Bu çalışma, geleneksel sol çizginin Türkiye’deki tarihsel biçimlenişine ve kimi güncel sorunlarına daha yakından bakmayı amaçlıyor. Gelenek dizisinde birkaç kitaptır yer alan, geleneksel sola ilişkin çözümlemelerin, bu çalışma ile daha bir belirginlik kazanması gerekiyor. Söylenenlerin Türkiye’deki tarihsel deneyime ilişkin oluşu, bir başka deyişle çıkış noktasını bize yakın bir somut zenginliğinin oluşturması, daha ileri düzeyde netlik sağlayabilir. Amaçlanan, bu.
Başlarken, bir düşünceyi açık seçik belirtmekte yarar var: Türkiye solunun tarihine ilişkin somut veri ve belge birikiminin, belirli “kurgu”lara olanak tanıyacak boyutlara ulaştığını kabul etmek gerekiyor. Kuşkusuz, eldeki veri ve belgelerden hareketle farklı kurgular ya da modeller çıkartmak mümkün. Burada, tüm çizgilerini olmasa bile çarpıcı kimi yönlerini özellikle vurgulamaya çalışacağım modelin, çıkarılabilecek tek model olduğunu iddia etmiyorum. Yalnızca şunu söylüyorum: Sola ilişkin çalışmalarda artık, dağınık verilerin belirli çerçevelere yerleştirilmeleri gerekiyor. Gene sola ilişkin araştırmalarda, eldeki verileri ayıklayacak, bunların önemlerini kurulu modeller ışığında yeniden değerlendirecek çabaların önemi artıyor. Bu çabalardan, başta “eski tüfekler” olmak üzere kimilerinin nedense pek meraklı oldukları bir mistifikasyon adına, kaçınmamak gerek.
Türkiye’de solun yaklaşık 80 yıllık tarihine ve eldeki verilerin kronolojisine şöyle üstünkörü göz atıldığında, gerekirliğini dayatan ilk öğelerden biri, yöntem netliği oluyor. Elbette yalnızca Türkiye tarihine, Türkiye’de solun geçmişine sınırlı bir gereklilik değil bu. Tüm tarih çalışmalarında kendini dayatıyor. Burada, Türkiye solunun tarihine ilişkin kimi çarpıcı özelliklerden kalkarak, genel anlamda yöntem sorunu üzerinde değilse de, bunun özel ve tartışmalı bir alanı üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Sorun, genel olarak süreklilik ve kesiklilik kavramlarının ele alınışlarıyla ilgili. Öyle sanıyorum ki Türkiye solunun tarihi, bu kavramların kendilerini somutlamaları açısından ilginç bir alan oluşturuyor. Pek çok tarihsel yaklaşımda, iki uçtan birinin mutlaklaştırılarak yeğlendiği görülüyor. Ya ayrılık ve sıçramalar ile tarihsel akış açısından anlamlı yön değişimlerini yok sayan bir süreklilik tutkusu, ya da tersine dönemsel yenilik ve açılımlara bu kez sürekliliği yadsıyacak ölçüde abartılı önem ve anlam yakıştıran kesiklilik yaklaşımı… Türkiye solu tarihinin, bu yöntemsel kavramlar ve onların uygun bir sentezi ışığında incelenmesi durumunda ilginç sonuçlara ulaşılabileceğine inanıyorum.
Daha açığı ve somutu şöyle konulabilir: Türkiye solu, ilki 1920’lerin ilk yarısı, ikincisi ise 1960-70 dönemi olmak üzere iki gelenekten ayrıklaşma (ya da boyutlanma) dönemi yaşamıştır. İlk bakışta, bu iki sıçrama doğrudan doğruya “kesiklilik” kavramını çağırmakta, ağırlığı ondan yana kaydırmaktadır. Başka deyişle ilk bakışta,1920’lerin başı, Anti-İttihatçı olduğu ölçüde aşırı nesnelci ve II. Enternasyonal eğilimli Osmanlı solculuğunun, 1960’lar ise iktidarı hiç düşünmeyen “baskı grubu” anlayışlı 1925-60 solunun inkarıdır.
Ancak, soruna daha yakından bakıldığında, bu kesiklilik ya da kopuş görüntüsü ilk çekiciliğini yitiriyor. Her kopuştan sonra sol, kendine özgü bir iç restorasyon yaşıyor çünkü. Yaşanan bu restorasyon sonucundadır ki, 1925-60 solu, aradaki kopuş dinamikli yıllara karşın, aşırı nesnelci Osmanlı solculuğu ile akrabalığını sürdürebiliyor. Aynı biçimde, 1960-70 dönemi canlılığına karşın, 1970’lerden günümüze uzanan sol gelenek, 1925-60 döneminin belirgin ve egemen çizgisine daha çok yaklaşabiliyor. Ortaya çıkan, süreklilik ile kesikliliğin Türkiye’ye özgü bir sentezi oluyor. Kuşkusuz, bu sentezin ülkedeki somutlanışında, dış dinamikler de önemli rol oynuyor.
Güneşin Doğduğu Yön
Elbette tartışılabilir; ancak ilk Osmanlı sosyalistlerinin en belirgin özelliklerinden birinin anti-İttihatçılık olduğunu söylemek doğrudur sanıyorum.1 İlk Osmanlı sosyalistlerinin İttihatçı düşmanlıklarında, öznel ya da kişisel nitelikli etmenlerin payı da olabilir. Gene de, bir eğilim olarak Osmanlı sosyalistlerinin bu anti-İttihatçılığının nesnel temelini, bütünlüklü bir bilimsel sistemle ilk kez tanışılmasına özgü o aşırı kuralcı ve “bilimci” yaklaşımda bulunduğunu sanıyorum. Toplumların gelişim yasalarını öğrenmiş, siyasal iktidarların hangi toplumsal temellere oturduklarını yeni de olsa bellemiş insanlar için İttihatçılar bir avuç gözü dönmüş iktidar düşkünü zorbadır. Hatta belki de “volontarist” bir çetedir. İlk Osmanlı sosyalistlerinin İttihatçıları daha çok bu gözle değerlendirdiklerine ilişkin veri bulmak o kadar güç değil. Uluslararası sosyalist harekette 1917 öncesi II. Enternasyonal egemenliğini ve ilk Osmanlı sosyalistlerinin bir bölümünün de Almanya eğitimli oluşlarını düşünürsek, yargıya daha kolay varılabilir.
