Uluslararası komünist hareketin içinde bulunduğu durumu savunmacı bir hattın egemenliği ile tarif etmek mümkün. Kapitalizmin “zafer”ine rağmen direnmenin onuru, şimdilik, devrimci bir çizgide kalmakta ısrar eden komünist yapı ve çevrelerin en önemli dayanaklarından birini oluşturuyor. Sosyalizmin, komünizmin ve marksizmin “ölmediği”ni, günümüz gelişmelerini açıklama gücünün hala bulunduğunu, kapitalizm sürdükçe yeniden güncelleşebileceklerini savunmak ve dalganın tersine dönmesini beklemek, direnişçiliğin en önemli teorik ve pratik bileşenleri arasında yer alıyor. Bunların yanında da, sosyalizmin çözülüşünü açıklama, “Nerede hata yaptık?” sorusunu yanıtlama kaygılarının beslediği bir muhasebe çabası bulunuyor.
“Hata”nın kaynağını aramak konusunda ise iki farklı eğilimin belirginleştiğini saptamak mümkün. Bunlardan birincisinde, kapitalizmin geçirdiği ve geçirdiği düşünülen değişmelerden hareketle, reel sosyalizmin çözülüşünü ve uluslararası komünist hareketin tıkanıklığını bu değişmelerle belirlenen tarihsel bir bağlamın içine yerleştirme çabası egemen. Ancak, yenilgi psikolojisi içinde, sözkonusu zemin, sağ tezlere kapı aralıyor. Teorik ihtilalcilik eksiği, devrimci konumda direnenlerin yenileşmeci tezlerin dayandığı analizleri alıp bunlardan çıkarılan reformist sonuçları reddetmekle sınırlı bir teorik etkinlikte sıkışıp kalmalarına yol açıyor. Teoride eklektisizm, bu çerçevenin kaçınılmaz sonucu oluyor.
İkinci eğilim ise, “değişme” kavramının kendisinin olumsuzlanması ve teorik zeminde dar bir inatçılığı içeriyor. Bu ikinci eğilimin temsilcileri, yenileşmeci analizlerin marksizm zemininden uzaklaşmaya hizmet etme potansiyellerini daha iyi “sezdiklerini” göstermekle birlikte, uluslararası siyasal dengelerde yaşanan değişmelerin bile dünya devrim sürecine ilişkin girdilerde önemli farklılaşmalara yol açtığını gözardı etme noktasında çözümsüzlüğü yeniden üretme konumunu aşamıyor.
Yukarıda söylenenler, aslında bu iki eğilimin az çok ortak bir zeminde buluştuklarına ilişkin ipuçlarını da içeriyor. Burada şu noktaya değinmekle yetinelim: Cephecilik ve belirli şekiller alan üçüncü dünyacılık, hem “sorgulayıcı”, hem de “inatçı” marksistler açısından ortak bir payda olma konumunu koruyor. Birinci eğilimin temsilcileri, “yeni toplumsal hareketler”in sosyalist politikaya dahil edilmesi, “Kuzey-Güney çelişkisi” vb. konularda klasik cephecilik ve üçüncü dünyacılığın az çok farklılaşan versiyonlarını üretirken, ikinci eğilim, bu türden revizyonlara bile gerek duymayarak ortalamacı bir ortodokside takılıp kalıyor.
Bundan birkaç yıl önce ve henüz sosyalizmin çözülüşü kesinleşmemişken, Gelenek sayfalarında, reel sosyalist ülkelerde yaşanan gelişmelerin uluslararası sosyalist hareketi bir dönemeç noktasına getirdiğini, Sovyetler Birliği’nin politik otoritesindeki zayıflamanın geleneksel solun geçmişle hesaplaşmayı da içeren bir atılımının olanaklarını da içerdiğini, teorik reorganizasyon başlığının güncelleştiğini vb. savunuyorduk. Belirli yüklerden kurtulan geleneksel solun kendisini yeniden tarif etmek durumunda olduğunu saptıyorduk. Bu söylenenlerde herhangi bir sorun yoktu. Ancak reel sosyalizmin yaşadığı iç süreçlerin çözülüşe yol vermesiyle birlikte, bu çerçeve tümüyle farklı ve karşıt bir uçta doğrulandı. Teorik reorganizasyon gereksinimi gerçekten de güncelleşti; ancak bu güncelleşme, sosyalist hareketin geleceğe dönük iddialarının bir iç gündemde somutlanmasından çok, sosyalizmin konjonktürel de olsa bir yenilgi yaşamasından ve kapitalizmin zafer kazanmışlık görüntüsünden kaynaklandı. Bu da, uluslararası komünist hareketin henüz hesaplaşamadığı tarihsel mirası üzerinde, sağ tezlerin özel bir ağırlık kazanmasına ve en iyisi de ortalamacılığın ayakta kalmasına yol açtı.
Yaşanan süreci çok daha derinlemesine analiz etmek mümkün. Ancak, mümkün olduğu oranda anlamlı olduğunu söylemek kesinlikle olanaksız!
Sosyalist hareket, hiçbir zaman, tek başına yaşadığı sorunların tahlilinden hareketle ileriye sıçramanın olanaklarını yaratmış değildir ve bundan sonra da böyle olmasını beklemek için herhangi bir neden yok. Yine sosyalist hareket, tek başına, dışında şekillenecek olan dalgaları bekleyerek diri kalmamıştır ve herhangi bir dalganın sosyalizmi güncelleştirmesi sosyalist hareketin bu dalga öncesinde ve sırasındaki etkinliğinden bağımsız bir “tarihsel zorunluluk” içermez.
Öncelikle, mevcut “psikoloji”nin kırılması gerekiyor. Bunun için de, belli başlı kimi noktalarda açıklık sağlanmalı.
Birincisi, ortada “açıklanması gereken” bir hezimet değil, onurlu bir tarih duruyor.
Bununla bir arada ve ikincisi, reel sosyalizmin çözülüşünden sonra yaratmış olduğumuz değerlerin ve yitirmiş olduğumuz kazanımların önemi belirginlik kazanmıştır. Sosyalizmin “ortadan kaldırılması”ndan sonra, ne eski sosyalist ülkelerde, ne de dünya çapında daha iyiye giden hiç bir şey yoktur.
Üçüncüsü, sosyalizmin yıkıntısı üzerinde piyasaya sürülen hiç bir “yeni”lik insanlığa iyimser bir gelecek beklentisi sunmuyor. Tam tersine, kapitalizmin krizi derinleşerek sürmektedir; düşünsel kısırlık yozluğa dönüşmüştür; insanlık, kelimenin her anlamıyla barbarlığın eşiğini zorlamaktadır.
Dördüncüsü, marksizm ve komünizm, her koşulda, kapitalizme yönelen güçlü bir silah olarak anlamlıdır. Tarihsel ve teorik/ideolojik zemini itibarıyla, marksizm, “savunmacı” olamaz; bu, marksizmin özüne aykırıdır ve marksizmin özündeki devrimcilik ancak ve ancak bir iddialılıkla birlikte yeniden üretilebilir.
Evet, pek çok “hata”mız oldu; ama tarihin içinde bulunduğumuz kesitinde, kapitalizmin kendisi, giderek, “bir büyük hata”ya dönüşmüştür.
Dolayısıyla ve yeniden ifade edersek: öncelikle psikolojik bir değişim yaşamamız gerekiyor. Burada da, biz zayıf halka komünistlerine daha fazla şeyin düştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Öznel bir kalkış noktasının uluslararası komünist hareket için yetersiz olduğu itirazı yöneltilebilir ve bu doğrudur da. Ancak, nesnel olanakların değerlendirilmesi de, öznel bir ön konumlanışı gerektirir. Sosyalist hareket açısından, devrim ve iktidar perspektifi nesnel çözümlemelerin üzerine kurulacak bir sonuç değil, bu sonuca ulaşma yolunda bir kalkış noktasıdır.
Bu çalışmada, dünya kapitalizminin mevcut nesnelliğinin komünistlerin iyimserliği için yeterli verileri sunduğu gösterilmeye çalışılırken, aynı nesnellikten türetilen sağ tezlerin zemininin ayrıştırılmasına ve bunlara karşı girişilmesi gereken hesaplaşmanın kimi ilk adımlarının atılmasına da ayrı bir önem verilecek.
DÜNYA KAPİTALİZMİNİN BUNALIMI
Dünya kapitalizminin içinde bulunduğumuz dönemdeki değişim dinamiklerinin 70’li yılların başından bu yana yaşanan bunalımdan bağımsız olarak ele alınması, son derece yanıltıcı sonuçlar türetmek için herhalde en elverişli yoldur.
Bugün, başta bilimsel-teknik devrim, işçi sınıfının yapısındaki değişme, hizmet sektörünün artan önemi vb. konular olmak üzere, “değişim” kavramıyla birarada gündeme gelen neredeyse tüm başlıkların incelenmesinde, bu başlıkların gerçek tarihsel bağlamları içine yerleştirilememesinden doğan ciddi zaaflar gözlemlemek mümkündür. Konjonktürel olan ile tarihsel olan arasındaki ayrım bilerek ya da bilmeden gözardı edildiğinde, güncel eğilimlerin geleceğe projeksiyonu doğrudanlaşmakta, bu da imajların ve boş lafların egemenliğine yol açmaktadır.
Diğer taraftan, burjuva ideolojisinin içinde bulunduğumuz konjonktürdeki temel bir işlevi de, sözkonusu yanılsama zeminini güçlendirmek yaşanan anın evrenselliğini veri kabul ettirmek ve farklı bir gelecek kurgusunun olanaksızlığını beyinlere işlemek olarak aynştırılabilir. Aslında bu söylenenlerin herhangi bir yeniliği yok; burjuva ideolojisinin özel avantajı, kendi evrenselliğini reddedilemez kılmanın maddi olanaklarına kavuşması oldu.
Kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımın barındırdığı çelişki ve dinamiklere biraz daha yakından bakalım. Öncelikle, daha çok bilinen ve tartışılmış olan kimi noktalardan başlamak istiyorum.
70’li yıllardan bu yana yaşanan genel bunalımın özgül bir boyutunu, devlete kriz regülasyonu çerçevesinde yüklenmiş olan özel misyonların ağırlığı oluşturuyor. Gerçekten de, son iki onyılda liberalizm konusunda söylenen bir yığın lafın arkasında, emperyalist devletlerin kapitalizmin bunalımına bugüne dek hiç yaşanmamış boyutlara varan müdahaleleri bulunuyor.
Diğer yanda ise finans kesiminde yaşanan derinleşmeyi saptamak gerekiyor. Kredi sisteminin genişlemesinin, bunalıma verilen bir refleks olduğu yeterince biliniyor. Ancak, içinde bulunduğumuz bunalımda sözkonusu sürecin basit bir refleks olarak açıklanabilirliği konusunda kuşku uyandıracak şekilde kalıcılaştığı gözlemleniyor. Genel bunalım sürecinin içinde gerçekleşen devresel dalgalanmaların bir türlü köklü bir yıkım yaratmamasının ötesinde, finans sektörü yediği her darbenin ardından daha güçlenerek çıktığı görüntüsünü veriyor.
Devletin krize müdahaleleri ve finans sektörünün kazandığı özgül konum ile, uluslararası sermayenin yoğunlaşma derecesi, ya da tekelleşmenin ulaşmış olduğu boyut arasında doğrudan bir ilişki var. Devlet ile tekeller arasındaki her tür dışsal ilişki biçiminin ortadan kalktığı günümüzde, gerek devlet müdahaleleri, gerekse finans kesiminin genişlemesi, bunalımın sermaye yoğunlaşmasını boyutlandırması işlevini öne çıkarıyor. Bu arada da sermayenin uluslararası yapısı az çok korunabiliyor ve köklü altüst oluşlardan kaçınılabiliyor.
