Devlet kavramı siyasal literatürde önemli bir tartışma başlığını oluşturur. Devletin ele alınış şeklinin genel olarak, iki ayrı içerikte olduğunu görürüz. Bunlardan birincisine göre devlet; toplumdaki sınıflardan bağımsız, toplumun üstünde yer alan, toplumdaki her bireye eşit uzaklıkta bulunan sınıflar arası uzlaşma organıdır. Bu şekilde devlet, bütün toplumun devleti olarak gösterilir. “Devlet ana”, “devlet baba” gibi tanımlamalar; bu siyasal yaklaşımın ürünüdür. Burjuvazinin ve küçük burjuvazinin temsil ettiği bu anlayış aslında, devletin sınıfsal aidiyetini gizlemeye yönelik ideolojik yanılsamadır. Bu ideolojik yanılsamasının karşısında ise marksizmin devlet çözümlemesi yer alır. Marksizme göre devlet; “bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır.” Bu egemenlik, ekonomik açıdan egemen olan sınıfın elindedir. Devleti yalnızca fiziki baskı organı olarak ele almak, onun egemen sınıf açısından yerine getirdiği işlevlerini basitleştirmek olacaktır. Devlet, fiziki baskının yanı sıra, egemen sınıfın tarihsel çıkarları doğrultusunda toplumsal yapının örgütleyicisidir. Egemen ideolojinin yeniden üretilip toplumda var edilmesinde ve toplumun siyasal olarak şekillendirilmesinde, devlet önemli bir görev üstlenir. Sermaye, devleti “toplumsallaştırarak”, ama devletin bütün görevlerini de özel mülkiyetin çıkarları doğrultusunda tanımlayarak egemenliğini devam ettirmeye çalışır.
Burjuva devletin tarih sahnesine çıkışı 1789 Fransız Devrimi ile beraber oldu. Sermayenin, feodalizme karşı iktidarını ilan ettiği ve feodalizme karşı mücadelesindeki baskı organını kurumsallaştırdığı 1789 Fransız Devrimi, siyasal olarak burjuva demokratik biçimi almıştı. Her ne kadar seçme hakkına sadece mülk sahipleri sahip olsa da, burjuva demokrat siyasal anlayışın genel olarak; seçimler, parlamento ve siyasi özgürlükler aracılığıyla sağlanma yoluna gidildiğini söyleyebiliriz. 1789 Fransız Devrimi, feodalizme karşı savaşan ve kapitalist düzenin kurulmasına aracılık eden devletin miladı iken; 1848 Devrimi de modern anlamda, proletarya ve sermaye arasındaki sınıf savaşımının zemininde biçimlenen, kapitalist devletin miladıdır. 1848’den sonra, kapitalist devletin bütün işlevlerinin, proletarya ile sermaye arasındaki sınıf savaşımı üzerinden belirlendiğini söyleyebiliriz. Bu tarihten sonra; sermayenin, feodal unsurlarla işbirliği göze çarpar. Sermayenin bir zamanlar mücadele ettiği feodalizmle işbirliği yapmasının altında yatan tek neden ise; işçi sınıfının, sermaye iktidarını tehdit eden tek güç olarak tarih sahnesine çıkmasıdır. Proletarya ile sermaye arasındaki sınıf savaşımında devlet, sermaye iktidarının ihtiyaçları doğrultusunda farklı biçimler alabilmiştir. Bonapartizm, askeri diktatörlük, faşizm gibi… Fakat, bütün bu devlet biçimleri son tahlilde, şu ya da bu biçimde bir burjuva diktatörlüğüdür. “Burjuva devletler biçim olarak çok çeşitlidir, ancak özleri aynıdır. Tüm bu devletler biçimleri ne olursa olsun, son çözümlemede kaçınılmaz olarak burjuvazinin diktatörlüğüdür” 1 . Kapitalist devletin biçimsel olarak değişmesi, onun sınıf mücadelesinde gördüğü işlevin niteliğini değiştirmemiştir. Faşizm de konjonktürel olarak, kapitalist gelişmenin belirli bir evresinde, sermayenin iktidarını temsil eden kapitalist devlet biçimlerinden bir tanesidir. Sermayenin eldivensiz yumruğudur.
Kapitalizmin emperyalist aşaması ve faşizm
Kapitalizmde serbest rekabet ve sanayinin gelişmesi üretimin yoğunlaşmasına yol açar. Kapitalizmin ekonomik kriz dönemlerinde, krizden daha fazla etkilenen küçük ve orta ölçekteki sermayenin, büyük sermaye tarafından yutulmasıyla üretimin yoğunlaşması hızlanır. Sonuçta üretimin yoğunlaşması süreci belirli bir aşamadan sonra, pazarı elinde tutan ve üretimin büyük çoğunluğunu gerçekleştiren büyük işletmelerin, tekellerin, ortaya çıkmasına neden olur.
“Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır” 2 . Bir ülkede üretimin yoğunlaşması, ve bununla beraber sermaye fazlası, karların düşmesine neden olur. Bu noktada tekelci sermaye, emek gücünün, hammadenin, toprağın daha ucuz olduğu ülkelere sermaye ihracım gerçekleştirerek kar hadlerini yükseltmeye yönelir.
“Sermayenin ihraç zorunluluğu, kapitalizmin bir kaç ülkede fazla olgunlaşmış olması olgusundan ve (tarımın geri kalmış olması ve yığınların yoksulluğu nedeniyle) sermayenin karlı yatırım alanı bulamaması olgusundan ileri gelir.” 3 [LENİN Vladimir İlyiç]
Sermaye ihracı süreci, sermayenin uluslararasılaşmasına ve sermaye ihraç edilen ülkelerin, sermaye ihraç eden ülkelere bağımlı hale gelmesine, kısacası emperyalist zincirin oluşmasına neden olur. Sermaye ihracı sermayenin ihraç edildiği ülkenin sadece ekonomisinde değişiklik yaratmaz. O ülkede emperyalizme özgü, ideolojik ve siyasal yapılanma da gerçekleşir. Emperyalizm; sermaye yoğunlaşması, sermaye ihracı ve sömürgelerin yanı sıra sistemin bütününün ideolojik ve siyasal olarak da yeniden yapılandırılmasını içerir. Ve ülkeler; ekonomik, ideolojik ve siyasal olarak birbirine bağımlı hale gelirler.
Faşizm, tarih sahnesine kapitalizmin emperyalist aşamasında çıktı (burada faşizm ve darbe ile gerçekleşen faşist diktatörlüğün farklı olduğunu belirtmek istiyorum. Bu yazıda kitlesel bir tabana ulaşan ve daha sonra iktidara gelen klasik faşizmi ele alacağım). Ama bu her emperyalist ülkede faşizmin zorunluluk olduğu anlamına gelmiyor. Bir ülkenin emperyalist zincirde bulunduğu yer ve o ülkedeki sınıflar mücadelesinin boyutu, o ülkenin ideolojik ve siyasal yapılanması faşizmin iktidara gelmesi konusunda belirleyici oluyor. Faşizm; sermaye yoğunlaşmasının belirli bir aşamaya ulaştığı dönemde, emperyalist aşamada, sermaye birikim modelinde ve ideolojik, siyasal alanda sistemin yaşadığı krizin tekelci sermaye lehine aşılması çabası olarak tarih sahnesine çıktı.
Faşizmin tarih sahnesine çıkışı
Faşizm tarih sahnesine, emperyalist zincirin zayıflayan halkaları olan iki ülkede Almanya ve İtalya’da çıktı 4 . Zincirin en zayıf halkası olan Rusya’da ise Büyük Ekim Devrimi ile sosyalist bir ülkenin inşasına girişildi. Zayıf halka Rusya’daki devrimci durumu, devrimle sonuçlandıracak devrimci bir partinin varlığı, Ekim Devrimi’ne yol açmışken diğer iki zayıflayan halkada, faşizm iktidara geldi. Zayıf halkanın sınıfsal dinamikleri ancak bu dinamiklere müdahale eden bir devrimci öznenin varlığında anlam kazanıyor.
Zayıf halkanın varlığı direkt olarak eşitsiz gelişme yasası ile ilgilidir. Bir ülkenin kapitalistleşme sürecine geç girmesi, onun eşitsiz gelişme göstermesinin en önemli nedenidir. Her ne kadar sermaye birikim süreci eşitsiz gelişmede temel belirleyen olsa da eşitsiz gelişme sadece ekonomik parametrelerle açıklanabilecek bir kavram değildir. Asıl önemli olan kapitalistleşme ve sermaye birikim sürecinin toplumun ideolojik, siyasal yapılandırılmasıyla ne kadar uyum içerisinde yaşama geçirilebildiğidir. Eşitsiz gelişme yasası o ülkedeki ekonomik, ideolojik ve siyasal alanlar arasında büyük çelişkilerin ve gerilimlerin varlığına ve o ülkenin zincirin diğer halkalarıyla nasıl bir ilişkisi olduğuna işaret eder. Bu çelişkilerin varlığı ve düzeyi o ülkenin emperyalist zincirde zayıf halka olarak yer almasında belirleyicidir. Eşitsiz gelişme yasası emperyalist zincirin bütünü göz önüne alınarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede ülkelerin emperyalist zincirdeki konumları statik değil, dinamiktir. Kautsky’nin; dünya ekonomisinin bütünüyle bölüşümünden sonra kapitalist ülkeler arasındaki rekabetin sona ereceğine ve dünya emperyalizminin dengeye ulaşacağı şeklindeki “ultra emperyalist” değerlendirmesi emperyalizmin yanlış değerlendirilmesinden başka bir şey değildir. Lenin bu yanlış değerlendirmeyi eşitsiz gelişme yasasının zincirin bütününündeki etkilerini ortaya koyarak aşmıştır.