Ancak önce 1917’nin, sonra da işgal ve Kurtuluş Savaşı koşullarının bu ilk eğilimde önemli değişiklikler yarattığı görülüyor. İlk kesiklilik ya da kopuş, ortaya böyle çıkıyor. Burada, oldukça önemli olduğunu sandığım bir noktayı vurgulamak istiyorum: Gerçekleşmesi ve sonuçlarıyla uluslararası sosyalist harekete çok önemli ayrışmalar getirmiş olan 1917, Türkiye’nin ilk sosyalistleri üzerindeki etkisini, gerçek özüyle değil, daha da canlandırdığı iki yan dalga olan Milliyetçilik ve Doğuculuk (Asyacılık) aracılığıyla somutlamıştır…
“Dualı dudaklar özleyen ruhlar
Bekliyor Asya’nın kızıl kuşunu
Istırap içinde bütün bu cihan
Asya’dan umuyor kurtuluşunu”
Yukarıdaki dizeler, Nazımın ilk sosyalist şiirlerinden birine aittir.2 1920 yılında kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin ilk ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir’in konumu ise daha da açıktır. 1917 ile başlayan dalganın kendi üzerindeki etkilerini Aydemir, özlü biçimde, şöyle anlatıyor: “Artık her millet zalimlerini, istilacılarını başından atacaktı. Bu iş bana, o güne kadar dinlediğim, şu sınıfların kavgası, parti politikası, proletarya diktatörlüğü gibi şeylerden daha aydınlık görünüyordu.”
“İşte şimdi her şey anlaşıldı. İşte benim bağlanacağım dava“3 Ya Mustafa Suphi nasıldı? Mete Tunçay’ın çözümlemeleri, Mustafa Suphi’nin de genel eğilimden ayrı bir konumda olmadığını gösteriyor. Tunçay, Mustafa Suphi’nin, Sultan Galiyev’le birlikte o dönem filizlenen “millici” akımın temsilcilerinden olduğu yolundaki bir yargıya hak verdikten sonra ekliyor: “Cumhuriyetin ilk yıllarında TKP, Komintern’in en çok ulusal bilinç gösteren seksiyonudur. Bunun sevabı ya da günahı büyük ölçüde Şevket Süreyya Bey’indir.”4
1917 sonrası dalganın uzantıları olarak Türkiye sosyalistlerinin bu Doğucu ve Asyacı yönelimlerinde, ülkelerinin toplumsal ve ekonomik konumunun yanı sıra, önemli bir etken olarak, 1917’nin Rusya’daki geleceğine duyulan güvensizlik de rol oynamıştır. Başka deyişle ilk sosyalistler için, “sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum kurmaya yönelik bir işçi sınıfı devrimi” olarak 1917’nin geleceği karanlıkta olsa bile, aynı devrimin Asya ulusları için açtığı kapı artık bir daha hiç kapanmayacaktır. Türkiye’de geleneksel solun ilk atılım ya da kopuş dönemine, kadrolar düzeyinde, bu yönelim damgasını vurmuştur.
Burada, kısa bir değerlendirme: Türkiye solu, 1917’den sonra, özellikle de işgal ve Kurtuluş Savaşı yıllarında, kendi kısa geçmişinden farklı, onu aşan bir yöneliş içine girdi. Bu yönelişte, bilimsel sosyalist öğretinin, Milliyetçi ve Asyacı duygu kabarmalarına baskın çıkabildiğini söylemek, kesinlikle mümkün görünmüyor. Ancak, paradoksal biçimde, solun, önceki Osmanlı nesnelciliğini aşan, uluslararası ve ulusal konjonktüre dayalı bir iktidar perspektifine de gene bu “kitaptan uzaklaşma” döneminde yaklaştığı görülüyor.
Oldukça ilginç: Geleneksel solun ilk kadroları arasında “kitabı iyi bildiği” söylenen Şefik Hüsnü, 1921 yılında, “kitap”ın gereklerini sayıp ihtiyat payı ayırdıktan sonra, düpedüz iktidardan söz ediyor: “Esasen bizde Marx’ın devrim için gerekli gördüğü maddi koşullar da henüz gerçekleşmemiştir. Buna dayanarak, Türkiye’nin başlı başına bir sosyalist devrim yapmasını mümkün saymak ve bunu önermek olsa olsa bir cinnet eseri veya ham hayalcilik olur. Bir sosyalist toplum mutlaka bir büyük sanayi gerektirir. Ve bizde bu yoktur. Bu ancak ve ancak, sanayii gelişmiş bir büyük devletin katılması ile ve pek uzun bir zamanda vücuda getirilebilir. Bu noktayı kaydedip muhtemel itirazların önüne geçtikten sonra iddia edeceğiz ki Türkiye bu koşulların oluşmasını beklemeden, yalnızca halk sınıflarının toplumsal şartlarına güvenerek, pek yakın bir gelecekte devrimini yapmak zorundadır. Değilse bir sömürge halkı derecesine düşmeye razı demektir.”5
Hiç olmazsa belirli bir anlamda “kitabı bildiği” teslim edilen, daha sonraki restorasyon yıllarında ise iktidarı hiç düşünmeyen bir “baskı grubu” parti anlayışının yerleştirilmesinde baş rolü oynayacak Şefik Hüsnü’nün bile iktidardan söz etmesi oldukça ilginç. Yıl, henüz 1921. Bu kesitte, Kemalist iktidarın gerçek yöneliminin henüz tam tamına belirginleşmediği, İttihatçılar ve Enver Paşa dahil çeşitli öğelerin güç dengesi içindeki reel konumlarının yeterince ortaya çıkmadığı koşullarda, III. Enternasyonal’in Türkiye’deki harekete özel bir önem verdiği görülüyor. Şefik Hüsnü’yü harekete geçiren, Asyacı ve Milliyetçi hareketliliğin yanı sıra, Komintern’in yaklaşık 1920’ler ortalarına dek sürecek bu umudu da olabilir.
