Son dönem Türkiyesi’nin siyaset sahnesine dikkatle bakan bir gözlemcinin gözünden kaçmayacaktır: Oyunun sonu gelmiş; ancak perde bir türlü inmek bilmemektedir. Ve işi içinden çıkılmaz bir vodvile dönüştüren şey: mimiklerle repliklerin uyumsuzluğu!
Özellikle döviz şoku ile kendini açığa vuran kriz ve bunun çevresinde uygulanan politikalar çoktandır yapay malzemelerle ayakta tutulmaya çalışılan siyaset dünyasına canlılık ve renk kattı. Toplum kesimleri, sınıflar belli eşitsizlikleri koruyarak çıktılar sahneye. Aslolan nedenselliğin ve çözümlerin görüntülerden kotarılmasıydı. Ancak herşeyin örtüsünden arınmaya başladığı böylesi günde özneler öznelliklerinden bağımsız, çok da niyet etmedikleri yerlere saflara sürükleniyorlardı. Tepe ve uçurum olabildiğince belirginleşirken, teorik, bilimsel doğruluğu bir yana oldukça keskin, sert yakıştırmalar, değerlendirmeler yapıldı. Söz düzeyinde de kalsa eski dönemlerin icraatları kötülendi, karalandı. Eski dostlar düşman, eski düşmanlar da dost oldu.
İşçi sınıfının kendiliğindenliği ile kendisi içinliği gitgide yakınlaştı. Bunun ana nedeni artan işsizlik ve daha yoğun sömürü ile disipline edilecek sınıfın en basit taleplerinin bile düzen için sorun yaratması. Sınıfın siyasetten uzaklığı ve sendika ağalarının da başarıyla katkıda bulundukları uzlaşma senaryoları sistemin güvenceleri… Bu anın kalıcılığına yatırım yapan burjuvazinin toplumda yerleştirmeye çalıştığı ana ruh bu krizin sıradanlığı, başa çıkılırlığı nasılsa çözülürlüğünün kabulüne dayanıyordu. Değişim rüzgarlarını ve 1980’lerin iktisadi siyasal fırsatlarını arkasına almış, ideolojik kültürel planda olanı zihinsel, bünyesel kısıtları nedeniyle çok sömüremeyen; içteki kazanımlarını ise üretime, kalıcılığa tercüme edemeyen, cömertçe harcayan burjuvazi evdeki hesabın çarşıya pek uymadığını gördü, daha da görecek…
Sezar’ın hakkı Sezar’a! Gerçekten de burjuvazi 1980 sonrasında önemli mesafeler katetti. Korumacılık duvarları ardında palazlandırılan iç pazara dönük sanayi dışa iyi kötü entegre edildi. Yapının çivilerine pek dokunulmadıysa da adaptasyon başarılıydı. Artık “transformasyonlar”, “Ayemef” ile birlikte konuşuluyor, ancak -bize garezi olsa gerek- Standards and Poor’s’un kredi notumuzu düşürmesi işe tuz biber ekiyor; “sefalet zinciri”, “saadet zinciri”nin yerini alıyordu. Burjuvazi krizin arka planını getirip götürdüklerini artık bıkkınlık verecek düzeyde benzer anlatımlarla, görüntüler düzeyinde tartışma eğiliminde. Üretim yapamayan ekonomi bakkal defteri hesabıyla görülüyor. Makine suyu pompalamıyor, çare suyun kurutulmasında bulunuyor. Yerden bitercesine kurtuluş çıkış reçeteleri “konuşlandırılıyor”. Ama her biri değişik üsluplarla: Kimi olabildiğince “romantik”, “Türkiye için çalışıyorum!” kampanyalarındaki gibi hamasi, kimi ise “paranın kaçacağı delikleri” hesaplarkenki gibi kuru bir pazarlamacı mantığı içinde…
Artık her ağız açışın birer “özgün” vizyonla kapandığı bu garabet panayırına biraz yakından bakalım. Bakalım ve ardarda uçuşan repliklerin ardından gelmeyen mimikleri görelim.
KRİZ VE BURJUVAZİ: KORKUYU ERTELEMEK
“Artık Türkiye’nin ne yıl sonuna kadar bekleyecek vakti ne de üç ay daha durup sabredecek zamanı kalmadı..”1 . 5 Nisan paketinin açılışında Başbakan Çıller’in söyledikleriydi bunlar. “Türk ekonomisinin son şansı”, “çağı yakalamak/Yeni Dünya Düzeni içinde yer almak için son fırsat” vb. nidalarıyla allanıp pullanan paket özünde, daha derindeki arayışların, gelişmelerin ürünü, sonucuydu. Ve yıllardır belli, oturmuş bir kıtlık ve kısırlıkla malul siyaset meydanı birdenbire renklendi. Ölüm öncesinin son neşesi gibi. Canlılık pek yeni ve yerel olmayan buluşlarla sağlanıyordu. Bir anda ortalık bit pazarından alınma taklit gravür, tablolarla doldu.
Hedefler netti. Hedeflere varmak için atılacak adımlar, hızlarındaki bazı farklılıklar dışında belliydi. Kopuştan öyle çok söz edildi ki işitenler bir milatla karşı karşıya olduklarım sanabilirlerdi. Oysa söylenenler veya anlatılanlardan çok, olanlara bakanlar için, hiç de yeni değil. Bir türlü yama, dikiş tutmayan bir kumaş ve kapatılamayan bir delik söz konusuydu; burjuvazi kumaşı ve dikişi unuttu ya da bilmezden geldi, kumaşı küçültmenin peşindeydi yalnızca.
