Garbaçov 1985’de henüz görevine başlamış iken, kendisinden önceki iki lider ile kıyaslandığında oldukça farklı bir görüntü vermişti. Üstelik, bakın şu işe, bu adam düpedüz gülebiliyordu da! Ama batılılar gülümseme ile görünen dişlerin analizini (eski Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko’nun benzetmesini kullanarak) yapmakta gecikmediler:
“Gülüyor ama gördüğümüz çelik dişler…”
Bunu nereden çıkarmışlardı? 1980’de Reagan döneminde başlayan yeni soğuk savaşı sürdürme güdüsünün bir ürünü olmak bir yana, bu “çelik diş” söylemi en fazla Hruşçov döneminde itibarı alınan Stalin kadrosunun itibarının iade edilmesine dayanıyordu.
Sonradan olup bitenleri biliyoruz. Ama şu Garbaçov ya da Glasnost ve Perestroyka dosyası kapandı mı? Ne oldukları, nereden geldikleri, kendilerinden ne beklendiği konusunda sanırım hala söylenmesi gerekenler var.
Çok kısa geçmek kaydı ile 1917-1985 dönemine, Sovyet halklarının, işçi sınıfının politik enerjisinin karakteristiğini merkeze alarak bakalım.
Hesap kolaylığı açısından 1900 doğumlu bir Rus gencini düşünelim. Bizim genç, devrim yıllarında, 17-18 yaşlarında iken partiye katılmış olsun. Bu genç neler gördü?
Beyaz ordu ile savaşı gördü, savaş komünizmini gördü… Bu dönem yığınların politik enerjilerinin görece kolay açığa çıkartılabildiği bir dönemdi.
Sonra NEP’i, o çok tartışılan Yeni Ekonomik Politika’yı gördü. Sonra?.. Görkemli kolektivizasyonu gördü. Kapitalistler dünyanın her yerinde bunalırlarken, birinci beş yıllık plan hedeflerine dört yılda ulaşıldığını gördü. “İşte” dedi “işler iyi gidiyor…”
Bu arada yaş oldu 35-36… Bizim genç birbirini izleyen bu dönemlerin hepsinde partili olarak rol aldı. Kuşkusuz yalnızca partililer değil geniş emekçi yığınlar da, içinde bulundukları hummalı faaliyet dönemini belki yorularak, ama çoğunlukla anlayarak yaşadılar.
Sonra? Sonra Avrupa karıştı, Hitler iktidardaydı, Almanya göstere göstere savaşa hazırlanmıştı…
Ayrıntıları geçelim… Sonuçta 1936-1939 yılları Sovyetler Birliği için, kuvvetli bir emperyalist saldırının öngörülüp, hazırlanıldığı yıllar olarak geçti. Bu dönemde de yığınların politik enerjilerine yoğunlukla başvurulmak zorunda kalınmıştı.
Ve savaş patladı. Yirmi milyon Sovyet yurttaşı hayatını kaybetti. Savaşın tarihçesini geçelim, kuşatma altındaki günleri geçelim, kıtlığı, özveri ve bağlanma kavramlarının yeniden tarif edilmelerini gerektirecek kadar zengin deneyimi geçelim…
Bizim genç artık 44-45 yaşlarına geldi ve pek çok akrabasını, yoldaşını bu savaşta yitirdi.
Savaşın sonunu izleyen yıllarda batı, özellikle Amerika, Sovyetler Birliği’ne karşı “öküz öldü, ortaklık bozuldu” havasındaydı.
1947-1948 ve 1949 yılları Amerika’nın Sovyetler Birliği’ne dönük olarak tüm bir diplomasi tarihinde benzerine rastlanması mümkün olmayan yoğun tahrikleri ile geçti; Sovyet hava sahası hemen her gün ihlal edildi! Amerika’nın ülke içinde kendi vatandaşlarına dönük olarak işletmeye başladığı anti-Sovyet propaganda öyle “komünizm kötüdür, kapitalizm iyidir” vb. temalarla değil, düpedüz “gebertelim şu Rusları, bombayı patlatalım tepelerinde” söylemi ile var oluyordu.