Kriz regülasyonu, yakın geçmişe kadar, iki kutuplu dünya nesnelliği ile açıklanabiliyordu. Kapitalizm, bunalımı sonuna dek yaşamayı politik kaygılarla göze alamıyor; ama tam da bu nedenle, bunalıma yol veren çelişkilerin birikimine yol açıyordu. Bunalımın ancak sermayelerin yoğun bir değersizleşme ve yeniden yapılanma süreci ile sonuna dek yaşanmasıyla aşılabilirliği bir yanda, güçlü sosyalist tehdit karşısında bu sürecin doğuracağı risklerin göze alınmazlığı diğer yanda duruyordu…
Bu çerçevenin yanlış olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak, bugün gelinen noktada en azından yetersiz kaldığını saptamak gerekiyor. Sosyalizmin çözülüşü ile birlikte, politik kaygıların hafiflemesi sözkonusu (hatta, “vahşi kapitalist” tezlerin ortalığı sarması, burjuvazinin kendisine olan güveninin bir tepe noktasına ulaştığına işaret ediyor). Diğer yandan, yukarıda da değinildiği üzere, bunalıma verilen tepkilerin belirli bir kalıcılık kazanmasından, kapitalizmin bunalımla birlikte yaşamaya giderek “alışmasından” söz etmek mümkün görünüyor. Kuşkusuz bu gerçekten de bir “görüntü”den ibaret; ama, her nasılsa kendi gerçekliğini sürekli olarak yeniden üretmenin yollarını da bulan bir görüntü…
Kapitalizmin genel bunalımlarını aşması, eskiyen sermayelerin hızla değersizleşmesi, yeniden üretim sürecinin köklü bir kesintiye uğraması, bunalımın yıkımı üzerinde ise sermayelerin teknik bir atılım eşliğinde yeniden yapılanması, yeni dönemin lokomotif sektörlerinin ortaya çıkması ve bu yeni başlangıç noktasından itibaren sermaye birikiminin yeniden ivme kazanabilmesi ile gerçekleşiyor.
Bu sürecin kaçınılmazlığı ne kadar nesnelse, kapitalistlerin süreç içindeki kaygıları da o kadar özneldir. Bireysel kapitalistin bunalım hakkında bilimsel bir donanıma sahip olup olmaması, bunalım sırasındaki davranışlarında herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Kapitalistler arasındaki rekabetin en şiddetli biçimlere büründüğü bunalım dönemlerinde, her bir kapitalist kendi durumunu kurtarmaya bakar. Kendi kurtuluşunun bütünün yıkımı pahasına olabilmesi, kapitalisti elbette “üzebilir”; ama o zaten tanımı gereği başkalarının sefaleti pahasına zenginleşmeyi temsil etmektedir.
Sermayenin kişileşmesinden başka bir şey olmayan bireysel kapitalist için söylenen, sermayenin kendisi için çok daha geçerlidir. Zaten, kapitalizmin derinleşmesi ya da aynı anlama gelmek üzere sermayenin yoğunlaşması ile birlikte bireysel kapitalist, giderek, sermayenin basit bir ajanına dönüşür. Sermayenin mülkiyeti, tekelleşmeyle birlikte kollektif bir kapitalist sınıf tarafından temsil edilmeye başlar ve tek tek kapitalistlerin sermayelerini çarçur etme hakları başta olmak üzere özgürlüklerinde de bir daralma yaşanır.
Dolayısıyla, “sermayenin yeniden yapılanması” denen şey, yazıldığı kadar kolay gerçekleşmez. Bunun uluslararası düzeyde yaşanması da öyle. Sermayenin herhangi bir tarihsel kesitteki yapılanışı, kendisini yeniden üretme dinamikleriyle birlikte kavranmak zorundadır. Bunalımla birlikte bu yapının iç çelişkileri kendisini ne kadar güçlü şekillerde açığa vurursa vursun, yeniden yapılanma “kendiliğinden” gerçekleşmez. Bunalımın doruk noktasına ulaşması, tarihsel gelişim çizgisinde de az ya da çok bir kopukluk yaratır. Yeniden yapılanma, bir önceki yapının barındırdığı dinamiklerin tek başına belirlediği bir içsel süreç olarak yaşanmaz. Her zaman bu sürece dışsal kimi etmenlerin varlığı ve zorlaması gerekir.
Bugüne dek yaşanmış olan genel bunalımlarda, ülkeler arasındaki eşitsiz gelişme, sermayenin yeniden yapılanmasına dönük olarak özel olanaklar yaratmıştı. Kabaca 2. Dünya Savaşı’na dek süren dönemde, sermayenin uluslararasılığı, daha çok bir sonuç olarak kurulabiliyordu. O dönemde de tekleşmiş olduğu rahatlıkla söylenebilecek olan dünya sahnesi, tekil ülkelerin içsel gelişim dinamiklerinin bir buluşma/kesişme noktası olarak şekilleniyordu. Bu durum, sermayenin uluslararası düzeydeki yeniden yapılanmasının eşitsiz gelişen ve ekseninde kapitalist ülkeler düzeyindeki eşitsizliklerin bulunduğu bir süreç olarak yaşanmasına yol açıyordu.
Genel bunalımların aşılmasında, yeni birikim sürecini başlatan, teknik bir devrimdir. Ancak yukarıda sözü edilen dönemde, bunalımın evrelerinin de farklı ülkelerde eşitsiz bir şekilde geçil(ebil)diğini saptamak gerekiyor. “Geriden gelen” ülkelerin özgül avantajı olan yeni tekniklerin daha kolay uygulanabilirliği, bu ülkelerin ileriye sıçramasına ve diğer ülkeleri de aynı yola zorlamalarına olanak yaratıyordu. Bu noktada, teknik bir devrimin bunalımın dayatmasıyla gündeme gelen “buluş”ların ürünü olmadığına işaret etmek gerekiyor. Teknik devrimin, dayanakları bunalımdan da önce şekillenmeye başlar. Gerekli buluşlar, az ya da çok önemli bir bölümü bunalımdan önce, olmak üzere elde hazır beklemektedir. Devrim bunların yeni bir üretim yapısı oluşturmak üzere bütünleştirilmeleriyle gerçekleşir. Kuşkusuz, bütünleştirme sürecinin kendisi de köklü sayılabilecek kimi yenilik ve buluşları gerektirir; ancak asıl sorun, eski sermaye yapısının doldurduğu alanda teknik devrimin ihtiyaç duyduğu genişlikte bir boşluğun doğmasıdır.
Bu söylenenlerin 1929 ile 2. Dünya Savaşı arasında yaşanan son genel bunalımda ne şekilde somutlandığı üzerinde kısaca durabiliriz. 2. Dünya Savaşı bunalımın aşılmasına dönük iki temel hizmet görüyor. Birincisi, savaşın getirdiği yıkım, sermayenin yeniden yapılanmasının dışsal koşullarından önemli biri oluyor. İkincisi, yeni dönemin temsilci adayı ABD savaşla olan ilişkisinin de yardımıyla, emperyalizmin hegemonik gücü olma olanağına kavuşuyor. Avrupa ve Japonya ekonomilerinin yeniden kurulmasına aktif bir müdahil olarak katılan ABD, sözgelimi, otomotiv sektörünün dünya çapında kilit bir önem kazanmasını sağlayabiliyor. 2. Dünya Savaşı sonrasını belirleyen temel teknik gelişmeler arasında ise içten patlamalı motorun yaygınlaşmasını, hafif tüketim malları alanında ve özellikle elektronik ve plastik sektörlerinde geçmiş dönemin buluşlarının yaygın bir kullanıma ulaşmasını sıralamak mümkün.
2. Dünya Savaşı’ndan bugüne ise, kapitalizmin gelişimini iki temel dinamikle nitelemek mümkün: Sermayenin yoğunlaşması (tekelleşme) ve uluslararasılaşması: Her iki dinamik de yeni değildir; tam tersine, kapitalizmin başından bu yana sözkonusu iki dinamiğin belirleyici ağırlığı vardır. Ancak, dünya tarihinde ilk kez sermayenin uluslararası bütünleşmişlik ve yoğunlaşması, ortaya tekil bir uluslararası sermaye yapılanması çıkarmıştır. Kapitalist ülkeler arasındaki dışsal ilişkiler alanı son derece daralmış, emperyalizm tüm kapitalist ülkeler açısından içsel bir olgu haline gelmiş ve bu arada da tek tek ülkelerin kendi başlarına sıçrama yaşama olanakları neredeyse ortadan kalkmıştır.
Yukarıda sözü edilenlerin bir miktar daha somutlanması mümkün. Bugün dünya ekonomisini üç kutupla tarif etme eğilimi güçlenmiş durumda: ABD, Avrupa (ya da Almanya) ve Japonya. Ancak, bu üç odak, sermaye yapılanmaları açısından temel bir farklılaşma göstermedikleri gibi, kendi aralarındaki bütünleşme derecesi de, bu yöndeki dinamikleri köreltici bir işlev kazanmıştır. Enerji kaynakları ve hareket ettirici mekanizmalarda köklü bir dönüşümün ipuçlarına bu ülkelerin sınai gelişim süreçlerinde rastlanmamaktadır. Bilişim sektöründeki gelişme ise, birincisi kendi başına bir yeniden yapılanma sürecinin odağı olabilme umudu sunmamakta, ikincisi de daha çok mevcut teknik temelin yetkinleştirilmesi için kullanılmaktadır 1 .
Dolayısıyla, sözkonusu odakların bugün temsil ettikleri zemin, güçlü bir “statüko”dur. Bu ülkeler arasındaki liderlik mücadelesi, bu çerçevede, ikincil bir önem taşımaktadır. Bu kez, kapitalizmin hegemon gücünün değişimi, en azından mevcut alternatifler üzerinden düşündüğümüzde, sermayenin yapılanışı açısından ciddi bir değişiklik doğurmaya aday değildir. Ve tam da bu nedenle, üç odak arasındaki hegemonya mücadelesi, yine en azından şimdilik, belirli sınırları aşmaya da aday değildir.
Diğer yandan, teknik bir devrimin gerçekleştirilmesi her yiğidin harcı olmaktan çıkmıştır. Bunun önkoşulu, geçmiş deneyimlerle karşılaştırılamayacak bir sermaye yoğunlaşmasıdır ve sözkonusu üç odak dışındaki kapitalist ülke ya da ülke gruplarında bu tür bir yoğunlaşmanın yakınına bile yaklaşılamamaktadır. Bu konuda, yalnızca gelişkin kapitalist ülkelerdeki araştırma ve geliştirme harcamalarının boyutuna bakmak bile yeterli olacaktır. Üstelik, bu alanda giderek hızlanan bir tekelleşme süreci yaşanmaktadır. Bilgi’nin metalaşması süreci belirli bir olgunluk kazanmıştır ve artık tek başına bilgiye sahip olmak değil, onu sürekli bir şekilde üretmek ilerlemenin değil, yerini korumanın bile önkoşulu haline gelmiştir.
Bu son söylenenler, doğal olarak, kapitalist üretim tarzının egemen olduğu ülkeler için geçerli. Bu ülkeler ele alınırken, sermayenin uluslararasılaşması sürecinin dışında olmadıkları, dolayısıyla hareket marjlarının yalnızca ellerindeki sermaye birikimi ile belirlenmediğini de hesaba katmak gerekiyor. Yoksa, teknik bir atılımı gerçekleştirmek için gerekli maddi zemin, gelişkin kapitalist ülkelerin bilgi (teknoloji) üretim süreçlerinin maddi boyutlarından doğrudan türetilemez. Çünkü, sermaye, yine kapitalizmin son döneminde yoğunlaşmış olmak üzere, bilgi üretiminin kendisini de tüm “sınıflar-üstü” içeriğinden “arındırmış”, insanlığın entellektüel potansiyelini mevcut yapılanmasının zoraki yeniden üretim koşullarına uydurmakta büyük başarı kaydetmiştir. Bugün, yeni bir teknik devrimin ön koşulları mevcuttur. Sorun, tekelci kapitalizmin üretici güçlerin gelişiminin önüne bir kez daha ve bu kez çok daha güçlü bir şekilde dikilmesidir. Bunun kimi somutlanış biçimleri aşağıda ele alınacak.
Burada, tartışmanın nicel boyutu da kapsayacak şekilde genişletilmesine gidilmeyecek. Ancak, şu kadarını söylemek mümkün olduğu kadar gerekli: Teknik bir devrim bugünkü koşullar altında, ancak ekonomik kaynakları belirli bir düzeyin ötesinde zengin ülkeler tarafından ve tümüyle planlı bir süreç içinde gerçekleştirilebilir. Gerekli sermaye yoğunluğu, ancak, kaynakların merkezi olarak ve kapitalist üretimin içerdiği anarşi ve savurganlıktan kaçınılarak kullanılmasıyla sağlanabilir. Bunların başarılması ise, hiç kuşku yok ki, kapitalist sistemin dışına çıkmayı zorunlu kılmaktadır.
Kapitalist sistem ile bugünkü ilişkilerinden bağımsız olarak, teknik bir devrimi örgütleme potansiyeli bulunan iki ülke, Rusya ve Çin’dir. Çin’in gelişimi, bugün bile, kapitalist sistemle bütünleşmenin ekonomik büyümenin bir zorunluluğu olmadığını göstermektedir. Ancak, kastedilen, doğal olarak, Çin’in bugünkü büyümesinin ötesinde anlamları olan bir sıçramanın potansiyeli… Diğer yandan, bu iki ülkenin bile, tek başlarına bu işin altından kalkıp kalkamayacakları şimdiden belirlenemez.
