Gelenek Dizisi elinizdeki kitap ile 7. ürününü vermiş oluyor. Diziye katkıda bulunmaya çalışan biri olarak, kasım ayından bu yana çıkartmış olduğumuz 6 kitabın “dostça” muhasebesini yapmak istiyorum. Bu, kesinlikle bir özeleştiri veya eksiklikleri ortaya dökme türünden bir girişim olmayacak. Önemli olan, Gelenek’in varlık nedenini hangi boşlukları doldurmaya çalıştığını bir kez daha vurgulamak ve bu boşlukları doldurmada ne gibi araçların ön plana çıktığını açıkça belirtmek.
Nasıl Bir Boşluk?
Diplomatik ilişkilerdeki protokolü gözünüzde canlandırın. Canlı-cansız her tür nesne, önceden belirlenmiş dekorun birer parçasıdırlar. Çevirmenler, bayraklar, birer bardak su… İşlevi olsun olmasın görüşmenin niteliğine veya konusuna göre “eksik olan” hemen kendisini belli eder. Fazlalıklar da… Oluşturulan tabloda yeri olmayan bir kişi, Balzac’ın “Taşralı Bir Büyük Adamı”nın Paris’in aristokrat gecelerine ilk adımını attığı sıralardaki iğretilerinden kurtulamayacaktır.
Siyasal mücadelede belki böylesi önsel formlar yok, ama burada da zaman zaman nereye oturacağı bilinmeyen aktörler, bir nesnelliğin üzerinde beslenemedikleri için “tutunamayanlar”, hiç bir iz bırakmadan “elveda” diyen misafirler boy gösteriyor. Burada bir tek şey önemli: Sahnede yerini alan aktörlerin hangileri devresel iniş-çıkışların yol açtığı gediklerin ürünü, hangileri kendilerine yapısal ve kalıcı boşluklarda yer edinebilmişler. İlk gruptakiler için söylenecek çok fazla şey yok. Belli bir kesitte önem kazanabilirler. Ama kendilerini var eden dinamikler “tarihsel” köklerini bir türlü üretemiyorsa, ne yapılabilir ki? Geçtiğimiz eylül ayında Turgut Sunalp’in İzmir Fuarında tek başına dolaşırken resimleri çıktı: “Bir Yalnız Adam!” Gelip geçici aktörler her zaman böylesine şanslı bile olmayabilirler. Güzel bir İzmir akşamında yalnızlığı “yaşayabilmek” de çok şeydir.
Siyasal mücadelede boşluklar, sınıf kavramı ile ilgili. Ancak bu çok bilinen gerçeği işgüzarca zorlamayla sıradanlaştırmamak için kimi noktaları akılda tutmak gerekiyor. En başta, sınıflar yalnız başlarına ve izole olarak değil, birbirleriyle beraber ve birbirleri ile ilişki ve mücadele içerisinde varlar. İkinci olarak, sınıfların siyasal mücadele içindeki temsilleri birer fiziki uzantıdan çok, kendine özgü iç dinamiklere sahip olan ideolojilerin, bilinçlerin ve hatta kişiliklerin aracılığıyla gerçekleşir. Bu yüzden sözü edilen “temsil” fiili, anlık fotoğraflar ile değil tarihsel olarak saptanabilir, adlandırılabilir.
Bu nokta önemli çünkü, bugün “sol”daki boşluk tanımlanırken bir “işçi sınıfı hareketi”nin boşluğundan söz etmekle yetinilmesi çok zor. Bu boşluk ile yakından ilgili, ama mutlak olarak onun ile açıklanamayacak ve daha önsel bir boşluk karşımıza çıkıyor: Sosyalist hareketin boşluğu. Sosyalist hareket ile işçi sınıfı hareketi doğrusal olarak ortak bir çizgiye sahip olsalar da, bir ve aynı şeyler değildir. Sosyalist hareketin işçi sınıfı hareketine dönüşmesi bir süreç işi olduğu gibi, aynı hareketin belli bir ivme kazanması işçi sınıfı hareketi (işçi hareketi değil) için neredeyse bir önkoşuldur. Bugün ülkemizde sosyalist hareket değil, buna gebe bir birikim söz konusudur. Siyasal olarak bir işçi sınıfı hareketinden söz etmek için ise henüz çok erken. Türkiye solu bu nedenle işe nereden başlanacağını çok iyi saptamalıdır.