Ve 1949’da Sovyetler Birliği ilk atom bombası denemesini gerçekleştirdi. Tarihte pek az bombanın, savaşta kullanılmadığı halde bu kadar önemli siyasal ve diplomatik sonuçları olmuştur. Soğuk savaşın bilinen temaları “komünizm kötüdür, orada özgürlük yok” vb. bu bombadan sonra şekillendi ve “gebertelim şu Rusları” söylemini artık kimse ağzına almaya cesaret edemedi. 1
Ve ellisine merdiven dayayan “genç”imizin yüzü nihayet gülmeye başladı. 1917-1946 arası yaşananların üstüne 1946-1949’da Amerika’nın tahriklerine gereken cevabı verememenin ezikliği eklenmişti. 1949’dan itibaren eziklik atıldı.
Nasıl atıldığına bakacağız, ancak burada durup geldiğimiz noktanın işaret ettiği kimi sonuçlara bakmakta yarar var.
Tarihte, gerek bir burjuva devriminin gerekse işçi sınıfı kaynaklı bir hareketliliğin neden olduğu politizasyonun iki, en uzun örnekte üç-dört yılı aştığına tanık olunmadı. Burjuva devrimleri henüz oluş sürecinde iken bile kitlelerin politizasyonundan rahatsızlık duymaya başladıklarından devrimden sonra politizasyonu düşürmeyi birincil görev bilirlerdi. Diğer politizasyon deneyimlerinde de politizasyonun en yoğun olduğu dönemi, ya devrim ya da karşı devrim izledi. Kimi örneklerde ise devrim-karşı devrim ikilemi yaşanmadan, daha doğru bir deyimle ikilem netleşmeden politizasyon likide oldu. Bu likidasyon süreci konumuzun dışında kalıyor. Konumuz açısından önemli olan 1950 yılına gelene dek siyasi tarihte benzerine rastlanmamış devrimden önceki yıllar hesaba katılmadığı durumda bile otuz yılı aşkın bir politizasyon döneminin yaşanmış olmasıdır. Tekrar etmek gerek; 1950 yılına gelene dek yığınların politik enerjilerine bu yoğunlukta ve bu kadar uzun süre başvurulan bir başka deneyime tanık olunmadı.
Her renkten anti-sovyetin, Stalin sonrasını bir milad kabul etmelerinin elbette “çıplak gözle görünen” ve savunulabilir gerekçeleri var. Fakat konumuz açısından 1950 sonrasını yukarıda anıldığı hali ile bir milad olarak görmek de mümkündür. Nasıl?
Stalin’in “on yılda komünizme geçeceğiz”, Hruşçov’un “olgun sosyalizm”, Brejnev’in “komünizmin ilk aşamaları” söylemleri yalnızca sahip oldukları sosyalizm ve komünizm tasavvurlarının niteliği ile açıklanabilir mi? Ortada bir tercih var, üstelik güncel içinde alternatifinin olmadığına inanılan bir “tercih”: Yığınların politik enerjilerine artık eskisi kadar başvurulmayacak, artık kazanımların altı çizilecek artık başarılanlar vitrinin önüne konacak, yeni insanın yaratılması geliştirilmesi sürecinde ise sosyalist üretim ilişkilerinin gücüne güvenilecekti.
Bu tercih şüphesiz sorgulanmaya muhtaç bir tercihtir ve bu çalışmada sorgulanacak da… Şimdi tekrar 1950 yılına geri dönelim ve andığımız tercihin ve bu anlamda gündeme gelen “milad”ın sonrasına bakalım.
1946-1949 döneminin ezikliğini Sovyetler Birliği oldukça görkemli bir şekilde atmıştı. Amerika’nın “topyekûn savaş/ total war” doktrinini ciddiye almadığını Kore savaşında gösterdi; Amerika doktrinini değiştirmek zorunda kaldı.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Birleşmiş Milletler’e alınmamasını protesto için oturumlara katılmadı; diplomatik ifadesi bu olan mesajın, siyasi dile tercümesi şu oluyordu: Birleşmiş Milletleri ve kararlarını tanımıyorum, topunuza meydan okuyorum. Sonuçta Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler’e alındı.
1956’da Macaristan’da karşı devrime ve kapitalist devletlerin restorasyon çalışmalarına izin vermeyeceğini tartışmasız bir biçimde gösterdi. Macaristan’da olup bitenlere engel olamayacağını anlayan batı, aynı yılda gündeme gelen Süveyş krizinde: “Siz Macaristan’da bildiğiniz gibi davranın biz de Süveyş’de” şeklindeki pazarlık denemesinde bulundu ve pişman oldu. Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa’ya gönderdiği notalarda kanal bölgesinin derhal boşaltılmasını, aksi halde Londra ve Paris’in güvenliğinin tehlikeye gireceğini bildirdi. Bir gün içinde İngiliz ve Fransız askerleri bölgeyi boşalttılar.