Bir zayıflayan halka: Almanya
Faşizmin Almanya’da iktidara gelmesi, Almanya’nın zayıf veya zayıflayan halka olmasıyla doğrudan ilgilidir. Alman burjuvazisi, ulaştığı sermaye birikimine rağmen buna uygun olan yönetsel ve toplumsal yapıyı oluşturamadığı için ekonomik ve egemenlik sisteminde ortaya çıkan çatlakları faşizm ile aşma çabasına girişmiştir.
Almanya’da sermaye birikimi, geç başlamasına rağmen olağanüstü bir hızla gelişti ve 1800’lü yılların sonunda Almanya büyük sanayi ülkeleri arasında yerini aldı. 1900’lü yılların başında üretimin yoğunlaşmasının ulaştığı aşama tekellerin varlığına işaret ediyordu. Bununla beraber Almanya’nın emperyalist aşamaya girdiği görülür. “…1913’te Alman ekonomisi hızlı bir büyüme döneminden sonra, sanayi bakımından büyük güçlerin ikinci sırasında ve sermaye ihracı bakımından da üçüncü sırasında bulunuyordu” 5 . Almanya, gösterdiği ekonomik gelişmeye rağmen burjuvazinin proletaryanın ideolojik ve siyasal gelişkinliğinden duyduğu kaygıdan dolayı, burjuva devrimini yukarıdan Bismarck tarafından gerçekleştirdi. Devrim sermaye birikiminin ulaştığı aşamaya göre son derece feodal tonlar taşıyordu. Devrimin burjuvazinin önderliğinde bir hareket olarak gelişmemesinin altında yatan neden, proletaryadan duyulan korkuydu. Proletaryanın siyasal varlığıyla gericileşen burjuvazi, sermaye birikiminin ulaştığı aşamaya uygun siyasi ve ideolojik yapılanmayı yaşama geçirmekten uzak durdu. Bununla beraber sermaye birikim süreci Alman toplumunda belirli çatlakların varlığıyla gelişti. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın dış ülkelerdeki sermayesinin büyük bir çoğunluğunu kaybetmesi ve ağır bir borç yükü altına girmesi; savaş sonrasında üretimin büyük oranda düşmesine, işsizliğin artmasına ve toplumsal yapıdaki çatlakların daha da büyümesine neden oldu. 1929 Dünya Ekonomik bunalımı gelip çattığında, Alman ekonomisi bizzat sermaye birikim sürecinin getirdiği zaaflarla maluldü.
Burada kısa bir parantez açarak III. Enternasyonal’in Almanya’da faşizmin iktidara gelişi ile ilgili değerlendirmelerini ele almak yararlı olacaktır. III. Enternasyonal eşitsiz gelişmeyi ekonomizme indirgeyerek Almanya’da faşizmin iktidara gelişinin imkansız olduğunu savunuyordu. İtalya’da faşizmin iktidara gelişi İtalya’nın ekonomik olarak geri kalmasına bağlanmıştı. Enternasyonal’e göre ekonomik olarak geri bir ülkede iktidara gelen faşizm, sanayisi çok gelişmiş olan Almanya’da iktidara gelemezdi. 1929 yılında Martinov; “faşizm, geri kalmış ülkelerde ve yarı yarıya tarıma dayanan ülkelerde başlıca düşmanımız olacaktır…” 6 değerlendirmesini yapıyordu.
III. Enternasyonal faşizme karşı tavır alırken de bu hatalı tutumunu devam ettirmiştir. Faşizm “mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist kesimlerinin açık terörcü diktatörlüğü” 7 olarak tanımlanmış ve zayıf halka konumunun faşizmin iktidara gelmesindeki önemi göz ardı edilmiştir. Sermayeye, ilerici-gerici sınıflandırılması çerçevesindeki bu yaklaşım, “gerici olmayan” sermaye ile faşizme karşı mücadelede işbirliği arayışı sonucuna da kaynaklık etmiştir.
Faşizmin yükselişi
Almanya’da faşist hareket (nasyonal sosyalist hareket) 1919 yılında doğdu. 8 Kasım 1923’teki başarısız darbe girişiminden sonra kısa bir süre faaliyetleri aksayan NSDAP (Almanya Nasyonal Sosyalist Partisi) 1928 yılına kadar önemsiz bir siyasal güçtü. Fakat 1919-1928 döneminde faşist hareketin, işçi sınıfı hareketini bastırmak açısından önemli bir işlev gördüğünü de belirtmek gerekiyor. Bu dönemde faşist hareket; gerçekleştirdiği paramiliter örgütlenme aracılığıyla, ulusun birliğinin sağlanmasında engel olarak gördüğü “marksizme bulaşmış” işçi sınıfı hareketini bastırmayı amaçlayan saldırılar düzenledi. Paramiliter örgütlenmeler aracılığıyla gerçekleştirilen saldırılar faşist ideolojinin topluma benimsettirilmesinde araç olarak da görülüyordu. Bu dönemde faşist hareket sermayenin işçi sınıfına karşı mücadelesinde, devletin yanında önemli bir “sivil” güç olarak yerini aldı.
