Bolşevizm bir teori değildir…
Marksizmin belli bir yerellikte yeniden üretilmesi ve bu üretimin marksizmden kopmayacak kadar ona içkinleşmesine bir ad vereceksek bu, bolşevizm değil, leninizmdir. Ve nihayet, bolşevizm marksizmin belli bir türde yorumlanışının ürünü olan bir ilkeler demeti hiç değildir…
Bugüne uzanan, sahip çıkılacak olan ve sınıf mücadeleleri sürdükçe anlamlı kalacak olan bolşevizm, siyasal mücadelede ancak ve ancak belli öznelere özgü bir tarzın adıdır. Bu nedenle çok önemlidir…
Marksizmin bilimsel içeriğinin zenginleştirilmesi sürecinde leninizmin özel bir yerinin olduğundan hiç kuşku yok. Bu anlamda leninizmin, marksizmin bilimsel yanına devrimci bir siyasal pratiği eklemenin adı olduğunu ileri sürenlerle hesabımız hiç kapanmayacak. Peki, marksizmle bu biçimde organik bir bütünleşme sürecine giren leninizme “bolşevizm” doğal olarak içkin değil midir?
Çoğu kez birbirinin yerine kullanılan leninizm ile bolşevizm arasında bir açı oluşturmak gibi bir niyetim kesinlikle yok. Öznel zorlamalarla yeni kavramsal düzeylere ulaşmak da o kadar cazip değil. Ancak, bazı düzeltmeler yapmanın Rus deneyimine bakışı kolaylaştıracağını düşünüyorum.
Her türden marksist-leninist konumlanıştan doğrudan bolşevizmin üreyeceğine itiraz ederek başlanabilir. Bolşevizm, Rus bolşeviklerinin kendilerine atfettikleri özelliklerden bağımsız olarak, marksizmin-leninizm adına devreye girebilecek mümkün olan tek siyasal tarz değildir.
En başta, devrimci marksizm zorunlu olarak devrimci mücadeleyi dayatsa bile, belli kesitlerde, hatta genellikle, komünistler devrimin güncelliğini temel hareket noktası alan bir çalışma gündemi oluşturamayabilirler. Teorik olarak tartışılabilir olan bu saptama, pratikte 20. yüzyıl komünistlerinin Avrupa ve Kuzey Amerika’daki dramatik yaşantılarında kolaylıkla test edilebilir. Konumlanı-şın kendisinin hiçbir zaman marksist-leninist olup olmadığı ise bambaşka bir sorundur ve bilimsel sosyalistlerin bütün bir yüzyılın kavgasına böylesine soğuk ve acımasız bakmalarının yanlış olacağı unutulmamalıdır.
Şöyle devam edilebilir: 20. yüzyılda geçici, ya da kalıcı “zafer”e uzanan bütün devrimci girişimlerde ve sosyalist kuruluş deneylerinde “bolşevizm” aramak olanaksızdır. Yanlış anlaşılmasın, zaten marksizmin otoritesinin tartışıldığı süreçlerden sözetmiyorum. Burada önemli olan komünistlerin öncü partileriyle marksist-leninist mirası ergeç yeniden ürettikleri örneklerdir; Bulgaristan’dır, Almanya’dır, Küba’dır… İlk ikisini de bir kenara koyalım, bugün komünistliklerinden, marksizm-leninizme bağlılıklarından zerre kadar kuşku duyulamaya-cak olan Küba devrimcileri burada benim vurguladığım bir tarzın öznesi bağlamında şu an “bolşevik” olarak adlandırılamazlar. Bunun tarihsel nedenleri vardır ve bu onlar için bir eksiklik değildir.
Elbette bolşevizmi Rusya topraklarına hapsetmeye çalışmıyorum. Ne böyle bir ayrıcalığı Rus devrimcilerine bırakarak onları aziz mertebesine çıkartabiliriz, ne de bundan sonraki keskin dönemeçlerde bu tarzın muazzam olanaklarından feragat edebiliriz.
Peki nedir bu bolşevik tarz?..
Bu konuya bir ölçüde Gelenek‘teki bir yazımda “Lenin’in Düşüncesi” çalışmasında girmiştim. Burada bir anlamda 5 Mart’ta ölümünün 40. yılında “Stalin” için, sonrasında Sovyet deneyinde post-bolşevik döneme geçilen komünist önder için yazıyorum; bu nedenle yalnızca sesli bir biçimde düşünmek istiyorum.