Ancak, çok daha ilginç olan bir başka nokta, soldaki bu hareketliliğin karşısına, Kemalist iktidarın gene “kitaba uygun” sözlerle çıkması, daha sonra başarı ile uygulayacağı kendi restorasyon politikalarından ilk örnekleri vermesidir. Mustafa Kemal’in gözetiminde kurdurulan “resmi” Komünist Fırka’sının genel sekreteri Hakkı Behiç’in, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde bir başyazısı yer alıyor. 13 Ekim 1920 tarihli bu başyazı, solda görülen iktidar perspektifi ve aranışlarının karşısına hiç de yabana atılmayacak, ciddi tezlerle çıkıyor. Dinleyelim: “Rus ihtilali edebiyatını okuyunuz, Avrupa’nın başka hiçbir memleketinde ve hiçbir devrinde bu kadar kinli bir edebiyat daha yoktur… Sebebi de şudur ki, Rusya’da o müthiş Çarlar istibdatı ve asilzadeler saltanatı, bir taraftan da bilim ve edebiyat tetkikleri bütün şiddetiyle birlikte yürümüşlerdir. Bir taraftan Çarlar ve baskıları hüküm sürerken, diğer taraftan da Rusya’da güzel hisler, felsefi ve bilimsel fikirler büyük bir verim ve kudretle bütün Rus hayatını sarıyordu. Türkiye’de böyle olmamıştır. Türkiye haricen muzaffer olmadığı için, bütün dünyada bilim ve sanatın gürlüğü büyük bir güçle yayıldığı devirlerde bunlarla uğraşamamıştır. Bu nedenle Türkiye’de, ne yüksek bilimsel ve felsefi fikirler, ne de derin ve yeni güzel hisler oluşmamıştır.”6
Ortaya, oldukça dramatik bir tablo çıkıyor. Türkiye solu, uluslararası siyasal güç dengesinden ve ulusal düzeyde tanımladığı siyasal yetki boşluğundan, Asyalılık, ezilmişlik, yoksulluk, vb. adına iktidar çıkarmaya çalışıyor. “Resmi” sol ise ona, devrim ve iktidarın bunlardan değil, siyasal baskılar ile “güzel hislerin, felsefi ve bilimsel fikirlerin toplumu sarmasının” yarattığı eşitsizlikten çıktığını anımsatıyor. Yazının gerçek sahibi Hakkı Behiç olmayabilir. Ama sonuç ortada: Hakimiyet-i Milliye’nin 1920’de işlediği tema, bir süre sonra iktidar perspektifi bir yana bırakıldığında, Türkiye solu tarafından hemen hemen bütünüyle benimsenecektir…
Özetin özeti ise şu oluyor: Türkiye’de geleneksel sol 1920’lerin başında, önde gelen kadrolarının düşünce biçimi açısından, 1908-18 döneminden bir kopuşu yaşadı. Siyasal aranışları ön plana çıkardı, iktidarı da düşündü. Bunları, şu ya da bu düzeyde benimsediği bilimsel sosyalist öğretiye, Doğucu ve Asyacı, ezilmişlik ve kullanılmışlık temalarının ağırlık kazandığı bir çeşni katarak gerçekleştirdi. Bir olasılıkla, III. Enternasyonal’in bir dönem kendisine biçtiği özel misyon, Türkiye solunun bu hareketliliğini daha da artırdı.7
Bu hareketlenmeyi, yaklaşık olarak 1920’lerin ortasından başlayarak, dar anlamda “kitaba geri dönüş”ün öne çıkarıldığı bir restorasyon dönemi izledi…
Restorasyon Belgeleri
Soldaki restorasyon döneminin iç ve dış dinamikleri konusunda çok şey söylenebilir. İç dinamikler söz konusu olduğunda pek çok tarihçi Kemalist kadronun iktidara tam anlamıyla yerleşmesine, Takrir-i Sükun Yasası’na, vb. özel yer vermektedirler. Burada, restorasyon dönemine konumuz açısından önemli damgalar vuran iki noktadan söz etmek istiyorum.
İlkini, şöyle anlatabilirim: III. Enternasyonal’in, Avrupa ve Asya’nın başka ülkeleri bir yana, Türkiye soluna ilişkin politikalarında da belirli bir teorik bütünlük ve süreklilik aramak boşuna çabadır. Komintern’in tüm tarihi, politik gereksinimlerin hemen hemen her durumda “ideoloji”ye baskın çıktığı, teorik olasılık ve zenginliklerin gene her koşulda politik katılık ya da esnekliklere emdirildiği 20 küsur yıldan ibaret görülebilir. Bu uluslararası kuruluşun Türkiye’deki sol harekete yaklaşımı da farklı olmamıştır. Bu açıdan bakıldığında, ne kuruluşun Türkiye soluna yönelttiği “sağ sapma” eleştirileri, ne de tam ters çizgide önerdiği “cephe”, “birlik” vb. politikaları, kendi başlarına III. Enternasyonal’in özde sürekli ve kalıcı bir çizgiye sahip olduğunu kanıtlamazlar. III. Enternasyonal’in saptadığı “uluslararası gereklilikler” ışığında, Türkiye solu, bu kuruluşun taleplerine ancak gecikerek yanıt verebildiği için, zaman zaman aldatıcı kimi göreli “sağ” ya da “sol” görünümler ortaya çıkabilmiştir.
Önem taşıyan ikinci nokta ise şu: 1920’lerin hemen başında, Türkiye soluna belirli bir hareketlilik, hatta iktidar perspektifi kazandırdığından söz ettiğim Asyacılık ve Milliyetçilik, Kemalist iktidarın oturma ve yerleşme döneminde bu kez, kadroların, hatta giderek bağımsız teorinin likidasyon araçları konumuna gelmişlerdir.