Örnekler uzatılabilir, U-2 olayı, Berlin duvarının inşası (bu Demokratik Almanya’nın üzerindeki batının hukuki denetim, hakkının tanınmadığı anlamına geliyordu) ve şüphesiz en önemlisi Küba devrimi sonrasında gündeme gelen yaygın adıyla “füze krizi”. Krizin tarihçesi bir yana, Hruşçov’un Birleşmiş Milletler’de kendisine Küba’da füzeleri olduğunu itiraf etmesi ve füzeleri çekmesi söylendiğinde gösterdiği tepki anılmaya değer. Hruşçov ayakkabısını çıkartıp kürsüye vururken bağırarak “burası mahkeme değil sen de yargıç değilsin” demişti.
Görülüyor, 1946-1949 döneminin acısını çıkartmaktan başka “başardık” demek isteyen otuz yıl boyunca politik enerjilerine anlatılan yoğunlukta başvurulan insanlara “başardık” deme olanağı sunuluyordu.
Stalin bu yüzden komünizme on yılda geçilebileceğini, Hruşçov bu yüzden “olgun sosyalizm”e geçildiğini söylemişti, Brejnev bu yüzden “komünizmin ilk aşamaları”nda bulunulduğunu ilan etmişti. Başarıların altının çizilmesinde ölçü sıkça kaçtı. Ve sonuçta diyalektiğin “karşıtına dönüşme” başlığına ne yazık ki örnek olabilecek bir deneyim yaşandı; 1950’lere kadar siyasi tarihte benzerine rastlanmayan politizasyon sürecini ciddi bir depolitizasyon süreci izledi.
Bu mekanizmayı ve sonuçlarını daha yakından incelemek gerekiyor. Bunu bir sonraki başlık altında yapmak üzere geçelim ve serüvene kaldığımız yerden, Brejnev sonrasından devam edelim.
Andropov ve Çernenko’nun yaşları, bu iki liderin de liderlik süresinin, Stalin, Hruşçov ve Brejnev’in liderlik sürelerinden oldukça kısa olacağını zaten göstermişti. SBKP’nin bu tercihleri, birbiri ardına iki yaşlı liderin tercih edilmiş olması, peki neyi gösteriyordu?
Detant dönemi 1974’ten itibaren sallantıdaydı ve can çekişiyordu. Ama henüz ölmemişti! Ve SBKP hem iç hem de dış politikada 1980’leri, iç tutarlılığı olan, bütünlüklü bir hamle ile karşılamak arzusundaydı. Özetle bu iki lider döneminde 1980’lerin “hamle”si için kimi süreçlerin kapanması kimi eğilimlerin netleşmesi ve “hamle”nin tasarımının olgunlaşması gerekiyordu. Bu bakışın getirmiş olması muhtemel apoloji kokusunu dağıtmaya çalışayım.
1980’lerde iç politika açısından yukarıdaki deyimle karşılanması gereken iki başlık vardı: Birincisi, önceki sayfalarda incelendi, depolitizasyondu. Diğeri sosyalist ekonominin sorunlarıydı.
Ekonomik sorunlara dair oldukça geniş bir külliyat var. Burada Brejnev döneminde kapitalist dünyanın bunalımının Sovyetler Birliği üzerinde de ekonomiyi küçültücü kimi etkileri olduğunu hatırlayalım. Ama gene de krizin batıdaki etkileri ile kıyaslandığında, ekonomik sorunların sonradan yapıldığı gibi çözülüşün gerekçeleri arasında birinci sıraya oturtulmasının mümkün olmadığını bilelim.
Dış politika açısından karşılanması gereken, gene iki başlık vardı. Birincisi, yeni soğuk savaş ile ilgiliydi. 1980 sonrasında batı, uluslararası ilişkilerde Sovyetler Birliği karşısında çoğunlukla kaybettiği bir dönemi kapatmak arzusundaydı; Sovyetler Birliği’nin Afganistan ve Polonya’ya dönük müdahalelerini yalnızca izlemişti, İran’da Şah gibi bir “eleman”m kaybedilmesine neden olan gelişmelere de batı müdahale edememişti. 1980’den, Reagan döneminden itibaren olaylara müdahale eden Amerika gündeme geliyordu. Dönemin filmleri şarkıları bu eğilimi tümüyle yansıtıyor: Tom Cruise’un Top Gun’ı, Rocky’ler, Rambo’lar vb…
Reagan’ın hülyası, uzay savunma inisiyatifi, SDI ve ABD’nin artan silahlanma harcamaları bir yandan pazarı canlandırırken, diğer yandan soğuk savaşa hizmet eden kozlar oldular.
