Şimdiye kadar Sosyalist İktidar Partisi’nin siyasal yayınlarında ÖDP eleştirisi kapsamına alınabilecek pek çok şey yazıldı. Kimisi, Türkiye sol hareketinin bu yeni oluşumunu doğrudan konu aldı, kimisi ise Türkiye’nin kritik siyasal gündem başlıkları üzerinden tekil siyasal tavırların eleştirisini ön plana çıkarttı. Bu partinin kuruluşunu TBKP denemesinden sonra solda ikinci likidasyon hareketi olarak nitelemiştik. Susurluk kazası ile başlayan süreçte bu partinin burjuva siyasetinin güncel siyasal tercihlerine alternatif olmak yerine, bu tercihlere yedeklenen bir konumu temsil ettiğini yazdık. Bir bütün olarak ÖDP’nin sol eleştirinin klasikleşmiş şablonu olan reformizm-devrimcilik ekseninde ele alınamayacağını, reformizmin ortak bir ideolojik payda üzerinde tanımlanabileceğini ÖDP ile kategorik olarak aynı ideolojik zemini paylaşmadığımızı yazdık.
ÖDP’ye yönelik eleştirilerimizin tıpkı bu partinin kendi etkinliği gibi parçalı bir envanter oluşturması doğal sayılmalıdır. Ancak bu partinin kuruluşundan bu yana ortaya koyduğu performans artık bu partinin çok parçalı ve kaotik yapısının soyutlanmasına elveren belirli bir doygunluğa, yaslandığı ideolojik-kültürel kimliğin deşifre edilebileceği bir noktaya ulaştı. Bu nedenle, başlamadan kimi ön saptamalarla konuyu sadeleştirmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Belirli bir siyasal, ideolojik ve teorik konumlanışa yaslanarak, başka bir konumlanışa yönelik kaleme alınan sol içi eleştiri yazılarının genellikle okuyucu açısından tedirgin edici bir yanı olduğu düşünülür. Okuyucunun, iki kutup arasında, eleştiren ve eleştirilen karşısında bağımsız ve tarafsız olduğu, eleştirinin de ortadaki okuyucunun konumunu bir taraf lehine ayartmaya çalıştığı varsayılır. Bu yüzden sol içi eleştiri yazısı, yazan açısından olduğu kadar, okuyucu açısından da tedirgin edici, gerilimli bir iştir. Yazan kişi “uyanık” okuyucunun olası hata tesbitlerine karşı olabildiğince tedbirli, okuyucu ise “eleştirel yazı hilelerine” karşı aynı ölçüde dikkatli olmak zorundadır.
Açıkçası ÖDP sözkonusu olduğunda ortada, amiyane tabiriyle “ayartılması”gerekli ve mümkün bir okuyucu yoktur. Çünkü marksist bir konumlanış açısından ÖDP eleştirisi dışsal bir eleştiridir. Çok basit bir nedenle… ÖDP marksist bir parti değildir.
“Bunu saptamış olmanın ne önemi var” diye bir soru akla gelebilir. Bir çok ÖDP temsilcisi tarafından da onay görebilecek bu aşikar olgunun, bir siyasal eleştiri söz konusu olduğunda tek başına işlevsel olmadığı doğrudur. Bir de ÖDP zaten marksist bir parti olmak iddiasında değildir. Tüm bunlara rağmen bu saptamanın önemi ÖDP’nin, bir dönem SBP’de olduğu gibi marksizme ilişkin bir yol ayrımını belirtik bir biçimde ortaya koymamasından kaynaklanmaktadır. Ağırlıklı bir yönelim olarak “yeni bir sol kavrayışı” kurumlaştırmak iddiasındaki ÖDP’nin marksizmle ilişkilerinin muğlak bırakılması en fazla marksizme zarar vermektedir. Üstelik bu yalnızca ÖDP için sözkonusu değildir, Marx’ın “özüne” inerek sol-liberal fikriyata hammadde ithal etmenin son derece moda olduğu koşullarda, Marx ve marksizmin bu işkenceden kurtarılması gerekmektedir.
Leninizmden tenzil edilmiş bir tür “marksizmin” bir çok yeni solcu açısından entellektüel bir sığınak haline geldiği günümüzde, kimileri “olur mu, öyle şey” diye ekleyecektir. Bal gibi olur. Açıkçası, marksizmle kurulmuş her türden düşünsel bağı marksizme aidiyet açısından yeterli bulmamak yanlısıyım. Türkiye solunda, “ben de marksistim lafının”, o kadar ucuza kapatılmasına artık bir dur demek gerekiyor. Kastım tek başına entellektüel donanımla, öyle çok okumuş olmakla ilgili değil. Bence sıradan bir komünist işçi, her ağzını açtığında liberalizmin bildik akidelerini etrafa saçan Marx’ı “hatmetmiş” bir akademisyen yanında “ben marksistim” deme ayrıcalığına yüz kez daha fazla sahiptir. Beriki yetişmiş bir entellektüel olabilir, bu vasfıyla saygı da uyandırabilir ancak, marksizmin temel ayraçlarının dışında durup, marksizmin düşünsel prestiji ile kendisini payelendirmesine izin verilmemelidir. Marksizm, her türden ideolojik çerçeveye uyarlanabilecek bir düşünsel sos, ya da daha soğukkanlı bir tabirle entellektüel bir arkaplan olmaktan ibaret değildir.
Marksizmin düşünsel mirasının tek taşıyıcısının siyasal eylem olduğunun altı çizilmelidir. “Gerçek hareketin Marks’ın temel kavramlarından biri olmanın yanı sıra, marksist düşüncenin de en temel gıdası olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde, kendisini Ekim Devrimi’nin şahsında somut tarihsel bir kazanımla ifade eden marksist hareket, düşünsel birikimini gerçek hareketle ilişkilendirecek leninizm dışında bir kanal kurmamıştır. Yani marksizm-leninizm eksi leninizm, marksizm etmemektedir. Leninizmden bütünüyle tenzil edilmiş bir marksizmin günümüzde gerçek bir siyasal karşılığı yoktur 1 . Olsa olsa yeni solun epistemolojik bilmecelerinin bir konusu olarak varolabilir ve bu bir siyasal karşılık ortaya koymaktan oldukça uzaktır. Oysa ÖDP bir siyasal parti olmak iddiasındadır ve ÖDP bu iddiayı yüklenen bir kuruluş olarak marksist bir parti değildir.
Bağlantılı olarak ve daha da ötede ÖDP, marksizmin temel teorik öncülleri, tarihsel iddiaları açısından da klasman dışıdır. ÖDP, sınıf mücadelesi, işçi sınıfının tarihsel rolü, özel mülkiyetin tasfiyesi, siyasal-toplumsal devrim gibi ve benzeri bir çok temel marksist kavramın oluşturduğu matrisin dışında oluşturulmuş ve dışında durmaya çabalayan bir ideolojik-siyasal kurguya yaslanmaktadır. Dahası ÖDP’nin temsil ettiği sol kültür, bu partinin temel programatik denemelerinde ileri sürüldüğü ve sözcüleri, akıl hocaları tarafından sık sık iddia edildiği kadarıyla “yeni”dir. Bu yeni olma iddiasının, bu parti içinde şimdiye kadar ifade edildiği kadarıyla, belki de tek karşılığı marksizm dışılık olmaktadır.
ÖDP içerisinde marksistler olabilir. Bu kişiler, yukarıdaki saptama karşısında haliyle belli bir alınganlık gösterebilir, kendi ideolojik kimliklerinin hiçe sayıldığını düşünebilirler. Yukarıda yazılanlardan çıkan sonuç, bu grup ya da bireylerin inkar ya da ihmal edildiği değildir. Bu bakımdan yukarıda yazılanlar, olsa olsa varolduğu kadarıyla ÖDP’li marksistlerin, marksist olmayan bir partinin üyesi olduklarına işaret eder.