Az önce, Şefik Hüsnü’nün 1921 yılına ait iktidar perspektifinden söz edildi, örneği verildi. İşte bu, çok sürmedi. 1924 yılına gelindiğinde Şefik Hüsnü’nün “devrim yapma”yı gerektirmeyecek bir başka çözüm bulduğu görülüyor. Şefik Hüsnü, bu çözümü şöyle dile getiriyor: “Hızla ilerlemek ihtiyacı, yerli kapitalizmin tek-tek çabalarıyla amaca ermenin imkansızlığını bize anlatır. Üretim alanında az zamanda çok iş çıkartmanın tek yolu, ulusal çabalarımızı ortak ve belirli bir amaca doğru bizzat devletin yönetmesidir. Özel deyimiyle vakit geçirmeden bir devlet sermayedarlığı yapmaya koyulmalıyız. Çıkar yol budur.”8
Böyle başlıyor. Ne var ki, Türkiye solunun bu yeni çözüm ya da çıkış yolunu bulduğu ortam, III. Enternasyonal’in göreli olarak “sol” bir dönemi ile üst üste geliyor.9 Bu uyuşmazlık, Manuilski’nin Türkiye soluna yönelttiği ve oldukça “sert” sayılabilecek eleştirilere yol açıyor. Manuilski’nin bu eleştirileri şöyle: “… Türk yoldaşlarımız bu oldukça açık durumda taktik açıdan vahim hatalar işlediler. Örneğin Türkiye Komünist Partisi’nin yayın organı olan ‘Aydınlık’ta, Komünist Partisi’nin yabancı sermayeye karşı milli sermayenin gelişmesini desteklemesini öneren bir dizi makale yayınlandı. Burada Türk yoldaşların vaktiyle Rusya’da işçi sınıfını kapitalizmin gelişmesini teşvike çağıran Bay Struve’nin legal Marksizmiyle aynı eğilimi taşıdıklarını görüyoruz. Tıpkı Rus Struveciliği gibi, bazı Türk yoldaşlarımız da başlangıçta, ülkedeki üretici güçlerin gelişmesinin çıkarlarıyla sermayenin gelişmesinin çıkarlarını birbirine karıştırma eğilimindeydiler… ‘Aydınlık’ dergisinde Türk yoldaşlarımızın görüşü bu kategoriye girmektedir. Onlar gerçekten de, proletaryanın burjuvaziyle sınıf işbirliğinden yana çıkmışlardır.”10
Manuilski’nin bu eleştirilerini iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. İlki, eleştirinin içeriği ve eleştirilen tutuma verilen ad arasındaki çelişkiyle ilgili. Manuilski yapılanları bir “taktik hata” olarak nitelendiriyor. Bunu anlamak mümkün değil. “Struvecilik”, “sınıf işbirliği”, “üretici güçlerin gelişmesinin çıkarları ile sermayenin gelişmesinin çıkarlarını birbirine karıştırmak”, vb. vb… Bunlar “taktik” hatalar mı? Burada, Manuilski’nin en sert dilli eleştirisinde bile, ileriye yönelik bir yeşil ışık görmek mümkün.
İkinci nokta da bununla ilgili. Çok değil, aradan yalnızca bir yıl geçiyor. Bir yıl sonra, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nda görüşülecek bir metin, olaya çok daha ılımlı yaklaşıyor. “Sosyo-ekonomik gelişmesi çok ileri olan Türkiye’de içteki mücadelenin akışı, Kemalistlerin önderliğindeki genç burjuvaziyi gitgide feodalizmin tüm kalıntılarıyla hesaplaşmaya doğru, burjuva cumhuriyetçi bir devlet ilkesine doğru çekmektedir. Türkiye ile İngiliz emperyalizmi arasındaki çelişme keskinleşmekte ve Türkiye’yi SSCB ile dostça ilişkiler kurmaya adeta zorlamaktadır.”11
Burada, Şeyh Sait ayaklanmasına duyulan tepkilerin, daha da önemlisi Musul sorunu dolayısıyla Türkiye-İngiltere ilişkilerinin gerginleşmesinin III. Enternasyonal’i umutlandırdığını anlamak güç değil. Ancak, bu umutların gerçekçi çıktığını söylemek de hiç mümkün değil.
Denge böyle sürüp gidiyor. Son bir örnek daha: III. Enternasyonal ve Türkiye solunda 1928’de yeni bir “sol” dalga ağırlığını duyuruyor. Bu yıl, Enternasyonal’deki Türkiye delegesi “Fahri”, çok açık biçimde, TKP içinde mücadeleci bir kitle partisi değil, iktidarı etkileyici küçük bir “çevre partisi” anlayışına sahip olanların varlığından söz ediyor ve bunları eleştiriyor. “Fahri” siyasal hedef olarak da işçi-köylü iktidarını savunuyor.12 Ancak, bu da bitiyor. 1933 yılında Almanya’da Nazilerin iktidara yükselişi, tüm Komintern politikalarını belirleyen temel gerçek konumuna geliyor. 1933’ten sonra, “cephecilik” vb. şöyle dursun, kimi partilerin sahneden büsbütün çekilmeleri, kadroların da “anti-faşist” başka partiler içinde erimeleri politikası ciddi biçimde gündeme sokuluyor. Komintern, bir dönemin “sosyal faşist” sosyal demokrat partileri ile örgütsel birlik görüşünü gündeme getiriyor ve savunuyor.13 Batı’da sosyal demokrasi ile kaynaşma, Doğu’daki karşılığını, işçi sınıfı partilerinin “radikal milliyetçi” partiler lehine sahneden çekilmeleri, kadrolarını da bu tür partilere emanet vermelerinde buluyor (sözgelimi Hintli komünistlerin Hindistan Kongre Partisi içinde erimeleri gibi). Bu tür adımların Türkiye’de gündeme gelmediğini düşünmek için hiçbir neden yok.
Bu noktada ise, biri daha özel, ikincisi ise genel nitelikli iki saptama yapmak gerekiyor. İlki, belki de tekrar olacak: Bağımsız konumun vurgulanması ve belirli bir iktidar perspektifinin taşınması, hareketlendirici ana ideolojik temalar (Milliyetçilik Asyacılık vb.) sosyalizme özde dışsal da olsalar, sol çizgiye belirli bir kişilik kazandırabiliyor. Bu kişilikliliğin, zamanla bilimsel sosyalizme daha da yakınlaşılmasıyla sonuçlanması ciddi bir olasılıktır. Türkiye solunun, özellikle 1924 sonrası ideolojik bağımlılık konumu, bu olasılığın sınanmasına olanak tanımamıştır. Buna karşılık, sözünü ettiğim sosyalizme dışsal aynı ideolojik akımlar, ideolojik bağımlılık ve iktidar perspektifinden yoksunlukla çakışınca, mutlaka örgütsel ve ideolojik likidasyon sonucunu veriyor. Bu ise Türkiye deneyinde yeterince sınanmış ve doğrulanmıştır.