Son istikrar paketi yola kulakları sağır eden taleplerle çıktı. Üç aylık aralarla “halkımıza” hedef/sonuç muhasebesi ile hesap verilecekti. Neydi “hedefler”? Öncelikle istikrardı… Ekonomide sarsılan güvenin oluşturulması, serbest piyasa işlerliğinin sağlanması…
Güven ortamıyla kastedilen iç ve dış piyasalardaki beklentilerin denge kazanması. Üretim ile dolaşım döngülerinin kopukluğu geçicici olmak bir yana kalıcı bir kabul burjuvazi için. Piyasalarda sağlanan dengelerle ekonominin büyük burjuvazi yararına bir kollektör gibi işletilmesi hedefleniyor. Devlet bu model içinde “safralar”ından kurtarılarak sınıfına karşı olan misyonunu daha açık bir şekilde yerine getirecektir. “Devletin küçülmesi”, klasik dengelerin gözetilmemesi büyük bir kopuş olarak lanse edildi. Oysa devlet iddia edilenin aksine küçülmüyor sadece yatırımları ve sosyal harcamaları küçülüyor, borçları ise büyüyor. Türkiye iktisat tarihinin ana evreleri devlet burjuvazi ilişkileri dikkate alınarak incelendiğinde, devletin misyonunu günün gerekleri çerçevesinde, çoğu zaman sınıfın aceleciliğine karşın uzun erimli düşünerek yerine getirdiği görülecektir. Son paketle birlikte gündeme gelen “denge operasyonu” da bunun güncel örneği. Tıpkı devletin dövizi bankalardan daha pahalıya alarak borcundan sınıfına verdiği rant gibi…
İşin garibi “denge operasyonu” piyasayı mayın gibi dolduran dövizin (sıcak para) dışarı kaçışı ile yaratılan döviz şokunun peşinden geliyor. Şimdilik denge iç piyasadan yüksek faizli, kısa vadeli kağıtlarla para toplayan Merkez Bankası (“devletin bankası”) müdahalesiyle sağlanıyor, daha doğrusu vardan yok, yoktan da var olamayacağına göre erteleniyor. Nereye? En akla yatkın, iyimser yorum kaynakların üretime dönmesiyle olur. Yatırımların, büyüme hızının azaldığı, iç talebin kısıldığı günlerde, ne kadar da gerçekçi!..
Hedeflerden bir diğeri “paketin başarısıyla sağlanacak güven”di… Üretmek için değil almak/satmak ve ödemek için. Halbuki burjuvazinin güven için değil kar için ürettiği unutulmamalı. Daha çok mali göstergelerdeki “başarı” ile tanımlanmış güven ise gözünü artığın yenmesine dikmiş ve hep sonuçtan başa gitmeye uğraşan burjuvaziye işaret ediyor.
“İhracat artışı” bir diğer hedefti. Gelenek’te Akın Dalman’ın yazılarında sık vurgulandığı gibi ihracat ya emek üretkenliğini arttırma ya da emek gücünü ucuzlatma ile arttırılabiliyor. İkinci şıkkın ve pazarların sınırına gelinmişken, hele birinci yol için sabrı, niyeti ve donanımı olmayan bir burjuvazi ile… Bunları hesaba katmak su katılmamış saflık olur.
Yerinde bir benzetmeyle para ile paranın oynaması “kumar kapitalizmi” olarak adlandırılıyor. Bu yukarıda sözü edilen dolaşım ve üretim döngüleri arasındaki kopmaya denk düşüyor. Üretimin öncelik sıralamasında en altlara itildiği kumar salonunda devletin rolü de değişiyor: İşçi sınıfının artan düzeyde sömürülmesini güvenceye almak ve bir bereket kasası gibi burjuvazinin zararını ödemek. Daha önceki ekonomik dönüşüm programlarının kışla disipliniyle, üniformalılar eşliğinde yürütüldüğünü hatırlayacak olursak, burjuvazinin ne denli sivilleştiğini, dünyalılaştığını da anlamış oluruz.
İlk bölümünde şansa güvenin, ya da güvenin şansa çevrilmesinin hedeflendiği Paket’in ikinci katı makro ekonomik politika demeti, kur/faiz ayarlamaları ile gelir/gider düzenlemelerini içeriyor. Düzenlemeler serbest piyasanın işlerliğini sağlamaya yönelik. Basit bir mantıkla karın gelirlerin akışının, yerleşiminin kritik öneme sahip olduğu belirtiliyor. Seçim ekonomisi vb. siyasal kaygılarla giderleri çoğaltan, iç talebi canlandıran politikacılar da bu işleyişi bozdukları için suçlanıyor. Üretimin sürekliliği için gerekli kaynaklan üretemeyen, 1980’lerde ihracata yönelerek bunu aşmayı deneyen burjuvazi hep o basit mantıkla dışsal olanı, sonucu öz olarak sunuyor. Artı-değerin çoğaltılmasından çok paylaşımı ön plana çıkarılıyor. Artı-değer için muradedilenin “mutlak artı-değer artışı” olduğunu hatırlayacak olursak, savaş kampanalarının bir kez daha çalındığını görürüz. Sınıf karşıtlıklarının, mücadelelerinin bittiğinin propaganda edildiği günlerde mücadele fiziksel olanı da dahil, en şiddetli şekilleriyle tırmanma sinyalleri veriyor.
