“Direniş”, Türkiye sosyalist hareketi tarihinde stratejik tahlillerin doğruluğu söz konusu olduğunda çokça tartışılan, ancak devrimci kimliği ve mücadeleci yanı nedeniyle saygın bir yer kaplayan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın siyasi mirasçısı olduğu iddiasıyla yol alan bir hattın yayın organıdır.
Direniş ile bugüne kadar bir alıp veremediğimiz olmadı. Hatta kimi etkinlikler bazında ilkeli bir yakınlaşmayı gözettiğimiz söylenebilir. Elbette devrimci sıfatını koruduğu oranda farklı siyasi çevreler arasında kurulmasını ve sürdürülmesini önemsediğimiz, sınıf düşmanımız karşısında örülecek ortak tavır alışlar “Direniş” için de geçerliydi ve geçerlidir. Hemen belirtelim. Ortak tavır alıştan kastımız siyasi-ideolojik bir örtüşmeden çok, Türkiye solunun farklı öbeklerinin kritik dönemeçlerde güçlerini bir araya getirebilmesine dayalı çok daha gerçekçi, mümkün ve gerekli bir ihtiyacı tarif etmektedir. Bunun hangi çerçevede nasıl bir mekanizma aracılığıyla gerçekleşebileceği (platform, blok veya başka bir biçim) ayrı bir konudur ve bu yazının sınırlarını aşmaktadır.
1 Mayıs 1996 öncesindeki dönemde, bu türden bir araya gelişleri arayıp, bu arayışta Direniş gibi siyasi hareketlerin yaklaşımlarını yakından takip ettik. On gün kala, Direniş’in Nisan sayısı çıktı ve 1 Mayıs için Kadıköy’ün tercih edildiğini öğrenmiş olduk. Her şey denilebilirdi… Taksim’in zamanı gelmediği düşünülebilirdi. Zamanı geldiği halde yeterli gücün toplanamayacağı, bu nedenle etkisiz kalınacağı ileri sürülebilirdi. Sendikal bürokrasiye rağmen 1 Mayıs’ın gerçekleştirilemeyeceği varsayılabilirdi. Ancak “işçi sınıfının içinde olmak” gibi zamandan ve mekândan arındırılmış son derece soyut genel bir yaklaşıma sığınarak Taksim gündemi açılmamış gibi davranılamazdı. Ama böyle yapıldı.
1 Mayıs geldi geçti. Neden Taksim sorusunun yanıtı pratik olarak da görüldü. Kadıköy tercihini yapan dostlarımızı siyasi olarak eleştirdik. Hakkımızdı. Nasıl olmasın? “Yapamazsınız; edemezsiniz”, “son dakikada yan çizip Kadıköy’e geleceksiniz” yakıştırmaları yapıladursun, dişe diş bir mücadele ile Taksim’e çıkıldı. Tercih edildiği için değil yalnız bırakıldığı için tekil sosyalistlerin haricinde, Taksim onurunu yaşayan örgütlü tek siyasi özne SİP oldu. Direniş beğensin ya da beğenmesin yaşanan, bütünüyle Aydemir Güler’in tarif ettiği gibidir: “SİP olarak Taksim’i yeniden kitlesel ve meşru 1 Mayıs gösterilerine açmış olmaya attığımız imzadan onur duyarız. Ama bu güçlü konumumuz nedeniyle bizimle, yan yana gelmemiş diğer emek güçlerinden ‘hesap sormak’ ve prim toplamak niyetinde değiliz” (Sosyalist İktidar, sayı 48, s. 2).
Tüm bunların ardından “Direniş”in Mayıs sayısı çıktı. “Haklıydınız” değerlendirmesini hiç beklemedik. Türkiye solunda Sezar’ın hakkı Sezar’a yaklaşımı yerleşmemişti. Ama doğrusu yukarıda özetlediğimiz türden çok seçenekli bir siyasi karşılık veya Taksim’e dokunmayan bir sayı beklerken yanıldık. “Direniş”te görmeye alışık olmadığımız ölçüde sığ, hazımsızlıktan olduğu ölçüde saldırgan ve siyasi bir değerlendirme yapmaktan çok kendi içlerine mesaj vermeye çalışan bir sayı ile karşılaştık. Çalakalem yazıldığı her halinden belli, en az üç farklı yazıda birkaç cümle ile SİP’in işini bitirmeye çalışan üslup, eğer bir okur mektubunda yer alsaydı bir ölçüde mazur görülebilirdi. Oysa bilindiği üzere imzasız yer alan bütün yorum ve değerlendirmeler ilgili yayının yazı kurulunu, dolayısıyla hareketin siyasi önderliğini bağlar.