ÖDP’nin marksist bir parti olmadığı tesbiti elbette bir iddiadır. Bu iddianın temellendirilmesi doğal olarak bu yazının konusudur. Öte yandan bu iddianın konusunu oluşturan gerçeklik kırk çeşit siyasal pozisyonun, bir o kadar, hatta daha fazla ideolojik-kültürel kavrayışı biraraya getirip harmanlama çabasında olan bir parti olunca yukarıda yazılanların temellendirilmesi pek o kadar kolay değilmiş gibi görünebilir. Hangi bileşenine sorarsanız farklı bir ÖDP tarifiyle karşılaşmanız kuvvetle muhtemeldir. Fakat, negatif bir tarif olmak bakımından baştaki tesbiti kolay telaffuz edilir bir yanı da vardır. Kendisini olanca çeşitliliği ile, çelişik bir tarzda ifade eden bir kuruluşun, ne olduğunu değil de, ne olmadığını söylemek her şey bir yana garantili bir ön tesbit sayılmalıdır.
ÖDP’nin marksist bir parti olmadığı tesbitinin başka garantileri de olduğunu düşünüyorum. Bu da ÖDP üyesi marksistlerdir. Örneğin, ÖDP üyesi liberter bir solcuya, ya da sözkonusu kuruluşun, sözgelimi “çevreci” bir bileşenine üye oldukları partinin marksist olmadığını söylediğinizde size marksizmden neyi anladığınız sorusunu yöneltecek, kırk çeşit marksizm olduğundan sözedecektir. Oysa aynı sorunun muhatabı ÖDP bileşeni marksist bir grup ya da birey olduğunda, büyük bir çoğunlukla ÖDP’nin marksist bir parti olmadığı tesbitinde ortaklaştığınızı göreceksiniz. Dahası bildiğim kadarıyla, çeşitli saiklerle bu parti içerisinde yeralan marksist ve sosyalistler marksizmin bu partide giderek ağırlık kazanan bir düşünsel referans olarak boy atacağı konusunda pek iyimser de değiller.
Sol liberalizm
Peki ÖDP marksist bir parti değil de, ne tür bir siyasal-ideolojik koordinata oturuyor? Geleneğin 53. sayısında, ÖDP siyaset sahnesinde henüz yeni çıkmış iken bu sorunun yanıtının karşıkarşıya bulunduğu bir zorluğu dile getirmiştim:
“..bizim için ÖDP eleştirisinin bir siyasal anlamı var. ÖDP’nin Türkiye sol hareketinin bugününde işgal ettiği yer, siyasal mücadeleye yaklaşımı temsil ettiği ve bünyesine aldığı kadro tipolojisi, onlarca bileşeninin farklı yönlere işaret eden siyasal-ideolojik kimlikleri, sosyalist mücadelenin mirası ve kazanımlarına ilişkin vurdumduymaz, apolitik yaklaşımı ve tüm bunların toplamı ve ortalaması olarak ortaya çıkan siyasal yoğunluk bizi fazlasıyla ilgilendiriyor.
Yine de ilgilendiğimiz nesnenin eleştirisine ilişkin ortaya ciddi bir zorluk çıkıyor. Zorluk eleştiri nesnesinin kendisini ortaya koyma biçiminden kaynaklanıyor. Her kafadan ayrı bir sesin çıktığı bir toplamın tanımlayıcı öğesinin keşfedilmesi ve bir başlangıç noktasının ortaya çıkarılması başlı başına bir sorun “2 .
Aradan geçen süre içinde ÖDP’nin siyasal performansı, ideolojik kimliği vb. konularda kaydadeğer bir netleşme yaşandığını düşünüyorum. Bu nedenle yukarıda bahsedilen zorluk önemli bir ölçüde ortadan kalkmıştır. ÖDP sözkonusu olduğunda bu netleşmenin, öznenin kendi bilincine varması anlamında bir netleşme olmadığı belirtilmelidir. Netleşme, daha çok ÖDP’nin içine doğduğu konjonktürün ÖDP’nin hatlarını ve siyasal-ideolojik koordinatlarını belirginleştirmesi ile ilgilidir.
96 yılından itibaren Türkiye’de yaşananlar, reel sosyalizmin yaşadığı çözülme sonrasında yaşanan bilinç bulanıklığının ve daha gerilerde 80 sonrasında tipik olarak hizmet sektörünün kimi alt-başlıklarındaki yığılmada ifadesini bulan tutunma arayışının ürünü cemaatçiliğin ikliminde pişmiş sol-liberalizmin bir tür “döneklik” sendromu olmaktan çıkıp, siyaset alanına iddialı ve gerçek bir giriş yapmasına vesile olmuştur.
ÖDP, 80 sonrasında ANAP’ın burjuva siyasetindeki çıkışından heyecan duyan, Demirel’e sivil toplumun geleceği açısından umut bağlayan ilk sol-liberal dalgalanmanın ikinci çıkışını temsil etmektedir. Bu ikinci çıkış ilkinden farklı olarak, kendi alanında düşünsel olarak daha az iddialı ve daha utangaç fakat siyasal olarak çok daha gerçek bir durumu ifade etmektedir.
ÖDP bu temelde ve artık, ne kadar dalgalanmaya açık olursa olsun bir tür toplumsal tabana sahip, tekil üyelerinin fikri dünyası ile barışık olmasa da bir takım tezlerin sahibi, ne kadar belirsiz olursa olsun bir söylemin sürdürücüsü olan bir kurumlaşmayı ifade edebilir durumdadır. Kısacası “ÖDP’nin Türkiye sol hareketinin bugününde işgal ettiği yer, ortaya çıkardığı siyasal yoğunluk” artık bir yoğunluk olmanın ötesine geçmiş ve bir kurumlaşmaya dönüşmüştür. Bu kurumlaşmanın giderek belirginleşen koordinatı ise sol-liberalizmdir.
Bu haliyle ÖDP’nin kendi belirgin hatlarını önümüzdeki dönemde hangi oranda koruyup koruyamayacağı ayrı bir tartışmanın konusudur. Bu tartışmada taraf değiliz. Bu tartışma, sözgelimi partinin sol-liberalizmin ağır baskısından kurtarılıp sosyalist bir kimlik edinip edinemeyeceği, partinin birleşik karakterinin daha ne kadar sürdürülebileceği vs. partiyi kuranların konusu ve sorunudur.
İşin bizleri ilgilendiren tarafı başkadır. Türkiye sol hareketi, uzunca bir süredir çok çeşitli düzeylerde sol-liberalizmin tehditi altındadır. Bizim ilgilendiğimiz nokta ve ÖDP eleştirisinin anlam kazandığı çerçeve sol-liberalizmin solun tarihsel alanını işgal etmesinin önüne geçmektir.
Liberalizm kuşkusuz sola içkin bir kavram değildir. Solun liberalizmin erdemlerini keşferederek sol-liberalizm türü bir kırma ideolojik kurguya yönelişi 70’li yılların ortalarından itibaren yükselişe geçen, Keynes’in adıyla anılan birikim rejiminin sonlanmasıyla miladını oluşturan neo-liberal dalganın etkisiyle açıklanabilir. Bu dalga sosyalist soldan önce, refah devletinde somutlanan göreli olarak “eşitlikçi” bölüşüm politikalarını referans alan sosyal-demokrasiyi etkilemiştir. Kısaca sol, sosyal demokrasiden başlayarak giderek yelpazenin daha soldaki bileşenlerini içine alan bir ölçekte neo-liberal dalganın etki menziline girmeye başlamıştır. Kanımca sosyal-demokrasinin uluslararası çapta yenilenme sloganı ile başlattığı değişim hamlesi de neo-liberal dalganın etkisiyle açıklanabilir.