Bunlar dışında son dönemdeki parlak “gelişme” leriyle göz boyayan (aslında boyama fiilini daha çok medya gerçekleştiriyor) Güney Kore, Meksika, Tayvan vb. ülkeler ne ekonomik kaynaklarıyla, ne de mevcut ekonomik yapılarıyla, uluslararası sermaye yapısının dışına çıkma potansiyeli göstermemektedir. Daha da doğrusu, yine aşağıda değinileceği üzere, bu ülkeler tam da mevcut yapının yeniden üretiminde kazandıkları özgül misyonlar nedeniyle “gelişmekte”dirler. Bu “gelişme”nin içeriği ise, tarihsel anlamda bir gerilemenin ötesine geçememektedir.
Bu çerçeve içinde, “kapitalizmin kaçınılmaz sonu” na gelindiğini mi söylemek gerekiyor?
Kesinlikle hayır.
Sosyalizm almaşığının yokluğunda, mevcut durum, eğer dünyaya çarpacak bir meteorun yaratacağı ve sınırları bugünden öngörülemeyecek bir felaket türünden olasılıkları bir yana bırakırsak, ortada iki yol bırakıyor: Birincisi, bir kez daha bir dünya savaşının çıkması ve “dışsal” faktör ihtiyacını gidermesi (bu arada başka şeyleri de gidermesi kuşkusuz son derece muhtemel). Bugün için bir dünya savaşını doğuracak türden somut çelişkilerin birikiminden söz edilemese bile, süren ekonomik bunalımın buna yol açması, en azından teorik bir olasılık olarak ihmal edilemez. Emperyalizmin militarizme ve savaşlara yol açan özü varlığını ve etkinliğini korumaktadır ve bu konudaki her tür yanılsama en başta marksistlere uzak olmalıdır.
İkinci yol ise, bugünkü durumun az çok sürmesi ve eski sermayelerin değersizleşmesi ile yeni bir sermaye yapılanmasının oluşumunun son derece uzun ve tedrici bir süreç dahilinde gerçekleşmesi. Bu yolun, bunalımı ve bunalımın insanlığa sunduğu sefalet koşullarını daha uzun bir dönem için süreklileştireceği ve bir anlamda ikinci bir Ortaçağ dönemini yaşatacağı açık.
Dolayısıyla, kapitalizmin insanlığa sunduğu almaşık aslında tek: Barbarlık! Farklı yollar, buna kısa bir dönemde ulaşılması ile uzun ama sancılı bir sürece yayılmasından ibaret.
Ve dolayısıyla, sosyalizm 20. yüzyılın sonuna gelinirken tarihinde belki de hiç olmadığı kadar belirgin bir alternatif haline gelmiştir. Güncelliği tartışılmakta olsa bile, sosyalizm, günümüzün tek “gerçekçi” alternatifi durumundadır. Bu noktanın altının özellikle çizilmesi ve 20. yüzyılın başından reel sosyalizmin çözülüşüne dek süren dönemde sosyalizmin temsil ettiği almaşık olma durumundan nitel farkının ortaya konması gerekiyor.
Ekim devrimi ve sonrasında yaşanan sosyalist devrim süreçlerinde, sosyalizm, üretici güçlerin geliştirilmesi alanında kapitalizmin yapamadıklarını yapma hedefinden çok, gelişkin kapitalist ülkelerin düzeyinin farklı bir kalkınma yoluyla yakalanması çabasını temsil etmiştir. Bu, kuşkusuz öznel bir tercih olmadığı gibi yanlış ya da sorunlu bir çerçeve de oluşturmamıştır. Dünya devrimine giden yolun ya kapitalist sistemin merkezine daha yakın ülkelerde yaşanan kopuşlarla, ya da arkadan gelen ülkelerin görece uzun bir süreç sonunda bunları yakalamalarıyla açılabileceği nesnel bir veriydi. Bugün ise, sosyalizm üretici güçleri geliştirme misyonunu kapitalizmin bıraktığı yerden devralarak insanlığın geleceğini kurmanın tek yolu haline gelmiştir.
Uluslararası komünist hareket, özel misyonlarını bu temel misyon ekseninde kurgulamak durumundadır. Bunun ne kolay olduğunu, ne de bir kez soyunulduktan sonra görece kısa bir sürede gerçekleştirilebilir olduğunu düşünüyorum. Temel misyonun ete kemiğe bürünmesi, ancak ve ancak üzerinden hareket edilebilecek somut kazanımların elde edilmesiyle mümkündür. Ancak bu kazanımların realize edilebilmesi de gerek teorik gerekse psikolojik bir ön donanımı mutlaka gerektirmektedir. İçinde bulunduğumuz tarihsel kesitte dünya devrimi “teorik olarak” yakınlaşmış, ya da güncelleşmiştir. Bu saptama, elbette kehanette bulunmayı, kapitalizme vade biçmeyi mümkün kılmaz. Ancak uluslararası komünist hareketin gündeminin biçimleneceği temel doğrultulardan birine işaret eder.
Aşağıda, kapitalizmin yaşamakta olduğu son genel bunalımın kimi özgül boyutları üzerinde bir miktar daha derinlemesine durulmaya çalışılacak. Buna geçmeden önce bir parantez açmak istiyorum.
Aslına bakılırsa, yukarıda söylenenlerde yeni herhangi bir şeyin bulunmadığını teslim etmek gerekiyor. Sovyet marksistleri, 70’li yılların başında bile bilimsel-teknik devrimi tartışıyor ve tekelci aşamaya gelmiş olan kapitalizmin bu devrimi hayata geçiremeyeceğini, sözkonusu devrimin ancak sosyalist sistem tarafından gerçeklenebileceğini savunuyordu. Hatta, 70’li yılların sonuna dek, Sovyet marksizminin belki de en önemli zaafı, sosyalizmin gücüne duyulan aşırı güvenden ve bunun yarattığı rehavetten kaynaklanıyordu!
Dünya kapitalizminin bunalımı da Sovyet marksizmi açısından beklenmedik bir boyut taşımadı. Bunalımla birlikte, Sovyetler Birliği, dünya devriminin yakınlaştığını “hissetti”. Bu dönemde, uluslararası devrim süreçlerine daha yakın bir konum alma yönündeki eğilimin yanısıra, Avrupa üzerine hesap yapmak bir kez daha gündeme geldi.
Aynı dönemde, bugün bile son derece sağlıklı olduğunu rahatlıkla saptayabildiğimiz çözümlemeler yapıldı. Burada, bir İtalyan marksistinin, Riccardo Parboni‘nin 1979 yılında yazmış olduğu bir yazıdan kimi alıntılar yapmak istiyorum. Parboni, dünya pazarının genişlemesini konu alan yazısında, üçüncü dünyacılığın zemininin ortadan kalktığını ve bunun da sosyalizm mücadelesi açısından yeni olanaklar yarattığını saptıyor:
“Özetle, bağlantısızlığın temelleri çöküyor. Bence bu Sovyetler Birliği ‘nin uluslararası politikadaki geleneksel ihtiyatlılığından vazgeçerek müdahale kapasitesini arttırmasının, donanmasını geliştirmesinin ve Angola, Etiyopya, Güney Yemen, Afganistan’daki devrimci rejimlere, doğrudan ya da sosyalist blokun öteki ülkeleri aracılığıyla desteğini genişletmesinin nedenini oluşturuyor. Bu bir dönemin sonudur: dünya sermayesinin gelişine gerekleri tarafsızlık, barış ve Üçüncü Dünya’nın bağımsız gelişme düşünü yıkıyor. Savaş yeniden kapitalizmin sürekli bir özelliği haline geliyor.” 2
Parboni’nin bir diğer önemli öngörüsünü aktarmak istiyorum:
“Bu gelişmeler, iflası sadece kapitalizmi başka bir sisteme dönüştürmekteki başarısızlığından değil, sistemin toplumun sosyal demokratlarca yönetilmesine temel olan toplumsal pakta artık meydan okuyacak hale gelen en saldırgan eğilimlerini bile denetlemeyi başaramamasından ileri gelen Sosyal Demokrasi’nin varlığının temellerini ortadan kaldırıyor. Yakında, 1970’lerin ikinci yarısındaki yüksek işsizliğin bir on-onbeş yıl daha süreceği herkesçe anlaşıldığında, Avrupa sosyal demokrasisinin tamamında köklü bir bilinç bunalımına tanık olmamız muhtemeldir.” 3
Parboni dünya devriminin yakınlaştığını şu şekilde ifade ediyor:
“Kapitalist gelişmenin uzlaşmaz çelişkili niteliğinin bilincinin yeniden güçlenmesi temelinde, Batı’nın işçilerini, Üçüncü Dünya’nın yeni proleter kitlelerini ve sosyalist ülkeleri omuz omuza biraraya getirecek alternatif bir stratejinin ve toplumun ilmiklerini örmek olanaklı hale gelebilir.” 4
Geleneksel sol, sözkonusu dönemde, teorik donanımının da gücüyle, kapitalist gelişmenin barındırdığı çelişkilerin ne tür dinamiklere gebe olduğunu saptayabiliyor. Ancak, teorik iyimserlik, 80’li yılların ortalarına doğru, kapitalizmin beklenen felaket işaretlerini bir türlü daha güçlü şekillerde vermemesi, bunalıma rağmen teknolojik yarıştaki üstünlüğünü sürdürmesi ve militarizmine ivme kazandırarak sosyalist sistemi zorlamaya başlaması ile pratik karşılıklarının zayıflığı oranında körelmeye başlıyor. Aşırı iyimserliğin verdiği rehavetin acı meyvaları toplanıyor. Ve böylece, Sovyet komünistleri, belki de en büyük “suç”larını işliyor: Uluslararası komünist hareketi, kapitalizmin üzerine en şiddetli bir şekilde gidilmesi gereken bir dönemde güçlü bir dayanaktan yoksun bırakmak…
KAR ORANININ AZALMASI EĞİLİMİ ve GÜNCEL BUNALIM
Kapitalizm, artı-değer oranını artırmak için emek üretkenliğini ve bunun için de sermayenin organik bileşimini artırmak ve böylece kâr oranının azalması eğilimini üretmek zorundadır. Teknik gelişme, kâr oranının azalması eğilimini her dönemde güçlendirir. Kapitalizmin bunalımlarının temel nedeni de kâr oranlarındaki düşme eğiliminin kendisidir. Teknik gelişme yalnızca bunalım dönemlerinin hemen öncesinde yaşanmadığına ve kâr oranının düşme eğilimini besleyen dinamikler sürekli olarak işlediğine göre, bunalım dönemlerini birikimin genişlediği dönemlerden ayıran nedir? Marx, Kapital’de, kâr oranının düşme eğilimine karşıt yönde işleyen süreçleri tarif ettikten sonra, şunları söyler:
“Biz, böylece, genel kâr oranında düşme eğilimi yaratan aynı etkilerin aynı zamanda, bu düşüşü engelleyen, yavaşlatan ve kısmen de felce uğratan karşı etkileri de meydana getirdiklerini, genel çizgileriyle görmüş bulunuyoruz. Bunlar, yasayı ortadan kaldırmazlar ama etkisini azaltırlar. Böyle olmasaydı, genel kâr oranındaki düşmenin değil, daha çok, bundaki nispi yavaşlamanın anlaşılması güç olurdu. Demek ki, yasa, ancak bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelmekledir.” 5
Kâr oranındaki düşme eğilimine karşıt yöndeki süreçler, genişleme dönemlerinde özel bir gerilim yaratmadan yeniden üretimin kesintisizliğini sağlarken, kâr oranındaki düşmenin engellenemez hale geldiği noktadan itibaren, bir yandan refleksif bir yön içermeye başlar, diğer yandan da geçici olarak engelledikleri düşme eğilimini üreten dinamikleri biriktirici etkileri ön plana çıkar.
Genişleme dönemlerinde de, emek üretkenliğindeki sürekli artışın ürünü olarak ortaya çıkan göreli bir aşırı nüfus vardır. Ancak, bu aşırı-nüfus, yine genişleme dönemlerinde, yeni açılan ve başlangıçta canlı emeğin egemen olduğu, yani sermayenin organik bileşimi göreli olarak düşük sektörlerde istihdam edilir. Bu sürecin iki temel işlevi bulunmaktadır: Birincisi, aşırı-nüfusun sürekli olarak emilebilmesi, hatta kimi dönemlerde işgücü eksiği çekilmesi, toplumsal gerilimlerin de zayıflatılmasını sağlar. İkincisi, sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörler, aynı zamanda kâr oranının göreli olarak yüksek olduğu sektörlerdir. Kapitalist üretim koşullarında, genel kâr oranı, farklı üretim kollarındaki kâr oranlarının ağırlıklı bir ortalaması olarak ortaya çıktığından, sözkonusu sektörler, kâr oranının yükselmesini ya da en azından düşmemesini sağlar.