Belli ki; Direniş yazarları 1996 Mayıs’ında Taksim gündemi açılmasından ve bu gündemi SİP’in açıp, tek başına da olsa Taksim’e çıkmasından epeyce gocunmuş. Direniş uzun uzun Kadıköy kutlamalarının ne kadar etkili olduğuna ve bir sıçrama olarak görülmesi gerektiğine işaret etmiş. Buradan hareketle de bol miktarda cam-çerçeve edebiyatı yapan reformist solun, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmesinden haklı olarak yakınmış. EP’i İP’in yanına, ÖDP’yi CHP’nin yanına gönderdikten sonra bir kalem kıvraklığı ile SİP de reformist ilan edilmiş.
Burada ölçüt ne, belli değildir. Anlayacağınız, sapla saman birbirine karıştırılmıştır. Direniş yazarlarının hangi konuda ne demek istedikleri bile anlaşılamamaktadır. Bu nedenle bazı şeyleri ayırmak ve anlamak için bizim çaba göstermemiz gerekli oldu.
Birinci olarak; SİP, olaylar yaşandıktan ve devletin provokasyonu gerçekleştikten sonra değil, daha önceden Kadıköy tercihini yapan dostlarını eleştirmiştir (bkz. Sosyalist İktidar, sayı 46-47). Üstelik bunu siyasi bir değerlendirme eşliğinde yapmıştır. İnat ve karşı inat psikolojisi içinde değil. Belli ki “Direniş” yazarları bu değerlendirmeleri kavrayamamışlar. Yeniden tarif etmekte yarar var. Taksim’e çağrı yapılırken üzerinden hareket edilen bir politik durum değerlendirmesi vardır: İşçi sınıfının, sendikal bürokrasinin tasallutundan kurtarılması gereklidir; 1 Mayıs dünyada ve Türkiye’de devrim ve karşı devrim güçlerinin sürekli hesaplaştıkları bir gündür ve sendikal bürokrasinin prestijinin dibe vurduğu bir dönemde ’96 1 Mayısı, hem işçi sınıfının sınıf düşmanına karşı gücünü göstermesi, hem de burjuvazinin sınıf içindeki beslemelerini silkelemesi için uygun bir gündür; Taksim daha evvel öğrenciler ve Kürt emekçileri tarafından gösterime açılmıştır, bu sefer asıl sahibi işçi sınıfı tarafından fethedilmelidir; konfederasyonların bunu yapmaya ne niyeti, ne de gücü olmadığından büyük bir kitleselliğe ulaşılmasa da (çünkü sendikaların konfederasyonların Kadıköy’de olacakları neredeyse kesinleşmiştir) sosyalist ve devrimci çizgiler ile bu çevrelerin sınıf içindeki ayakları öncü bir eyleme imza atabilirler; Türkiye işçi sınıfının Taksim’e kavuşması gereklidir ve buna ihtiyacı vardır.
Ana hatları ile Taksim çağrımız yukarıda özetlediğimiz gibidir. Şimdi Direniş ’97 1 Mayısı’na SİP’i çağırmak efeliğini bir kenara bırakıp yanıt vermelidir: ’96 1 Mayısı’nı Taksim’de kutlamak içerik olarak katıldıkları bir yaklaşım mıydı? Hangi nedenle Kadıköy’ü tercih ettiler?