Bunun yanında, sol-liberalizmin dünyada ve Türkiye’de sol hareketin kendi ideolojik devinimi içerisinde ve özgül ideolojik sorunlarına yanıt arayışı çerçevesinde boy atmış olduğunu ileri sürmek yetersiz ve yanlış bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım hem sol-liberalizmin ideologlarının apolojisini meşrulaştırmakta, hem de, bir teorik deneme olmanın çok ötesinde ideolojik ve kültürel boyutlarıyla yaygın bir etki alanı yaratan bir olgu karşısında tarihsel maddeci bir açıklama olamamaktadır. Sol-liberalizm bir çok sözcüsüne göre sosyalizmin uluslararası çapta yaşamakta olduğu ideolojik bunalım geleneksel sosyalizmin ortaya koyduğu düşünme biçiminin köklü bir biçimde terk edilmesiyle aşılabilirdi. Sol düşünceye yapılan liberal aşı, çoğu durumda böyle adlandırılmasa da, sosyalizme ilişkin bir “yenilenme”nin başlangıç koşulunu oluşturmaktaydı.
Bu doğru değildir. En genel anlamıyla sol, sol-liberalizmin sözcülüğünü üstlenen düşünürlerin fikri üretimlerinin ötesinde bir başkalaşım geçirmeye yönelmiştir ve bu sol düşüncede her fırsatta şeytanlaştırılan geleneksel sosyalizmin özgül sorunlarından çok daha kapsamlı bir bunalımı ve nesnel durumu ifade temsil etmektedir. Sol-liberalizmin bu nedenle istikrarlı bir siyasal tarihi, sözcülerinin de bu tarih içinde istikrarlı bir siyasal aidiyeti olamamıştır. 12 Eylül’ün Türkiye solunda yarattığı travmanın etkisiyle sol-liberalizme yönelenlerin büyük bir çoğunluğunun solu bir kenara koyup burjuva siyasetine kapağı atmaları bu sebeple tesadüf değildir. Sol hareketin sol liberalizmin etki menziline girmesi nesnel bir süreç olarak yaşanmıştır. 12 Eylül travması, sol ideolojinin önce güvenlik mekanizmalarını tahrip etmiş, sonrasında Türkiye’de yaşanan toplumsal ve ekonomik değişim ideolojik güvencelerini yitirmiş olan sol düşünceyi yeni bir maddi toplumsal temel üzerinde şekillendirmeye başlamıştır. Aşağıdaki saptama, sol-liberalizmin sol düşünce üzerindeki basıncının oldukça güncel olduğu bir tarihsel kesitte yapılıyor. Konu 24 Ocak istikrar programıyla ilan edilen yeni birikim modelinin “özgürlükçü” çerçevesini, 12 Eylül rejiminin siyasal otoriteryanizminin karşısına çıkarma çabasındaki sol liberal fikir erbabı…
“Böylece 1980 sonrası Türkiyesi’ndeki durum, çalışan sınıfların kaderi ile siyasal ve entellektüel solun kaderi arasında doğal bir bağ bulunduğunu (12 Eylül’ün sol düşünceye ve emekçi sınıflara aynı anda yönelen sistematik şiddeti kastediliyor- YG) tümüyle doğrulama olanağı verir ve solun 24 Ocak programı tarafından temsil edilen iktisat politikalarına karşı, kendi çıkarı bakımından da güçlü bir biçimde muhalefet etmesinin gerekliliğini gösterir. (…) Şaşırtıcı bir biçimde görüldü ki durum beklendiği gibi değildir. Liberal ekonomi ve otoriter siyaset arasındaki çatışmanın yeni teorik açıklamaları, ekonomik temel düzeyinde işleyen (ve ordu tarafından temsil edilen) devlet arasındaki sözde çelişki üzerinde geliştirildi. Bu yaklaşım, son çözümlemede, yeni rejimin otoriter yanlarının kurumlaşmasını, büyük ölçüde, Türk burjuvazisinin tam desteğini kolaylaştırmış olması olgusuna rağmen, bu aynı sınıfın demokratik karakterine gözü bağlı bir güveni temsil eder”3 . [BORATAV Korkut]
80’li yılların ilk yarısında, genel olarak “sivil toplumluculuk” olarak bilinen sol liberalizmin 12 Eylül’ün koyduğu siyaset yasağı karşısında Süleyman Demirel’i desteklediği biliniyor. Aynı akıl yürütme bugün,, TÜSLAD raporlarında ifade olunan “demokratikleşme barış” gibi arayışlara ortak olabiliyor.
Yukarıda, sol liberalizmin bir tür ideolojik-kültürel olgu olarak Türkiye toplumunun 80 sonrasında geçirdiği evrime koşut olarak maddi toplumsal bir temel kazandığını ifade etmiştim. Sözkonusu maddi temele ilişkin Boratav’ın analizi oldukça açıklayıcıdır:
” ‘Liberal sol’un yeni ekonomik model yönündeki azimli desteği artık ‘yanlış bilinç’ ya da yargı hataları terimleriyle açıklanamaz. Bu olguyu, Türk burjuvazisi ile bir sürekli uzlaşma aramaya başlayan profesyonel grupların safları içinde yer alan bir ideolojik dönüşüm ve kopuş ile açıklamak çok daha gerçekçi olacaktır. Bu grubun toplumsal işlevlerinin yavaş yavaş fakat sürekli değişmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu grup için zenginlik prestij ve refah burjuvazinin çıkarlarına giderek artan biçimde boyun eğme koşuluna bağlı olmaya başlıyor. Kamu kesimindeki iktisatçıların ve uzmanların, bağımsız mühendislerin, mimarların ve hukukçuların yerini yavaş yavaş mali danışmanların, şirket danışmanlarının ve yeni yöneticilerin, iş avukatlarının ve müteahhitlerin “çağdaş burjuva” dünya görüşleri alıyor; çünkü ilk gruptakiler ikinci gruptakilerin saflarına dönüşmekte ya da bu saflara kaymaya can atmaktadır. Bu çağdaş burjuva tavırlarının, müdahaleci ve içe yönelik bir ekonominin sınırlamalarıyla güçlü bir biçimde çatışan kuvvetli bir “tüketimci” yaşama stili unsuru var. Böylece, liberal solun ekonomiye devlet müdahalesine karşı aldığı güçlü tavırlar, yeni ortaya çıkan bu grubun arzu ve özlemlerini temsil ediyor olarak görünebilir- “sol” jargon bu grubun geçmişiyle vicdan azabı çekmeden ideolojik kopuşunu kolaylaştırmaktadır”4 . [BORATAV Korkut]
1986 yılında yapılan bu saptamalar karşısında doğal olarak kimi tekzipler yapılacaktır. Denecektir ki; “80’li yılların ilk yarısında iktisat alanında ‘kamucu’ sol fikirlerin tasfiyeside rolü olan sol-liberal aydın kolonisi burjuva ideolojisine iltihakını tamamlamıştır. Bu olgunun dışında kalanlar ise, olsa olsa Yeni Demokrasi Hareketi’nin ideolojik ortalamasında temsil edilmişlerdir fakat ÖDP’ninkinde değil…” Sol-liberalizmin sol hareket içinde ilk olarak filiz verdiği dönemin kapanışı, bu akımın önde gelen sözcülerinin “karşı tarafa” geçişlerinin tamamlanması ile sözkonusu olmuştur. Bu dönem aynı zamanda işçi eylemlerinin 90’ların sonuna doğru ANAP iktidarını sıkıştırdığı sosyalist solun siyaset alanında kendi terimleriyle yeralmaya başladığı bir bir konjonktüre denk düşmektedir. Bu bakımdan ilk söylenen doğrudur.