Böylece, “refah toplumu”nun dayanakları da belirginleşmiş olur. Kapitalizmin büyüme dönemleri, işçi sınıfının bir yandan nicel olarak genişlemesini mümkün ve gerekli kılarken, diğer yandan da aynı süreç içinde ücretlerin yükseltilmesi yolundaki mücadelelerin göreli başarısı artar. Konjonktürel olarak yaşanan işgücü kıtlıkları da (bu kıtlık, çoğu kez, vasıflı işgücü için geçerlidir), emek gücünün “pazarlık payı”nı artırır.
Burjuvazi, son büyüme döneminde, hızlı genişleyen yeniden üretimin sağladığı bu olanakları kendisine maletme konusunda daha sistemli bir yaklaşım üretebilmiş, bir yandan “refah devleti” uygulamalarıyla, diğer yandan da sendikaları kendisine bağlayarak, sınıf mücadelelerinin yürütüldüğü zemini kontrolü altına almak yolunda önemli mevziler elde etmiştir. 19. yy.’ın sonlarında ve 20. yy.’ın başlarında sosyalist örgütlerle neredeyse içiçe örgütlenen sendikalar, geçtiğimiz onyıllarda kızıl renklerinden büyük oranda arındırılabilmiş, marksizmin klasik parti-sendika ilişkilerinin nesnelliği büyük oranda ortadan kaldırılmış ve sendikalar kapitalizmin yeniden üretiminde özel işlevler kazandırılan aygıtlara dönüştürülebilmiştir. 6
Yalnız, yukarıda tarif edilen süreç, tümüyle sorunsuz değildir. Sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörlerde yaşanan genişleme, bunalım dinamiklerinin birikimine de belirli katkılarda bulunur.
2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan büyüme sırasında hizmet sektöründe gözlemlenen hızlı genişlemenin, bu çerçeve içinde, kapitalizmin yapısal değişimiyle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı, bu sektördeki emek yoğunluğunun yüksekliğinin temel dinamiği oluşturduğu açıktır. Dolayısıyla, hizmet sektörü, kapitalizmin içerik değiştirmesi nedeniyle değil, tam da kapitalizmin temel iç dinamiklerinin ürünü olarak “stratejik” bir önem kazanmıştır.
Hizmet sektörü de, yeniden üretim sürecinin iç çelişkilerinden bağımsız değildir. Bu sektörde de, giderek, sermaye yoğunluğunda bir artış yaşanır ve emek üretkenliği yükselir. Kâr oranındaki düşme eğilimi, bu sektörün içinde de yaşanır. Ancak, birikimin genişlemesi oranında yeni kolların açılmaya devam etmesi, dengeleyici bir işlev kazanabilir.
Asıl sorun, emek üretkenliğinin düşük olduğu sektörlerin, temel olarak tüketim mal ve hizmetleri üretmesidir. Süreç, tüketim malları üreten Kesim II’nin üretim malları üreten Kesim I’e oranla göreli genişlemesi yönünde işler. Bu sürecin derinlik kazanması, belirli bir noktadan sonra, kendisini, “eksik tüketim bunalımı”yla açığa vurur.
Kapitalist üretim koşullarında yeniden üretimin genişlemesi, “teorik olarak”, herhangi bir sınırlamaya tabi değildir. Veya, daha doğrusu, birikimin sınırlarını toplumun toplam tüketim hacmi belirlemez.
“Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. (…) Bir kimse, eğer, işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık üretimin tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeterli olacaktır.” 7
Yine Marx’ın belirttiği üzere, kapitalistler, işçilere verdikleri parayı metaların satışı yoluyla geri alarak zenginleşemez.
Sermaye birikim süreci bağlamında çözüm, toplam tüketimin iki kategoriye ayrılmasında yatar. Eksik tüketim tezlerinin ekseninde, toplam talep ile toplumun tüketim talebi arasında bir özdeşlik kurulması yatmaktadır. Ancak burada, “üretken talep” olgusu gözden kaçırılmaktadır. Üretim araçları üreten Kesim I’in toplam üretiminin az ya da çok önemli bir bölümü, yine bu kesim içinde tüketilir. Buradaki üretken tüketimin bir kısmı, metaların alım-satımı biçimine bile bürünmeyebilir. Sermayenin organik bileşimindeki yükselme ile paralel olarak, Kesim I’in ekonomi içindeki göreli ağırlığı da artar.
Diğer yandan, kâr oranlarının azalması eğilimi, yine aynı çerçevede, Kesim I’de daha yoğun olarak yaşanabilir. Sermayenin kâr oranlarının azalması eğilimine karşıt hareketi ve Kesim II’ye yönelmesi ise, giderek, toplumun tüketim talebinin bir kısıt halini almasına gerçekten de yol açar. Böylece, görünürde, eksik tüketim tezleri doğrulanmış olur: Bunalım, talep açığı biçimine bürünmüştür.
Bunalıma verilen refleksler de, aynı tezi giderek daha “sağlam” temellere kavuşturur. Kapitalist sınıf da sorunu tüketim eksikliğinde gördüğünden, kredi sistemini genişleterek bu eksikliği gidermeye çalışır. Olağan dönemlerde de, gelecek dönemin üretiminin satın alınması anlamına gelen kredi genişlemesi, yeniden üretimin kesintisiz yürümesini sağlar. Ancak bunalım dönemleri, bu genişlemenin ivme kazanmasına hayali sermayenin, gerçek sermayeyi birkaç kez katlamasına ve ortaya son derece kırılgan bir yapının çıkmasına yol açar. Nitekim, son bunalımda da yaşananın bu olduğu yeterince biliniyor.
Ancak, eksik tüketim tezlerinin nesnellikle bağlantısı bu kadar. Sermayenin kâr oranlarındaki azalma eğiliminin bunalıma dönüştüğü andan itibaren verdiği diğer tepkiler, tam tersi yönde sonuçlar üretiyor. Kredi sisteminin genişletilmesi yoluyla toplam tüketim hacmi beslenirken, ücretler üzerindeki baskı aracılığıyla da işçi sınıfının tüketim talebi kısılır. Çünkü, kâr oranının sabit tutulmasının bir diğer yolu ücretlerin düşürülmesidir ve kapitalistler, işçilere verdikleri ücretin kendilerini zenginleştirdiği yanılsamasını hiç bir zaman yaşamaz.
Bunalım dönemlerinde, kâr oranlarındaki azalmayı frenlemek isteyen sermayenin, ücretli emek cephesine iki temel saldırı biçimi vardır: Birincisi, emeğin sömürü yoğunluğunun artırılmasıdır. Çalışma saatlerinin uzatılması ya da çalışma yoğunluğunun artırılması, emeğin sömürü yoğunluğunu artırmanın iki yoludur. Sermayenin ikinci saldırısı da, ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşürülmesini hedefler. Aslında, her iki biçim de, özleri itibarıyla, ücretlerin düşürülmesini ifade eder.
Bunalımla birlikte, bir yanda göreli aşırı-sermaye, diğer yanda da göreli aşırı-nüfus birikir. Kâr oranlarının düşüklüğü, sermayeyi üretken yatırımlardan caydırır. Buna karşın, genişleyen ölçekte olmasa bile birikim sürmektedir ve üretken yatırımlara akmayan bir sermaye yığışması yaşanır. Üretken yatırımlardaki daralma ise, istihdamın genişleyememesine ve işsizler ordusunun hızla büyümesine yol açar. Böylece, kapitalistler aşırı-üretim sorunu yaşarken ve toplumun ürettiği kullanım değerleri bir yerlerde yığılırken, diğer yanda da sefalet koşullarında yaşayan işsizler kitlesi hızla büyür. Yedek işgücü ordusundaki, genişleme fiilen üretimde bulunan işçiler üzerindeki baskıyı kolaylaştırır. İşten atma ve yeniden işe almalar, sendikasızlaştırma, sendikaların zayıflatılması vb. bunun arkasından gelir.
Son olarak, dış ticaret de, gelişkin kapitalist ülkeler açısından iç çelişkilerinin, en azından bir kısmının az gelişmiş kapitalist ülkelere aktarılması olanağını yaratır. Tüm bu süreçler, son genel bunalım bağlamında bir miktar daha somutlanacak.
Öncelikle, içinde bulunduğumuz bunalımın boyutlarına ilişkin bir fikir vermesi için, üretken sermaye yatırımlarında yaşanan daralmayı gösteren bir tabloya yer vermek istiyorum 8 :
SUÇ NEREDE
Kapitalizmin yapısal değişimi başlığı altında yinelenen gevezeliklerden biri, yeni tekniklerin giderek daha az işgücüne ihtiyaç duymasıdır. Böylece, göreli aşırı-nüfusun varlığı “bilimsel” ve bundan sonrası için “evrensel” bir temel kazanmaktadır. İşsizler ordusunun büyümesi elbette toplumsal ve siyasal bir sorundur; ancak, zorunluluklar “kavrandıktan” sonra yapılacak olan, pek doğal olarak, bu sorunun idare edilmesidir…
Yukarıda yeterince ele alındı. İçinde bulunduğumuz dönemde giderek yoğunlaşan işsizlik, tekniğin değil, kapitalizmin ürünüdür. Kapitalizmin genişleme dönemlerinde hiç yaşanmayan bu sorun, bunalım dönemlerinde bütün şiddetiyle açığa çıkar ve burjuva ideologları bu sürecin evrensel yasallıkları konusunda bir yığın safsata üretir. Ne yazık ki, bu safsatalar, her zaman olduğu gibi bugün de, sol içinde de alıcılarına kavuşmuştur. Yukarıda sunulan tablo bile, işsizliğin temel olarak teknik süreçlerden çok, sermaye yatırımlarındaki daralmadan kaynaklandığına ilişkin yeterli ipucunu sunmaktadır.
Üstelik, konuya bakış açısının da tümüyle ideolojik olduğu olgusu ısrarla gözden kaçırılmaktadır. Üretici güçlerin ve emeğin üretkenliğinin gelişmesi, insanlığa, daha az çalışarak daha çok üretmenin maddi olanaklarını sunar. Çalışma saatlerinin düşürülmesi yoluyla işsizliğin ortadan kaldırılması, teorik olarak, her zaman mümkündür. Ancak, kapitalist üretim tarzını veri alan bakış, tam tersinden başkasını göremez. Yaşanan sürecin temel içeriği aslında son derece basittir: Üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özel ellerde toplanması arasındaki çelişki…
Tek dürtüsü kâr olan kapitalist sınıf, bunalım döneminde, çalışma saatlerini azaltmak bir yana, mutlak artıdeğer sömürüsünü artırmanın tüm yollarım devreye sokar. Nitekim, 1970’li yıllardan bu yana, işçi sınıfına dönük uluslararası saldırı, boyutları genişleyerek sürmektedir. Bu sürece gelişkin kapitalist ülkeler açısından bakalım.
Gelişkin kapitalist ülkelerin tümünde işsizliğin giderek arttığı, sosyal devlet politikalarının tasfiye edildiği, sendikalar üzerindeki baskıların yoğunlaştığı, düzensiz istihdam biçimlerinin yaygınlaştığı, ABD başta olmak üzere bu ülkelerin tümünde yoksulluk sınırlarının altında yaşayan kitlelerin nicel olarak büyüdüğü vb. biliniyor. Üstelik, bu ülkeler, iç çelişkilerini diğer kapitalist ülkelere aktarmanın kimi olanaklarına da sahip (bunu ne şekillerde yaptıkları üzerinde aşağıda durulacak).
Ergonominin (işbilim) bu dönemde çok daha hızlı gelişmesi şaşırtıcı değildir. Temel hedefi çalışma yoğunluğunun artırılmasına dönük teknikleri geliştirmek olan bu bilim (?) dalı, emek gücünün tüm potansiyellerinin en yoğun şekilde sömürülmesini bilimsel temellerine kavuşturmaktadır.
Kapitalizmin bunalımının aşılacağına dönük ipuçlarının bulunmadığına ilişkin en güvenilir verilerden biri, işçi sınıfına dönük olarak 70’li yıllardan beri süren ve 80’li yıllarda yoğunlaşan saldırının zayıflatılması bir yana sistemlileştirilmeye ve yoğunlaştırılmaya çalışılmasıdır.