Burjuva karargahında abartılmaması gereken homurdanmalar çıkıyor, ancak savaş düzeni terkedilmeden iş hemen tatlıya bağlanıyor. Sabancı ile Koç arasında birincisinin dış pazara daha uyumlu olma avantajı ile çektiği rest sonucu küçük çaplı gerilimler yaşanıp sönüyor. Benzer şey Çiller’in ortaya söylediği “sülük” benzetmesi ile de oluyor. Ama aile içi küçük anlaşmazlıklar kırgınlığa dönüşmeden çözümleniyor. Hem aslında Çiller de bugün var yarın yok, sıradan bir fani değil mi!
İşin öbür cephesinde sanayici Çiller’e, “vergi yükü yatırımı engelliyor”, “devlet mülkiyeti ekonomik rasyonaliteye aykırı” yollu serzenişlerde bulunuyor. Sonra da devlete kaynak gösteriliyor: vergiler. Yanlış anlaşılmasın sermaye özveri yarışında değil. Suçluyu, kurbanı arıyor. Ve genelde soyut özneler seçiliyor: Kayıt dışı ekonomi. Kayıt dışı ekonominin kendisi değilse de öne çıkarılışı yeni. Rivayetin rivayeti ekonominin %25-80’i bir incelemeye göre ise (Türkmen Derdiyok, Türk İktisat dergisi, Mayıs, 1993) %39’unu oluşturuyor. Nasıl hesaplanıyor? Nasıl toplanır? İçine evde üretim, rüşvet, şantaj, uyuşturucu, beyaz kadın ticareti, kumar vb. giriyor (SHP İstanbul milletvekili Nami Çağan’ın konuşması, 2 ). Tüm bu sorular bir yana burjuvazinin serbest piyasaya olan inancının eksikliği görülüyor. “Kara parayı aklama” yöntemleri 1980 sonrasının rant-faiz-döviz akışının buluşuydu. Paranın ahlakını sormayan ekonomik rasyonalite, doğum yeri ne olursa olsun saklanmadan piyasaya çekilmesini amaçlıyordu. Hayali ihracat, banker skandalı o günlerin “tatlı hatıraları”. Şimdi ise “gerçek” serbest piyasa sahiplenicileri bu rasyonaliteyi çiğniyor. Bu kaynak tu-kaka edilen devlete emanet ediliyor. Hem de “çıkmaz ayın son çarşambası” hesabıyla…
Ne var ki burjuvazinin karnı hayallerle pek doymuyor. İç talebin önem taşıdığı, ordunun da sermaye sahibi olduğu otomotiv sektörü öne çıkan örneklerden. Sanayi üretim göstergeleri inişteyken, otomotiv sektörü “zararını” ücretsiz izin, ve işten çıkarmalar şeklinde işçisiyle paylaşıyor. Bu arada Türk Metal İş Genel Başkanı M.Özbek’in ücretsiz çalışma teklifi de güme gidiyor. Sanayici bu hayırsever çıkışı elinin tersiyle iterken devlete yaptığı “satamıyorum”, “batı-yorum” feryatlarıyla asıl muhattabının kim olduğunu da gösteriyor. Sonuç: Ek taşıt alım vergisinin %12’den %6’ya indirilmesi ve stokların eriyişi.
Paketin ilk iki ayı dolarken kalıcı bir çözüme ulaşılmadığının altını çizen burjuvazi temkinli bir tavrı sergiliyordu. Büyüme hızının geçen yılın ilk çeyreğine göre %5.8’den %3.5’e inmesi, bolca umut bağlanan ihracatın artmayıp azalması, paranın dövize kaçışını engellemek için çıkarılan 3 aylık bonoların eylül ödemelerinin 140 trilyonu bulması, buna karşın dışarıdan alınacakların ödemelerin ancak %10 kadarını karşılaması, özelleştirmede istenen mesafenin alınamaması kara kara düşündürücü burjuvazi için. Bu nedenle “krize ve pakete mecburuz” teması sıkça işleniyor. Bir nevi “gemilerin yakılması” gibi geçmiş dönemlerin devlet yatırım ve işletmeciliği karalanıyor, dönüş kapılarını kapamak için “sosyalist ekonomi” olarak damgalanıyor (Çiller, Yusuf B.Özal tarafından). Çıkışın görünmediği yerde geride kalanlar paylarına düşenleri alıyor, yokluk-karaborsa yılları, ihracat yapamayan dönemler olarak adlandırılıyorlar. Bu dönemi eskiyle kıyaslayarak, dönüşüme ekonomik rasyonalite arayanlar büyüme, yatırım, borçlanma, vergilendirme göstergelerine baksın, hesaplarını yapsınlar. Oysa iç pazara yönelik üretim yıllarının kadroları ile bugünkü ekonomik politikaları sırtlayanların çoğu aynı kişiler. Demirel iktidara gelirken “herkese aş, herkese iş!” parolasını dilinden düşürmemişti. Bunlar başka bir rasyonalitenin, sınıfsal rasyonalitenin çarpıcı göstergeleri. Ancak sınıfsallık hep klasik kalıplarla sergilenmiyor. Yeni sözlerin yeni temsilcileri bulunuyor. Gazete köşelerini tutmuş eski, dönek solcuları saymazsak yeni aktörler burjuvazinin bağrından çıkıyor.