Bolşevik tarz, marksizmin mirasıyla kurulabilecek özel bir ilişki türüdür. Mirasın dışsal bir kılavuz olmaktan çıkarılması ve devrimci yeniden üretimin doğrudan mirasın öznesi hâline gelinerek gerçekleştirilmesidir. Bir anlamıyla marksizmin bilimsel devrimci bütün içeriğine dair bir emprovizasyondur. Tıpkı, jakobenlerin burjuva devriminin idealleriyle, ideolojik siyasal içeriğiyle kurdukları ilişki gibi…
Her devrimci atılım gibi olağanüstü büyük riskler taşıyan bu cüretin idealizme evrilme olasılığı bir çok nedenle gerçekleşmedi. Ama, tek başına Lenin’den kaynaklanmayan bolşevik tarzın asıl kurtarıcısı, bu tarzla hemen hemen aynı dönemde boy atan ve marksizmin bilimsel dinamiklerine kıskançlıkla bağlanan leninizm oldu. Arkasına marksizmin leninizmle yenilenmiş otoritesini alan bolşevik tarz, “sınır tanımayan” bir hâle geldi. Tarihin kurulması sürecindeki her dönüştürücü adımda bolşevikler bu otoriteyi bir araç olarak kullanmak yerine onunla bütünleşerek ve kaçınılmaz olarak ona kendi renklerini çalarak ilerlediler. Bolşevizmin marksist teoriye yaptığı en büyük kötülük de buradan geldi; bolşevikler teorisizasyon sürecinde de kendi özne konumlarının yarattığı ayrıcalıklardan arınamadılar, “sınır tanımayan” bir tarz, teoriyi kendi öznel konumuyla sınırlandırdı; kısırlaştırmadan kaçınılamadı.
Belki bu kısırlaştırmanın sonuçları hafifletilebilirdi. Eğer, Sovyet deneyinde bolşevik tarz Stalin ile birlikte sona ermeseydi, sosyalizmin kuruluş sürecindeki ilk 35 yıllık standartlarla yetinilmeseydi, yani sosyalizmin yaşanan güncelliğine bel bağlanmasaydı, teorik kısırlık o kadar önemli değil, devrimin kazanımlarının bu kadar kolay elden gitmesine neden olacak sürecin de önüne geçilebilirdi.
Teorik açıdan yeni gündemlerin zenginleştirici etkisine açık kalınırdı.
Siyasal açıdan kurumsallaşma, radikal çıkışlara alışmış ve bundan korkmak bir yana bunsuz yapamayan bir tarzın elinde kuruma ile sonuçlanmazdı.
İktisadi açıdan verimlilik tartışmaları “soğuk” ve teknisyen ekiplerin eline teslim edilmez ve bolşevizmin eşitlikçiliğindeki bağnazlık sayesinde devrimci bir mecrada sürerdi.
Bütün bunların olmamasının nesnel ve öznel açıklamaları var. Ancak bu yazıda tek bir sonuca vurgu yapmak, bir kez daha “hak” teslim etmekle yetinmek istiyorum: Stalin sonrası dönemdeki Sovyet yönetimi için, birkaç istisnayla ama örneğin Hruşçov ve Brejniyev’i katarak “bu insanlar birer komünistti, marksist-leninistlerdi” demekte bir sakınca görmüyorum. Ama bolşeviklik, başka bir şey ve bundan pek nasiplerini aldıklarını sanmıyorum.
Stalin, kalıcılaşması, yani bütün bir devrimci döneme yayılması hemen hemen olanaksız olan bir tarzı kendi şahsında somutlayabildiği için onurumuzudur; geleneğimizdir. Tarzın giderek kollektif olmaktan çıkması ve bu nedenle bu büyük devrimcinin ölümüyle devre dışı kalmasının sorumluluğu da yine ona yazılacaksa, şu mutlaka hesaba katılmalıdır:
Yarım yüzyılı aşan bir komünist kişiliği, hele hele bu kişilik yeraltından iktidara mümkün olan bütün sınavlardan geçtiyse, ölüm soğuk nefesini sosyalizmin evrensel itibarı ve gücünün tartışılamayacağı bir güne sakladıysa, mirasımız böyle pek az önder üretiyorsa, ne bu ve benzer sorumluluklar, ne “günahlar”, ne de hasımların güçsüz ve titrek bilekleri sarsabilir.
Marksizmin-leninizmin silkinişinde mutlaka yenilenmiş bir bolşevik tarzın sürükleyici olacağına, bu tarzın Türkiye’deki marksistlere uzak düşmeyeceğine olan inancımla; saygıyla…
5 Mart 1993