OECD ülkelerinde emek pazarının işleyişinin “geliştirilmesine” dönük reformlar, OECD’nin hazırladığı ekonomik raporda şu şekilde özetlenmiştir: “ücret esnekliğinin [tabii ki aşağıya doğru bir “esneklik” kastediliyor] ve toplu sözleşme süreçlerinin geliştirilmesi; işverenlerin düşük vasıflı ve iş deneyimi sınırlı işçileri almak konusundaki çekincelerinin kaldırılması için iş güvencesi düzenlemelerinin gevşetilmesi [ne büyük buluş! Kapitalistler işçi ücretlerini düşük tutmak için sürekli olarak adam alıp atarken işsizlik sorununu da çözme yüceliğini gösteriyor!]; iş arama ya da iş bırakmamayi özendirmek üzere refah yardımlarının etkilerinin (ya da bazı durumlarda vergi ve transfer sistemlerinin birleşik etkilerinin) değiştirilmesi için girişimlerde bulunulması [söylenenlerin saçmalık dozu, ifadelerin karmaşıklık derecesi artırılarak giderilmeye çalışılıyor; işsizlik istihdamdaki daralmanın değil işçilerin tembelliğinin ürünüymüş!]; ve gelir dağılımını düzeltmeye dönük pasif önlemlerin terkedilerek [buradaki “pasif” sözcüğü de tümüyle kafa karıştırmaya yönelik] aktif emek-pazar politikalarına [yani işçi sınıfına saldırının yoğunlaştırılmasına] geçilirken bu türden politikaların etkililiğinin artırılmasına dönük girişimlerde bulunulması.” 9
Yine, AT ülkelerinde ekonomik toparlanmanın işaretlerinin biriktiği düşünülen bir dönemde AT hükümetlerinin işçi sınıfına dönük bakışı son derece net:
“En son Avrupa Topluluğu Maliye ve Ekonomi Bakanları Toplantısı ‘nda ortaya çıkan konsensüs AT hükümetlerinin ne yapıp yapıp emek pazarını esnekleştirmeleri yolundaydı. Emek pazarının esnekleştirilmesi, sendikaların zayıflatılması, işe alma ve işten çıkarmanın kolaylaşması, ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin artması, emeklilik sosyal harcamalar ve işsizlik sigortalarının azaltılmasını içeriyor.”10
Avrupa burjuvazisi, emek piyasasında ABD’de gözlenen değişmelerin Avrupa’ya yeterince yansımamasından rahatsız ve bu açığını hızla kapatmayi hedefliyor. ABD’nin 1970-90 döneminde elde ettiği parlak başarılar arasında şunlar yer alıyor:
1980’lerde sendikaların gücü kırıldıktan sonra, emek pazarının çok daha “esnek” bir hale gelmesi sözkonusu 20 yıllık dönemde çalışan sayısı yüzde 50 artarken emek maliyetlerinin sadece yüzde 10 artması, 1980-90 arasında işçilerin satın alma güçlerinin yüzde 30 oranında azalması, sendikalılık oranının 198l’deki yüzde 22’lik düzeyinden 15.8’e düşmesi.11 Buraya dek söylenenler bile, kapitalist üretim tarzının emek gücü sömürüsüne giderek daha az dayandığı yolundaki kavrayışsızlık ve yalanları çürütmeye yetmektedir. Oysa, bunlar, sermayenin uluslararası işçi sınıfına dönük saldırısının yalnızca bir ve en önemli olmayan boyutunu oluşturmaktadır.
“Küreselleşme”, “globalizasyon” vb. kavramlaştırmalarla ifade edilen sermayenin uluslararasılaşması süreci, 70’li yıllardan sonra, özgül boyutlar kazanmıştır. Bu sürecin üzerinde durduğumuz konuya ilişkin olarak neler getirdiğine kısaca bir göz atalım.
Marx, Kapital’in 1. cildinde uzun sayfalar boyunca, işçi sınıfının gerek işyerinde, gerekse onun dışında yaşadığı sefalet koşullarını anlatır. Ekonomi-politiğin yasalarının gerçek hayatta ne şekilde somutlandığını gözler önüne seren bu sayfalar Rus aydınlarını o denli korkutmuştur ki, kapitalizm aşamasından şu ya da bu şekilde kurtulmanın çarelerini aramaya yönelmişlerdir. Belki de, Marx’ın yapıtından türetilebilecek olan doğrusal gelişim modelinin ilk ciddi sorgulamasını Rus aydınlarının yaptığını söylemek mümkündür. 19. yy.’ın kapitalizmi, insanlığa, abartılması mümkün olmayan bir sefalet içinde “zenginleşme”nin nasıl yaşanabileceğini göstermiştir.
Ve bugüne, yani “21. yüzyılın eşiğine”, “sanayi-sonrası toplum”un ön gününe geldiğimizde, dünyanın gelişkin kapitalist ülkeler dışındaki bölgelerinde 19. yy. koşullarının bir kez daha “hortladığını” görüyoruz. Gelişkin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının geriletilme derecesi sermayeye yetmiyor. Bu da, başta eskiyen sermayeler olmak üzere, az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki emek gücünü çok daha büyük oranlarda sömürmek için bu ülkelere sermaye transfer edilmesine yol açıyor. 80’li yıllarda örnek gösterilen Güneydoğu Asya ülkelerinde, 19. yy.’ı hiç aratmayan boyutlarda bir sömürü, bu ülkelerin “gelişme”lerinin temel dinamiğini oluşturuyor. 90’lı yıllara geldiğimizde ise, aynı sürecin, zayıflamak bir yana, derinleşmesine tanık oluyoruz.
Bugün, sermayenin “ucuz emek gücü cennetleri”, dünyanın her yanına yayılmaktadır ve bunların gelişkin kapitalist ülkeler arasındaki bir paylaşımı sözkonusudur. 20. yy.’ın sonlarına gelinirken sömürge sistemi ortadan kalkmıştır. Ancak bu durum, sömürü yoğunluğuna değil, sömürünün ne tür ilişkiler içinde gerçekleştiğine dair bir farklılaşmadır.
Son yıllara damgasını vuran “sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi” slogan ve dayatmasının bir boyutunu, azgelişmiş ülke işçilerinin uluslararası tekeller tarafından da sömürülebilir olması “ihtiyacı” oluşturuyor. Sürece Kuzey-Güney çelişkisi ekseninden bakan bir görüş durumu şu şekilde betimliyor:
“Güney’in maden ocaklarında, plantasyonlarında, deri fabrikalarında, günlük bir iki franka jeanlerin üretildiği giyim atölyelerindeki dehşet verici çalısına şartları… Ve bu modem dünyada halılara düğüm atan, camlara üfleyen, kendilerinden kat kat ağır yükleri taşıyan, madenlerin derinliklerine inen, inşaatların iskelelerini tırmanan, fahişeliğe sürüklenen, 6, 7, 8 yaşlarında 100-200 milyon çocuk… Bütün bunlar GATT’a vız geliyor.” 12
Asya’nın, “serbest bölge”leri üzerine bir diğer tasvir: “Günde 1-2 dolar kazanan kadınlar, işgücünün yüzde 80’ini oluştururlar. Bunlar yoksulluktan ya da zoraki evlilikten kaçış arayan (yüzde 90’ı 30 yaşın altında yüzde 50’si 20 yaşın altında) genç kadınlardır. Gulag takım adaları bu kadınlara uzun yıllar boyunca iş sunmazlar, hamilelik şirketten kovulmaya, eğer kadın Malezyalı ise Singapur’dan atılmasına yol açar ve tüm model, olanaklı en kısa zamanda en çok artık değerin çekilip alınması üzerine kuruludur.” 13Aynı kaynaktan: “(…) kadınların yüzde 30’unun 15 ya da daha çok saatlik işgününe sahip olduktan Güney Kore’de, iş kazaları sonucunda çalışamaz hale gelenlerin sayısı 1970’len beri yılda ortalama yüzde 17’lik bir artış gösterdi. Bu, kadın işçilerin neden 30 yaşından sonra işten çıkarıldıklarını anlamayı kolaylaştırıyor. Elleri ve gözleri artık normlara uyamaz hale geldiğinde bu kadınlar “geleneksel” fahişelik sektörüne dönerler.”14
Bugünlerde Türkiye’de güncelleşen ve örnek gösterilen Meksika “model”inin temeli, bu ülkenin ABD sermayesi için bir yatırım alanı haline getirilmesinde yatmaktadır. ABD işçi sınıfının yukarıda ele alınan düzeyde geriletilmişliğiyle yetinemeyen ABD sermayesi, NAFTA’ya da bu çerçevede bakmaktadır: “(…) 1988’den 1992’ye kadar geçen dönem içinde ABD’nin Meksika’ya yaptığı doğrudan yatırım yüzde 188 artarken, miktar olarak da bütün diğer ülkelere yapılan Amerikan yatırımının iki katına erişmiştir. Meksika’nın ABD ile sınır bölgelerinde oluşturulan montaj fabrikalarında, saati 60 sentten çalışan işçilerin varlığı çoktan bu ülkeyi Amerikalı ve Kanadalı işverenler için cazip hale getirmiştir. Bunda Salinas’ın dışa açılmacı iktisat politikalarının, özellikle bu politikaların ücretler üzerindeki etkisinin önemini vurgulamak gerekir: Meksika’da 1980’de ABD’deki emsallerin üçte biri olan ücretler, 1992’de sekizde bir, hayat standardı ise onda bir seviyesine düşürülmüştür. Yabancı sermayenin Meksika’ya çekilmesi için bir bakıma ne gerekiyorsa yapılmış, bu arada sendikal hareket de kontrol altına alınmış, en parlak işçi önderleri “etkisizleştirilmiştir”. Dolayısıyla zaten ABD ile Kanada arasında derinleşmiş olan iktisadi bağımlılık, Meksika’nın da özellikle ABD ile yoğunlaşan ilişkileri sonucu NAFTA’yı fiili olarak yaratmıştı.”15
Avrupa’daki şirketler ise, Doğu Avrupa’yı ucuz emek gücü alanı olarak değerlendiriyor:
“Otomotiv sektöründe çalışan bir Çekoslovak işçisinin aylık ücreti bir Alman işçisinin 9 saatlik ücretine ancak eşit. Polonya’da bir saatlik emek 1.5 dolar iken Batı Almanya’da 24 dolar (WS: 8/12/93). Avrupa’da en çok işçi çıkaran tekstil ve konfeksiyon sektöründe ise Avrupalı şirketlerin genellikle göç ettikleri yerler Eski Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan. Burada saatlik emek maliyetleri örneğin Fransa 100 olarak alınırsa Macaristan’da 10.5, Eski Çekoslovakya’da 7.3, Polonya’da 5.2 (Le Monde Diplomatique Aralık sf.19). Bu ülkelerde emek maliyetlerinin göreli olarak daha düşük olmasını açıklayan etkenlerin başında, gözlemcilere göre sendikaların çok zayıf, işten çıkarmanın çok kolay, sosyal sigorta ve işsizlik ödeneklerinin de ihmal edilecek kadar düşük olması geliyor.”16
Buraya dek söylenenler, bir diğer safsatayı daha çürütüyor: “Güney”in ya da “periferi”nin “Kuzey” ya da “metropol” açısından giderek önemsizleşmesi. Bugün, kapitalist sistem, çok daha fazla bütünlük oluşturmaktadır ve gelişkin kapitalist ülkeler açısından az gelişmiş ülkelerin sömürüsü bu bütünlüğün temel dayanakları arasında yer almaktadır. Evet, gelişkin teknoloji içeren yatırımlar ağırlıklı olarak merkez ülkelerde yapılmaktadır; ancak diğer yanda da yıpranan sermayelerin ucuz emek gücünün bulunduğu mekanlara taşınması ve mevcut sermaye yapısının bu şekilde korunması sözkonusudur. Bu süreç, diğer taraftan, gelişkin kapitalist ülkelerin istihdam yaratma kapasitesini daha da daraltmakta ve bu ülkeler işçi sınıfına yönelik saldırıyı kolaylaştırmaktadır.