Herhangi bir boşluktan söz etmiyoruz. Sosyalizm için doldurulması gereken bir boşluktan söz ediyoruz. Bizimki nasıl bir gerçeklikse, Türkiye’nin Avrupalı bir görüntü vermesi için Berlin’den seslenen, belli bir 2000’ler Türkiye’sinde sahneyi eksik bırakmayacak 3-5 sol parlamenter saplantısını neredeyse varlık nedeni haline getiren bir siyasal çizgi de kendince gerçekçidir. Güneş’te dürüstlüğünden kuşku duyulabilecek ama mutlaka belli bir eğilimi yansıtan bir garip röportaj bu gerçekçiliğin ve doldurulabilecek başka bir boşluğun ifadesidir. Ne denenebilir? Eksik olsun…
Evet, Türkiye’de bazı boşluklar var. Bizi ilgilendiren boşluk, Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir politik güç haline gelmesidir. Herhangi bir misyon üstlenişi bundan farklı, buna yol vermeyen dengelere oturmamalıdır. Ve bir adım daha ötesi…
Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir politik güç haline gelme sürecinin bizzat içerisindeki boşluklar nelerdir Gelenek Kitap Dizisi işte bu sorunun değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkan bir ürün oldu. Türkiye’de bir siyasal boşluk söz konusuysa bu, örgütsel ve teorik bölmeleri olan bir boşluktur. Her ikisinin de ihmale gelir veya geri plana itilir bir yanı yoktur. Gelenek Kitap Dizisi, bir teorisizm batağına düşmeden, Türkiye’de sosyalist hareketin teorik sorunlarını siyasal pratiğe yol verici bir yaklaşım içerisinde ele alma amacıyla çıkarılmaya başlanmıştır.
Kapitalist sistemin entegrasyonundan kaynaklanan, bu entegrasyon sürecinin gerekleri için açılan boşluklar, bizzat sistemin kendisi tarafından büyük ölçüde nesneldirler. Oysa sözünü etmeye çalıştığım ve bizi ilgilendiren boşluk, doldurulma sürecinde yaratılabilecek türdendir. Yani nesnelliğin öznel zorlamalar ile takviye edildiği özgün boşluklardır. Bu anlamda doldurulmayan (ve yaratılmayan) boşluklar boşluk olmaktan çıkabileceklerdir. Belli bir kesitte var olan gedikler zamanla, kapitalist sistem tarafından örülecektir. Türkiye burjuvazisinin bu gedikleri kapatabilme olanaklarının nesnel olarak kısıtlı olması ile, gediklerin sosyalizme uzanamayacak özneler ile doldurulabilir olması birbirine karıştırılmamalıdır. İkincisi, Türkiye solunun korkması ve mücadele etmesi gereken bir durumdur.
Boşluk yaratılarak doldurulur.
Gelenek Kitap Dizisi’nin (yalnızca) bir parçayı, teoriyi, siyaset pratiğine dönük olarak üretebilmek için gösterdiği çaba, bu yüzden boşluğun doldurulmasının kaçınılmaz ve organik (tek başına yeterli olmayan) bir parçasıdır. Gene bu yüzden Gelenek, keyfi bir yayıncılık faaliyetinin herhangi bir biçimsel sonucu değildir. Bir gereksinimin, bilinçli bir tercihe dönüşmesidir. “Geleneksel sol’un Türkiye’de yeni bir ruha, canlılığa ve yaratıcılığa kavuşabilmesine katkıda bulunmak…” deniyordu “Çıkarken” yazısında. Değişen bir şey yok. Bu görev her alanda bizi bekliyor.