Türkiye solunun 1924-60 arası restorasyon dönemine ilişkin bir ikinci saptama da şu: Türkiye solunun restorasyon, gerileme, giderek likidasyon döneminin en belirgin uzantısı “cephe”, “işbirliği” vb. konularındaki zorlamalar olmuştur. Öyle ki, örneğin 1945’ten hemen sonra Türkiye solu, “cephe” için gözüne kestirdiği bir örgütün, Demokrat Parti’nin, diyelim toprak reformu gibi oldukça ilkel bir konuda bile kendisiyle taban tabana aykırı görüşlere sahip olduğunu, ancak “cephe” temaslarından sonra anlayabilmiştir…14
Belirgin özelliklerini vermeye çalıştığım söz konusu dönemde, izlenen çizgiye kimi ciddi tepkilerin yöneltildiği söylenebilir. Yargı ve değerlendirmeleri ihtiyatla karşılanması gereken bir yazar olmakla birlikte Şişmanov, üstelik de baştan itibaren, Parti’de bir sol grubun varlığından söz ediyor.15 Söylediklerine gene ihtiyatla yaklaşılması gereken bir başka yazar da, Nazım, Sarı Mustafa (Börklüce), Dr. Hikmet (Kıvılcımlı) gibi “eski”lerle yaptığı kişisel görüşmeleri anlatıyor. Bu yazarın aktardıklarına göre, üçü de, bugünün diliyle “aşamacılığa” hiç de sıcak bakmıyorlar. Yazarın aktardığı biçimiyle bu üçü “özgürlük” konağını, sosyalizm için bir ön koşul olarak görmüyorlar. 16 Burada dikkat çeken nokta, sözü edilenlerin üçünün de Parti’den dışlandığı söylenilen kişiler olmaları. Nazım’ın bir dönem Parti dışına düştüğü, bugün artık dedikodu düzeyinden çok ötede bir gerçeklik…
Ancak, restorasyon dönemine yönelik bu tepkilerin, siyasal-ideolojik alanda ciddi bir biçimlenmeye ulaştığını, kendi özgün temellerine oturduğunu söylemek de mümkün görünmüyor.
Son olarak, restorasyon dönemi sonlarına ilişkin ilginç bir noktayı daha gündeme getirmek istiyorum. Türkiye’nin yakın tarihinde, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ilginç bir yeri vardır. En çok, Tan gazetesi matbaasının tahribi ile sonuçlanan olaylardaki tahrikçiliği ile tanınır. 1950’lerde, Avrupa’da konuştuğu platformlarda ise, Avrupalıları “korkaklık”la suçlayacak ölçüde soğuk savaş tahrikçiliği yapmıştır.17 Konumuz açısından ilginç olan, Yalçın’ın II. Dünya Savaşı’nın kaderinin belli olmasından sonra Ocak 1945’de Tanin’de yazdığı bir başyazıdan bir bölüm. Yalçın burada şöyle diyor: “Türkiye, Nazi istilasına karşı sarsılmaz bir kaya gibi dikilerek Suriye, Irak ve Mısır’ı kurtarmıştır. Türkiye, bu kez Akdeniz’i tehdit eden Troçkistler karşısında aynı şeyi yapmaya hazırdır. Böyle bir tehlike karşısında Britanya ve Türkiye, ya birlikte yaşamalı ya da birlikte ölmelidir.”18
Yalçın’ın Tanin’deki bu değerlendirmesini aktaran Türkkaya Ataöv ,Yalçın’ın kullandığı “Troçkistler” suçlamasının, Churchill’in, bir konuşmasında Yunanlı komünistlere “Troçkistler” demesinden kaynaklandığını ekliyor. Bunları, oldukça ilginç ve anlamlı bulduğumu söylemeliyim. Yunan K,omünistlerinin, sözü edilen yıllarda, iktidarın eşiğinden döndükleri biliniyor. Yunan Komünistlerinin iktidar girişimlerine “yukarıdan” pek sempati ile bakılmadığı da biliniyor. Ortaya, böylece bir “Troçkizm” etiketi çıkıyor. Ancak, Churchill’in yanı sıra, büyük olasılıkla Türkiye’deki yerli “ortodoks” çizgi temsilcilerince de kullanılan bu “Troçkizm” etiketinin, Yunan olayı ile sınırlı kaldığı sanılmamalı. Ortaya çıkan şu oluyor: Uluslararası sosyalist harekette dün ve bugün, o an için yerleşik kalıpların dışına çıkabilen, ama en önemlisi iktidarı düşünen ya da deneyen her çizginin başarısız kalması durumunda Troçkizmle damgalanması artık bir alışkanlık olmuştur. Zamanında, başta Nazım olmak üzere, şu ya da bu nedenle Parti’nin dışına düşenlerin en revaçtaki deyim olarak Troçkizmle suçlandıkları biliniyor. Dünyada Troçkizm bitiyor, ama Troçkizm suçlaması nedense hiç bitmiyor. Böylece Troçkizm, iktidarsızlığa mahkum bir dar fraksiyon çizgisi iken, solda iktidarı en çok düşünen akım mertebesine, hak etmediği halde yükseltiliveriyor.
Özetle, birinci restorasyon döneminde, ayrılıkları “mahkum etmede” başvurulan Troçkizm umacısı, 1970’lerden bugüne uzanan ikinci restorasyon döneminde de zaman-zaman kullanılacaktır…
Erozyon ve Restorasyon
Bu noktada, çalışmanın amacına bir kez daha değinmek istiyorum. Amaç, Türkiye sol hareketinin tarihine, kesin bir kronoloji gözetimiyle ve ayrıntılı biçimde eğilmek değil. Yalnızca, belirgin dönemlerden ve belirgin ipuçlarından hareketle, genel çıkarsamalara gidilmeye çalışılıyor. Bu açıdan, Türkiye solunun 1960 öncesi konumuna ilişkin az çok belirgin bir yargıya ulaşılmışsa, 1960 sonrası ile sürdürmede bir sakınca olmamalı.
Hemen, Türkiye solunun 1960’tan günümüze uzanan tarih dilimine ilişkin tartışılabilir bir yargıyı dile getirmek istiyorum. Şöyle bir yargı: Türkiye sol hareketinde ikinci büyük atılım dönemi 1960-70 arasında yaşanmıştır. Daha önemlisi, içerdiği tüm hareketliliğe, toplumsal ve siyasal içerikli tüm uzantılarına karşın 1973-80 dönemi, gerçekte ideolojik gerilemeler ve seçkin kadroların erozyonu anlamında yeni bir restorasyon dönemi olmuştur. Bu yargının uzantısı da açık olsa gerek: Görünürdeki önemli farklılıklara karşın, 1973-80 arası “canlılık” dönemi ile 1980’den günümüze uzanan dönem, özdeki işlevleri açısından bir bütün oluştururlar. Kısacası, 12 Mart’tan günümüze uzanan dönem, bir bütün olarak, 1960-70 döneminin restorasyonudur.