Geçerken, sermayenin liberal dogmalarla olan ilişkisinin güncel çıkarlarıyla belirlendiğini gösteren bir diğer olguya değinelim. “Sermayenin serbestleştirilmesi” sloganının bu kadar gözde olduğu bir dönemde, emek gücü hareketlerinin serbestleştirilmesi akla bile gelmemekte, tam tersine, bunun önündeki engellerin pekiştirilmesine gidilmektedir. Meksika işçisi, ulaşım masraflarını azaltmak için ABD sınırına en yakın bölgelerde toplanmalı; ama aynı işi yapan ABD işçileriyle yanyana da gelmemelidir…
Gelişkin kapitalist ülkeler, az gelişmiş ülkeleri yalnızca ucuz emek gücü kaynağı olarak değil, aynı zamanda pazar olarak da sömürmektedir. Bu konudaki bir diğer safsatanın merkez ülkeler pazarlarının giderek daha büyük önem kazanmasının azgelişmiş ülkeler pazarını ihmal edilebilir hale getirdiği yalanının varlığına rağmen…17
80’li yıllarda daha yoğun olarak yürütülmeye başlayan “serbest ticaret” kampanyasının temel hedeflerinden biri, azgelişmiş ülke pazarlarının gelişkin kapitalist ülke mallarına daha fazla açılmasıdır. Anti-korumacılık açısından gelişkin kapitalist ülkelere baktığımızda ise, tam tersi bir eğilim görüyoruz. Dünya Bankası raporlarına göre sanayileşmiş ülkelerin “Güney”e karşı uyguladıkları korumacılık politikalarının bu bölgeye verdiği ekonomik zarar, bu ülkelere yapılan ve büyük bölümü ithalatı teşvik amaçlı yardımların iki katına yaklaşıyor.18 GATT ve NAFTA türünden anlaşmaların serbest ticaret bağlamında ne getirdiğini Chomsky şu şekilde anlatıyor: “Öncelikle, bu türden anlaşmaların serbest ticaretle yalnızca sınırlı bir ilişkisinin bulunduğuna işaret edelim. ABD’nin temel hedeflerinden biri, yazılımlar, tohum ve ilaç patentleri vb. dahil “entellektüel mülkiyet” üzerindeki korumanın artmasıdır. ABD Uluslararası Ticaret Komisyonu GATT anlaşmasında, (NAFTA’da olduğu gibi) ABD’nin korumacı taleplerinin yer alması durumunda Amerikan şirketlerinin Üçüncü Dünya’dan yılda 61 milyar dolar kazanacağını tahmin etmektedir; bunun Güney’e maliyeti, şu anda Güney’den Kuzey’e akmakta olan muazzam borç servisi sermayesini gölgede bırakacaktır.’1′ 19 20
Chomsky’nin sözünü ettiği Güney’den Kuzey’e borç ödemeleri yoluyla gerçekleşen güncel sermaye transferi, 1982 ile 1990 arasında 400 milyar dolara yani bugünün parasıyla 6 Marshall Planı boyutuna ulaşmış. Bu konu üzerinde aşağıda yeniden durulacak.
Dolayısıyla, serbest ticaret dendiğinde anlaşılması gereken, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun bir korumacılık sistemi oluyor. Diğer yandan, son dönemin çok konuşulan ticaret bloklaşmaları da uluslararası sermayenin kâr oranlarının düşüşünü engellemek için başvurduğu bir diğer araç durumunda. Emek üretkenliği düşük ama karlılığı yüksek sektörler, ticaret bloklarının yardımıyla koruma altına alınıyor.
Emperyalist uluslararası ticaret düzeninin azgelişmiş ülkelere sunduğu sefalet koşulları, en son, Somali örneğinde en çıplak görüntüsüne kavuştu. Bu ülkedeki kuraklık da, açlık da, tümüyle, IMF ve Dünya Bankası’nın uyguladığı “yapısal uyum” programlarının ürünü oldu. “Yapısal uyum”, dış borçlarım ödeyemez duruma gelen ülkelerde, bunu başarabilmelerini sağlamak üzere uygulanan uluslararası talan düzeninin adından başka bir şey değil. Üstelik, bu talan sırasında yalnızca mevcut borçların ödenmesi hedeflenmiyor; diğer yandan da bu ülkeler ithalata zorlanarak, sanayi ve tarımlarının tahrip edilmesi ve dış borç rakamlarının da artmaya devam etmesi sağlanıyor. Bu ülkeler, eski borçlarını ne kadar hızlı ödeyebilirlerse, yeni borçlarının da en az o kadar hızlı artması durumuyla karşılaştı. Bu arada uygulanan ithalat politikalarının yerel tarımın çökmesine ve bitki örtüsünün ortadan kalkmasına, bunun da kuraklığa yol açtığı Somali örneğinde, su her iki anlamda da tükenince, bu kez devreye ünlü “kurtarma” operasyonu girdi. Uluslararası sermaye, bu zavallı ülkeye ölümün huzurunu bile çok gördü… 21 .
Bu bölümde son olarak uluslararası finans sistemi üzerinde kısaca durmak istiyorum. Kredi sisteminin aşırı derecede büyümesi, kapitalist sistemin bütünü açısından bir sağlıksızlık belirtisidir ve bunalım dinamiklerinin, yoğunlaştırılmaları pahasına ertelenmelerini sağlar. Diğer yandan, bu sırada bir diğer süreç daha devrededir: Sermayenin giderek daha sınırlı sayıda elde toplanması, yani yoğunlaşması.
Bunun uluslararası boyutlardaki anlamı ise, finans sisteminin, az gelişmiş ülke kaynaklarının gelişkin kapitalist ülkelere akıtılmasının aracılığını üstlenmesidir.
1980 yılından sonra az gelişmiş ülkelerden borç geri ödemeleri çerçevesinde 6 Marshall yardımı toplamı tutarında kaynak aktarıldığına değinilmişti. Bugün, finans sisteminin “nimet”lerinden yararlanmayan ülkenin bırakılmaması konusunda uluslararası sermayenin gösterdiği gayretkeşliği anlamamak mümkün değil.
Kaynak aktarım süreci, gelişkin kapitalist ülkelerdeki finans kurumlarının nasıl olup da bir türlü çökmediğini de açıklıyor. Çöken hep az gelişmiş ülkelerin mali sistemleri oluyor. Şimdilik…
Dünyanın yüzmilyonlarca insanını açlığa ya da açlık sınırlarında yaşamaya mahkum eden tüm bu mekanizmaların tek anlamı, mevcut ve çökmeye mahkum sermaye yapılanmasının biraz daha fazla yaşatılması.
Tüm bunlar elbette kâr oranlarındaki düşüşü durdurmuyor; az gelişmiş ülkelerden yapılan kaynak transferleriyle beslenen bunalıma karşıt yöndeki süreçler, aynı bunalımı derinleştirmeye devam ediyor.
KAPİTALİZMİN BİRİKTİRDİĞİ İRRASYONALİTELER
Kapitalist üretim tarzını, eksenini oluşturan sermaye birikimi süreçleri açısından ele aldığımızda bile, bu üretim tarzının kendi yıkımının koşullarını da içeren çelişkileri ne şekilde biriktirdiğini görüyoruz. Bunun için, kapitalist sistemin dışsal bir konumdan sorgulanmasına bile gerek olmuyor. Kapitalizmin barındırdığı iç dinamikleri incelemek yetiyor…
Bir kez daha Marx’a başvurursak: “Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve kendini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem aracı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde devamlı bir gelişmenin aracı değillerdir.
Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içersinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; -bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiç bir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yolalan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışına haline girerler. Araçlar toplumun üretici güçlerinin hiç bir koşula bağlı olmadan gelişmesi-, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasasının yaratılmasının tarihsel bir aracı olup aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır.” 22
Kapitalist üretim, gerçekten de, üretimin içeriğine karşı kayıtsızdır. Sermaye açısından önemli olan, değişim değeri, yani meta üretmektir. Üretilen metanın toplumsal açıdan gerekli ya da yararlı olup olmadığı önemsizdir. Sermaye açısından “arkadaşlık”, “sevgi” gibi “şey”lerin bile değişim değeri taşıyabildiğini biliyoruz. Bu konudaki uç (aslında uç olup olmadığı tartışmalı olabilir) bir örnek ise, sermayenin ” ölümsüzlük”ü de metalaştırması. Üstelik, bu iş öylesine ciddi bir biçimde yürüyor ki, sıradan bir üçkağıtçı kapitalistin “ölümsüzlük pazarı”na girmesi hiç kolay değil. Gerekli sabit sermaye yatırımı, bu işi ancak büyük dolandırıcıların harcı kılıyor. Kuşkusuz “ölümsüzlük” satın almak isteyen aptalların da zengin olması şart.
Son derece “bilimsel” temeller üzerinde gerçekleştirilen bu iş, öldükten sonra sıvı nitrojen içinde -196 İC’de dondurularak saklanmanız ve vadesi şimdilik belirsiz bir gelecekte, ölüm gerekçenizi ortadan kaldıracak bilim adamlarının sizi eriterek yeniden canlandırmasını içeriyor. En azından bugünün teknolojisi ile bu işin hayal olduğunun açık olmasına karşın, şimdiden, milyonlarca dolarlık bir “ölümsüzlük pazarı” oluşmuş durumda. Konunun ayrıntıları, şu alıntının kaynağından öğrenilebilir: “(…) böyle bir işe kalkışmanın ve bunun için milyonlarca dolar para yatırmanın, ölü vücutlarımızın pahalı bir şekilde çürümelerini sağlamaktan başka yararı yoktur diyebiliriz.” 23
Kuşkusuz, bu kaynağın yazarı, tüm bilimsel olma çabasına karşın, iki noktayı kavrayamamış. Birincisi, “bilimsellik” denen şeyin, kapitalizm koşulları altında, sermayenin kendisini genişletmesinin yollarının formülasyonu dışında bir kıymet-i harbiyesinin bulunmadığının farkında değil; para kazandıran şeyin “bilimsel” olduğunu ve “bilimsel” olanın para kazandırması gerektiğini çözememiş. İkincisi de, “ölümsüzlük” e milyonlarca dolar para yatırmanın en temel “yarar”ını göremiyor: milyonlarca dolarlık bir pazarın sermayenin kendisini genişletmesi için sunduğu olanak…
Aslında, kapitalist üretim tarzının ürettiği ve biriktirdiği irrasyonaliteler için uç örnekler kullanmaya hiç gerek yok. Bunun yerine, bugün dünya çapında temel bir önem taşıyan, küçülmesi ya da büyümesi bunalımın ya da hafiflemesinin temel göstergeleri arasında görülen otomotiv sektörü, çok daha açıklayıcıdır.
Bugün öneminin tartışılmasına bile gerek görülmeyen otomotiv sektörü, başlıbaşına bir irrasyonaliteden ibarettir. Bu sektörün ürettiği metaların temel kullanım değeri, ulaştırma konusunda sundukları olanaklardan kaynaklanmaktadır. Oysa ki, en başta otomobiller karayolu taşıtları ve bizzat karayolu taşımacılığı, ulaştırmanın mümkün en pahalı ve yan ürünleri en zararlı yoludur. Enerji ve hammadde savurganlığı, çevre kirlenmesi, altyapı yatırımlarındaki savurganlık vb., otomotiv sektörünün tanımlayıcı öğeleridir. Ve karayolu taşımacılığının gelişkin bir demiryolu taşımacılığına, hiç bir avantajı bulunmamaktadır. Buna rağmen otomotiv sektörünün bu denli önemli bir ağırlığa sahip olmasının tek bir nedeni mevcuttur: Bu sektörün ürettiği metaların toplam değişim değeri ve artıdeğer çok büyüktür ve demiryolu taşımacılığı sektörün bu “yararı” ile başetme şansına sahip değildir.
Bilimsel-teknik bir devrimin ve üretici güçlerin toplum yararına en üst düzeydeki gelişmesinin nesnel olanaklarının mevcut olduğu günümüzde, bunların gerçekleştirilmesini sağlayacak bir sermaye yoğunlaşmasının önündeki tek engel, bizzat kapitalist üretim koşullarından kaynaklanmaktadır. Kapitalist üretim, toplumun ürettiği değerlerin topluma rağmen ve toplumun ihtiyaçlarıyla zıt yönde kullanılmasından başka bir şeyi temsil etmemektedir.
Kapitalist üretim tarzının insanlığın ürettiği kaynakları çarçur etmesinin bir diğer örneği, tıp alanında gözlemlenebilmektedir. Bu alanda özel girişimlerin artmasıyla birlikte yoğunlaşan eğilim, koruyucu bakım yerine tedavi edici bakımın öne çıkmasıdır. Çünkü, tedavi etmek, hastalığa yakalanmayı önlemekten daha çok “para etmektedir”. Sosyalist ülke deneyimlerinin koruyucu bakımın çok daha ucuza maledilebildiğini göstermesinin hiç bir önemi bulunmamakta; daha doğrusu, bunların hasır altı edilmesi ihtiyacı duyulmaktadır. Toplumsal açıdan ucuza maletme, başka pek çok alanda olduğu üzere tıp alanında da, sermaye açısından pahalıya maletme anlamını taşır ve bu nedenle tercih edilmez.