Teorideki Boşluklar: Ne Kastediliyor?
Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir siyasal güç haline gelememesinin altında yatan nedenler içerisinde “teorik” sorunların özel bir önemi olduğunu söylüyoruz. Bunu, her “iniş” dönemi sonrasında “öğrenmeye” duyulan içgüdüsel merakı vurgulamak için söylemiyoruz. Tam tersine Türkiye’de sosyalist hareketin “teorik” sorunlarının onun tarihi ile yaşıt olduğunu belirtiyoruz. Metin Çulhaoğlu’nun “Solun Tarihinde Atılım ve Restorasyon Dönemleri” (Gelenek: 6, Nisan 1987) ve Cengiz Uygur ile Aydın Giritli’nin ortaklaşa yazdıkları “Türkiye’de Geleneksel Sol: Yüzyıllık Rehavet” (Gelenek: 5, Mart 1987) yazılarında işlenen ana temalardan bir tanesi zaten buydu.
Peki, Türkiye geleneksel solundaki boşluklardan ne anlamak gerekiyor? Bu sorunun cevabı Gelenek Kitap Dizisi’nin yola çıkış nedenlerinin ortaya konması için büyük bir önem taşıyor. Çünkü Gelenek, teorik sorunların altını çizerken oldukça öznel ayraçlardan da hareket ediyor.
Sosyalist mücadele tarihinde Marksist teorinin yaratıcı müdahaleler ile canlı tutulması, nesnel koşulların sosyalist hareketin karşısına çıkardığı sorunların çözümündeki can alıcı noktanın saptanması ve eldeki birikimi bu noktada yoğunlaştırmak sonucu olmuştur. Bu nokta, hiç tartışmasız iktidar perspektifidir. İktidar perspektifi, sosyalist hareketin tutuculaşmaya karşı en büyük güvencesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İktidara yönelen her sosyalist program, kendi geleneği içerisinde yaratıcılığa yol açan bir aşamadır ve aynı zamanda teoriye kalıcı bir katkıdır.
Türkiye’de ilk sosyalist kadroların kısa bir dönem dışında “iktidar”dan teorik olarak uzaklaştıkları biliniyor. Bunda, ülkemizin 1900’lerin ilk çeyreğindeki nesnelliğinin, işçi sınıfının potansiyel eksiklerinin önemli rolü olmuştur. Ayrıca, ilk sosyalist kadroların “iktidar”a yönelik hesaplar içerisinde bulunma durumlarında pek de radikal olarak görülmemesi gereken pragmatik eğilimler ve bilimsel sosyalist örgütlenmenin dışında arayışlar güç kazanmıştı. Ancak “anlamak”, “yargılayabilme”nin alternatifi değil, bir ön koşulu olarak görülmeli. Bu yüzden Türkiye sosyalist hareketinde “iktidar”sızlığı sorun olarak saptıyorsak bunun sorumluları arasında ilk sosyalist kadroları da saymak gerekiyor. Bu “eleştiri” olmadan işçi sınıfının nicel olarak ve siyasal mücadele birikimi açısından çok da “şanlı” olmadığı bir ülkede “iktidar”ı düşünmek çok zordur. İktidar perspektifinin yerleşmesi daha somutu sosyalist devrim perspektifi, bu anlamda kendisine “teorik” bir çekim gücü oluşturabilmelidir. Ama nasıl bir “teori”?