İkinci olarak, “Direniş” in pek alındığı “Taksim’in politik mesaj yüklü olması” ile “Kadıköy’de politikasızlık vardı” yaklaşımımıza gelelim. Politik eylem gerçekleştirmek Direniş’in literatürüyle “siyasi taktik atmak”, geçmiş-bugün-gelecek bütünlüğünü gözetmeyi ve sınıflar mücadelesinde yapılan eylemin oturacağı yeri belirlemeyi gerektirir. Taksim eylemi neresinden alırsanız alın, katıksız bir siyasi eylemdir. Sadece yoğun bir hazırlık sürecinden geçildiği, önceden planlanan hedeflerin şaşmaz ve dakik bir şekilde hayata geçirildiği için değil, yalnızca eylemi gerçekleştiren kadrolar ve kitlesi şiddet karşısında dimdik ayakta kaldığı ve karşılık verdiği için değil; fakat aynı zamanda sendika ağalarından bağımsız bir 1 Mayıs kutlaması gerçekleştirildiği için, önümüzdeki sene başka bir seçenek bırakılmadığı için, işçi sınıfının birlik-mücadele-dayanışma günü ile eşitlik-özgürlük talepleri doğrudan ilişkilendirildiği için, işçi sınıfının verili konumu ile bir sıçrama yaşayabilmesi için yapması gereken hamle tarif edildiği için bu böyledir. Direniş’in lugatıyla Taksim’de tam anlamıyla bir siyasi taktik atılmıştır.
Bir de Direniş’in politik eylemden ne anladığına bir bakalım. “1996 1 Mayıs’ı da Kadıköy’de devrimcilerle gündeme girmiştir. Birlik, mücadele ve dayanışma düzen güçlerinin provokasyonuna karşı yükseltilen direnişle taçlanmıştır. Kadıköy’ün politik mesajını da düzen güçleri gayet iyi kavramışlardır. Korkuları da, bağırtıları da bundandır. Eğer SİP orada yaşananlardan bu kavga gününe ilişkin bir politik mesaj çıkaramadıysa onun için yapabileceğimiz pek de bir şey yok” (SİP’te Tarihsizlik ve Aydın Ukalalığı, Direniş 36, s.15).
Hayır efendiler… Politik eylem kavgayla özdeş değildir. Kavgacılık, bir diğer deyişle karşı devrimci zora boyun eğmeme ve karşılık verme, devrimciliğin önemli bir gereğidir. Ama sosyalist siyaset için yeterli değildir. Biz Kadıköy’e giden dostlarımıza kavga etmediklerini söylemedik ki! İşçi sınıfına ve emekçi halkımıza Kadıköy’de siyasi bir mesaj taşınamadığını anlattık: “Kadıköy’de iki ayrı 1 Mayıs yaşanmıştır. Lakin Kadıköy’deki 1 Mayıs’lardan hiçbiri aslında 1 Mayıs olamamıştır. Çünkü Kadıköy’de sendikaların ihaneti, polisin katliam girişimi, kuzuların sessizliği (yani reformistlerin aymazlığı) bir taraftadır ve bunların karşısında devrimci güçlerin dağınık, zaman zaman kontrolsüz ama pekala kitlesel ve etkili bir direnişi vardır; ama işçi sınıfının birlik mücadele dayanışma günü yoktur…” (Üç 1 Mayıs, Sosyalist İktidar 48, s.1). Direniş, Kadıköy’de nasıl bir politik mesaj taşındığını, ne tür bir siyasi kazanım elde edildiğini tarif etmelidir veya itirazına son vermelidir.
Üçüncü olarak Direniş, Kadıköy eylemine dair saptamaları ile Taksim’e gelinmemesi arasındaki çelişkiyi açıklamalıdır. “Yüz bini aşkın bir kitle 1 Mayıs’ı kutlamaya gelmiştir. Bu kitleyi alana sendika ağaları değil, tümüyle devrimci ve sosyalist yapılar getirmiştir. Öyle ki, dört konfederasyonun alana getirdiği kitle iki bin kişiyi zor bulmaktadır.” (1 Mayıs’la Bir Adım Daha İleri, Direniş 36, s.8). Direniş’in bu saptaması büyük ölçüde doğrudur. 1 Mayıs’ta Taksim’e çağrımızı yaparken sendika ağalarının büyük bir prestij kaybına uğradığını, sendika ağalarını yalnızlaştırmak gerektiğini, devrimci hareketlerin (işçi sınıfından değil sendika bürokratlarından) bağımsız çıkış yapabilecek bir gücü hayata geçirebileceğini yazmıştık. Peki Direniş Taksim’e neden gelmedi? Devrimci hareketlerin kitleleri harekete geçirebilme kabiliyetine duyulan güvensizlik mi? İşçi sınıfına duyulan güvensizlik mi? Eğer bunlardan biri veya ikisi rol oynadıysa Kadıköy’deki kitleselliği nasıl açıklıyorsunuz? Bir öngörü yanlışlığı mı var, abartılı bir değerlendirme mi? Yoksa gereken zamanda gereken adımı atabilecek bir irade yetersizliği mi? Kadıköy’e toplanan (konfederasyonların getirdiği iki bin kişi hariç) niceliğin önemli bir bölümü Taksim’e getirilemez miydi? Çok daha güçlü bir Taksim çıkışı gerçekleşmez miydi? Sayı çok az diye burun kıvrılan iki bin onurlu komünistin sayısını artırmak Direniş’in de sorumluluğu değil miydi? Direniş bu sorulara yanıt vermeden çalakalem bir iki cümle ile Taksim eylemine gölge düşürmeye kalkmamalıdır.