Krizin ortasında “yeni” tezlerin en rafine temsilcisi TÜSİAD başkanı Cem Boyner (ve eski solcu figüranları) oldu 3 . 19. İktisatçılar Haftası’ndaki konuşmasında krizlerin atlatılamayacağını, başarıya dönüştürmek için kullanılması, yönetilmesi gerektiğini söyleyen Boyner bizden olmayanlarla diyalogu ve yapıştırıcı ortak noktaların bulunmasını öneriyordu. Hugo’nun “Zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü bir silah yoktur” sözüyle liberal demokratik anayasa- piyasa ekonomisi gereği olarak özelleştirme ve sübvansiyon, teşvik, gümrüklerin kaldırılması- sosyal adalet, eğitim, fırsat eşitliği, sosyal güvenlikten oluşan reform paketini açıklıyordu. Devletin kişilerin kimliğini belirleme, ekonomiyi yönetme, yönlendirme faaliyeti ile toplumsal dinamizmi yakalayamadığını söylüyor; minimum devlet maksimum özgürlükler kavgası için çoğunluğu bugüne kadar siyaset dışı kalmış yeni insanları göreve çağırıyordu. Türkiye’de ödemeler dengesi ile ilişkili yaklaşık 10 yılda bir olan ekonomik krizin daha öncekilerin aksine kamu sektörünün istihdam ve sübvansiyon gibi araçları kullanamaması nedeniyle en hissedilebilir şekli aldığını, verimsiz, zararına finanse edilen kamu işletmeciliğinin siyaset sınıfının ekonomiye hediyesi olduğunu belirtiyordu. Boyner devletin sınıfına yaptığı hizmetlerin zoraki yapıştırıcılığınm ömrünü doldurduğu saptamasıyla sivil çözümlerle, uzlaşmayı arıyor, siyasilerin ve devletin aracılık rolünden önemli oranda feragat etmesini istiyor. Zamanı gelmiş fikrin niye bu kadar beklediği bir yana, uzlaşma teklifi sınıfın payına işsizlik, yoksullaşma, yoğun sömürünün düştüğü günlere denk geliyor. Yine de Boyner’in hakkını yemeyelim, kimbilir Hugo’nun yanında P.Lafargue’nin “Tembellik Hakkı”nı da okumuş olsaydı işçi sınıfına daha cazip bir teklifle gidebilir, belki kendi payına düşecek işsizlik ve işçilerin payına düşecek üretim araçlarının mülkiyeti ile “sosyal adalet” sağlanır, böylece muradına da ermiş olurdu. Boyner, sınıfın basıncını hissetmemiş, bilmeyen “genç” burjuvazinin rahatı ve fantezilerinin içinden konuşuyor: Cahilin cesaretiyle…
“Yeni” çözümler her zaman Boyner türünden bilimsel bir görünümle sunulmuyor. Söz bir çerçeveden, çok bilinene, kabul edilene atıfla söyleniyor. Burjuva politikacılarının kriz konusundaki hissiyatları sıkça yapılan TV panel, açık-oturum programları sayesinde evimize kadar geliyor. HBB’deki 10/7/94 tarihli Siyaset 12 programı da bunu sergilemek için seçilmiş bir örnek. Bu programda konuşan MHP’li eski Ticaret bakanı Agah Oktay Güner, istikrar önlemlerinin halka yeterince anlatılmadığmdan dem vuruyor, tahta başında elde tebeşir halka ekonomik tedbirleri anlatacak “başöğretmen” türü liderlerden özlemle söz ediyordu. Sanayici Üzeyir Garih ise halktan biri gibi konuşmaya özen göstererek çizdiği başarılı, becerikli, tüccar/süpermarket/fabrika sahibi örneğinde gideri azaltıp, geliri arttıracak önlemlerle 5 Nisan Paketi arasında paralellikler kuruyordu. En azından açıklayıcı bir benzetme, burjuvazinin ekonomiye/ siyasete nasıl baktığını sergiliyor: Gözlerini üretime değil üretimin sonuçlarına, alım satıma, ödemelere dikmiş bir tüccar gibi. Buna işçi sınıfının tüm kazanımlarına bir bir el konması, işsizlik, açlık, yoksulluk içinde serf, köle yığınlarının yaratılmasını da eklersek, Garih Üzeyir derebeyinin mantığını hatırlatıyor.
Özgürlüklerle kastedilen sınır tanımaz sömürü, devletin yokoluşu ile kurgulanan ise hukukun herhangi bir şeklinin kalmaması. İlerleme düşüncesinin yerini küçülme çağrılarının alması ile birlikte bu tablo ortaçağı andırıyor; ancak önemli bir farkla ortaçağda kalıcı, değişmez değerlere inanç söz konusuydu, oysa bugün için burjuvazi en iyimser hesapla geçici dengelere oynayabiliyor… Ta ki proletaryanın onu ait olduğu gerçek yere, geçiciliğe yollayacağı güne dek! Burada yeni çağla ilgili bir parantez açalım. Madde-ruh sorununu madde lehine çözümleyen materyalistler büyük bir heyecan içinde ruh denen şeyin eğer varsa, canlılığın en küçük parçasında da kendini göstermesi gerektiğini söylemişlerdi. Bu düşünceye göre, sahip olduğumuz ruh kolumuzda bacağımızda tüm organlarımızda varolmalıydı. Bedeni tine hapseden ortaçağ anlayışına göre çağ açıcıydı bu. İşte burjuvazinin son dönemde ideolojik, siyasal anlamda katettiği yol da bunun gibi çağ açıcı. Artık Kemalizm, İslamcılık, Faşizm, Milliyetçilik gibi tekil kurumlardan söz etmek zor. Bunun yerini bu öbeklerin kendilerini genel bir ortalama içinde duyurmaları, bütüne belli oranlarda içkinleşmeleri alıyor. Bu iç zenginliğin oluşumunda ulusal hareket önemli yer tutuyor. Nevroz taklidi ulusal günde İnönü örste demir dövüyor… SHP laiklik mitinginde, ulusal sorun konusunda pek farklı düşünmediği MHP ile birlikte yürüyebiliyor… Kürt realitesini kabul eden de, realite sahiplerinin ezileceğinden bahseden de, dönemsel değişikliklerle aynı kişi oluyor. Sırasıyla Özal, Demirel, Boyner…
Burjuvazinin şaşmaz yeniçağ temsilcisi sosyal demokratlar krizi oldukça şaşkın şekilde karşılıyordu. Şeylerin ismi değişince kendisi de değişir inancıyla içi pek dolduru-amadan bölünmüş sosyal demokratların birleşmesi hedefleniyordu. Bu şişirme gündem pek değişmeden ısıtılıp durdu. Birleşseler de birleşmeseler de, sosyal demokratlar bugün halihazırdaki politikalardan farklı ne üretebilir, sorusu fazla kurcalanmadı. SHP’nin iktidar ortağı olması, şimdilik iktidara endeksli olması da, olayın eğlenceli tarafıydı. Bu hem SHP hem de diğerleri için önemli bir politika yapma fırsatını da yaratıyordu aynı zamanda.
