenmenin aynı anda kucakladığı bir gündemimiz yok bugün! 12 Mart öncesinde herşeye rağmen vardı; “iktidar” bu gündemin bizzat kendisiydi. Sonrasında gündemin teorik-siyasal ve örgütsel parçaları farklı yerlere tutunarak varlıklarını korudular. Bugün sosyalist hareket gündemini bulamadığı için gündemden düşmüş durumda.
Bütün bunlardan sonra çok mu kötü durumdayız?
Kanımca Türkiye sosyalist hareketi evrensel ölçekte pek yaşanmamış bir döneme doğru giriyor ve kesinlikle kötü durumda değil…
O halde sosyalist hareket kendi tarihinin neresinde? Ve Türkiye toprağına nereden bakıyor?
Çok fazla şematize etmemekle birlikte evrensel anlamda sosyalist hareketin yerelliklerdeki somutlanışında siyaset-teori-örgüt üçlüsünü birbirine bağlayacak ve köşe noktalarını oluşturarak sosyalist hareketin alanını tanımlayacak dört uğraktan sözetmek gerekmektedir. Dört uğrağın birbirleriyle iç içe geçmeleri, birbirleriyle olan etkileşimleri yine de onların birbirlerinden ayrı ayrı ele alınabilmeleri veya algılanabilmelerine engel teşkil etmemektedir.
İlk sırada nesnelliğin bilgisi denilebilecek ve konumuz açısından üzerine basılacak olan yerelliğin bir öznenin müdahalesine uygun bir biçimde tanımlanabilmesi geliyor. Nesnelliğin “bilinmesi” bir anlamıyla bütün devrimci misyonların öncüsüdür. Toplumsal anlamı ile devrimci misyonların kendi adanmışlıklarını “eleştirellik”ten aldıkları ve bunun da bir tür kavrayış olacağı açıktır. İşte eleştirelliğin daha çok analitik boyutuyla bir nesnellik bilgisi üretmesi de, bu misyonun hangi düzlemde olursa olsun bir entellektüel üretimle kaynaşması ile mümkündür. Kısacası nesnelliğin kavranması aşamasındaki devrimci özne henüz eksikli, diğer eleştirelliklerden ve dahası bilgi üretiminden kopamamış haldedir.
Lenin’in kişiliğinde bu Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi‘dir.
Nesnelliğin bilgisi tek başına devrimci bir atılıma yol vermez. Nesnellik ile sonuçta o atılımın öznesi arasında bir iletişimin kurulması gerekmektedir. Bu iletişim, gerçekçi olduğu oranda o nesnelliğin, devrimci olduğu oranda ise misyonumuzun henüz ilkel durumda olan ütopyalarının denetimine girer. Sonuçta sosyalizm mücadelesinin en bilinçli ve en teorik müdahalesi bu evrede, işte bu iletişimin öznel anlamda denetime alınması sırasında gerçekleşir. Sosyalist mücadelenin kritik evresi, daha sonrasının bir kimlik beyanındaki en kalıcı öğesi budur. Nesnelliğin bilgisinden sonraki bu ikinci evre devrimci eylemlerin belli bir nesnelliğin dolayımsız ürünü olmaktan çıkmasına ve nesnelliğin toplumsal projeler karşısında ikincil plana düşmesine neden olur.
Lenin’in düşüncesinde bu Ne Yapmalı‘dır.
Bir kez nesnellikle özne arasındaki o özel iletişim kuruldu mu sıra bilinen öznenin kendi iç yapısına gelir. Nesnelliğe kendi projeleri doğrultusunda müdahale etmenin yollarını arayan özne, aynı zamanda kendisini bu müdahalenin konusuna uygun bir biçim ve içeriğe dönüştürme sancılarını taşır. Nesnellik ile öznellik arasında sağlıklı ve iç tutarlılığı olan bir iletişimin kurulması, müdahalenin örgütlenmesinin tek koşulu olmasa bile, önkoşuludur. Ve bir anlamda sözkonusu iletişim mutlaka bir irade olarak kendi örgütlenmesini zorlayacak, ona yönelik filizler açacaktır. Bu sancıların evresi de, şematik olarak bir üçüncü evredir.
Lenin’in tarihinde bu, Bir Adım İleri, İki Adım Geri‘dir.
Bütün bu evrelerle birlikte dördüncü olarak siyasal mücadelenin kendisinin geldiği açıktır. Ütopyalarımızla, projelerimizle, misyonlarımızla ve örgütlenmemizle siyasal mücadele…
Lenin’in eserinde bu bütün bir dönemdir!