Peki Direniş nasıl gölge düşürmeye kalkıyor? “Polisin izniyle SİP’in sınıfın bağımsız hattını nasıl hayata geçirdiğini hepimiz öğrendik.” (Direniş 36, s.8). “Türkiye’de 1 Mayıs’lar ne yıllarca korkularından dolayı salonlarından çıkamayan sendika ağalarının ne de 1996’da polisin izniyle Kazancı yokuşunda basın açıklaması yapanlarla anılır” (Direniş 36, s.15). Hazımsızlığın, hazımsızlık değilse cahilliğin böylesine pes doğrusu!
Söz konusu olan İstiklal Caddesinin Galatasaray önünden düzenli bir kortej olarak ve kızıl bayraklar eşliğinde başlatılıp, Fransız konsolosluğu önünde polisin saldırısına dirençle karşılık verilen ve bu nedenle polis barikatının açılmak zorunda bırakıldığı, Kazancı Yokuşu önüne kadar yürüyüşün devam ettirilip, “Yaşasın 1 Mayıs” , “Yaşasın devrim ve sosyalizm”, “Taksim’den başka 1 Mayıs yok” sloganları ile Taksim Meydanı’na girildiği bir “basın açıklaması”dır. Bu tür gösterilere neden basın açıklaması adı verildiğini sosyalist basın iyi bilir. Direniş de öğrenmelidir.
İzin meselesine gelince… Bu eylemin arkasında ne bir izin başvurusu vardır, ne de izin belgesi veren bir merci. Ortada yalnızca saldırı emri verip alınan karşılıktan sonra, yaratılan fiili durum nedeniyle kameraların önünde izin veriyormuş görüntüsüne yatan bir polis şefi vardır. Direniş, polis şefine veya burjuva basına itibar edecekse bizim de diyecek lafımız yok. Küçük bir hatırlatma daha: Direniş sendikalar tarafından başvurusu yapılan, devlet tarafından resmi izin verilmiş bir mitinge katılmıştır. Ardından gerçekleşen devlet provokasyonunu ve yaşanan katliamı hep birlikte biliyoruz. Türkiye’de burjuva legalitesinin izin müessesesi son derece keyfidir ve güç dengelerine bağlıdır. Direniş; yoğun bir emek, devrimci bir öz, sarsılmaz bir disiplin anlayışıyla gerçekleştirilen bir eyleme kara çalarken daha dikkatli olmalıdır.
Dördüncü olarak; Direniş, iç kanama adını verdiği sorunlarına dış kaynak aramaktan vazgeçmelidir. Devrimci siyasetler arasında futbolcu transfer eder gibi kadro transfer edilmez. Yazarken benim de yadırgadığım bu benzetmeye Direniş’in aşağıdaki tuhaf ifadesi neden olmuştur: “Varoluşunu düzene karşı değil de devrimci hareketteki kadroların SİP’e kotarılma zeminine oturtan bu parti…” (Direniş sayı 36, s.15).
Direniş çizmeyi gerçekten aşmıştır.
Yukarıdaki alıntıdan Direniş’in iki olgudan muzdarip olduğu anlaşılmaktadır: Birincisi; “iç kanama” adı verilen bir kadro kaybı yaşanmaktadır. İkincisi; hareketten ayrılan kadrolarının bir kısmı örgütlü siyasi mücadeleyi SİP saflarında sürdürmektedir.
Direniş’in geçirmiş olduğu “iç kanama”nın kaynağı, politik açılım kanalları yaratamamak olarak özetlenebilir. Siyasi tıkanma hareketin içe kapanmasına ve peşisıra kadro kaybına neden olmuştur. Direniş’in oldukça uzun bir süre içinden çıkamadığı bu girdabın ne SİP’le ne de bir başka devrimci yapıyla ilgisi yoktur.