İşçi sınıfı hareketi ise, faşist hareketin yükselişe geçtiği dönemin arefesinde yenilgiye uğra(tıl)mıştı. Alman Komünist Partisi’nin 1920’li yıllarda gerçekleştirdiği devrimci kalkışmaların başarısızlıkla sonuçlanması, sermayenin Alman Komünist Partisi’ne fiziki saldırılan sonucunda partinin zayıf düşmesi ve partinin sosyalist ideolojiyi yeniden üretmede yetersiz kalışı bu yenilgiyi hazırlayan etmenler arasındaydı. Alman sosyalist hareketinin bu yenilgisi, 1929 dünya bunalımında kitlelerin proleterleşmesi süreciyle beraber gelişen siyasal bunalımda, sosyalist hareketin önemli bir güç olmasını olanaksızlaştırdı. Faşizmin iktidara gelişinde işçi sınıfı hareketinin bu yenilgisi önemli bir rol oynadı. Clara Zetkin bu durumu Enternasyonale sunduğu raporda “faşizm, proleter devrimini gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeğe mahkum olduğu cezadır”8 ifadesiyle tanımlıyor.
NSADP’ın yükselişe geçtiği dönemde Almanya’da ekonomik bunalımın önemli ipuçları görünmüştü. Sermaye birikimi süreci, egemen sınıf içinde ekonomik çatışmaların ve toplumsal çelişkilerin artmasıyla birlikte gelişmişti. 1929 bunalımı bu çelişkileri daha da derinleştirdi.
1929 bunalımı en fazla Alman ekonomisini etkiledi. 1929’dan 1932’ye sanayi üretimi Almanya’da % 45 düştü. İşsiz sayısı 2 milyondan 6 milyona çıktı. Bu iç pazarın büyük oranda daralmasına neden oldu. Pazarın daralması sonucunda karları büyük oranda düşen büyük sanayinin ve bunalımdan etkilenen finans sermayesinin ihtiyacı yeni pazarların bulunmasıydı.
“… (Alman ekonomisinde U.Ç.Y) eksik olan ne alet edevattı(…), ne de işgücü (…); ekonomik makinede eksik olan, içerde olduğu denli, dışarda da pazarlar ,satış olanakalarıydı ve eğer iç satışların, kuruluşların çoğu için kesin önemi vardıysa, dış satışlar da ulusal ekonomi için kesin önem taşıyordu. Çünkü yeterli dış satım yapılmadıkça, ekonominin normal olarak işleyebilmesi için yeterli hammadde dış alımı olanaksızdı” 9 . [BETTELHEIM Charles]
Büyük sermayenin içerisinde bulunduğu krizden çıkış için tercihi, emek sömürüsünü daha da artırmak ve emperyalist yönelim içerisine girmek oldu. Fakat büyük sermayenin bu yönelimi içerde belirli düzenlemelerin yapılmasını gerekli kılıyordu. Bunalımla beraber egemen sınıf arasındaki çatışma arttı. Tarımın ekonomik büyüme açısından sanayinin gerisinde kalması, tarım ile sanayi arasındaki fiyat makasının sanayi lehine açılması ve bunalımla beraber sanayinin ucuz tarım ürünlerine duyduğu ihtiyacın artması büyük toprak sahipleri ile büyük sanayinin önemli bir çatışma yaşamasına neden oluyordu. İhracata ve tüketim mallarına yönelik üretim yapan orta ölçekteki işletmelerin desteğiyle uygulanan işçilerle sermayenin uzlaştırılması politikaları büyük sermayenin tepkisine neden oluyordu. Tepkilerin altında yatan neden, bu politika doğrultusunda gerçekleştirilen emekçilere yönelik sosyal refah harcamalarının büyük sanayinin çıkarına ters düşmesiydi. Ve bu tepkiler bunalımla beraber daha da arttı. Ağır sanayinin temsilcisi olan Alman Milliyetçi Halk Partisi başkanı Alfred Hugenberg 1928 yılında; “1913’e göre durumu daha iyi olan tek grup işçilerdir” diyerek burjuvazinin yönelimini belirtiyordu. 1929 bunalımı sonucunda işçilerin ücretlerinde önemli düşüşler ve iç pazarda daralma gerçekleşti. Dış pazarın da daralması orta ölçekteki sermayenin önemli bir pazar kaybına neden oldu.