Şematize etmekten hiç korkmamak gerekiyordu. İç içe geçmeleri, geriye dönüş ve atlamaları fazla hesaba katmadan küçük bir gezinti yapmış olduk. Bu gezintinin çağrıştırdığı önemli tarihsel dersler var. Rusya’da bolşevizmin tarihinde elbette bir süreklilik vardır ve bu bize evrensel bir mirastır. Ancak aynı tarihte dönemlerin birbiri ardına çok keskin dönüşler yaşamasının kimi çarpıcı sonuçlar doğurduğu da unutulmamalıdır. Sosyalist mücadelenin iç bileşenleri arasındaki uyum ve denge bu keskin dönüşler nedeniyle sarsılmış ve devrim sonrasında geleneğin başına musallat olan aşırılıkların (aşırılıklardan Stalin’in devrimci dönüşümlerini kastetmiyorum! İdeoloji ve siyasetin teorinin belini kırmasındaki aşırılıklar…) tohumu bu keskin dönüşlerde atılmıştır. İdeoloji, siyaset ve teori arasındaki dengelerin bozulmasına neden olan faktörler içerisinde bolşeviklerin yaşadığı “bir ilk” olmayı önemli görüyorum. Sosyalist mücadelenin bileşenlerinin mücadelenin gündemine kademeli olarak girmeleri, tek başına Lenin’in üretimine has birşey değil, bütün mirasın zayıf noktasını oluşturan bir özelliktir.
Ve oldukça tartışılır olmakla birlikte birşeyi burada telaffuz etmekte yarar vardır:
Bolşevik deneyim hareket noktasını ideolojide bulmuş, sonra teorik bir yapıya kavuşmuş ve nihayetinde 1904-1917 dönemini aradaki kimi parantezler dışında siyasetle geçirmiştir. Hareket noktası olarak ideolojinin öne sürülmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir ancak olağanüstü bir biçimde toplumdaki bütün sınıfları etkisi altına almayı başarabilmiş Rus popülizminin iç dinamik ve sınırlarının (veya tıkanıklıkları) Rusya’da bolşevizme yataklık eden, onu dürtükleyen bir ideolojik kalkış noktası olduğunu açıkça söylemek gerekir.
Yani nesnelliğin bilgisi süreci kendisini önceleyen bir “devrimci ideoloji”ye sahipti, bu ideolojiden teorik olarak (legal marksizmin de yardımı ile) kopuldu. Bu kopuş zamanla Rusya’da yeni bir ideolojinin sosyalist ideolojinin oluşumuna zemin hazırladı.
Yukarıdaki, belli zorlama ve kabalaştırmaları da içeren şema, Türkiye sözkonusu olduğunda geçerliliğini yitirmiştir. Yazımda özellikle ortaya çıkarmaya çabaladığım gibi, şemayı oluşturan evreler oldukça anlamlı bir mantığa sahip olsa bile, bu böyledir.
Türkiye sosyalist hareketi geride bırakamadığı tartışma, ayrışma ve kadrolara rağmen veya belki de bu nedenle kendisinin önüne sosyalist mücadelenin iç bileşenleri açısından ağırlıklı tercihlere sahip evreler koyamaz, bu evreleri kendisini ilerletici aşamalar olarak değerlendiremez.
Bunu gelecek için kendi geleceğimiz için çok önemli bir kazanım olarak görmek gerektiği düşüncesindeyim. Sosyalist mücadelede siyaset-ideoloji-teori ilişkilerindeki geçişlerin laçkalaşmasının ne tür bozulmalar yaratacağını biliyoruz. Sosyalist militandan sosyalist örgütlere, mücadelenin bileşenleri arasındaki optimum dengenin nasıl büyük bir güvence oluşturacağını unutmamak gerekir. Elbette bileşenler arasında eşitsizlikler olacak, elbette gerileme dönemlerinde teori, devrimci atılımlarda ideoloji ve siyaset öne çıkacak. Ancak zaten önemli olan da şudur:
Türkiye’de bugün kendi alt limitlerine itelenmiş sosyalist hareketin “gerileme” dönemi türünden bir tanımlamayı yapabilmesi bilimsel açıdan mümkün değildir ve bu anlamda sosyalizm (birikim veya güç olarak değil) hareket açısından sıfır noktasına yakındır. İşte bu noktada Türkiye sosyalist hareketinin kendi startına iç bileşenleri açısından barışık, yani ideolojik, teorik ve siyasal mücadelenin ele ele verdiği bir durumda gelmesi çok önemlidir ve bunun kalıcı etkileri olacaktır.
Bu nedenle Türkiye’de eğer altından kalkılabilirse çok yoğun ve zengin bir mücadele günlüğü tutmak zorunda kalacağız!