Direniş’den ayrılanların bir kısmının örgütlü siyasi mücadelelerini SİP’in saflarında sürdürmesi ise başka bir şeydir ve birincisi ile hiçbir ilgisi yoktur. Direniş’in “kadro kotarılması” yakıştırması eksikli bir kavrayıştır ve mahkûm edilmelidir. SİP’in; ne Direniş’in ne başka bir yapının kadrolarını örgütlemek gibi bir amacı hiç olmamıştır. Ancak daha önce içinde yer aldığı yapıdan kopmuş bir komünistin, yeniden mücadeleye kazanılması ve kapsanması devrimci bir görevdir. SİP’in yaptığı budur ve bu türden bir kadro kazanımı özel manevra ve taktiklerle değil, siyasi mücadelede kazanılan mevzilerin bir çekim merkezi oluşturması sayesinde olmaktadır. Eğer Direniş, kendinden ayrılanların akibeti ile bu kadar yakından ilgileniyorsa en azından SİP’e gelenler için üzülmek yerine sevinmelidir.
1996 1 Mayısı’nda Taksim’de olma kararlılığını ve politik iradeyi gösteremeyen Direniş, çareyi ’88-’91 1 Mayıs kutlamalarına sığınmakta buluyor: SİP kastedilerek “1 Mayıs’ı Taksim’le kucaklaştırma iddiaları savururken 88-89-90 ve 91’de 1 Mayıs’ların Taksim’de yapıldığını, Taksim Meydanı 20-30 bin polis tarafından abluka altına alındığı halde binlerce insanın dört koldan akın akın meydanı zorladığını, çıkan çatışmalar sonucu gözaltına alınan yüzlerce işçi, emekçi ve devrimcinin günlerce Türkiye kamuoyunu etkilediğini çabuk unutmuşa benziyorlar” (Direniş sayı 36, s.15). Hayır beyler, üzerinizdeki vebalden bu kadar kolay sıyrılamazsınız. Devrimci kimlik, tutarlı strateji ve uygun taktik yönelimler bir kez kazanılan ve sonsuza dek korunan değerler değildir. Geleceğe taşınabilmeleri yeniden üretimlerine bağlıdır. Daha önce siyasi bir eleştirinin özenli olması gerektiğine ve çalakalem yazılmasının uygun düşmeyeceğine değinmiştim. Ne yazık ki Direniş yazarları kelime oyunları ve söylem keskinliği ile açıklarını kapatmaya çalışıyorlar. Daha önceki Taksim zorlamalarında SİP’in yer almadığı imasında bulunarak “çamur at izi kalsın” politikası uyguluyorlar. “Tarih bilgisizliği” ile kimin malul olduğunu okurlara bırakarak size kısa bir yanıt: “Güneş balçıkla sıvanmaz”. Sözünü ettiğiniz ’88-’91 1 Mayıs etkinliklerinde SİP’i (veya öncülü STP’yi) bulamazsınız. Çünkü açık partinin kuruluşu 1992’dir. Ancak partiyi ortaya çıkaran siyasi hattın kadroları, devrimci görevler neyi gerektiriyorsa onu yaptılar. Eleştirmeye kalktığınız siyasi hattın yayınlarını tarihsel bir seyir içinde inceleme zahmetine katlansaydınız trajik durumlara düşmekten kurtulurdunuz.
Son bir örnek daha: “Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış”. 1996 1 Mayıs kararını açıklamayı son günlere bırakan Direniş, 1997 1 Mayıs politikasını şimdiden açıkladı. “SİP de, eğer gelebilirse, olmazsa televizyondan Taksim’in nasıl alınacağını öğrenecektir” (Direniş sayı 36, s.8). Pes doğrusu. Eğer Direniş, bu yılki tutumunu biraz özeleştiri yapıp biraz utangaç bir şekilde geçiştirip atak bir tutumla ’97 çağrısında bulunsaydı samimiyetle dikkate alırdık. Ama ’96’nın ateşi henüz küllenmemişken biraz daha dikkatli ve özenli olmak gerekir. Hele Taksim’e SİP’i davet etmek el değilse bile yürek yakar. Ancak yine de Taksim kararınızda ısrarlı olursanız SİP, Direnişle birlikte orada olmaktan sadece mutluluk duyacaktır.