1980 Moskova Olimpiyatı Afganistan’daki Sovyet askerleri gerekçe gösterilip boykot edilmişti.
Sonuçta bu yeni soğuk savaşta batının, Sovyetler Birliği tarafından karşılanması gereken ciddi bir ideolojik taaruzu vardı.
Dış politika açısından karşılanması gereken diğer gelişme, gene ekonomi ile ilgiliydi. 1980’lerde gene kriz içinde olan batı, krizin neden olacağı dünya ticaretindeki daralmanın bir bölümünü pekâlâ sosyalist ülkeler ile olan ticaret üzerine kaydırabilirdi. Zaten ekonomik ambargodan söz edilmeye başlanmış, konu el çabukluğu ile Afganistan’dan Sovyetler Birliğinin çekilmesine bağlanmıştı. Buğday ambargosu somut bir başlangıç olarak gündeme gelmişti. İşte bunun da karşılanması gerekiyordu.
POLİTİZASYON ve İDEOLOJİK MÜCADELE
Sınıf mücadelesinin, ideolojik mücadelenin bir şekilde sürdüğü tüm bir sosyalizm dönemi için de kullanacağımız kimi kavramlar üzerinde duralım.
Kapitalizm koşullarında siyasi konjonktür politizasyonun yoğunluğu açısından kabaca iki farklı evreye ayrılabilir; düşük ve yüksek yoğunluklu dönemler. Lise ders kitaplarındaki tasnifleri andıran bu kaba tasnifimizi inceltelim. Bu iki evre birbirinden ideolojik bağlanmanın yoğunluğu, örgütlülük düzeyi, etkin ideolojinin niteliği gibi yönlerle ayrılır. Hepsine tek tek bakalım.
Düşük yoğunluklu bir politizasyon dönemine statükocu ideolojiler eşlik eder. Daha doğru bir deyimle böyle bir dönemde ancak statükocu ideolojiler etkin olabilirler. Nedir bu ideolojinin ana motifleri? “Sistemimiz iyidir, beğenmediğin yöneticiyi oyunla cezalandır, her şey yolunda ” vb…
Tıpkı bireyler gibi kitle de, mevcut dengesini koruma amacına hizmet eden kimi kendiliğinden işleyen mekanizmalara sahiptir. Çoğunluğun mevcut dengeyi koruma güdüsüne hitap edebildikleri için egemen ideolojinin statükocu varyantları, böyle dönemlerde etkin olma olanağı bulurlar.
Fakat bu etkinliğin bir bedeli de vardır. Burjuva ideolojisinin statükocu varyantları geniş yığınları ancak düşük yoğunlukla kendisine bağlayabilir. Ve düşük yoğunluklu bu bağ hergün, her an yeniden üretilmek zorundadır. Yeniden üretme açısından bilinen tek araç tekrardır. İşte mevcut bağların nicel olarak yaygınlığının bedeli, bağın yoğunluğunun düşüklüğü ve tekrar mekanizmasına mahkûmiyetidir…
Siyasi konjonktürün çelişkilerle beslenen dalgaları ilk önce anılan tekrar mekanizmasını felç eder. Yeniden üretilmeleri için tekrarı gereksinen düşük yoğunluklu bağları, tarihsel alt-üst oluş dönemlerinde kısa sayılabilecek bir zaman diliminde kopartıveren en önemli dinamik budur.
Burjuva ideolojisinin statükocu varyantlarından kopan birey, deyim yerinde ise artık “el bebek, gül bebek” söylemi ile bağlanamayacak, ancak radikal ideolojilerin çekiminde kalabilecek bir bireydir. 2 Ve elbette radikal ideoloji çekiminde kalan bireyi çok daha kuvvetli bağlarla kendisine bağlar.
Salgılanan ideoloji absorbe edilmez ise ideoloji taşınmamış olur. Bir totoloji gibi görünüyor, ama değil; dingin bir siyasi konjonktürde radikal, hareketli bir konjonktürde ise statükocu ideolojiler absorbe edilemezler.