Ortada bir miras var. “Geleneksel sol” diye adlandırdığımız bir kesimde yer alanlar, dünyada ve Türkiye’de bu mirasın asli temsilcileri. Eksiklikleri, fazlalıklarıyla. Bu miras, geleceğe ve yaratıcılığa dönük bir seçmecilik ile işlenmeye muhtaç durumda. Bugün, sosyalist hareketin sorunlarına teorik bakabilmek demek, çok değerli bir birikimi, hem Türkiye toprağı için, hem de evrensel bir bütün için daha sonuç alıcı hale getirmek demektir. Geleneksel sol’daki teorik tıkanıklıklardan söz ederken altını çizmek istediğimiz, malzemenin düzeysizliği ve yetersizliğinden çok, elde bulunanın daha işlevsel (bir kez daha belirteyim, bu iktidar ile ilgili) hale getirilmesidir. “Teorik tıkanıklıklar” bu çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde Türkiye sosyalist hareketinin önünde bir “teorik birikim” döneminin değil “siyaset pratiğinde teorik sıçrama” döneminin zorunlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda, başka ülkeler bir yana Türkiye’de geleneksel sol, evrensel planda bu geleneğin hiç kuşkusuz en değerli halkaları olan “örgütlenme” ve “sosyalist devrim” teorilerine uzak durarak kendisini ciddi bir kısırlığa mahkum etmiştir. Gelenek bu uzak durulanları, güncelliğe sırt çevirmeden ve sürekli olarak siyaset pratiğine yakınlaştırarak yeniden üretmeye çalışıyor. “Teori” ile ilgili boşlukların giderilmesinin başka türlü başka türlü mümkün olmadığına inanıyor.
İki Kavram Üzerine:
Gelenek Kitap Dizisi, adı üzerinde bir gelenek’ten yana (günah ve sevaplarıyla) çok açık bir yan tutuyor. Ve bir adım daha atıp sol’un geleneksel sol ve yeni sol olarak iki ayrı parçaya sahip olduğunu vurguluyor. Bu saptamaya geleneksel sol içinden de, yeni sol içinde itirazlar geldiği için her iki kavramın da biraz daha açılması gerektiğine inanıyorum.
Geleneksel sol-yeni sol kavramları üzerine kurulu olan bu karşıtlık, son derece teorik bir ayrıma oldukça politik bir yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Ayrım teoriktir, çünkü geleneksel sol ve yeni sol (bütün iç çeşitliliklerine karşın) farklı dünya görüşlerine ve tarihlere sahiptir. Geleneksel sol, ne olursa olsun 140 yıllık bir geleneğin bir parçasıdır ve o geleneğin en değerli ürünü olan reel sosyalizmin uzağına düşmeyecek bir iç birikime sahiptir. Yeni sol ise 140 yılık tarihe karşı düzensiz isyanlardan oluşan bir toplamdır. Kimse “devrimci Marksizm” veya “Mao geleneği” adına kendisini bu toplamın dışında göstermeye çalışmasın. Bu toplamın ana gövdesini bir geleneğe karşı histeri nöbetleri içerisinde olan eğilimler oluşturuyor.
Yaklaşım politiktir, çünkü bugün sosyalizmi ciddi olarak düşünenlerle güncel hesaplarda “Nato’dan çıkılmasını şimdilik gerekli görmeyenler” veya Marksist teoriye ne olursa olsun belli bir canlılık getirmiş, siyasi olarak da mütevaziliği elden bırakmamış Althusser gibileriyle Troçkistleri aynı grupta toplayacak denli bir siyasal tercihi içermektedir. Tercihten söz ediyorum, çünkü geleceği, geleneksel solun tüm bünyesini sarsıcı, teorik, örgütsel ve kadro düzeyinde onu canlandırıcı bir sıçramanın inşa edeceğine inanıyoruz. Bütün tıkanıklıklara ve kısırlıklara karşın geleneksel solun herhangi bir tercihini toptan “umutsuz” olarak görmek istemiyoruz. Bu bir siyasal tercihtir. Yeni sol olarak adlandırılan toplamda ise, gelecek vaat edenlerin ne yazık ki istisnai olduklarını, bunlarında ancak geleneksel sol ile yeni sol arasında çok da kesin olmayan sınırların üzerinde seyreden kimi kesimler olduğunu düşünüyoruz.