Olası itirazın ikinci bölümüne ise katılmıyorum. Önde gelen sözcüleri TÜSİAD’ın 28 Şubat’ı önceleyen raporuna destek veren, KOBİ’lere kaynak aktarımını bir siyaset olarak önüne koyan (5), özelleştirme karşısında kamu mülkiyetinden yana kararlı bir tavır içerisinde olamayan bir partinin şöyle ya da böyle Boratav’ın profilini sunduğu toplumsal durumla etkileşim içerisinde olduğunu düşünüyorum.
Yine de sözünü ettiğimin, ÖDP’nin Türkiye’nin toplumsal yapısında 80 sonrasında belirginleşmeye başlayan sınıfsal durumla, temsil etme ilişkisi çerçevesinde bağlantırıldığına ilişkin kestirme bir yargıyla ilgisi yoktur. Birincisi, sözkonusu toplumsal durumla belirlenim ilişkisi içerisinde olduğunu iddia ettiğim ÖDP değil sol- liberalizmdir. Bu anlamıyla sol-liberalizm özgül bir ideolojik-siyasal pozisyonu temsil etmekten çok, genel sol politik yelpazenin birçok bileşenini birden kuşatan her bir özgül ideolojik-siyasal duruşu farklı bağlamlarda etkisi altına alan genel ve nesnel bir dalgayı ve onun ürünlerini anlatmaktadır. İkincisi, sol-liberalizmin ne tamamlanmış bütünlüklü bir toplumsal-siyasal projesi ne de tek bir formu olduğundan söz edilebilir. İleri sürdüğüm, varoluşunu ve etkinliğini giderek ve belirgin bir biçimde sol-liberalizmin ortalama ideolojik argümanlarıyla donatan ÖDP’nin, Türkiye kapitalizmin güncel eğilimlerinden demokrasi, toplumsal uzlaşma vs. gibi kategorilerinin türetilebileceği yanılsamasının kaynağı olan toplumsal nüfus ile hitap ilişkisi içerisinde olduğu ve bu partinin ideolojik-kültürel ortalama olarak sol-liberalizmin onay bulduğu nesnel temelde karşılık bulduğudur.
Yine bu ileri sürdüğüm iddia ÖDP üyelerinin toplumsal profiline ilişkin bir veri üzerinde de temellenmemektedir. Siyasal temsil ilişkisinin üye profili ile açıklanabileceğini düşünmüyorum. Ek olarak böyle bir veriye sahip değilim. Merak edenler, eğer mevcutsa, ÖDP’nin parti üyelerine yönelik anketlerine bakıp, sözkonusu iddiayı bir de ÖDP üyelerinin mesleki ve toplumsal dağılımı ile test edebilirler.
“Türkiye sermayesinin her geçen gün tekelleşen yapısının, yönetim veya uygulama kademelerinde nitelikli, eğitilmiş işgücüne ihtiyaç duyması, aydınların büyüyen bir bölümünün piyasanın ve sermayenin çıkarlarına daha duyarlı hale gelmesine yol açmaktadır. Aydınların özellikle basın, reklam, grafik, video yayıncılık vb. kültürel faaliyetlerle içice geçmiş sanayilerde istihdamının hızla artışı, bunun yanı sıra büyük sermayenin sanat faaliyetlerine el atması (vakıflar, galeriler vb.) üniversiteler ile büyük sanayi arasında büyüyen işbirliği (döner sermaye vb.) bir bölüm aydının artık liberal ideolojiye kalıcı bir biçimde bağlanması yolunda güçlü bir eğilim yaratacaktır. Kuşkusuz burada sol liberal ideolojinin yaygınlaşmasına temel olabilecek nesnel bir gelişmeden sözediyorum. Bunun sol liberal düşünceleri savunan tekil aydınların öznel saikleri konusunda herhangi bir ima içermediğini eklemek bile gereksiz”5 [SAVRAN Sungur]
Boratav’ınkiyle bütünüyle paralel olan yukarıdaki değerlendirmeyi sol-liberalizmin toplumsal tabanına ışık tutması bakımından anlamlı ve günümüzde ÖDP’nin hitap kütlesini oluşturan toplumsal nüfus dikkate alındığında oldukça açıklayıcı buluyorum. Savran’ın tarif ettiği maddi gelişmenin yazının yazıldığı 86 yılından bugüne yönünü koruduğu ve güçlendiğini, hizmet sektöründeki yığılmanın giderek büyüdüğünü eklemeye gerek yok.
Sol düşünce ve siyaset üzerindeki liberal etkinin, sol-liberalizm adına herhangi bir tutarlı bir siyasal proje üretilememiş olması nedeniyle bitimli ve çabuk tükenen bir seyri olduğu düşünülmemelidir. Liberalizmin sol üzerindeki etkisinin bu etkiye maruz kalan gövdenin siyasal kültürü, kadro yapısı, geçirdiği değişim vb. değişkenlerle belirlenen bir çeşitlilikte sonuç verdiğini eklemek gerekiyor. Kimi kesimlerde kabuğu kolay delen bu etki, kimi kesimlere ise daha geç ulaşıyor. Ayrıca etkinin sonuçları her kesim özelinde farklılaşabiliyor.
Örneğin, 12 Eylül’den kısa bir süre sonra Birikim dergisi çevresi ve Dev- Yol’un “ileri gelenlerinin” mamul hale getirdikleri “sivil toplumculuk”, kısa bir süre sonra bir ideolojik iddia olmaktan çıkıp bir döneklik sendromuna dönüşüyor. Geleneksel solun kadim kadroları sözkonusu olduğunda ise sol- liberalizm “yeni açılım”, “yeni düşünce” konsepti adı altında Sovyetler Birliği’ndeki ihanet çizgisinin evrimini izleyen utangaç adımlarla kapitalizme hayranlıkta özetlenen bir ideolojik bulamaç ortaya çıkıyor. Bu kesitte de döneklik sendromunun güçlü izlerini bulmak mümkündür. Bu kadro kuşağının önde gelen isimleri YDH’nın kuruluşunda etkin rol oynamış bir bölümü ise CHP’ye yani kürkçü dükkanına dönmüşlerdir. Bu ikinci kategorinin Sovyetler Birliği’ndeki ideolojik savrulmayı izleyerek farklı bir kulvardan, farklı bir zamanlamayla ve farklı bir içerikte sol-liberalizmin etki alanına girdiğini belirtmek yerinde olur.
Karşı tarafa iltihak edenler ayıklandığındığında geride kalanlar ÖDP’de buluştular. Ancak, solu terk edenler, sol-liberalizmin ideolojik kültürel cephaneliğini yanlarına alıp götürmediler.
Sol-liberalizm çok çeşitli versiyonlarına rağmen belirli temel ideolojik yargılar üzerinden hem sol düşüncede hem de genel toplumsal algıda yerini muhafaza etti. Sol-liberalizm kimi yerde başlı başına bir ideolojik kurgu olarak, kimi yerde ise sol düşünceye sirayet eden düşünme biçimi ile kendisini varetti. Sol düşünce köken olarak kendisine yabancı bu virüs karşısında bağışıklık mekanizmalarını tümüyle yitirdi.
Sol liberalizmin çeşitli versiyonlarında farklı oranlarda ön plana çıkan ama mutlaka kendisini hissetiren tanımlayıcı öğelere değinmekte yarar var:
Kanımca sol-liberalizmin en belirleyici elemanı sınıf ve sınıf mücadeleleri kavramlarını toplumsal mücadele kurgusunun dışına atmasıdır. Mevcut toplumsal formasyon sınıflara bölünmüş bir nesnellik olarak değil, bütünün parçası olan tikel her türden toplumsal olguyu eşitlerden birisi olarak kavrayan bir yöntemle ele alınır. Böylece, belirli an ve durumda toplumsal mücadelenin bileşenleri ampirik birer veri olarak, kendilerini ortaya koydukları haliyle benimsenir. Bu aynı zamanda, sol-liberal düşünceye sınıf bakış açısının geçersizliğinin güçlü bir kanıtı olarak görünür. Verili bir konjonktürde işçi sınıfının, toplumun her türden kesiminin güncel özlemleriyle geçişkenlik arzedebilecek çelişkili ve çeşitli toplumsal taleplere angaje olması, kimi yerde geri bir ideolojik-kültürel formasyonla belirleniyor olması, sol-liberalizmin bakış açısına göre, toplumsal mücadelenin gelişiminde işçi sınıfının ayrıcalıklı bir toplumsal özne olmadığının delilidir.