Egemen sınıfların arasında artan bu çelişkiler ideolojik ve siyasi alana da yansıdı. Egemen sınıf ideolojik ve siyasi açıdan da bunalımın içerisine girdi. 1928’de iktidarın büyük ortağı konumuna gelen Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) uyguladığı ekonomik politikalar daha çok orta ölçekteki sermaye ile işçi sınıfının işbirliğini sağlamaya yönelik politikalardı. Bu politikalar çerçevesinde ihracata yönelik üretim yapan bu sermaye kesimi, SPD’nin işçi sınıfına yönelik sosyal refah politikalarına destek veriyordu. Çünkü dış pazar için üretim yapan bu sermaye kesiminin elde ettiği büyük karın devam etmesi, üretimin aksamamasına bağlıydı. Fakat 1929’daki dünya bunalımı orta ölçekteki sermayeyi de pazarın daralmasından dolayı olumsuz etkilemişti. Bu noktadan sonra uygulanan refah politikaları bu sermaye kesiminin de rahatsızlığına neden oluyordu. Büyük sermayenin uzun süreden beri işçilerin ücretlerinin düşürülmesini savunduğu da düşünülürse, SPD iktidarının içine düştüğü güç durum anlaşılabilir. Ve sonuçta egemen sınıfın tepkilerine dayanamayan SPD Mart 1930’da iktidardan çekildi. İktidara Muhafazakar Brüning geldi. Orta sermayenin temsilciliğini yapan Brüning hükümeti, sosyal harcamalarda büyük bir kısıntıya gitti. Buna rağmen orta sermayenin isteği doğrultusunda ara mamullerin fiyatını düşürmeye yönelik uygulamaları büyük sermayenin tepkisine neden oldu. Brüning hükümeti egemen sınıf içerisindeki kesimler (orta sermaye, büyük sermaye, toprak sahipleri) arasındaki iktidar çekişmesinin yaşandığı dönem oldu.
Yaşanan ekonomik krizden olumsuz etkilenen toplumun geniş kesimleri, egemen sınıf arasındaki bu ekonomik ve siyasal çatışmalar sırasında mevcut siyasal partilerden kopmaya başladılar. Özellikle ekonomik krizden çok fazla etkilenen ve proleterleşmeye doğru itilen Alman küçük burjuvazisi mevcut siyasi yapılanmadan koptu. Küçük burjuvazinin sınıfsal karakterinden gelen özel mülkiyet savunuculuğu ve kendi özel mülkiyetine olan bağlılığından dolayı proleterleşmeye duyduğu tepki, yaşadığı ekonomik krizle beraber su yüzüne çıkmaya başladı. Küçük burjuvazi kendi özel mülkiyetinin en büyük düşmanı olarak kabul ettiği büyük sermayeye karşı kendisini savunacak ve çıkarını koruyacak siyasal yapılanma olarak gördüğü faşist harekete yöneldi. Faşizmin demagojik anti-kapitalist söylemine ve sözde büyük sermaye düşmanlığına kapılan küçük burjuvazi gün geçtikçe faşist hareketin kitle tabanı haline geldi. Faşist ideoloji krizde olan küçük burjuvazinin beklediği “radikal” çözümlere yanıt veriyordu. Bu radikal beklenti küçük burjuvazinin sınıfsal yapısı ve Almanya’nın yaşadığı eşitsiz gelişme süreci ile doğrudan ilgiliydi.
Faşist ideoloji ve küçük burjuvaziyle ilişkisi
Aslında faşizme dair özgün bir ideolojiden bahsedilemez. Fakat temel olarak faşist ideolojinin; anti-marksizm çerçevesinde oluştuğunu ve küçük burjuvazinin ideolojik yönelimlerine cevap veren yönleri olduğunu, bunu gerçekleştirirken de büyük sermayenin sınıfsal çıkarlarını beslediğini söyleyebiliriz.
Faşizmin dayandığı üç temel ideolojik kavram vardır. Bunlardan biri milliyetçilik, diğerleri ise ulusun tümünü devlete bağımlı kılan totaliter devlet anlayışı ve emperyalizmdir. Bu üç ideolojik argüman faşizmin uygulamaları açısından önemli dayanak noktalarıdır 10 . Alman Nasyonal Sosyalist Partisi milliyetçiliği aşan ve ırkçılığa kadar dayanan ideolojiye sahipti. Almanya’nın ulusal bütünlüğünü sağlamada geç kalmasından (Almanya’nın eşitsiz gelişme sürecini yaşamasından dolayı) beslenen bu ideoloji Alman ulusunun gerçek gücünü Aryen ırkından aldığını savunuyordu. Ve nasyonal sosyalizme göre; ulusu böldüğü için, enternasyonalizm ve sınıflar mücadelesi ortadan kaldırılmalıydı. Bu doğrultuda Nasyonal Sosyalist Parti, enternasyonalizm ve marksizm tarafından “güçsüz düşürülmüş” ve “parçalanmış” ulusu güçlendirmek için büyük bir anti-marksist ideolojik mücadeleyi yaşama geçirdi. Ulusun birliğini sağlamak ve büyük bir ulus yaratmak yüce bir amaç haline getirildi. Sınıf savaşımını yadsımaya yönelik bu ideoloji, kendisini ulusun büyük çoğunluğunu oluşturan kesim olarak gören küçük burjuvazi tarafından sahiplenildi. Ulusun yüceltilmesi ile beraber kendisinin de yüceltildiğini sanan küçük burjuvazinin bu yönelimi açık bir şekilde büyük sermayenin çıkarınadır. Büyük sermaye, bu ideolojinin etkilediği küçük burjuva kesimden aldığı güçle açık bir şekilde emperyalist uygulamalarını meşrulaştırmaya çalışır. NSADP milliyetçilik adına emperyalizmin açık savunuculuğunu yapmıştır. NSADPın programının üçüncü maddesinde bu konu belirtilir: “Halkımızı beslemek ve aşırı nüfusumuzu yerleştirmek için toprak ve sömürgeler istiyoruz.” İkinci Dünya Savaşı da faşizmin emperyalist yönünü ortaya koyan c(k)anlı bir örnektir.