Yukarıdaki yargının, 1980’e uzanan yılların taşıdığı kitleselliği ve 1960-70 döneminin ideolojik ilkelliklerini göz önüne getirenler için yadırgatıcı olacağı söylenebilir. Gene de kimi göstergeler üzerinde ayrıntılı olarak durulduğunda, ilk bakıştaki yadırgamaların hafifleyeceğine inanıyorum.
En başta, 1960-70 dönemini özgün ve ayrık kılan öğelerden biri, soldaki canlanma ve tartışmaların, uluslararası ve ulusal planlarda gerçekten çığır açıcı reel gelişmeler bazına oturmasıdır. Yalnızca başlıklarını sıralamak yeterli: Uluslararası planda yumuşama, belki de uluslararası plandaki yumuşamadan da önce geldiği söylenebilecek Türkiye-Sosyalist Blok ilişkilerinin yumuşaması, Vietnam olayının yarattığı uluslararası boyutlar, Kıbrıs bunalımı nedeniyle ortaya çıkan kitlesel anti-Amerikancılık, dış politikada daha bağımsız yönelimler, Fransa’da 1968 olayları, bir Sosyalist partinin parlamentoda 14 milletvekili ile temsili, 15-16 Haziran işçi olayları, vb. vb…
Bu hareketli ortamda Türkiye solu, 1918-23 canlanma döneminde yarım kalan ya da iğdiş edilen bir ayrışma sürecini daha tam olarak yaşama olanağı buldu. Kurtuluş Savaşı yılları solculuğunun Osmanlı solculuğundan bir kopuş yaşaması gibi, 1960-70 solculuğu da kendi öncülünden ayrışma denemesine girişti. Bu denemenin uluslararası ve ulusal koşulların elverişliliği altında kesintisiz 10 yıl sürmesi, beraberinde pek çok netleşmeyi de getirdi.
Yalçın Küçük’ün bir değerlendirmesi önem taşıyor: “1940 kuşağının kısmen ve çoğunlukla 1940 yıllarının ikinci yarısında ve tümüyle 1950 yıllarında canlılığını yitirmesi, 1960 yıllarında gecikmiş 1940 yıllarının tezlerinin yaşanmasına yol açtı.” 19 Doğru; ancak bu yeniden yaşamanın, kendi başına ve büsbütün kısırlaştırıcı bir etkide bulunduğu sanılmamalı. Tersine, zamanla geleneksel solun ayrılmaz bir parçası konumuna gelen eski tezlerin yeni atılım ve aranışlarla yan yanalığı, solda o güne dek görülmemiş bir tartışma dinamiği ve ayrışma süreci yarattı. Geleneksel Kemalist eğilimler ve orduculuk, solculuk adına Dünya işçi sınıfını “satılmış” ilan eden çıkışlar, tepkici Kemal Tahir ve ATÜT solculuğu, “horlanma teorisi”ni baz alan yeni popülist tezler, hep birlikte 1960-70 döneminin simgeleri oldular.
Ancak, 1960-70 dönemini yaratıcı ve özgün kılan, hiç kuşkusuz bu renk cümbüşünün tek başına kendisi değil. 10 yıllık bir serbesti, değindiğim gibi önemli ayrışmaların da ortaya çıkmasına olanak tanıdı. En başta, bir süre için geleneksel solun organik parçası olarak görülemeyecek kimi nitelikler ve ayrılıklar taşıyan TİP, bizatihi kendi varlığı ile, gerçek geleneksel sol içinde önemli ayrışmaların yaşanmasını sağladı. Kısacası ve açıkçası: Geleneksel solun üzerine az ya da çok örtülü Kemalist ve Orducu eğilim, TİP’in varlığı ile belirginleşti. Başlarda, 1925-60 dönemi geleneksel solunun gerçek temsilcisi olma özelliklerini taşıyan MDD hareketi, hem TİP’in varlığının hem de geniş bir gençlik tabanına dayanmasının etkisiyle Kemalist, devrimci-demokrat, popülist ve hatta Yeni Sol eğilimleri kısa sürede kendi içinden fışkırttı. Böylesi bir katalizörlük işlevi gören TİP ise kendi içinde, kendine özgü süreçler yaşıyordu. 1961-71 TİP’inin özgün ideolojik bazını oluşturan Popülizm, zamanla Parti’nin dışına atıldı. Bu Popülizm, daha sonra, gene o yılların MDD’ciliği içinden çıkan Yeni Solcu ve popülist eğilimlerle aynı kanala oturacaktır.
Bu karışık tablo, oldukça önemli olduğunu sandığım bir başka gerçeğe daha işaret ediyor: Solun tabanda kitleselleşmesi, kendi başına, diri aydın kesimin ya da daha yaygın olarak, mücadeleci orta katmanların harekete kazandırdığı nitel gücün yerini tutamıyor. 1960-70 döneminin kendine özgülüğü de burada ortaya çıkıyor. 12 Mart’tan çıkış döneminde solun başta işçi sınıfı olmak üzere geniş kitlelere yayılışı, 1960-70 dönemine kıyasla ne denli ileri boyutlar kazanırsa kazansın, bu kazanımların diri aydın kesimlerinin ve orta katmanların erozyonundan doğan boşluğu kapatamadığı görülüyor. Açıkça söylemek gerek: Sol hareket (elbette CHP’den ayrı olarak) 1960-70 döneminden sonra, bu anlamda çok önemli, etkili ve sürekli bir erozyona uğramıştır. Daha da açığı: Türkiye solunun ortalığı en çok sarsar göründüğü 1973-80 dönemi, gerçekte bu anlamdaki erozyonun en ileri boyutlara ulaştığı dönemdir. Erozyonun öteki adı, apolitizm. 1960-70 döneminden sonra Türkiye solu, bir büyük apolitizm yaşamıştır. 75-80 döneminde CHP’nin yarattığı bir tür “siyasal apolitizm” iken, 12 Eylül dönemi bunu “felsefi-ideolojik” apolitizmle takviye etmiştir.
Burada, bir parantezin açılabileceğini sanıyorum. Parantez, Batı’nın gelişkin aydınına, seçkin orta sınıf insanına ilişkin olacak. John Le Carre, Batı’da iyi bilinen, bizde de romanlarından çekilen filmleri ve TV dizileri gösterilmiş bir casusluk romanları yazarı. Le Carre’nin romanlarında, İngiltere’de yaşayıp “Doğu Bloku” hesabına casusluk yapanlar, öyle sıradan, içki ve kadın düşkünü insanlar değildir. Le Carre’nin “Sovyet casusları” genellikle Oxford’u ya da benzeri seçkin okulları çok iyi derecelerle bitirmiş, oradan devlet hizmetine geçmiş parlak kişilerdir. Yaptıkları işi, para için de yapmazlar. Zamanında, öğrenciyken, Faşizmin, Nazi canavarlığının karşısındaki gerçek gücün Komünistler olduğuna inanmışlardır. Casusluğu da, kendi açılarından, inanarak yaparlar. En azından, Le Carre böyle çizer onları.