Bu düşünme biçimi mantıksal sonuçlarına götürüldüğünde aslında her türden kollektif toplumsal varoluşun yerini bireylere parçalanmış toplumsal hareketliklik ve/veya projeye bıraktığı kurgunun idealleştirilmesine varılır. Toplumsal iradenin bireylerin özgür iradelerinin ortalamasında oluştuğunu vazeden, ademi-merkeziyetçi burjuva toplumsal kuruluş modelinden başka bir şey değildir bu… Bu liberalizmin olabilecek en saf haliyle karşımıza çıkmasıdır. Bir kez bu noktaya varıldıktan sonra bireyler yeniden toplumsal mücadelenin değişik başlıkları altında toparlanır ve elde edilen toplamlar yine eşitlerden birisi olarak, “yeni toplumsal hareketler” yelpazesine aktarılır. Buradan da siyasal olmayan bir siyaset kavrayışına, sol-liberalizmin iktidardan kaçışı simgeleştiren anahtar akıl yürütmesine ulaşılır.
Yöntemsel olarak modern devlet ile toplumsal olan arasındaki içsel bağıntı koparılmıştır. Bu nedenle bugün iktidarı elinde tutanlar belirli bir toplumsal sınıf adına hareket etmedikleri için, aynı bağıntıyı tersinden kuracak bir devrimci siyaset kurgusu da kategorik olarak mümkün değildir. İktidardan kaçış, sınıftan kaçışın kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. “Sınıf indirgemeciliğinin” çekincesiz bir ifadesi ile, devlet burjuvazinin bir sınıf olarak iktidarını temsil ettiği sürece, toplumsal sınıfların varlığı ile belirlenen toplumsal eşitsizlikleri, ne kadar vurgulu bir özgürlükçülükle kutsanmış olursa olsun hiç bir sihirli formülün ortadan kaldırmaya gücü yetmez.
İktidardan kaçış ve mücadelenin kısa vadeli özgül toplumsal talepler merkeze konularak biçimlendirilmesi sol kültürün yaygın bir eğilimi haline gelmektedir. Gelenekin geçtiğimiz sayısında Cemal Hekimoğlu, iktidardan kaçan muhalif siyasetin güncel olarak simgeleştirildiği bir örnek olarak Zapatista’lara değinmişti 6 . Hatırlanacağı gibi Peru’daki elçilik baskınını gerçekleştiren MRTA gerillaları hakkında, çeşitli, sosyal strateji uzmanları, yeni kuşak Latin Amerika gerillacılığının iktidarı alaşağı etmeyi önüne koymaktan çok özgül toplumsal ya da siyasal taleplere indirgenmiş bir mücadele stratejisine yöneldiklerinin altını çizmekteydi. Yine de bu durum “İktidardan kaçışın” Latin Amerika’nın devrimci mücadele kültüründe nasıl yansıdığını örneklemekle beraber, bu örneklerde mücadelenin devlet aygıtıyla doğrudan karşı karşıya gelinen bir kertede kurgulanması bakımından sol-liberalizmin klasik çerçevesinden ayrılmaktadır.
Sol-liberalizmin ortalama kavrayışına göre toplumsal bütün yoktur. Toplumsal bütünün kurgulandığı tek eksen, toplum ile devlet arasındaki karşıtlıktır. Devlet sol-liberalizme göre toplumsal olanı basınç altında tutmakta olan, topluma göre dışsal bir varlık alanı oluşturmaktadır. Dikkat edilirse burada, güçlü bir devlet düşmanlığı gibi görünen şey iktidar mücadelesini dışarıda bırakan bir kurguya önayak olmaktadır. Bu nedenle devlete değmeyen bir toplumsal mücadele perspektifinin, devleti kuşatmayı onu toplumsal olanla barışık bir devlet olarak kalıba sokmayı hedeflediği açıktır. Bu ideal devlet kurgusu yeri geldiğinde “gerçek demokrasi”, yeri geldiğinde “özgürlükçü bir siyasal düzenin” devleti olarak adlandırılabilir. Bu yargının uç yorumcular tarafından nereye vardığını görmek açısından aşağıdaki pasaj anlamlı veriler sunuyor:
“… Türk toplumundaki demokratik bilinç eksikliği ve zaafını, ‘devletin -örneğin-yaptığı askeri darbe ve müdaheleler bağlamında açıklamak, bu tür bir neden-sonuç ilişkisi kurmak eksiktir ve zararlı bir kolaycılıktır. Türkiye toplumunun siyasal zihniyeti -şimdilik- ‘kurucu-kurtarıcı sendromu’ diyebileceğimiz bir etkenle örülmüştür. Siyasal kültürümüz bu örgü ile şekillenmiştir. (…) Eğer aradan geçen bunca zamandan sonra, Türk toplumu kendi özgül vasıf ve yeteneklerini, son analizde kendini ‘kurtaracak’ özelliğini hala ‘askeri’ türden ibaret olduğunu düşünüyor, hala şu malum ‘kahramanlık hasletleri’ ile övünebilmenin dışına çıkamayacak kadar öteki haslet ve yeteneklerinin yeterliliğine ve olgunluğuna güvenemiyorsa, siyasal geleneğimiz devletçi ve zora dayalı bir siyasal zihniyetin egemenliğiyle kararmaya devam edecektir”7 . [LAÇİNER Ömer]
Özetle suçlu toplumdur. Devlet sınıflı toplumun egemenlik ilişkileri üzerinde yükselen bir niteliğe sahip olmaktan çok, kendinden menkul siyasal tarihinin yine kendinden menkul bir ürünüdür. Yukarıdaki yaklaşım karşısında devleti “demoratikleştirmek” bile daha siyasal bir çaba olmaktadır. Oysa Laçiner’e göre devlete değmeye bile gerek yoktur. Aslolan sivil toplumun tekamül etmesidir. İktidardan kaçış Laçiner’in uca çektiği akıl yürütmede “devletten kaçışa” dönüşmektedir.
Sonuç olarak sol-liberalizmin fikri çekirdeğinde devlet sınıfsal egemenlik ilişkilerinin dışında yeralır. Bu yargı, kapsamlı bir devlet çözümlemesinden çok toplumun sınıflı yapısının inkar edilmesi üzerinden meşrulaştırılır. Çünkü toplumsal egemenlik ilişkilerinin tarih sahnesinde bir sınıfın egemenliği olarak gerçekleşmesi devleti de kaçınılmaz olarak toplumsal-siyasal mücadelenin konusu haline getirmektedir. Çağdaş toplumun bağrındaki ücretli emek sömürüsü temelinde yükselen sınıf egemenliği karartıldığında sonuç toplumsal mücadeleye ilişkin her türden amaç kurgusunun ortadan kalkması, sol etkinliğin bireyin kendini gerçekleştirmesi sınırlarına hapsedilmesi olmaktadır.
Yukarıda sol-liberalizmin fikri altyapısına ışık tutmaya çalıştım. Bu altyapının, örgüt kültüründen özel mülkiyete bakışa, demokrasi mücadelesinden, ideolojik mücadelenin değişik başlıklarına ilişkin son derece geniş bir alana yayılan sayısız çıktıları olduğunu eklemeye gerek yok. Bu çıktıların kendisini ÖDP’nin örgütsel biçimlenişinde ve etkinliğinde nasıl ortaya koyduklarım aşağıda ele almaya çalışacağım.