Geleneksel sol-yeni sol ayrımı teorik bir ayrımdır. Bunun dışında sosyalistler ve devrimci demokratlar biçiminde formüle edilebilecek bir ayrım daha var. Bu ayrım çok büyük ölçüde siyasal bir öz taşıyor. Bunun nedeni, devrimci demokrasinin bir potansiyel olarak her zaman varolmasına karşın kendisini her konjonktürde ifade edebilme şansının olmamasıdır. Devrimci demokrasi bilimsel sosyalistler için özellikle devrimci bunalım dönemlerinde önem taşır. Bu anlamda ayrımın, yani bilimsel sosyalistler ile devrimci demokrasi arasındaki ayrımın eşit önemdeki bir sürekliliğinden söz etmek çok güçtür. Bugün devrimci demokrasiden söz etmek mümkün bile olsa, büyük oranda sınıfsal özgünlükleri olan bu kategorik kümenin ülkemizde 80 öncesi türünden bir ağırlık taşıdığını söyleyemeyiz. Devrimci demokrat kadroların bir bölümü bilimsel sosyalizme yaklaşmış, geleneksel solun sınırlarının içerisine girmiş ama ana gövde “yeni sol” çatısı altına yerleşmiştir. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin çözmesi gereken sorunlar var. Bu sorunlar geleneksel solun kendi iç sorunlardır. Yeni sol içerisindeki kavgacı ve diri unsurların bir yerlere çekilebilmesi, geleneksel solun iç sorunlarında katedeceği mesafe ile ilgilidir. Biz, geleneksel sol ile yeni sol arasında bir (meçhul) ara açı değil, geleneksel sol içerisinde bir silkinişi öngörüyoruz. Bu anlamda yarın önemli olabilecek, ama bugün bir anlam ifade etmeyen devrimci demokrat potansiyeli “kızıştırmaya” yönelik güncel hesapları anlamıyoruz onaylamıyoruz. Sosyalizm sorunları söz konusu olduğunda tutkuya ve canlılığa gereksinimi olan geleneksel soldur başkaları değil…
Türkiye Solu ve Yayıncılık:
Gelenek Kitap Dizisi’nde şimdiye kadar bazı süreli yayınlar değerlendirildi ve bu dergilerdeki kimi yaklaşımlar eleştirildi. Ben burada kısaca Türkiye’de sol yayıncılığın bazı tıkanıklıkları üzerinde durmak istiyorum. Yazımın başında değindiğim gibi, “boşluğun ne olduğunun saptanması” siyasal etkinliğin ölümcül sorunudur. Bugün Türkiye solunun kimi bölmelerinin yayıncılık alanında, bırakalım Türkiye sosyalist hareketini, kendileri için bile neyin gerektiği konusunda ciddi belirsizlikler içerisinde olduğu çıkartılan süreli yayınların önemli bir bölümünün işlevsel olmadığı söylenebilir.