İki evre arasında örgütlülük düzeyleri açısından da ciddi farklar vardır. Burada örgütlülükten kastedilen yalnızca partiler, dar anlamı ile siyasi örgütler de değildir; mesleki örgütler, her türden dernek vb.’dir. Tek bir örnek sanırım yetecek; 1980 öncesinde solun, mesleki örgütlerin örgütlülük düzeyleri biliniyor. Daha az bilinen bir örnek, politizasyonun harekete geçirdiği örgütlülük gereksinimine daha geniş bir bakışı sağlayabilir. Kanarya sevenler de derneklerini 1978 yılında kurmuşlardı.
Şimdi burada ana konumuza dönelim. Bu başlık altında vardığımız kimi sonuçları hem Glasnost ve Perestroyka’dan beklenenleri hem de çözülüş sonrasında ortaya çıkan ideolojik karmaşayı anlamakta kullanmaya çalışalım.
NETLEŞEN HAMLE: GLASNOST ve PERESTROYKA
Yukarıda karşılanması gereken gelişmeler incelenmişti. Tümünü birden neyin karşılayabileceğine bakalım.
Depolitizasyon, ideolojinin absorbe edilme sürecini sekteye uğratıyordu. Politik enerjinin açığa çıkmasına engel oluyordu. Hamle, depolitizasyon ile mücadele etmeliydi. Garbaçov’un “her şeyden şikayet edin, her şeyi eleştirin” sözleri, açıklık politikasında önemli bir yer tutuyordu ve depolitizasyon ile mücadeleyi hedef alıyordu.
Gündeme gelen yeni soğuk savaş ve ideolojik saldırıyı gene Glasnost, açıklık, göğüsleyecekti.
Batının muhtemel ekonomik ambargosunun ve Brejnev döneminde olduğu gibi, gündeme gelebilecek batının krizinin olumsuz etkilerinin bir dengeleyeni olmalıydı. Üretimin düşmesine engel olacak, hatta üretimin artmasını sağlayacak her tür adım atılmalı, bu uğursuz kriz ve saldırı dönemi atlatılmalıydı. Çağdaş ve minyatür bir NEP geçici bir araç olabilirdi. Perestroyka, yeniden yapılanma, buradaki kurguda bu anlama geliyor. Perestroyka üretimi arttırma güdüsü ile şekillenmiş, teorik kalıcılığa asla sahip olamayacak kadar farklı bileşenleri bir araya getiren bir yeni yapı tarif ediyordu. Üretimi arttırma güdüsü, sosyalist çözümler ile NEP vari çözümleri yan yana getirmişti. 3 Perestroyka’nın bu niteliği başlı başına bir eleştiri nedeni olamaz. 1924-1929 dönemi ile karşılaştırıldığında tanım gereği ideolojik, ekonomik ve en önemlisi siyasal dayanaklar, kapitalist üretime kontrollü olarak izin verilmesine olanak veriyordu.
Sorun hamlede değil hamleyi yapan öznedeydi. Partinin, yarattığı politizasyonu çekip çevirecek birikime sahip olmadığı görüldü. Politizasyon, partinin öngördüğü mecradan sağa doğru taştı ve parti yarattığı politizasyonun altında ezildi. 1950’lerin ortalarından 1985’e dek yaşanan depolitizasyon döneminin faturası, bu kadar ağır oldu. Bu kurgu, “mutlak ihanet yoktur” doğrusunun Garbaçov için de geçerli olduğunu gösteriyor. Sonuçta 1985-1987 döneminin Garbaçov’unu uluslararası sosyalist hareketi sağa çekme riskine yerel seksiyonların hazırlıklı olmaları koşulu ile desteklemek ve anlamak mümkündü. Öznelliğe açılan geniş müdahale alanını değerlendirememekten başlayarak, kendisini politizasyonun yeni mecrasına uydurmasıyla ihanet gündeme gelmiş oldu; güçsüzlük ve çapsızlık bir zamanların yaygın terimleri ile “objektif ihanet”i davet edebiliyor. 4
SOSYALİZM KOŞULLARINDA POLÎTİZASYON NASIL KORUNABİLİR?
Gördük ki, politizasyonun teorik dayanağı çelişki. Bu şu anlama geliyor: Çelişkinin var olduğu bir yerde politizasyon en kötü ihtimalle potansiyel olarak vardır. O halde sosyalizm koşullarında da en kötü ihtimalle politizasyon potansiyeli vardır. Çünkü sosyalizm tanım gereği henüz çelişkisiz bir toplum değildir.