ÖDP
Peki yukarıda tarif edildiği haliyle sol-liberalizm ile bir siyasal kuruluş olarak ÖDP arasındaki somut bağlantılar nelerdir? Yazımızın, genel bir sol-liberalizm değerlendirmesi olarak kalmaması için sol-liberalizmin ÖDP şahsındaki ifadesine ilişkin somut kanıtlarla temellendirilmesi zorunludur. Kuşkusuz bu konuda ağırlıklı olarak yazılı belgelere başvurulacak. Ancak, burada bir zorlukla karşı karşıyayız. ÖDP kısa sayılabilecek geçmişine rağmen belki de Türkiye solunda hakkında en çok yazılan ve kendisi hakkında en fazla yazan kuruluşlardan birisidir. Ortaya çıkan materyal içerisinde hangi birisinin ÖDP’yi gerçekten ifade ettiğini bulup çıkarmak başlı başına bir iş oluşturmaktadır. Fakat neyse ki, kuruluş aşamasında “parti olmayan bir parti” arayışını sloganlaştırmış olsa da, geçtiğimiz Ekim ayında ÖDP de tıpkı bir parti gibi bir kongre gerçekleştirmiş ve bir takım kararlar alarak, siyasal gündemini ve tavrını ilan etmiştir. Bu kongre ÖDP’nin siyasal ideolojik duruşunun belgelenmesinin yanı sıra, bu partinin iç dengelerindeki ağırlıkları da yerli yerine oturtmuş ve her iki açıdan da ÖDP’nin tarifine olanak tanıyacak bir ağırlık merkezini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bu yazıda ağırlıkla ÖDP’nin görüşlerine referans olarak kongre kararları ve kongre sonucunda ÖDP’ye hakim olan “özgürlükçü sol”un temsilcisi olan yayın organı ve kişilerin görüşlerine atıfta bulunulacak. Bir de ÖDP’nin mevcut konumunu sol-liberalizmin uç ve uçuk bir yorumunun kalkış noktalarını barındırması açısından, potansiyel bir kaynak olarak değerlendirenler var. Birikim dergisinin çeşitli denemelerinde, hem bu potansiyele ilişkin “iyimserliği” hem de ÖDP’nin bu iyimserliğe istenen karşılığı vermemesinden kaynaklanan yakınmayı birarada bulmak mümkün. Bir de Birikim dergisi, anlaşıldığı kadarıyla ÖDP’nin kendi iç dengeleri ve Türkiye sosyalist hareketinin oluşturduğu birikim karşısındaki konumu açısından ÖDP’yi, Ortodoks marksist akıl yürütmeye karşı entellektüel olarak teçhizatlandırmayı da gündemine almış görünmektedir. Bu bakımdan, sınıf mücadelesi kavramının sorgulanması, sınıf belirlenimli siyaset alanının dışında bir kurgunun Türkiye solunun siyasal kültürüne taşınmasında düşünsel hezeyanlarını ÖDP’ye ithal etme çabasında olan Birikim dergisinin ÖDP hakkındaki değinmelerine de başvurulacak.
ÖDP’nin mevcut ideolojik-siyasal konumlanışını temsil etmesi bakımından belirli bir seleksiyona atıfta bulunmak mümkün. Bu konum açısından tescilli saydığım belgeler ve yayınlar önem sırasına göre aşağıdakilerden oluşuyor: ÖDP 1. Olağan Büyük Kongre ve Konferans Kararları Yeniden Dergisi Birikim Dergisi ve bir biçimde bu belgeler ve yayınlarda dile getirilen görüşlerin bağımlı/bağımsız temsilcisi sayılabilecek parti ileri gelenlerinin sözcülerinin görüş ve beyanları.
80’lerin ortasında “sivil toplumculuk” karşısında devrimciliği elden bırakmayanlar, 90lı yıllara dönülürken reel sosyalizmin çözülmesi beraberinde liberalizmin katmerlenen etkisi karşısında savunmasız kaldılar. Sosyalizme olan inançsızlık, iktidarı hedefleyen herhangi bir devrimci bir projeye ilişkin son umutları da tüketti. Bu tükeniş liberalizmin maddi temellerini güçlendirdiği bir toprakta sol-liberal yaklaşımı takviye eden ikinci bir rüzgar estirdi. İlk kuşağın adlı adınca “döneklik” damgasını yemiş olması, geriden gelenleri “devrimci yenilenme” sıfatının bolca kullanıldığı utangaç bir retoriğe mecbur bırakıyor. Bu durumun şizofrenik bir varoluş sancısı yarattığı ortadadır.
Bu şizofreninin kendisini ne tür bir akıl yürütmeyle varettiğine bakalım. Bu akıl yürütmeye göre:
1. Sol düşüncenin sosyalizminden ilham alan kaynakları, özellikle reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında kurumuştur. Bu alanda sosyalizmin yeniden tarifine şiddetle ihtiyaç vardır. Özetle: “Biz de sosyalistiz fakat bizim sosyalizmimizin ne ür bir sosyalizm olduğuna henüz karar vermedik.”
“…gerek dünyada, gerek ülkemizde sosyalizmin temel hedeflerine sadık kalan ama kendini (geçmiş deneyimlerin ışığında) devrimci bir tarzda yenilemeyi önüne koyan, bu bakımdan slogancılığa, laf ebeliğine ve kolaycılığa kaçmayan kuramsal yenilenmenin ışığında ama toplumsal mücadelenin öğreticiliğinde adım adım yeni bir sosyalizm dalgasını ateşlemeyi hedefleyen sol-devrimci bir anlayışı geliştirmek tek seçenek haline gelmektedir”8 . [KARASU Deniz]
Yukarıdaki şablonun Yeniden dergisinin özellikle ÖDP’ye ilişkin soru işaretlerini karşılamayı hedefleyen yazılarında bolca tekrarlandığını görmek mümkün, fakat kimi negatif tariflerin dışında bir türlü karşımıza çıkmayan, şu “devrimci yenilenmenin” tatbik edildiği siyasal ideolojik kurgunun içini dolduran tatmin edici bir açıklamadır.
2. Sosyalizm kavramına yeni bir içerik kazandırmak bizzat(!) somut toplumsal-siyasal pratiğin işi olacaktır. Akıl yürütmenin bu basamağı şöyle de yorumlanabilir: “Biz bugünün siyasal sorunları üzerine kafa yoralım ‘sosyalizm’ siyasal mücadelenin somut zenginliği içerisinde kendi kendisini anlamlandıracaktır.” Ama nasıl?
ÖDP’nin kuruluşunda sosyalizmin hem bir kavram olarak, hem de bir hedef ve siyasal mücadele kurgusu olarak dışarıda bırakıldığını biliyoruz. Açıkça ifade edilen gerekçelerden birisi, reel sosyalizmin yaşadığı çözülmenin kitlesel algıda sosyalizm kavramına ilişkin pozitif yargıları tükettiği varsayımına dayanmaktadır. Çok tipik ve açıklayıcı olan bir parçayı tekrar alıntılamak yerinde olacaktır. Partinin 1. Kongre’si sonucunda ana gövdeyi oluşturan Yenidenciler’in ya da parti içerisindeki platform adıyla “özgürlükçü sol”un partinin henüz kurulmadığı bir dönemde, partinin ne tür bir ideolojik kimliğe sahip olabileceğine ilişkin kurguları şöyle idi:
“Parti programı uzun dönemli sınıfsız toplum hedeflerine değil, ülkenin bugünkü nesnel gerçeklik düzeyine uygun hedefleri içeren bir nitelik taşımalıdır. Böyle bir anlayışla yaklaşıldığında, Türkiye’nin somut sorunları karşısındaki çözüm önerilerinde somutlaşacak bir program çerçevesinin, bazı yönlerden sosyalis, bazı yönlerden sosyalizme geçiş niteliğinde, bazı yönlerden de burjuva demokratik niteliklerdeki hedefleri içermesi mümkündür’ 9 . [YENİDEN]
Buradaki sorun tek başına, sol bir siyasi öznenin kendi güncel etkinliğine ışık tutmak bakımından sosyalizme ilişkin bir kurguya sahip olmaması değildir. Asıl sorun herhangi bir kurgu önerilmiyor oluşudur. Böylesi bir kurgu siyasal mücadelede ihtiyaç olmaktan çıkarılmış, bu mücadelenin arızi seyrine bırakılmıştır. Ortaya bir şeylerin çıkması yeterince deneyim biriktirmiş bir siyasal pratiğin kendisini belirli bir ideolojik ortalamada ifade etmesi elbette mümkündür.