Karayalçın istikrar paketini “Türk tarihinin en kritik bunalımının aşılmasında Türkiye’nin sosyal demokratlarının imzası da olacaktır” sözleriyle selamlarken misyonunu anlamış bir lider görünümü çiziyordu 4 . Ancak SHP, paletindeki boyaların zenginliği ile sivil toplum meraklısı solcuları kıskandıracak bir sivil toplum tablosu çıkardı ortaya. Örneklersek; hükümet ortağının imzaladığı Özelleştirme Kararnamesi’ne en dişli muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yapan M.Soysal ve 40 arkadaşından geliyor, Soysal özelleştirmeye değil kuralsız yapılmasına karşı olduğunu belirterek görünümü kurtarıyordu. Yine bu hükümet döneminde ulusal sorun hakkındaki görüşleri nedeniyle tutuklanan F.Başkaya ve H.Gerger’i cezaevinde ziyaret eden SHP’li E.Karakaş fikir suçu kavramının yanlışlığını duyuruyordu. Salman Kaya’nın 1 Mayıs’da, SHP Erzincan milletvekili İbrahim Tutu’nun ise 2 Temmuz Sivas’da yediği polis dayakları da sürecin diğer parçalarıydı…
Krizi nasıl bir siyasallaşma ile karşılayacağı merak edilen sosyal demokratlar için RP bulunmaz bir fırsat. RP de kazandığı yerelliklerdeki laik kesimlerin damarına basacak çıkışları ile kurgulanan İslamcı-Kemalist/laik kamplaşmasını besliyor, hodri meydan diyor. Heykel kaldırma olayının tükürükle değerlendirilmesi, hemen ardından RP’li belediye başkanının bir referandum düzenleyerek bu tepkiyi popülize etmeye çalışması bu partinin tribünlere oynadığının göstergesi. RP kitlelere, bir türlü batılı olamamış, ezilmiş, ezmeye hazır lümpen yığınına hitap etmeyi iyi biliyor. İç gıcıklayan kurgular içindeki sanat ise çağdaşlık malzemesi. Kapitalist toplumda sanat ancak ideolojik yüzüyle, bu şekliyle kitleselleşebiliyor. “Belediyenin iş yapmayan bir tiyatroya para harcamasmdansa halka ekmeği 3000 liraya yedirmesi daha doğrudur” şeklindeki RP’li yargı kabaca bu düzeni ifade ediyor. Bu düzeni ve sanatın bu düzende varabileceği yeri…
RP Gebze ve daha önceki Kağıthane işçi direnişinde sınıfsal yüzünü göstermişti. Ancak medya islamik tonları daha çok tuttu, ön planda sergilemeye gayret etti. “Adil düzen” demagojisi demagogca kullanıldı. Fazlasıyla siyasal olan bu konuda pratik birşey söylenmeden bol bol teorizasyonlar yapıldı, korkuluklar üretildi. Gebze’de direnişçi işçilerin yediği polis dayağı “adil düzen dayağı” olarak sunuluyordu. Sanki burası -Sivas gibi- TC’nin mülki idaresi değil de, kurtarılmış İslam bölgesiymiş gibi…
Sonuçta Sosyal Demokrat Partiler, RP’nin de yardımıyla siyasete ve inancın her türüne uzak “aydınlar” için bir yürüyüş parkuru oluşturmakta. Yürüyüş parkuru, çünkü, siyasal hırs yoksunluğu bunları koşmaktan alıkoyuyor. Değişmezliğe olan bağlılıkları ise onları İslamik karşıtları ile birleştiriyor. Türkiye siyasasında geleneksel bir yeri olan bu iki oluşum (kemalizm ve islam) düzeni sağlama, sürdürme açısından önemli roller yükleniyor. Siyasetin, ideolojinin taşıyıcılığında, sahiplenilmesinde önemli yeri olan küçük burjuvaziye, küçük burjuvazinin sınıfsal korkularına sesleniyorlar. Bu iki oluşum arasındaki işlevsel yakınlık, birincinin modern, batılı bir yüzü benimsemesi diğerinin ise gayrı-modern arkaik tepkilere yaşlanmasıyla farklı biçimlere kavuşuyor.