NSADP; devleti, ulusun bütünlüğünü sağlamada önemli bir araç olarak gösteriyordu. Bu amaç doğrultusunda, devletin totaliter olması gerektiği savunuluyordu. Liberal devlet, marksizme ve buna bağlı olarak ulusu bölücü etkilere karşı yeterince mücadele edemediği için eleştiriliyordu. Ulusun bütün bireylerini kendisinde kaynaştırmayı amaçlayan faşist devlet anlayışına göre devlet, ulusun tek temsilcisiydi. Ve bu temsilcinin aldığı kararlara da ulusun bütününün uyması zorunluydu. Kendisini ulusun en önemli unsuru olarak gören küçük burjuvazi, faşist ideolojide kendi iktidar fetişizminin karşılığını buluyordu. Faşist devlet anlayışının, ulusun birliğini sağlama görünümü altında, sınıf savaşımını bastırmayı amaç edinmesi büyük sermayenin işine geliyordu. Faşist ideolojinin en karakteristik özelliği, küçük burjuvazi ideolojisine dayanarak büyük sermayenin emperyalist ideolojisine hizmet görevini üstlenmesiydi. Bu şekilde küçük burjuvazi, büyük sermaye iktidarının toplumsal tabanını oluşturuyordu.
Faşizm, için ne söylenildiğinden çok nasıl söylenildiğinin önemli olduğunu belirtmekte fayda var. Büyük toplantılarda yapılan ateşli konuşmalar, toplantı salonlarının etkileyici bir biçimde düzenlenmesi, katılımcıların -ne konuşulduğunu anlamasalar bile- büyük bir heyecana kapılmasına neden oluyordu. Faşizmin biçimselliği de en az faşist ideoloji kadar kitlelerin faşist harekete bağlanmasında önemliydi.
Faşist ideolojinin, oluşumunda ve toplumda önemli yer etmesinde Almanya’nın yaşadığı eşitsiz gelişme sürecinin önemli etkileri olmuştur. Siyasal devrimini Bismarck’ın feodalizmle işbirliğiyle gerçekleştiren Almanya’da, burjuva demokrat bir siyasal anlayışın toplumda güçlenememesi faşist ideolojinin gelişiminde önemli bir etkendir. Bismarck’ın gerçekleştirdiği devrimin içerdiği feodal ideoloji ve bu ideolojinin militarist yönü faşist ideolojinin kaynaklarıdır.
Almanya’da faşizmin iktidara gelişi
Egemen sınıfın içerisindeki ekonomik çatışmaların artması ve bu çatışmaların siyasal alana taşınması önemli bir yönetememe krizine ve egemen sınıfın hiçbir kesimini memnun etmeyen bir durumun doğmasına neden oluyordu. 1930’da iktidara gelen muhafazakar Brünnig her ne kadar büyük sermayeye yakınlaşsa da, orta ölçekteki sermayenin çıkarlarını savunmaya devam ediyordu. Yaşanan siyasal atmosfer mevcut partilerin hem toplumsal tabanlarını yitirmesine hem de temsil ettikleri sınıf ile ilişkilerinin kötüleşmesine yol açıyordu. Siyasal partilerin, temsil ettikleri sınıf fraksiyonlarından (orta ölçekli sermaye, büyük sermaye ve toprak sahipleri) uzaklaşması bütün kesimler için temsiliyet krizi anlamına da geliyordu. Bununla birlikte kitleler mevcut burjuva partilerinden kopuş yaşıyorlardı. Siyasal bunalımın toplumda yarattığı boşluğu işçi sınıfı hareketinin yenilgiye uğratıldığı dönemde büyük sermayenin desteğiyle NSADP doldurdu. NSADP özel mülkiyete karşı çıkmadan; büyük işletmelerin kamulaştırılmasını, işletmelerde yönetime katılmayı ,küçük üretimin desteklenmesini, serbest mesleğin büyük işletmelerden korunmasını savunarak demagojik anti-kapitalist söylemini yaşama geçiriyordu. NSADP bu anti-kapitalist söylemi ile büyük ekonomik kriz yaşayan ve proleterleşmeye doğru itilen küçük burjuvaziyi kendisine bağlayabildi ve önemli bir siyasal güç haline geldi. Fakat 1920li yılların sonlarında NSADP’la büyük sermaye arasındaki kenetlenmeyle beraber NSADP bu anti-kapitalist söyleminden de uzaklaşmaya başladı (buna rağmen küçük burjuvazi ideolojik bağlarından dolayı, faşist partiyi desteklemeye devam etmiştir). Yalnız NSADP’ın “sol” kanadını oluşturan ve nasyonal sosyalizmin “sosyalist” yönüne vurgu yapan Otto ve Gregor Strasser kardeşler bu anti-kapitalist söyleme devam etmeye çalıştılar. Hitler, büyük sermayenin rahatsızlık duyduğu bu sözümona “sol” kesimi partide etkisiz konuma getirdi. Böylece NSADP, büyük sermayenin iktidarım temsil etmeye tamamen uygun hale getirildi. NSADP ile büyük sermayenin yakınlaşması sürerken NSADP’ın mevcut burjuva partilerine yakınlaşması da gerçekleşti. 1929 yılında savaş tazminatlarına karşı başlatılan büyük kampanyada NSADP ile Alman Sağ siyasal güçleri arasında önemli bir ittifak gerçekleşti. Bu dönemde Alman Milliyetçi Halk Partisi başkanı ve basın tröstü sahibi Alfred Hugenberg ile NSADP arasında sağlam ilişkiler kuruldu (bir süre sonra Hitler Hugenberg’in bütün desteğini alacaktır). 1931 yılında büyük sermayedarlar, NSADP’a 20 milyon Marklık yardımda bulundular.