Nitekim yukarıdaki satırların yazarının öngördüğü biçimde ÖDP’nin kuruluşundan bu yana yaşadığı siyasal maceranın biriktirdikleri, alabildiğine iç tutarlılıktan yoksun bir çeşitlilik içerse de, bir ideolojik ortalamaya yavaş yavaş meyletmektedir. Bu anlamıyla ÖDP nereye gideceği artık öngörülebilir, hangi konuda ne tür bir siyasal tavır göstereceği kestirilebilir bir parti olmaya doğru evrilmektedir.
3. Sosyalizm güncel değildir. Bugünün sorunları karşısında sosyalizmi öneren bir siyaset “slogancılık, laf ebeliği” ve benzeri aşağılanmalara uğramayı hakeden bir siyasetsizliğe denk düşmektedir.
Ufuk Uras bir söyleşisinde yukarıdaki akıl yürütme biçimini çarpıcı bir biçimde özetlemiş: “Sinop’ta denize dökülen bidonlar sosyalizmi beklemez”10 . Bence bu düpedüz siyasetsizliktir. Sinop’taki variller için “hemen şimdi”nin anlık marjında yapılabilecek olan tek şey gidip sahile vuran o varilleri toplamaktır. Bunun hayırlı bir iş olacağından kimsenin kuşkusu olamaz. Ama bu siyasal mücadelenin içini doldurmaya yetmemektedir. Burjuva toplumu, verili bir toplumsal formasyonun her bir üyesine kendince anlamlandırdığı bir gelecek kurgusunu taşıyarak ayakta durmakta ve bu şekilde kendisini yeniden üretmektedir. İdeolojik hegemonya denilen şeyin önemli dayanaklarından birisi de budur. Kapitalizmin, tüm yıkıcılığına rağmen burjuva ideolojisinin temel değerlerine bağlılığını yitirmeyen “yurttaş” muhalif olabilmekte fakat bu konumunu mevcut toplumun ufku dahilinde kurmaktadır.
Muhalif siyaset alternatif bir kurguya sahip olmadığı, böylesi kurguyu topluma taşımak iddiasını bir kenara bıraktığı sürece mevcut olanın sınırları içerisinde kalmaya mahkumdur. Mevcut olanın solda duran bir siyasal özneye bahşedeceği ise sol-liberalizmin çeşitli türevlerinden başka bir şey değildir.
“…sorunun gerçekten çözümü, yalnızca pis işlere karışmış çete uzantılarının temizlenmesinden değil, 12 Eylül hukukunun bütünüyle ortadan kaldırılmasından, devletin ABD egemenliği altında şekillenmiş yapısının köktenci bir şekilde değiştirilmesinden, kısaca Türkiye’nin siyasi ve hukuki yapısının bağımsızlıkçı, demokratik ve özgürlükçü bir anlayışla yeniden yapılandırılmasından geçmektedir. (…) Öte yandan bugünkü koşullarda gündemdeki sorunların çözümüne ilişkin bir sosyalizm programı önermek de, bütün sol ve keskin görünümüne karşın yukarıdaki siyasetin bir almaşığı olmaktan, sonuç olarak aynı kapıya çıkmaktan (güncel sorunları çözümünü burjuvaziye terk etmek kastediliyor – YG) ileri gidemez” 11 . [YENİDEN]
ÖDP’nin çeşitli belgelerinde, ya da yukarıda bahsettiğim gibi ÖDP açısından belirli bir temsil gücüne sahip olduğunu düşündüğüm belgelerde, “emek egemen demokrasi”, “emekten yana bir toplumsal düzen”, “demokratik özgürlükçü bir siyasal rejim” vb. kavramlaştırmalar sıkça geçmektedir. Diğer yandan, bugünün güncel sorunlarını sosyalizm perspektifi ile ilişkilendirmeyi tercih edenler ise, “sosyalizm slogancılığı”, “laf ebeliği” yapmakla sıkça suçlanmaktadır. En temel düzeyde marksist bir sosyalizmden ne anlaşıldığı bellidir. Fakat, sosyalizmin lafı geçtiğinde anlaşılmaz bir hezeyana kapılanlar eğer sosyalizmin Türkiye’nin somut ve yakıcı sorunları karşısında bir güncelliği ifade etmediğini düşünüyorlarsa iki şeyi birden yapmalıdırlar. Birincisi önce bu iddiayı yine somut bir çerçevede kanıtlamalılar, ikincisi örneğin “emek egemen demokrasi”, “emekten yana bir toplumsal düzen”, “demokratik özgürlükçü bir siyasal rejim” vb. kavramların içini doldurup bunların sosyalizmden daha güncel ve gerçekçi bir toplumsal-siyasal projeyi ifadelendirdiğini herkese gösterme gayreti içinde olmalıdırlar. Öte yandan, Türkiye’nin ulaşım, konut, eğitim, sağlık, enerji, toplumsal kaynakların bölüşümü, Kürt sorunu… ve aklınıza gelebilecek her türden yakıcı sorunu karşısında sosyalizmin bir programı vardır. Neo- liberalizmin gündelik algıyı hayli dejenere ettiği bir kültürel iklimde sosyalizmi güncel bir iktidar perspektifi, bir toplum projesi olarak taşıyanlara her fırsatta küfretmek kolaydır ama sözgelimi “emek egemen bir demokrasinin” kitlelerin güncel istemlerini tatmin edecek tutarlı bir program haline getirilmesi o kadar kolay değildir.
O halde, “özgürlükçü sol”cular sosyalizmin güncel olduğu iddiasını taşıyanlara en azından saygılı olmayı öğrenmelidirler.
“Kararsız” kararlar
Militarizme karşı demokrasi: TÜSIAD’a evet Ordu’ya hayır.
ÖDP’nin Ekim 97’de düzenlenen birinci Konferans/Kongre’si sonucu alınan kararların, bu partiyi tartışmak isteyenler açısından “resmi” bir görüş deklarasyonu olarak ele alınabileceğinden sözetmiştim. Ancak, Kararlar’a ve Gerekçe’lere, bildiğim kadarıyla Kongre’deki tartışmaların bir sonucu olarak ikircikli bir tutumun damgasını vurduğu göze çarpıyor. Kararlar ikircikli ifadelerle donatılmış olmasına rağmen ÖDP’yi temsil eden ana fikrin, “ama”lı şerh ifadelerinden soyutlanarak ele alınması, bir de “hayatın içindeki pratikte” ne tür bir etkinlikte somutlandığının test edilmesi gerekiyor.
Örneğin:
“Kapitalizmde demokrasinin, ‘sivil toplum’daki egemenlik-bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselen bir sermaye hakimiyeti biçimi olduğu, ezilenlerin ve sömürülenlerin genel ve eşit oyla ve parlamento dolayımıyla siyasal hayatı etkilemede sermaye sahipleriyle hukuken eşitlendiği ve ‘tam’ burjuva demokrasisinde bile, ‘siyasal eşitlik’le toplumsal ve ekonomik ilişkiler alanındaki eşitsizliğin elele gittiği bilinen bir gerçektir.