Bu, yabana atılacak bir saptama değildir. Tek başına, ayrık bir örnek de değildir. 20. yüzyılda, Batı aydınına bu biçimde damgasını vuran üç büyük dalgadan söz edilebilir. İlki, yaşanılan “köhne” dünyanın değiştirilebileceğine, haksızlıkların yerle bir edilebileceğine ilişkin 1917 Devrimi’nin yarattığı coşku dalgasıdır. Batı’nın en seçkin aydınları, bu dalganın, şu ya da bu düzeyde, şu ya da bu ölçüde, ama mutlaka etkisi altında kalmışlardır. İkinci dalga, Avrupa’da faşizme karşı mücadele döneminde yükseldi. Avrupa’da, faşizmden tiksinen seçkin aydınlar, bu belaya karşı hiç ikirciklenmeden, politika yapmadan, ölümü göze alarak direnenlerin başında Komünistlerin geldiğini gördüler. İspanya’da, Fransa’da, İtalya’da ve başka ülkelerde, onlarla birlikte savaştılar. Üçüncü dalga ise, soğuk savaş yıllarında yükseldi. Batı Avrupa aydını bu kez, insanlığı yok edecek yeni bir savaşın Batı tarafından kışkırtıldığına inandı. Bu inançla, barış yanlısı olarak, “Doğu Bloku”na gene sempati ile baktı. Denebilir ki, bu son dalga oldu.
Sözünü ettiğim dalgaların Doğu’da, Asya ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de aynen etkili olduklarını söylemek mümkün değil. Ancak, şunu söylemek mümkün: Sosyalizm ve Sosyalist Sistem, bu ülkelerde, Milliyetçilik, bağımsızlık ve ekonomik-toplumsal kalkınma aranışlarında çok daha önemli ve derin etkiler yaratmıştır. Türkiye söz konusu olduğunda, gerek Kurtuluş Savaşı yıllarının direnci ve bağımsızlıkçılığı, gerekse 1960’lı yılların egemen temalarından başlıcası olan “kalkınma ve sosyal adalet”, Sosyalist deneyimlerden çok büyük ölçüde etkilenmiştir.
Bunların tümünden çıkan sonucu ise şöyle özetleyebilirim: Bugün hem dünyada hem de Türkiye’de sol (burada gene dar anlamda sosyalizm kastediliyor) anti-faşizm, barışçılık, bağımsızlıkçılık, halkçılık, kalkınma vb. alanlarında eskiden sahip olduğu sivrilmiş ve rakip tanımayan konumunu bugün aynı inandırıcılık ve etkinlikle sürdürebilecek durumda değildir. Sözgelimi geleneksel sol, Batı’da, barışçılığı geniş kitlelere yaymada, barışa sahip çıkma arzusunu topluma maletmede gerçekten önemli işlevler görmüştür. Katkısı büyüktür. Ama geleneksel sol, bugün, eskiden olduğu gibi barışın tek başına en içten ve tutarlı savunucusu olduğunu kanıtlayacak durumda değildir.
Bu bir örnek. Türkiye açısında ise, durumun bir ölçüde daha karışık olduğu söylenebilir. Türkiye solunun, geçmişte, iki büyük atılım döneminde rahatlıkla sahip çıkabildiği kimi sorunlar, sözgelimi milliyetçilik, nesnel gelişim sonucunda artık hemen hemen tümüyle sağın malı olmuştur. Solun üstünlüğü gerçekte sürse bile, kalkınma, sosyal adalet vb. alanlarında bu üstünlüğü sergileyebilmek, sağdaki gelişmeler karşısında, örneğin bir 1960-70 döneminde olduğu ölçüde kolay değildir. Bugün solun, bu sorunlara yeni boyutlar katması, yeni kıstaslar sergilemesi ve yeni açılımlar getirmesi gerekmektedir. Sözünü ettiğim bu nesnel gelişimin yanı sıra, Türkiye solunun 1971’den bu yana yaşadığı kadro kaybının ya da nitelik erozyonunun da kendi açısından olumsuz etki yarattığı söylenebilir. Bu erozyon sonucundadır ki sol, kendi ayrıklığını ve üstünlüğünü sergilemesi gereken hemen hemen her alanda, kendi dışındakilere biçtiği özel misyonlarla bu konumunu gölgelemiş, giderek silikleşmiştir. Örneğin, demokrasi konusunda kendi dışındakilere özel ve ağır misyonlar tanımada bu denli ısrarlı olan geleneksel solun, kendi “demokrat”lığını belirginleştirmede güçlük çekmesi de doğaldır.
Sıra, açılan parantezi kapatıp kimi sonuçları derleyip toparlamaya geldi. Sonuçlardan birisi şöyle belirginleşiyor: Türkiye solunda son 20 yıl içinde yaşananlarla, geleneksel sol kendi yerini bulmaya başlamıştır. Ne var ki, bu aşamada geleneksel sol, 1925 sonrasına benzer bir restorasyonu yaşamaya aday görünümdedir. Bir başka deyişle geleneksel sol, temelleri ve boyutları bugünden kestirilemeyecek yeni bir canlılık dönemine dek, 1925-60 geleneksel solunu bir daha yaşama eğilimindedir. Kendi değerlendirmelerinin, siyasal saptamalarının, “strateji ve taktik” çözümlemelerinin yanı sıra, uğradığı nitelik erozyonu ve kadro kaybı da onu böyle bir kanala zorlamaktadır. Buna bir de uluslararası planda 1980’lerden buyana belirli bir yerleşiklik kazanan olumsuzlukları eklemek gerek…
Ancak, geleneksel solun konumu ve tercihi ne olursa olsun, bir bütün olarak Türkiye solundaki hareketlilik ve yeni açılımlar, geleneksel solun kendisini de etkileyebilecektir. Açık ki, bugün ortada bir büyük dalganın kendi üzerinde taşıdığı, üzerine binilip rahatça yol alınabilecek bir kayık yok. Ancak, bir bütün olarak Türkiye solunun köşesinde durup bir büyük dalganın önüne boş bir kayık getirmesini hep bekleyeceği de sanılmamalı. Hareketlenme, her şeye karşın mümkündür.