SENDİKA BÜROKRATLARI: YANGIN SÖNDÜRÜCÜLER
İşçi sınıfı ve sendikaların krize yaklaşımları ayrı bir yazıyı oluşturacak kapsamda. Birkaç hatırlatma yapacak olursak krize en soğukkanlı, düzeni teskin eder şekilde yaklaşanların sendika bürokratları olduğu söylenebilir. Bir yandan üstü kapalı eylem tehditleri yapılırken paketin sosyal patlamalar getirebileceği uyarısı da eksik edilmiyor. Bir taraftan hesap sorulurken aslında hükümetten, sanayiciden pek birşey talep etmedikleri vurgulanıyor. Ne de olsa hepimiz aynı geminin yolcusuyuz.
Sendika bürokratlarının buraya kadar boş bir şekilde gelmedikleri de ortada. Dönemin onlara yüklediği misyonun hakkını verme yolunda gayretli görünüyorlar.
Türk-İş Genel Sekreteri Denizer’in istikrar programı hakkında paket öncesi söyledikleri, sendika bürokratlarının bugüne nasıl bir donanım ve perspektifle girdiklerinin göstergesi 5 . Denizer siyasi partilerin Türkiye’yi sürükledikleri kötü gidişten kurtarmak için Türk-İş olarak partileşme ve çözüm üretme çabası içinde olduklarını, bedelini 24 Ocak’taki gibi işçilerin ödediği bir paket yerine toplumsal kesimlere adilce bölüştürülecek bir paketin uygun olduğunu söylüyor. Kurulacak partinin ideolojik yeri için emek-sermaye güçler dengesinin sağlandığı eşitliğe dayalı bir toplum düzenini hedeflediklerini söyleyen Denizer, herkesin üretimdeki payı oranında bölüşümden pay alacağı bir yönetimi öneriyor.
Üretim ve verimin olduğu yerde işçi de işveren de olacaktır diyen Denizer, işçi ve işverenin asgari müştereklerde birleşmesi gerektiği inancını belirtiyor. Denizer’in Zonguldak maden işçilerinin Mengen yürüyüşü ile başlayan ve en son seçimlerde DYP’den aday olması ile bugüne gelen ilginç bir çizgisi var; dönemin siyasal iniş çıkışlarını kişiliksizliği içinde yansıtıyor. Yine de işçi sınıfının ortalama bir üyesini, bir veri olarak temsil ettiği söylenebilir. Naif bir işçi sınıfı kompozisyonuna pek gönül vermeyen, ve işçi sınıfın devrimci olmadığını keşfeden “yeni solcu”ların aksine, sınıfa müdahaleyi ön planda tutan bizler için bu herşeyin sonu değil; sadece başı. Ancak sosyalist hareketin diğer bölmeleri “sınıfın içinden gelen” böylesi taleplere duyarsız kalmamalı! Burada solun “odasının duvarlarını yumruklayan leninistler” dışında kalan birleşmeci, yaratıcı kesimlerine önemli işler düşüyor. Sermaye ile emeğin üretimdeki payları oranında bölüşecekleri, eşit, üreten, verimli toplumu formüle edebilmeliler. Bu işe soyunacakların “Nerede (ne kadar) Marx nerede (ne kadar) Lenin?” şeklinde bir tereddütleri de olmamalı. Lenin sınıfa dışarıdan bilinç götürülmeyeceği için payını alırken, Marx da Kapital’de kapitalizmin kuruluşundan itibaren yoksul, aç yedek sanayi ordusuna muhtaç olduğunu anlattığı yerlerde nasibini alacaktır. Alın size eşitlik!
Kısaca sendika bürokratlarının işçi sınıfının gücünün ve dinamizminin farkında oldukları, bunu dizginlemekle bir yükselme trampleni, düzenle pazarlık aracı olarak kullanma arasında bocaladıkları söylenebilir. Bayram Meral’in Başbakan’ın katılmadığı görüşmeye gitmesi, kitleyi yatıştırmak için genel grev tehdidini savurması, erken emeklilikle ilgili bir TV haber programında tüm Türk-İş federasyonlarını ayağa kaldırabileceğini söylemesi perde arkasından atılan naralar. Özelleştirmenin sendikalara danışılarak sosyal güvenlik içinde yapılması teklifi, ekonomiyi yönetecek Sosyal Ekonomik Konsey önerisi, yüksek vergi oranlarının yatırımı engellediği konusunda sanayicilerle ağız birliği edilmesi olayın işçi cephesi. Başbakan’ın ücret artışı taleplerini halka şikayet edeceğini söylemesi ve yönetimi kolaylaştırdıkları için gösterdikleri anlayıştan dolayı Türk-İş’e teşekkür etmesi ise bu cephenin düzene muhattap kabul edildiğini belgeliyor. Salınım sürüyor; ama şimdilik. Yoğun tepkimeler zinciri ile ilerleyen kriz ortamında sendikaların ve liderlerinin sürece girdikleri halleriyle çıkacaklarının da garantisi yok.