Başlangıç tarihlerini önemsemezsek, 1980 sonrasında yayınlanmaya başlanan ve bugün varlıklarını sürdüren dergileri belli başlıklar altında incelemek mümkün. Birincisi “kültür dergileri” biçiminde değerlendirebileceğimiz yayınlar: Bilim ve Sanat ile Yeni Düşün. Böylesi dergiler, her zaman anlam taşırlar. Çok fazla siyasal misyon üstlenmeyen bu iki yayın için bu yazı kapsamında söylenecek çok fazla şey yok. İkinci kategori, kendilerine hitap alanı olarak gençliği veya emekçileri seçen dergilerden oluşuyor: Yarın ve Gökyüzü ile Alınteri ve Gün. Bu türden dergiler üzerinde durmak gerekiyor. Ve Gökyüzü’nü bir kenara atıp önce Yarın ve Alınteri ile Gün’ün kendilerine seçtikleri işlevleri tartışmak…
Türkiye, genç bir ülke. Yalnızca demografik olarak değil. Çelişkilere duyarlılığın 18-35 yaş dönemlerinde doruğa çıktığı bir ülke. Dahası, Türkiye sosyalist hareketi henüz bir kadro sürekliliği kazanamadığı için bir “genç”ler hareketi. Belli bir süre daha böyle gidecek. 1980 öncesinde çok ciddi bir hata yapıldı. Fiilen Türkiye solunun pratisyen yükünü çeken “gençlik”, belli bir birikime ulaşma ve siyaseti öğrenme olanağı sağlanacağı yerde, “yedek” konumuna itildi. İktidar öncesinde ayrı gençlik örgütlenmelerine gitmenin getireceği hastalıklar unutuldu. Bir kenarda “politika kurdu” erken çirkinleşmiş delikanlılar, öte yanda bugün “kullanıldık” diyen küskünler yığını üreten şekilsiz örgütlenmelere gidildi. Bunlarla, kitle bağları kurulacaktı. Akademik haklar, güncel sorunlar, kültür-sanat bunların işiydi. Başka işlerle “başkaları” uğraşırdı. Bu gençler şimdi “başkaları”nın olmadığını görüyorlar. Gerçekten yazık.
Şimdi aynı eğilimin bir başka biçimde tekrarını görebiliyoruz. Gençlik için bir sınır çizilmiş ve bu sınırın ötesini gösterici, ufuk açıcı bir takım araçlardan söz etmek mümkün değil. Yarın dergisi öbür ucu olmayan bir işbölümü içerisinde gözüküyor. Kanal olmak gerekiyor, ama ne için? Olumlu ve saygı duyulması gereken bir çaba, ne için ürün verecek?
Emekçi kesimlere hitap eden Alınteri ve Gün için söylenecekler de çok farklı değil. Bugün ayrı bir gençlik dergisi anlamsız. Emekçilere yönelik yayınların anlamlı olabilmesi ise, bunların bir işlevi yerine getirmesi ile mümkün. Yoksa söylenecekleri popülerleştirmek ve daha anlaşılır hale getirmekle işçi sınıfına ulaşılması mümkün değil. Zaten, çok yönlü bir yayıncılığın ancak bir parçası olabilecek olan bu tür dergilerin bugün geleneksel solun önünü açıcı işlevleri olduğunu söylemek çok zor. Ve burada gene “başka yerlerde” kimi görevlerin yerine getirildiği varsayımının mazeret haline geldiğini üzülerek söyleyebiliriz.
Bir de platform dergileri var: Zemin ve Görüş. Zemin dergisi, yeni solcu düşüncenin sosyalizmden uzaklaşma serüvenini sergileme işlevini gördü. Tırnak içerisinde “değişik seslere” yer verdi. İlkesizliğin ilke haline geldiği, her türden tuhaflığın postalanıp basıldığı bir Babil Kulesi oldu. Yeni solun bu platformu, yeni solun problemleri nedeniyle başarılı olamadı. Geleneksel solda ise Görüş dergisi tersi bir işlevi, biraz da geleneksel solun iç dinamiklerindeki sağlıklılık nedeni ile oldukça başarılı bir biçimde sürdürüyor. Görüş dergisinin eksikliği, platform niteliğini, geleneksel sol içi sorunlara ilişkin dergi içi tartışmalarla beslememesi ve genellikle ortak kabul gören tezlere ağırlık vermesinde. Ancak, geleneksel soldaki bazı tabuların Görüş dergisinde yıkılmaya başlandığını izlemek son derece sevindirici bir gelişme.