Sosyalizm koşullarında politizasyonun nasıl korunup yönlendirileceği konusu ile ilgili olarak, geleceği ipotek altına alan erken angajmanlardan kaçınmakta yarar vardır. Politikanın bu kadar merkezinde olan bir konu ile ilgili olarak, sorun tüm somutluğu canlılığı ile karşımıza çıkmadan ancak kimi temel kestirimlerde bulunabiliriz.
1)Mükemmel sosyalizm mükemmel kapitalizm kadar mümkündür. Sosyalizm henüz çelişkisiz bir toplum değildir. Kapitalizm nasıl kendisini reddetmeden çelişkilerinden arınamaz ise, kimi kayıtlarla sosyalizmde kendisini reddetmeden çelişkilerinden arınamaz. Sosyalizm taşıdığı gerilimlerden, komünizme evirilme yolunda ihtiyaç duyduğu itilimi almalıdır.
2)Olması gereken ile olan arasındaki gerilime bütün bireyler maruz kalır. Ancak bu gerilim ne yoğunluk ne de nitelik olarak topluma homojen yayılmış değildir. Üretim tarzı başta olmak üzere mevcut toplumsal ilişkiler ağının nitelliğinden kaynaklanan tüm olumluluklara rağmen sosyalizm koşullarında da kitle anılan gerilimi daha çok kendi somutundan çıkarma eğilimindedir. Olması gereken ile olan arasındaki gerilimin en yetkin ifadesi, verili durum ile komünizm arasındaki gerilimdir ve bu gerilimin sosyalist toplumda parti dışında yaşanmasına tahammül edilemez.
3)Parti, sahip olduğu gelecek tasarımı ile belirlenmiş politikası için ihtiyaç duyduğu politik enerjiyi, işleyen sosyalizmin sorunlarından almalıdır. Nasıl?
4)Kapitalizm kendi neden olduğu çelişkileri pek çok örnekte, düzen dışına çıkılmamasının garantilerini alarak politize olma eğilimi gösteren bireylerin önüne atmıyor mu? En net örneklerine kadın ve çevre hareketlerinde rastlıyoruz. İnsanların içinden söküp kazımayı beceremediği o güzel sosyal yanı, politik yanı bu araçlarla istihdam ediyor. Bu dikkatle incelenmesi gereken bir mekanizmadır, ve mekanizmanın sosyalizm koşullarına uyabilen bir biçimi bulunabilir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ehrenburg’un üçlemesinin üçüncü cildinde, Dipten Gelen Dalga’ da bir valinin tam kürsüde “gebertelim şu Rusları” temalı konusmasını yaptığı sırada kürsüye konan bir notu okuduktan sonra kalp krizi geçirişi anlatılır. Notta Sovyetler Birliği’nin atom bombası denemesini gerçekleştirdiği yazıyordu.
- 1917 Şubat’ından itibaren burjuva ideolojisinin statükocu varyantlarından kopuşu sağlayan aynı dinamiktir. Menşevik ve sağ-SR’ların ideolojik söylemleri bile burjuva ideolojisinin statükocu varyantlarına dahil edilemezler. Bir başka örnek 1930’ların Almanyası olsun. Bu yıllarda solda köklü geleneği olan Alman Sosyal Demokrat Partisi değil, ondan henüz kopmuş, radikal Alman Komünist Partisi oldukça etkindi. Düzen adına ise etkinliğe gene köklü gelenekleri olan merkez partiler değil radikal ve genç Nasyonal Sosyalist Parti sahipti. Örnekler çoğaltılabilir çalışmanın çerçevesi açısından bu kadarı yetiyor.
- Perestroyka’nın üretimi arttırma güdüsü ile belirlendiğini tümüyle kanıtlamak bu çalışmanın çerçevesini asar. Ancak kimi kalkış noktalarını kısaca anmak mümkün. Verimlilik artışı, teknoloji ile sanayinin ilişkisi, çalışma yaşamının disipline edilmesi, merkezi planın üretim birimlerinin artırılan insiyatifleri ile desteklenmesi, aile şirketlerine kimi koşullara uymaları kaydı ile izin verilmesi, oldukça anlaşılır nedenlerle dolaşım dışında kalmış altın vb. değerli madenlerin ve gene benzer şekilde dolaşım dışında kalmış tasarruf mevduatlarının ekonomiye dahil edilmesinin yolları vb. pek çok konu Perestroyka başlığı altında ele alınmıştı.
- İhanet ve Garbaçov ihaneti ile ilgili olarak bkz. Gelenek 35, Cemal Hekimoğlu, “İhanetin Mantığı ve Bir Hainin Portresi”.