Bunalımla beraber, 1929-1932 yılları arasında sermaye yoğunlaşması artmış ve bu dönemde mali sermaye ile ağır sanayinin birleşmesi gerçekleşmişti. Sonuçta ekonomik krizin yaşandığı dönem, büyük sermayenin ama daha çok mali sermayenin lehine olmuştu. Bu durum açık bir biçimde egemen sınıf içerisinde büyük sermayenin baskın hale gelmesi anlamını taşıyordu. Egemen sınıfın diğer kesimlerine kendi hegemonyasını kabul ettirebilecek güce erişen büyük sermayenin, emperyalist yönelimine en uygun siyasi parti ise NSADP idi. Yaşanan siyasi bunalımda büyük sermayenin siyasal hegomonyasını egemen sınıfın diğer temsilcilerine (orta sermaye, toprak sahipleri) kabul ettirebilecek en uygun gücün NSADP olması ve bununla beraber toplumsal yapıyı ve emek gücünü emperyalizme uygun tarzda yeniden örgütlemede sermaye için gerekli olan öğeleri taşıması NSADP’in büyük sermayenin iktidar seçeneği olmasında etkiliydi. Bütün bunlarla beraber yaşanan siyasi kriz sonucunda mevcut siyasi partilerin de açıkça siyasal açıdan gericileştiğini ve diktatörlüğü savunur hale geldiğini belirtelim. Bu siyasal atmosfer, büyük sermayenin desteklediği NSADP’ın iktidara gelmesini uygun hale getirdi. Kirdof, Krupp ve Thyssen gibi ağır sanayi patronlarının öncülüğünde bir grup burjuvanın doğrudan Hitler’in başbakanlığını istemesi ve bunu Cumhurbaşkanı Hindenburg’a iletmesi Hitler’in başbakanlığının yolunu açtı. Hitler’in Ocak 1933’te Hindenburg tarafından başbakanlığa getirilmesiyle faşizmin iktidarına giden yola girilmiş oldu.
NSADP iktidara gelince, kendi iktidarının önünde engel olabilecek güçlere karşı büyük bir temizlik harekatı başlattı. 27 Şubat’ta düzmece olarak gerçekleştirilen Reichtag Parlamento yangını temizlik harekatının gerekçesi yapıldı. Bu yangının hemen arkasından 10 bini Alman Komünist Partisi’nden olmak üzere 100 bin insan tutuklandı. Bu yangını komünistlerin çıkardığı öne sürülerek Alman Komünist Partisine (KPD) dava açıldı. Ve dünya tarihinin en önemli siyasal davalarından biri olarak nitelenen bu dava, KPD’nin savunuculuğunu yapan Dimitrov’un Nazilerin bütün suçlamalarını çürütmesi sonucunda KPD’nin “aklanmasıyla” sonuçlandı. Ama Hitler yarattığı iç savaş ortamıyla, kendi iktidarını tekleştirme yolunda önemli bir mesafeyi de almıştı.
Faşist devlet
Faşist devlet diğer kapitalist devlet biçimlerinden bir takım farklılıklar içerir. Bu farklılıklar faşist devletin örgütlenme biçimi ve buna bağlı olarak topluma müdahale biçiminden kaynaklanır.
NSADP’ın iktidarı ile faşist devlet oluşturulmasına yönelik adımlar da atılmış oldu. NSADP görece özerk çalışan liberal devletin aygıtlarını (yasama, yürütme, yargı…) tek bir merkezde toplamaya yönelik adımlar attı. Bununla beraber bu aygıtlar içerisinde de tekleşmeye gidildi (seçimlerin kaldırılması). Tek merkezin zorunluluğu, siyasal bunalımın yaşandığı bir dönemde büyük sermayenin, orta sermayeye ve toprak sahiplerine ve işçi sınıfına siyasal hegemonyasını kabul ettirebilmesinin bir ön şartıydı. Toplumun bütününü kendisine bağlayan ve kontrolü altında tutan devletin kendi içerisinde merkezileşmesiyle (ulusal şef) büyük sermaye, sistemi kontrol altında tutmayı başarmıştır. Bu baskı ayrıca, sermayenin yoğunlaşmasına da hizmet etmiştir. Yahudilere uygulanan asimilasyon ve onların mallarına el konularak malların büyük sermayeye devri bunun bir örneğidir.