Yine bugün, üretimin temel girdisi olan enerji kaynaklarının değiştirilmesi, çevreye ve dolayısıyla topluma verdiği zararlar yeterince bilinen, diğer yandan maliyeti de giderek toplumsal yararını karşılamayan petrol yerine temiz enerji kaynaklarının ikame edilmesinin teknik olanakları mevcuttur. Ancak, mevcut sermaye yapılanmasının temel bir dayanağını petrol ve petrole dayalı üretim sektörleri oluşturmaktadır ve yeni enerji kaynaklarının geliştirilmesi doğrultusunda ayrılan kaynaklar, kapitalizm koşullarında pek doğal olarak, sınırlanmaktadır.
Kapitalist üretim tarzının giderek çevre sömürüsüyle, yani doğal kaynakların insanlığın geleceğini ipotek altına alacak tarzda tüketilmesiyle özdeşleşleştiğini gösteren literatür, her geçen gün zenginleşmektedir.
Bu listenin uzatılması hiç zor değil. Ancak, yazının uzayıp gitmesini engellemek için kimi keyfi ara noktalar koymaya ihtiyaç var. Kapitalizmin insanlığa sunduğu bilançonun en özet bir analizi bile önemli bir kağıt ve mürekkep “savurganlığı”na yol açıyor…
İRRASYONALİTENİN RASYONALİZASYONU
Kapitalizmin en önemli başarılarından biri, başarısızlık ve irrasyonalitelerini burjuva ideolojisi aracılığıyla, kaçınılmazlık ve hatta başarı olarak gösterebilmesinde yalıyor. Özel soyutlamalara gitmeyi gerektirmeyecek bir açıklıkta yaşanan çelişkilerin varlığı, işsizlik, yoksulluk, açlık militarizm vb. çok bilinen, ama tam da bu nedenle önemsiz görülmeye başlayan şeyler haline getiriliyor. Kapitalizmin eleştirisine giriştiğinizde “bunlar bildik şeyler” diye başlayıp, soyutlama düzeylerinin birbirine karıştığı, imajlarla dolu ve diğer yandan da “gerçekçilik” iddiasını içeren bir yığın zırvalıkla son bulan yanıtları bu kadar sık alıyorsanız, ve üstelik “akademik” ya da “entellektüel” tartışma platformlarında yaşanan da buysa, burjuva ideolojisinin gücüne bir kez daha hayran olmamanız mümkün değil.
Bugün, başta az gelişmiş ülke aydınları olmak üzere, kendisini varolana az çok muhalif bir açıda konumlandırmaya çalışan, “sorgulayıcı” kalmak isteyen, toplum için hala belirli kaygılar taşıyan insanların tartışma gündemlerini ele aldığımızda, Adam Smith’in görünmez elinin belki de en özenli çalıştığı alanın burası olduğunu görüyoruz.
Günümüz aydın ve solcularının gündemi üzerinde tahakküm kuran kimi “doğru”lar üzerinde durulmuştu. Bunlar arasında, işsizliğin yeni tekniklerden kaynaklandığı, kapitalizmin bilimsel-teknik bir devrim gerçekleştirmiş olduğu, artı-değer sömürüsünün, dolayısıyla işçi sınıfının ve benzer şekilde “üçüncü dünya”nın gelişkin kapitalist ülkeler açısından önemsizleştiği, hizmet sektörünün öneminin artışının kapitalizmin yapısal bir değişimine tekabül ettiği vb. yer alıyordu. Burada bir miktar daha “rafine” bir görünüm arzeden ve devrimci düşüncenin önünü tıkayan başka bazı “doğru”lara değinilecek.
Toplumsal süreçlere tek başına üretici güçlerin geliştirilmesi bağlamında yaklaşmak hatalıdır; sosyalist ülkelerin düştüğü temel bir yanılgı da bu olmuştur; sosyalizm, eğer bir alternatif olacaksa insanlığa, üretici güçlerin gelişimi dışında bir şeyler sunmalıdır; bu çerçevede, “kalkınma” problematiği tahtından indirilmelidir; zaten, günümüzde sanayileşme ile ilerleme arasındaki özdeşlik çok daha sorgulanır hale gelmiştir; kendi başına gelişen üretici güçler topluma giderek yabancılaşmaktadır; vesaire, vesaire…
Yukarıda söylenenler elbette baştan sona zırvalık olarak değerlendirilemez. Üzerinde gerçekten de durulması gereken ciddi kimi tartışma başlıklarını da içermektedirler.
Ancak, tüm bunların neden tam da kapitalizmin üretici güçlerin gelişmesi önündeki temel engel haline geldiği bugün “keşfedildiği” sorusunu da sormak gerekmektedir. Ve yine, neden tam da insanlığın bilimsel-teknik bir devrimin eşiğine geldiği geleceğini kendi ellerine almasının olanaklarının biriktiği bir dönemde; çalışmanın bir zorunluk olmaktan çıkmasına giden yolu açmak yerine, insanlığın üretken potansiyelini yeni bir toplumsal ilişkiler bütünlüğü içinde sınırsızlaştırmaya giden yolu açmak yerine, tüm bunları olanaklı kılan maddi zeminin kendisinin sorgulanmasının “zamanı” gelmiştir? “Kalkınmacılık” neden tam da kapitalist dünya sisteminin kalkınmanın olanaklarını ortadan kaldırdığı bir dönemde arkaik ilan edilmektedir?
Komünistler, yer yer 19. yy.’ın makina düşmanlığına dönüşen üretici güçler korkusundan uzak durmak zorundadır. Üretici güçlerin gelişiminin insanlığın kurtuluşuna giden yolu açmanın tek yolu olduğunu ortaya koymak ve bu yolu açmak, 21.yy’in eşiğinde komünistlerin en temel misyonlarından biridir. Bu temel sürecin ikincil boyutları da komünistler açısından önem taşımak zorundadır; ama temel olanı gözardı etmemek şartıyla…
Son yılların bir diğer “doğru”su: “Popülist” politikalar uygulandıkları ülkeleri ve genel olarak insanlığı ileriye götürmemektedir. Bugünü kurtarmak için yapılan “popülizm”, geleceği ipotek altına almaktan başka anlam taşımamaktadır…
Burada, “popülizm” kavramıyla ifade edilen “şey”in, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin taleplerinin karşılanması olduğu, anti-popülist söylem içinde genel olarak arka plana itilmekte, sınıflar-üstü bir söylemin oluşturulmasına çalışılmakta. Böylece, kapitalizmin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere daha yoğun bir sömürüden ve giderek yoksulluk ve açlıktan başka bir şey sunamadığı bugün, bu nesnelliğin kendisi “doğru”laştırılmaktadır. Dürüst ve muhalif olmaya çalışan aydınlar bile, işçilere “gerektiğinden” çok para verilirse, bunun eninde sonunda ekonominin kötüye gitmesine yol açacağını “bilmekte”; buradaki ölçütlerin tanrı tarafından ne zaman indirildiği ve kapitalist üretim tarzının içinden düşünmenin neden bir zorunluluk olduğu sorularını ise sor(a)mamaktadır.
Yine son yıllarda, çok şükür, kafalarımıza ısrarla kazınan şu “gerçek”i iyice belledik: Devlet işletmeleri verimsiz çalışır.
Gerçekten de, mülkiyeti özel sermayeye ait olan işletmelere baktığımızda, bunları işleten kapitalistlerin üretimin verimliliği konusunda son derece hassas olduğunu, belirli bir dönem için satın aldığı emek gücünü son damlasına kadar kullanmak için var gücüyle çalıştığın,ı ya da aynı işi yapacak profesyonel yöneticileri istihdam ettiğini kolaylıkla görürüz. Ama, gözümüzü işletmenin dışına çevirdiğimizde, kapitalist üretime bir bütün olarak baktığımızda, karşımıza buraya kadar uzun uzadıya anlatılan irrasyonelliklerden başka bir şey çıkmaz. Burada, işletme bazında kuyumcu terazisiyle tartılan kaynakların, bu kez ölçülemeyecek boyutlardaki savurganlığıyla karşılaşırız.
Aslında, sorun tek başına kapitalizmin barındırdığı irrasyonalitelerin görülememesinden kaynaklanmıyor. Oturup uzun uzadıya konuştuğunuzda, pek çok insanı, kapitalizmin aslında kötü bir şey olduğuna ikna etmeniz mümkün.
Ancak iş dönüp dolaşıp, kapitalizme bir alternatif getirilip getirilemeyeceği noktasında düğümleniyor. Nitekim, düzen içi olduğunu kolaylıkla iddia edemeyeceğimiz sosyalist olan ya da olmayan pek çok aydının sistem içi çözüm aranışlarına yönelmesinin arka planında da, sosyalizmin gerçekçi bir alternatif olarak görülememesi yatıyor.
Bu tabloyu değiştirebilecek olan, değiştirmenin nesnel olanaklarına sahip olan ve değiştirmekten başka alternatifi bulunmayan uluslararası komünist hareket tam da bu nedenlerle bir silkiniş yaşamak zorundadır. Kapitalizm, bunalımını yaşamaya çelişki biriktirmeye devam ediyor. Bu çelişkiler, bugün bir coğrafyada yarın bir diğerinde patlama noktalarına gelmeden edemiyor. Çelişkiler, komünistleri müdahaleye, müdahale edebilmek için de özne olmaya davet ediyor. Bu davete hep birlikte icabet edeceğiz!
ULUSLARARASI HAREKETİN GÜNCEL GÖREVLERİ
Uluslararası komünist hareket, bugün için, bir bütün değildir. Ortada belirginleşmiş bir siyasal/ideolojik hat ve bu çerçevede bir soyutlama olarak bile olsa tek bir özne bulunmamaktadır. UKH önümüzdeki dönemde ve uluslararası düzeyde yürütülecek sosyalizm mücadelesinin ürünü olarak, belirli reel kazanımlar üzerinde kurulacaktır. Dolayısıyla, yukarıda kullanılan başlık, kendi içinde belirli bir çelişkiyi de barındırmaktadır.
Ancak diğer yandan, uluslararası komünist hareketin şekilleneceği zemin, giderek belirginleşmiştir. Dünyanın her yanındaki komünist örgüt ve çevrelerin ortak(laştırılması gereken) bir gündemi, teorik olarak güncelleşen dünya devriminin pratik (siyasal-ideolojik) boyutlarının kurgulanması olmak durumundadır. Bu yazıda belirtildiği üzere, komünistlerin yeni görevi, üretici güçlerin geliştirilmesi hedefini kapitalizmin getirip bıraktığı noktadan devralarak ileriye taşımaktır. Bu çerçeve, elbette, gözümüzü hangi dinamiklere ve hangi coğrafyalara dikeceğimize ilişkin olarak da bir şeyler söylemektedir.
Burada, kimi yanlış anlamalara kapı aralamamak için “dünya devriminin güncelleşmesi” ile ne kastettiğimi bir miktar daha açmak istiyorum. Sözünü ettiğim, eş zamanlı bir dünya devriminin olanaklı hale gelmesi değil kesinlikle. Eş zamanlı devrim bir tercih sorunu değildir ve kapitalist siste-nin bütünsel çelişkileri belirli yerelliklerde yoğunlaşmaya devam etmektedir.
Dünya devrimini güncelleştiren, kapitalist sistemin üretici güçlerin gelişimi açısından, maddi zemin itibarıyla güncellik kazanan nitel bir sıçramanın önünde bu kez bütünsel olarak engel olmaya başlamasıdır. Sermayenin uluslararasılaşma derecesi, tartışıldığı üzere, “arkadan gelen”lerin önünü de kapatmaktadır. Bu durum da içinde bulunan bunalımın süreklileşmesine, çelişkilerin aşılmaktan çok oradan oraya taşınarak biriktirilmesine yol açmaktadır.
“Sürekli bunalım” durumu, kapitalizmin üretici güçleri artık hiç geliştiremediği anlamına gelmediği gibi, kendiliğinden yıkıma ya da üfleyerek yık-labilirliğe de işaret etmemektedir. Hatta, yine tartışıldığı üzere, bunalımın hiç bir zaman aşılamayacağı da söylenemez. Ancak, bunalımın aşılmasını sağlayacak dinamikler henüz ortada yoktur ve bugünden görülebilir bir vadede ortaya çıkmaları da muhtemel görünmemektedir.