Hareketlenmenin, 1925-60 tercihine eğilimli görünen geleneksel solu etkilemesi de mümkündür.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu konuda özellikle bkz. Tunçay Mete; Türkiye’de Sol Akımlar 1908-25 Bilgi yay. Ank. 1978 s:60 62 303. Yalçın Küçük ise tersine Osmanlı döneminde Sosyalizan eğilimlerin de İttihat ve Terakki içinde barındığına değiniyor. (Aydın Üzerine Tezler III. Tekin yay. İst. 1986 s:57) Bir genel eğilim olarak bu görüşü doğru saymak mümkün görünmüyor. Küçük Türkiye solunun zamanla giderek yabancılaştığı “iktidarcı” bir kökene sahip olduğunu vurgulama amacıyla “çubuk bükmüş” olabilir
- Babayev Ekber; Yaşamı ve yapıtlarıyla Nazım Hikmet, Çev: A.Behramoğlu Cem yay., İst., 1976, s:61.
- Aydemir Şevket Süreyya; Suyu Arayan Adam (5. baskı), Remzi Kitabevi, İst. 1974, s: 201
- Tunçay Mete; Bilineceği Bilmek; Alan Yay. İst. 1983, s:206
- Hüsnü Şefik; Seçme Yazılar, Aydınlık Yay. İst. 1971, s:58
- İleri Rasih Nuri; Atatürk ve Komünizm, May Yay. İst. 1970, s:168
- Duru Orhan; Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Milliyet Yay. İst 1978, burada yer alan belgelerden birinde, Türkiye’deki örgütlenme ve harekete Komintern’in özel bir misyon tanıdığı ortaya çıkıyor (s:226)
- Hüsnü Şefik; a.g.e., s:211
- Komintern tarihinin, izlenen “sağ” ve “sol” politikalar açısından incelenmesi ilginç bir konu ve burada buna girilmiyor. Komintern tarihinin bu açıdan değerlendirilmesinin ilginç sonuçlar verebileceği söylenebilir.
- Türkiye Komünist İşçi Hareketi, Çev: Fatma Bursalı, Aydınlık Yay. İst. 1979, s:120
- a.g.e. s:135
- a.g.e. s:206-207
- Weber Herman; Üçüncü Enternasyonal: Belgeler, Çev: Ü. Kıvanç, Belge Yay. İst. 1979, s:242
- Türkiye Solu, bugüne dek, “cephe” için çalmadık kapı bırakmamıştır. Yeni dönemde 1969’da, Ankara’daki bir makarna imalatçısının, ilerici tutumu nedeniyle “milli burjuvazi” çözümlemisinin en açık kanıtı sayılmasıyla başladı. Sonra iş büyüdü, Eskişehir burjuvazisine kadar uzandı. Türkiye solunun “cephe” merakının teorik kanıtlarla ya da somut örneklerle dengelendirilmesi pek mümkün görünmüyor. Bugün “cephe” dendiğinde, daha çok Marquez’in Yüzyıllar Yalnızlık romanında bir bölüm geliyor akla. Daha doğrusu, solun kimi kesimlerinin cephe konusundaki aşırı merakı, ister istemez akla bunu getiriyor. Marquez’in romanında ihtilalcı albay Buendia’ya, teorik danışmanları, karşı tarafın cephe için gerekli gördüğü koşulları iletiyorlar. Şöyle: “Öncelikle liberal toprak sahiplerinin desteğini yeniden kazanmak için, tapu kadastro kayıtlarını kurcalamaktan vazgeçmesini istiyorlardı. Sonra Katolik kitlelerin desteğini sağlamak için, din adamlarının nüfuzuyla uğraşmayı bırakmasını istiyorlardı. Son olarak da aile bütünlüğünü korumak amacıyla, evlilik dışı doğmuş çocuklara eşit haklar verilmesini amaçlamaktan vazgeçmisini istiyorlardı… Delegelerden biri ‘bu değişiklikler taktik gereği’ diye atıldı. ‘Şu sıra önemli olan şey, savaşın halka dayanan tabanını genişletmektir. Sonra bunları yeniden ele alırız.” Ancak, Buendia’nın çevresinden birinin, nedense bu işlere pek aklı yatmıyor ve söz alıp konuşuyor: “Dediğiniz gibi savaşın halka dayanan tabanını bu değişikliklerle genişleteceksek, Muhafazakar rejim geniş bir halk temeline dayanıyor demektir. Sözün kısası, demek oluyor ki, biz yirmi yıla yakın süredir halkın duygularına karşı savaşmışız.” (Çev: Seçkin Cılızoğlu, Sander Yay., İst., 1981, s:178)
- Şişmanov Dimiter; Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Haz: A. R. Zarakolu, Belge Yay., İst., 1978, s:121
- Nesimi Abidin; Yılların İçinden, Gözlem Yay. S:134, 139.
- Nadir Nadi’nin aktardığına göre, 1950’lerde CHP adına Avrupa Konseyi toplantılarına katılan Yalçın, Batı Avrupa ülkelerini, Sovyetler karşısında kesin tutum almadıkları için “korkaklık” ve “yüreksizlikle” suçluyor ve ekliyor: “Bombalanmaktan korkuyorsunuz.” Nadi, haklı olarak aynı Yalçın’ın Nazilerin ilk başarıları üzerine paniğe kapılıp gene Batı’ya kızdığını anımsatıyor. (Olur şey değil, Çağdaş Yay., İst., 1981, s:105) Yalçın’ın Meşruiyet dönemindeki her hava bulanışında soluğu yurtdışında aldığını da ayrıca ekleyelim.
- Ataöv Türkkaya; Turkey and the Western World, University Microfilms, Ann Arbor, Michigan, 1959, s.254 (yeri gelmişken değinelim: Ataöv’ün ABD’ndeki bu çalışmasında, o yıllara özgü ABD’ci ve NATO’cu konumun yazarı da derinden cezbettiği görülüyor. Sonra Ataöv, belki gene aynı yıllarda topladığı materyal ile 1968-1969’da bu kez ABD emperyalizmine karış kitaplar yazıyor. Böylece Türkiye’deki 1960-70 fırtınasının Ataöv’ü de etkilediği ortaya çıkıyor.)
- Küçük Yalçın; Aydın Üzerine Tezler – 4, Tekin Yay. İst., 1986, s:152