Faşizmin iktidardaki ekonomik uygulamaları
NSADP ekonomik uygulamalarını, sermaye örgütlenmesi olan RDI’nin (Alman Sanayi Birliği) direktifleri ile yaşama geçirmiştir. Hatta faşizmin ekonomik politikasının, RDI’nin hazırladığı tasarıları yaşama geçirmek olduğu söylenebilir.
Sermaye yoğunlaşmasının emperyalist aşamayı işaret ettiği Almanya’da NSADP’ın ekonomik politikalarının amacı ekonominin bütününü (emek gücü, sermaye birikimi süreci) emperyalizme uygun hale getirmekti. Bu noktada gerçekleştirilen bütün uygulamaların büyük sermayenin çıkarına olması kaçınılmazdı. Hatta NSADP’ın kitle tabanını oluşturan küçük burjuvazinin, büyük sermayenin çıkarına, mülksüzleştirilmesine gidildi.
NSADP, emeğin sömürülmesini artırarak ve devlet eliyle karteller oluşturarak (bu kartellerin yönetimi 1936’da tamamıyla sermayeye bırakıldı) sermaye yoğunlaşmasını artırdı. Birçok şirketteki devlet hisseleri özel sektöre devredildi. Devlet, ağır sanayiye büyük siparişler vererek sermayenin karını artırıcı yönelimlerin içerisine girdi (silahlanma başta olmak üzere). Bu yoğunlaşma, sermaye ihracının artmasını ve Alman sermayesinin uluslararası sermaye ile bütünleşmesini sağladı. Almanya, Fransa’dan sonra en fazla uluslararası kartelde temsil edilen ülke haline geldi. Bununla birlikte Ford, General Motors, Unilever gibi birçok uluslararası sermaye grubu Nazi Almanyasinda yatırım gerçekleştirdi.
Faşist devlet emek gücünü sıkı denetim altına alarak emek sömürüsünü arttırmıştır. mevcut sendikaların kapatılarak NSADP’a bağlı tek bir sendikanın oluşturulması NSADP’ın emek gücünü kontrol etmesini kolaylaştırmıştır. NSADP’ın emeği içerden kuşatma politikası var olan sömürüyü daha da arttırmaya yöneliktir. Ücretlerin 1932’deki milli gelir içindeki oranı % 60,6 iken 1938’de % 55,7’ye düşmesi bunun kanıtıdır. Sermaya gelirleri isen bu dönemde % 12,4’den % 24,1’e ulaşmıştır.
Sonuç yerine
Almanya, kapitalistleşme sürecinin getirdiği sorunları faşizm ile aşma yoluna girerek, emperyalist zincirde zayıflayan konumunu güçlendirme yoluna gitmiştir bunu gerçekleştiriken hem içeride baskı uygulamış hem de İkinci Dünya Savaşı ile bütün dünya halklarına kan kusturmuştur. Sermayenin suçlarını kanla yazıldığı faşizm dönemi ayrıca sosyalist hareketle sermayeninmücadelesinin de yaşandığı dönemdir. Faşizmin, insanlığa ve sosyalizme karşı işlediği suçları unutmayacağız…
Dipnotlar ve Kaynak
- LENIN; Toplu Eserler, cilt 25,s,413
- LENIN; Kapitalizmin En Yüksek Asaması: Emperyalizm çev: Cemal Süreya, Sol yay.s,66.
- LENIN; a.g.e. s,67
- Dünya çapında faşizmin belirli farklılıklar taşıdığını söyleyebiliriz. Latin Amerika’da ve Türkiye’de yaşananlar belirli bir ortak paydaya sahipken aynı sey Avrupa deneyimi için de söz konusudur.İtalyan faşizmi, Alman Nazizmi ve İspanyol Falanjizmi arasında belirli farklılıklarla beraber ortak paydaların olduğunu söylemek mümkün. Bu yazıda daha çokAvrupa’da yaşanan faşizm deneyimine değinildi. Alman faşizmi de Avrupa faşizmi içerisinde karakteristik uygulamarıyla önemli bir yer tutuyor.
- BETTELHEIM Charles; Nazizm Döneminde Alman Ekonomisi; çev: Kenan Somer, Savas yay.s,3
- Komintern Y.K. 9. plenumuna sunulan rapor: Temmuz 1929
- Komintern Y.K. 13. plenumu, Aralık 1933 savlar ve kararlar.
- ZETKİN Klara; Komintern 3. plenuma sunulan rapor.
- BETTELHEIM C.; a.g.e. s, 17
- Bkz. BOURDERON Roger; Faşizm İdeoloji ve Uygulamalar; Onur Yayınları s,35-80