Kapitalist sistemin bunalımının bütünselliği, kapitalizme karşı verilen mücadelenin de bütünsel olmasını dayatmaktadır. Açıkça söylemek gerekirse, sözgelimi bugün Nikaragua’da Sandinistlerin iktidara yeniden gelip gelmemelerinin, kapitalizme karşı uluslararası düzeyde yürütülen mücadele açısından neredeyse hiç bir önemi yoktur. Elbette, dünyanın hiç bir yöresindeki mücadele anlamsız değildir. Yine düzen-dışı kimi güçlerin kazanacağı başarılar, uluslararası komünist hareket açısından da bir moral takviyesi olacaktır. Ancak, bugünün dünyasında işbölümünün derinleşmişlik derecesi, ekonomik kaynakları zaten sınırlı olan ülkelerin hareket alanını son derece sınırlandırmakta ve bu türden ülkelerin sistem-dışılıklarının sürekliliğinin güvencelerinin, ancak kapitalist sistem karşısında ekonomik kaynaklar açısından da güçlü bir odağın varlığıyla oluşturulabilir olmasına yol açmaktadır. Bugün Küba’nın içinde bulunduğu sıkıntılı durumu biliyoruz; bu onurlu ülkenin çektiği sıkıntıların “teorik” nedenlerden kaynaklanmadığını da…
Dolayısıyla, uluslararası komünist hareket de, en başta üçüncü dünyacılığı, cepheciliği, “anti-tekel” mücadeleleri vb. bir kenara bırakmalı ve gözünü işçi sınıfının görece güçlü olduğu ve dünya devrimi açısından belirli bir stratejik önem taşıyan coğrafyalara dikmeli, daha önemlisi de, bu coğrafyalardaki mücadelelerini yeniden anti-kapitalist bir zemine çekmelidir.
Aslında, pek doğal olarak, bu işin yolu sözkonusu coğrafyaların yerel komünist öznelerinin kendi ülkelerinde devrim yapma görevlerinin hakkını vermelerinden geçmektedir. Bugün, enternasyonalizmin hatalı kavranışlarını mazur gösterecek bir dünya nesnelliği bulunmuyor. Sosyalist sistemin yokluğunda, artık bu sisteme yerel düzeyde olabildiği kadar “destek” olma perspektifinin ürünü yaklaşımların hiçbir anlamı kalmamıştır. Bir ülkede anti-emperyalist dinamiğin ülke politikası üzerinde belirli etkilerde bulunabilir derecede güçlü olup olmamasının, sosyalizm mücadelesi açısından getireceği hiçbir şey yoktur. Yine “ulusal”, “demokrat”, “halkçı” vb. güçlerle iktidara gelmek de anlamsızlaşmıştır: Önümüzdeki dönemde anti-kapitalist mücadelenin gerektirdiği bütünsellik, sistemden kopan ülkelerin arasındaki ekonomik bağların güçlendirilerek sistemlileştirilmesini geçmişte olduğundan çok daha fazla gerektirmektedir ve bu gereksinimin işçi sınıfının tarihsel misyonuna yabancı unsurların burjuva bağımsızlıkçılığına feda edilmesi mümkün değildir.
Dolaylı olarak söylediğimi bu kez daha açık ifade etmek istiyorum: Sosyalist devrim perspektifinin bu denli sınırlı sayıda yerellikte egemen olması, komünistlerin başka perspektiflere sarıldığı yerelliklerdeki öznelerin zaaflarından kaynaklanmaktadır. Sözkonusu zaaflar, bugüne dek, uluslararası sosyalist sistemle ilişkilerle açıklanabiliyordu. Bugün bu mazeret ortadan kalkmıştır ve tüm ülkelerin komünistleri, öncelikle de geleneksel sol kökenli yapılar, gelenekleriyle olan sahiplenme ilişkilerini hesaplaşma boyutuyla bütünleştirerek bir üst düzeyde yeniden kurma sorumluluğunu taşımaktadır.
Uluslararası komünist hareket, bir atılım gerçekleştirmenin olanaklarına sahiptir. “Objektivite”, olabileceği kadar, devrimcidir. Nesnellik hiç bir zaman komünistleri bağıra çağıra davet etmez; kendilerini alternatif ve alternatifsiz hale getiren komünistlerin kendisidir.
Komünist hareketin giderek somutlaşan görevlerini yerine getirmesi açısından, kapitalizmin güncel ve bütünsel bir yeniden-eleştirisinin özel bir önemi vardır. Komünistler, tek “gerçekçi” alternatifi sunduklarını göstermeden önce somut olarak görmelidir. Kapitalizmin eleştirisi çevreci, yeni solcu, post-modernist vb. unsurların elinden alınarak, yeniden sosyalizm mücadelesinin silahı haline gelmelidir. Bu unsurların sistemsiz eleştirileri, kapitalist üretim tarzının özüne yönelen bir eleştiri açısından, en fazla, değerlendirilebilecek bir malzeme sunmaktadır ve bu çerçevede işlevsel kılınabilirler. Komünistler açısından ise, yeniden-eleştirinin bir anlamı daha bulunmaktadır: Sosyalizmin bütünsel bir alternatif olarak yeniden kurulması sürecinin teorik ön dayanakları, bu eleştiriden türetilebilecektir.
Komünistlerin uluslararası düzeyde yakınlaşmaları, içinden geçtiğimiz sürecin bir diğer bileşeni haline getirilmelidir. Bu yakınlaşmanın daha baştan güncel ve iddialı siyasal misyonlarla örtüşmesi mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir. Ancak, yürüteceğimiz mücadelenin birbirine bağlılık derecesi, en başta ortak bir dil oluşturmayı yaşamsal kılmaktadır. Bu çerçevede gündeme gelen uluslararası yayın projesi, bir ön adım olarak mutlaka önemsenmeli ve en kısa zamanda proje olmaktan çıkarılmalıdır.
Biz, Gelenek olarak çıkışımızla birlikte, Türkiye solundaki umutsuzluk havasını kırmaya özel bir önem verdik. Bunu da, “umutsuzluk yanlıştır” diyerek değil, somut hedeflerimizi iddialılığımızı öne çıkararak ve geçmişe herhangi bir eziklik duymadan bakarak yaptık. Bunun nesnel zeminine de sahiptik (ve kuşkusuz hala sahibiz): Türkiye’de sosyalist devrimin güncelliği… Dünya komünist hareketinin, yine nesnel bir zemin üzerinde gündeme gelen silkiniş ihtiyacı, bize de kimi özel misyonlar yüklüyor. Türkiye’de yaşadığımız özgül süreçler, kimi yüklerden erken kurtulmamızı sosyalizme yeni bir soluk kazandırmamızı sağladı. Bugün, açıkça söylemek gerekirse, leninist örgüt teorisinin soyutlanmasına yönelik teorik girişimlerimiz, dünya çapında belirli bir öneme sahiptir. Bunları özel bir “gurur” vesilesi kılmak, gerçekten de tam bir çiğlik olacaktır. Birincisi, teorik girişimlerimizin gerçek anlamda bir katkıya dönüşmesi, ancak bu ülkede devrimi yaptığımızda bir olasılığa dönüşecektir. İkincisi ve daha önemlisi, teorik girişimlerimiz, bizim özel niteliklerimizin değil uluslararası, marksist birikimle, Türkiye’de yaşadığımız özgül süreçler sayesinde kurduğumuz ilişkinin ürünü oldu. Dolayısıyla, bugün gelmiş olduğumuz nokta, bir gurur vesilesi değildir ama öte yandan da bize büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Uluslararası komünist hareketin yakınlaşması sürecinde aktif bir rol oynamak, bizim açımızdan bir tercih sorunu değildir. Dünya çapındaki mücadelemizde komünist yoldaşlarımızla olan bağlarımızı güçlendirmek, yeni bir enternasyonalizm pratiğinin kurulmasına katkıda bulunmak zorundayız.
Selam olsun dünyanın dört bir yanındaki komünist yoldaşlarımıza!
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu konudaki daha kapsamlı bir tartışma için Ahmet Hamdi Dinler’in bu kitap dizisinden çıkmış olan yazısına bakılabilir: “Bilimsel Teknolojik Devrim Efsanesi” Gelenek 38. Benim buradaki hedeflerim açısından teknik gelişmelerin daha kapsamlı bir analizi çalışmanın sınırlarını fazlaca zorluyor. Ancak bu konuyu daha derinlemesine ele alacak olan çalışmaların hazırlanmakta olduğunu belirteyim.
- Parboni Riccardo; “Dünya Pazarının Genişlemesi”; “Dünya Kapitalizminin Bunalımı” (derleyenler: N. Satlıgan S. Savran) içinde; Alan Yayıncılık; Şubat 1988 – İstanbul; s.491
- a.g.y. s.500.
- a.g.y. s.500.
- Marx Karl; “Kapital – 3.Cilt”; çev: Alaattin Bilgi; Sol Yayınları;; s.212.
- Kuşkusuz bu söylenenleri bir eğilim olarak kavramak zorunludur. Yoksa dünya tarihinin hiç bir döneminde sınıf mücadeleleri egemen sınıfların tam boy belirleyiciliği altında yürümemiş; sözünü ettiğimiz dönem de uluslararası düzeydeki eşitsizliklerin kapitalist sistemden kopuş dinamiklerini üretmeye devam ettiği sosyalist sistemin giderek güçlendiği ve son tahlilde kapitalizmin siyasal düzeyde ciddi yenilgiler aldığı bir dönemdir. Ancak tüm bunların yanında üçüncü dünyada yaşanan devrimlerin tarihsel olarak temsil ettikleri konum bir yana siyasal çelişkilerin kapitalist sistemin merkezine yaklaşıldıkça zayıflaması boyutu gözden kaçırılmamalıdır. Sözü edilen dönemde sosyalist sistem dünyadaki güçler dengesinde ciddi değişimler getirecek türden yerel mevzileri kazanmak konusunda giderek daha sınırlı başarılar elde etmiştir.
- Marx Karl; “Kapital – 2.Cilt”; çev: Alaattin Bilgi; Sol Yayınları; İkinci Baskı Haziran 1979 An-kara; s. 435
- Monthly Review editörleri; “Globalization – To What End (Part I)”; Monthly Review; Vol.43 No.9 February 1992; s.9
- “OECD Economic Outlook 53” June 1993 s. xiv
- Yıldızoğlu Ergin; “Dünya Ekonomisine Bakış” köşesi; “Cumhuriyet” 1 Kasım 1993 s. 11
- Yıldızoğlu Ergin; “Dünya Ekonomisine Bakış” köşesi; “Cumhuriyet” 13 Aralık 1993 s.11
- Julien Claude;” “High-Tech Elit” İmparatorluğu “; “İktisat Dergisi”; Eylül 1993 Sayı: 341; s. 45
- Lipietz Alain; “Dünya Çapında Fordizme Doğru”; “Dünya Kapitalizminin Bunalımı” içinde; a.g.y; s.457.
- a.g.y.;s.458.
- Tonak E.Ahmet; “NAFTA Gerçekleşecek mi”; “iktisat Dergisi”; Kasım 1993 Sayı: 343; s.39
- Yıldızoğlu Ergin; “Dünya Ekonomisine Bakış” köşesi; “Cumhuriyet” 13 Aralık 1993 s11
- Burada dünya ticareti içinde gelişkin kapitalist ülkeler pazarının göreli ağırlığının artmakta olduğu kuşkusuz reddedilmiyor. Ancak bu durum tek başına azgelişmiş ülkeler pazarının önemsizleşmesi anlamına gelmemektedir.
- Chomsky Noam; “The Masters of Mankind’ (Notes on NAFTA) “; The Nation; March29 1993; S.412
- a.g.y.; s.412.
- GATT görüşmeleri bu yazının kaleme alındığı sırada tamamlandı ve anlaşma imzalandı. Anlaşma ABD ile AT arasındaki pazarlıkların ürünü oldu ve özellikle de “entellektüel mülkiyet” konusundaki koruma sinema-TV sektörü dışında ABD’nin talepleri doğrultusunda kabul edildi.
- “Yapısal uyum” ve Somali konularında Chossudovsky’nin İktisat dergisinde yayımlanan iki yazısına bakılabilir: Chossudovsky Michael; “Yapısal Uyum Programı ve IMF’nin Diktatoryası” ve “Somali Nasıl ‘İyi’ Edildi”; İktisat Dergisi Ekim 1993 sayı: 342
- Marx Karl; “Kapital – 3.Cilt”; ag.y.; s.221-222
- “Ölümün Kapısındaki Soğuk Konfor”; New Scientist 26 Eylül 1992; Bilim ve Teknik cilt 26 sayı 313 Aralık 1993; s.917