HAYDİN BİRLEŞMEYE
“Ülkemizin önemli ölçülerde bozulmuş olan iç ve dış dengelerini tekrar korumak üzere bazı istikrar önlemlerinin alınmasına ilkesel olarak kimsenin itirazı yoktur. Çünkü herkes biliyor ki, bu yapılmadığı takdirde söz konusu dengelerdeki bozulmalar, yani enflasyon ve döviz açığı ve döviz kurlarındaki artışlar, daha da yüksek düzeylere çıkmaya devam edecek ve ülke büsbütün yönetilemez bir duruma gelecektir. İşte bundan ötürüdür ki, ne 5 Nisan’da ilan edilmiş olan İstikrar Paketine ve ne de bunu IMF ile yapılacak bir Stand-by anlaşmasının izleyecek olmasına hiç kimseden ciddi bir itiraz ya da tepki gelmemiştir.”(…)
“…bugün Türkiye dünya kapitalist sistemiyle çok yüksek düzeyde bir bütünleşme sağlamıştır… Geri dönüş hem içerde güçlükler yaratır, hem de ülkenin uluslararası bütünleşmenin dışına itilmesine neden olur. İşte bu nedenle alınacak istikrar önlemlerinin ülkenin bu dışa açılmışlığını zedelememesi, ona halel getirmemesi gerekmektedir. “(…)
“İstikrar programı, esas olarak, ülke ekonomisinin küçülmesini, yatırım ve tüketim harcamalarının azalmasını gerektirir. Bu küçülmenin tüm yükünü de dar gelirli çalışan sınıflar (ya işsiz kalarak ya da gelirleri azalarak) çekerler. Ek vergiler alınarak yükün (özverinin) bir kısmının yüksek gelirli sınıflara da yüklenebileceği pek ciddiye alınacak bir görüş değildir… Hatta düşüncemizi bir adım daha ileri götürürsek, zenginlerden alman ek vergilerin yatırımların azalmasına ve dolayısıyla işsizliğin artmasına neden olarak gene asıl çalışan sınıfların sırtına bineceğini görürüz.”
Bu uzun alıntılar bir ticaret odası başkanına ya da burjuva politikacısına ait değil. Bu satırların sahibi SBP ve yeni kurulan BSP başkanı Sadun Aren 6 Yazının sınıfsal derinliği ortada… Ancak önce bir düzeltme… Kemal Okuyan, İktidar gazetesinin 16/24 Nisan 94 tarihli sayısında yer alan “Üç Sol” yazısında Türk solunun krizle birlikte şekillenen 3 asal grubunu sıralarken BSA’yı kriz dönemini “yenilgi”nin sonuçlarını hafifleterek geçirmeye niyetli olanlar” başlığında sayıyordu. Bu değerlendirmeyi “düzenle birlikte” ekiyle genişletmek gerek.
ULUSAL SORUN: KRİZİN KATALİZÖRÜ
Krizin sözcük anlamı iyiye ya da kötüye sonuçlanacağı belirsiz olan bir dönemeç, karar anı. Alışılmış gelişimin sekteye uğradığı bu süreçte çözüm tünelin ucunda görülüyor. Çıkışsızlık normal şartlarda kullanılmayan araçları ve gücün daha belirgin şekilde kullanılmasını, sadeleştirmeyi gerektiriyor. Temel anlamda güç kullanma sanatı, yöntemi olan siyaset iktisadi olanla etkileşmekte; normalde birebir, eşzamanlı olmayan bu etkileşim krizle birlikte güncelliğe kavuşuyor. Kapitalizmin maddi varlığı ve birikimiyle beslenen bu süreçte iktisadi olan öz ile özün siyasal temsili arasındaki mesafe giderek kısalıyor. Burjuvazi bu illüzyon ortamında görüntüler ve sonuca ilişkin göstergeleri nedenmiş gibi gösterme lüksüne sahip. Ancak gerçek yaşam her zaman aynı sadakati göstermiyor. Çözümünü üretim araçlarının yıkımında bulan kriz ideolojik araçların yıkımını da beraberinde getiriyor. Düzenin toplumsal meşruiyetini koruması giderek güçleşiyor. Biraz anlaşılır nedenlerle cenaze sahiplerine kolay kolay “gözünüz aydın!” denemiyor. Yıkımla ve zorun dolaysız kullanımı ile gelen çözüm -kapitalizmin içinde kalarak- sorunun köküne inilmeden, sonuçların düzenlenmesini sağlıyor. Bir anlamda kriz çözülmüyor, erteleniyor.
Yukarıda anlatılan çerçeve ile Türkiye’nin bugünkü temsil sistemine bakınca araçların, sadeleşmesi olgusunun krizin iktisadi yüzünü öncelediğini görürüz. Pek de kısa sayılmayacak bir dönem içinde klasik siyasal araçların kurumların içi boşal(tıl)dı fiziksel şiddet günlük olay halini aldı. Sınıfsal ifadeler her türlü dolayımdan kurtuldu… Bu gelişmelerin en çarpıcı şekilde sergilendiği alan ise Ulusal Sorun (US). US özelinde tüm bu sayılan “doğal afet”lerin sınıflar ve siyasal oluşumlar arasında olabildiğince adil şekilde dağıldığını eklemeliyiz. US’da UKH hareketi önderliğinin mücadelesiyle gelinen yer küçümsenemez; ancak başlangıcından bugüne sonuca gitme anlamında önemli bir siyasal değişiklik olmamıştır. Düzen açısından havuç-sopa politikasının havucu pek uzun boylu değil. Net inkar, şiddet, yoketme, temizleme, topyekün savaş politikaları bazen hükümetin devreden çıktığı izlenimini verecek şekilde MGK’nin yönelimleri doğrultusunda uygulanmıştır. Soruna basit bir “havale edildi” mantığıyla yaklaşmak iktidar odaklarının bir yerlerde kayıtlı bir doğaya sahip oldukları hakkında yanlış bir izlenime ve taşıdıkları kendi nitelikleri nedeniyle çatışmaları gerekir gibi boş bir beklentiye yol açacaktır. Unutmamalıyız ki militarist çözüm, ordu varolduğu için değil; ordu militarist çözüm olduğu için vardır. (Savaş silahtan kaynaklanmaz; silah savaş olduğu için vardır.)