Bir başka alana göz atıldığında işlev ve amaçlarının ne olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz Yeni Çözüm, Yeni Aşama, Yeni Öncü, Mayıs (İlk Adım) gibi dergiler görülüyor. Açıkça şu söylenmeli: 1987 yılında bu yayınlar kendi “gelenekleri”ni bile ifade edemiyorlar. Aynı sayıda birbiriyle çelişik yazılar, daha önce unutulan “teori”ye karşı ilkel bir tutku, bıçkınlığı elden bırakmama ve bazılarında reel sosyalizme yönelik tuhaf bir kompleks. Bunları dışa vurmak için dergi çıkarmanın bir anlamı olmasa gerek.
Geriye Saçak, Kara ve 11.Tez Kitap Dizisi kalıyor. “Saçak” bize çok uzak. Yeni Sol’un en karanlık bölmesinde. Kara, Yeni Sol’un cami avlusuna bıraktığı bir ucube olmanın ötesinde bir şey değil. 11. Tez ise geliştirilen tezlerin rengine hiç katılmasak da saygınlığı hakeden bir çalışmanın ürünü. Yeni sol için radikal teori üretme anlamında bir boşluğu dolduruyor.
Sol yayıncılıktaki bu gezintiden sonra şunu söyleyebiliriz: Gelenek Kitap Dizisi, geleneksel solda şimdiye kadar yapılmayan bir şeyi yapmaya çalışıyor. Her konuda değil, gerekenlerinde, geleneksel solun önünü açıcı konular üzerinde sistemli bir düşünce zinciri oluşturmaya çalışıyor. Bu nedenle, şimdiye kadar neden bazı temaların ön plana çıktığını açıklamak gerekiyor.
Geleneksel Sola Hangi Aşılar Gerekli?
Gelenek Kitap Dizisi belki de biraz saplantı halinde, iradi müdahalenin altını çiziyor. Bunun çok açık bir nedeni var. Geleneksel solun içinde bulunduğu ataletten kurtulabilmesi için gerekli teorik sıçramaların istisnasız hepsi, öznelliğin bir parça daha fazla vurgulanması ile mümkün gözüküyor. İktidar perspektifinin yerleşmesi başka türlü nasıl gerçekleşebilir? 1980 ve 71 öncesi MDD-sosyalist devrim tartışmalarında görüldü. Sosyalist hareketin örgütlü gücü “nesnel koşullar” edebiyatı içerisinde unutulup gidiyordu. Herkes “gerçekçi politikalar”dan söz ediyordu. “Gerçekliğin değiştirilmesi”nin karşısına en büyük engel olarak “gerçekliğin kendisi” çıkarılıyordu. “Bu ülkede sosyalizmden önce bazı ara aşamalar gerekiyor”du. Bu saplantıyı kırmak ve sosyalist devrim tezini güçlendirmek, ancak iradi müdahalenin de hatırlatılması ile mümkün.
Yalnız bu konu değil. Son yıllarda Türkiye solunda “yeter bu acizliğimiz” psikolojisi, hızlı kitleselleşme umudunu güçlendirmeye başladı. Türkiye solu gerçekten son derece sınırlı bir kadro ile ayakta dururken, biraz erken biçimde milyonları düşünmeye başladı. “Kitlelere” mantığının ne tür sonuçlar vereceğini kestirmek güç değil. Bu nedenle ön plana sürekli olarak “kadro”ları çıkartmak gerekiyor. Bu da iradi müdahale ile ilgili. Şimdiye kadar Gelenek’te sosyalist kadrolara yönelik, onlarla ilgili yazılara ağırlık verilmesinin nedeni de burada yatıyor. Ve böyle sürmesi gerekiyor.
Türkiye’de sosyalist kadrolar, açılım dönemlerinde en basit formülleri baş tacı edip olayları büsbütün siyah-beyaz gören, içe kapanma dönemlerinde ise bu kez yaşamın olmadık boyut ve derinliklerine hapsoluveren dengesiz konumu aşıp, yaratıcılıkla gerçekçiliğin birbirini karşılıklı beslediği sürekli bir dinamiğe oturmak zorundadır.