Düzenin bu alandaki çıkışsızlığı son dönemin getirdiklerinin ötesinde tarihsel zaaflarından kaynaklanıyor. Burjuvazi bu zaafın ne derecede ayırdındadır bilinmez, ancak çözüm önerileri tarihsel bir retorikle yola konuyor. Her biri ayrı bir çapsızlık gösterisi olan çıkış denemeleri eklektik, hesaplı, bir kafanın içinde kuyrukları birbirine değmeyen 40 tilki kurnazlığı ile yapılmakta. Özal’ın temsil ettiği atılımcı, maceracı, gözü kara burjuvazi kurguları ile 2. Cumhuriyetçiler’in üniter çoğulcu utangaç denemeleri bu yaklaşımın örnekleri. Bu alandaki tartışmalarda 2. Cumhuriyetçiler’in yanlış anlaşılmamak kaygısıyla “ordu siyasete karışmasın ama bu asayiş sorunu ” demelerini izlemek öğreticidir. Orijinal çıkışlar “e ne olur yani!” ile başlamakta, geleneksel dengelerin kararlı savunucusu olan karşı tarafın “e ne olmuş yani!” demesine ramak kala bitmektedir.
Bu süreçte Türkiye burjuvazisinin ABD dahil dış dayatmalara kolay kolay pabuç bırakmaması, her taşın altında “dışa bağımlı, çarpık kapitalizm”i, dış dinamiği arayanları; iktisadi olarak hiç de “rantabl” olmayan savaş harcamalarındaki ısrar ise iktisadi olana kesin belirleyicilik tanıyanları düşündürmelidir. Tüm bunlar dünya çapındaki iktisadi sorunlarla yüklü bir kapitalizmle birlikte bu coğrafyada, tarihselliği ve gelenekleri içinde başlı başına bir siyasal sistemle karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Değinilmesi gereken diğer bir yanlış beklenti de sol içinde krizin ön gününde sıkça telafuz edilen “burjuvazi iki cephede birden savaşamaz, Kürtlere belli bir uzlaşma kanalı açılacaktır” şeklindedir. Burjuvazinin başını ağrıtan konuları azaltma arayışı doğal olmakla birlikte, bunu bazı alanları terkederek yapmayacağının bilinmesi gerekirdi. Burjuvazinin tercihi belli olmuştur: İşçi sendikalarının yardımı ile sınıfın soruna duyarsızlığının kalıcılaştırılması çabası, ve faşist güçlerin takviye edilmesi… Yanlış beklentiler biraz da burjuvaziye topyekün bilinç yüklemekten kaynaklanmaktadır. Kriz günlerinde burjuvazinin sınıfın genelini kapsayacak şekilde yıkımın rasyonalitesini kavrayacağını sanmak, her şey bir tarafa kapitalizmi planlı bir şeyle karıştırmak, anarşik doğasını anlamamak demektir. Kapitalist üretim biçiminde İktisadi disiplin siyasal düzensizlikle birliktedir. İktisadi bir olgu olan krizin siyasal veçheleri ile güçlendirilmesi içinden çıkılmaz hale getirilmesi devrimci durum için şart değilse de bunu devrime dönüştürme yolunda bizler için önemli bir şanstır. Zayıf halka biraz da burjuvazinin bu içinden çıkamazlığıyla ilgilidir.
US hakkında bizim, malum leninistlerin üretecekleri politikalar ortada. Hemen her dergi sayfasında benzer yorumlarla karşılaşmak sıkıcı olabilir. Ama şansımız var: Deniz henüz bitmedi! Bu konuda değişik şeyler görmek isteyenler, Metin Çulhaoğlu’nun deyimiyle “leninist olmayan marksistlerin sergilediği zenginliği(!) yaratıcılığı” biraz olsun izlemek için 7 “Yeni Marksizm ve Gelecek, sayı 2, 1994″de yer alan Taner Timıur imzalı “Küreselleşme Türkiye’nin Sorunları ve Kürtler” yazısına bakabilirler. Yine de bir ihtimal bu yazı bir yerlerden tanıdık gelebilir: Düzenin bekaası adına ufak tefek düzenlemeler… Kültürel haklar… Demokratik cephe… Yazarın “bürokratik sosyalizm” karalaması ile birlikte “bürokratik kapitalizm” güzellemesi de “zenginliğin” diğer öğesi olmalı. Bunda sınıfsal körlüğün yanında yazarın bir türlü “küreselleşememesinin” de rolü olmalı.
SONUÇ YERİNE PERDE
Yazının başında inmesi beklenen bir perde vardı. İnmesi beklenen perde ve son… Sonlar da çeşit çeşit. Oyuncuların gönlündekine göre değişiyor. Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar. Bizim yerli malı, bir türlü ihraç edilemeyen burjuvalarımızın gözünü ise dünya sahnesi bürümüş. Hesaplar yapılmış, dost/düşman seçilmiş durumda. Hedef: Yine işçi sınıfı! Aç, sefil bir halde acımasızca sömürülecek, burjuvalarını dünyanın dört bir yanına taşıyacak. Diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleri gibi… “Sınıf çatışması değil, çalıştıranı ile birlikte yurdunu düşünen işçiler!” şeklindeki koral seslenişlerle birlikte…
Bizim getireceğimiz son ise perdenin ortadan kaldırılması. Görüntülerin değil asılların zenginliğinde seyircisiz bir oyun için. Kafasında dört dönen teorik kurgularıyla kapitalizmi bin kez kurup bin kez yıkan “aydın”lar ya sahneye çıkmalı ya da seyirci koltuklarına gömülmeli! Lenin’in şu çok sevdiği sözle: “On’s engage pour en voit!” (Savaşa bir kez girin ve görün!).