Bununla birlikte, kapitalizmde emeğin siyasal katılım ve denetim mekanizmalarının genişleyip çeşitlenmesinin, buna karşılık sermaye hakimiyetinin ve çıplak zor aygıtlarının işleyişinin sınırlandırılmasının, emeğin siyasal mücadelesi açısından belirleyici bir öneme sahip olduğu da bilinmektedir”12 [KARARLAR]
Yukarıdaki pasajın ilk paragrafını oluşturan şerh niteliğindeki önermeme mi ÖDP’nin güncel siyasi etkinliğine damga vuracaktır/vurmaktadır, yoksa ikinci paragraf mı? Bu soruya yönelik olası bir yanıt, iki önermenin bütünlüğünü gözeten bir çerçeve olduğudur. Açıkçası bu olası yanıtın samimiyetinden kuşkuluyum. İki nedenle; birincisi, bir siyasal mesajın kasdedilen bütünlüğü parçalı ve eklektik bir ifadeye başvurulmaksızın içerebileceğini düşünüyorum. İkinci olarak, ÖDP’nin örneğin bu kararlar sonrasındaki siyasal etkinliği ikinci paragrafın ufkuyla sınırlı bir eksende bütünlük kazanmaktadır. Örneğin bu partinin güncel etkinliği, demokrasi mücadelesinin güncelliğinden ve militer iktidar organlarının etkinliğinin sınırlandırılması mücadelesinden Refah Partisi’nin kapatılmasına karşı tavır almayı çıkarsayabilmektedir. Demek ki ÖDP açısından demokrasinin, ‘”sivil toplum’daki egemenlik-bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselen bir sermaye hakimiyeti biçimi”, yani bir sınıf iktidarı olarak kavrandığı kuşkuludur. Yani mevcut siyasal rejime ve ortaya çıkardığı somut görüngülere kendi başına bir amacı ifade, bir tür “siyasal demokrasi” kurgusu üzerinden yaklaşılmaktadır.
ÖDP’nin Kongre kararlarına ve gerekçelere yansıyan ikircikli tutumun hangi yönde deşifre edilebileceği konusunda artık bir fikre sahibiz demektir. Bu partinin iç dengeleri, siyasal refleksleri ne tür tartışmaların ürünü olursa olsun, sol-liberalizmin temel argümanlarının damgasını vurduğu bir tür “demokratizm” eldeki tek nihai siyasal kurgu olmaktadır.
Susurluk kazası sonrasında, “temiz devlet”, “temiz siyaset”, “temiz toplum” gibi aşağı yukarı ortak bir siyasal çağrışım kümesine yerleşen kavram ve kurgular güncelliği ve sol siyaseti ciddi bir basınç altına aldı. Restorasyon süreci bir yandan devletin zor aygıtına çeki düzen vermekte, diğer yandan da burjuva siyasetinin kriz ortamında, devlet iktidarını oluşturan odaklar arasındaki güç dağılımını yeniden düzenlemekteydi.
Solun değişik sektörlerinde, yaygın bir kavrayış olarak gelenekselleşmiş bulunan “demokratizm” bu sürece değişik noktalardan tepki verdi. Burjuva devlet, onun çekirdeğini oluşturan karşı devrimci terör mekanizmalarındaki çürümeyi deşifre ederken, bu çekirdeği yenilenmiş bir kabukla sarmalıyordu. Türkiye’de devletin otoriter yapılanmasının, olağandışı bir nitelik ortaya koyduğunu ya da sınıf egemenliğinin kurallarına aykırı bir temelde oluştuğunu vazetmeye ve onu böyle kavramaya alışmış bulunan Türkiye solu, devletin bizzat çıplak (!) hale gelen bu yüzünü siyasal etkinliğinin merkezine yerleştirdi. Başlangıçta işlem bayağı basit gibi görünüyordu. Sınıfsal terimlerle kurulmuş bir siyasi etkinlik ancak, çetelerden ayıklanmış bir oyun sahasında, demokrasinin gül bahçesinde “tasavvur” edilebilirdi. Bunun için önce, “ya çeteler ya demokrasi”…
Susurluk bahsinde yaldızları sapır sapır dökülen devletin çelik çekirdeği, “temiz toplum”, “temiz siyaset” vb. medyatik kalıplar eşliğinde bir anda “sivil toplum örgütleri” tarafından kuşatılmıştı. ÖDP bu süreçte kendini buldu denebilir. Bu süreçte gündeme gelen aydınlık eylemlerine, örgütlü bir siyasal adres göstermeyi cehennemlik bir günah haline getiren yaklaşımın ÖDP tarafından coşkuyla benimsenmesi, bu partinin “sivil toplumun” bu sözde kendiliğinden hareketlenmesini doğal varlık alanı olarak kabul etmesinden kaynaklanıyor sanırım.
Oysa süreç pek de beklendiği gibi işlemedi. Burjuva siyasetinin geleneksel her türden kurumunun felç olma noktasına geldiği bir konjonktürde çete bahsi ile açılan reform gündeminin taşıyıcısı olarak Asker Partisi sahneyi işgal etti. Böylece, adına ister “yurttaş girişimi”, ister “NGO” (Hükümet dışı örgütler) hareketi, ister “sivil toplum” etkinliği ne derseniz deyin; bu ve benzeri bir çerçevede karşılık bulduğunu düşünen siyasal aranışların keyfine limon sıkılmış oldu. ÖDP bu dönemeç noktasında siyasal-ideolojik krizi derinleştiren unsurları siyaset alanından budamayı ajandasına ekleyerek boyut kazanan restorasyon sürecini “sivil toplumun” yükseldiği irtifadan hızla düşmesiyle beraber anlamlandırmakta epey zorlandı. Sabancı’yla TÜSİAD’la kemalistlerle zaman zaman aynı politik kurguda buluşmakta bir sorun yoktu ama işin içerisine sivil olmayan(!) unsurlar bulaşınca, “gündem saptırılıyor” feryadı ile şaşkınlık bastırılmaya çalışıldı.
“Restorasyon sürecinin bir evresinde kontr-gerilla yapılanmasının tasfiyesi ve şeriatçı/faşist yoğunluğun azaltılması yönünde burjuvazi sol kamuoyunu bir kitlesel basınç unsuru olarak kullanmaya yöneldiğinde, solun bir dizi kesimi bu olguyu devrimci imkanların genişletilmesi için istismar etmek yerine olduğu gibi benimsedi. 1997 yılının ilk ayları sivil inisiyatif adı altında açılan perdede sol burjuva medyası, kimi düzen partileri, kemalist unsurlarla kol kola sol da yerini aldı. Restorasyoncu burjuvazinin “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganının Sabancı kadar reformist partileri ve devrimci demokrat grupları da ifade edebilmesi üzücü bir manzaraydı.
Siyasal akıl erozyonu, restorasyon şeriatçı partiye vurmaya başladığında solun demokratizmini açığa çıkartacaktı. Türkiye solu karşı-devrimci yoğunlaşma döneminde Kürt hareketinin altını oymaya memur edilen, burjuva iktidarının uluslararası stratejik açılımlarında görev alan, Sivas katliamına imza atan, en sonu ’96 yılında devrimci tutsaklara karşı bir diğer katliamı yürüten şeriatçı hareketin faşizan kimliğini görmezden gelerek Refah Partisi’nin siyasal hak ve özgürlüklerine sahip çıkmaya meyletti” 13 [GÜLER Aydemir, OKUYAN Kemal]
İşte böyle, mantıksal ucu “sivil toplumculuğun” formüllerinde hayat bulan, devletin baskı mekanizmalarının, ister çete, ister düzenli ordu biçiminde somutlansın sınıfsal doğasını karartıp bu olguları bir tür arıza olarak görmeyi tercih eden Türkiye solunun geleneksel demokratizmi, restorasyon sürecinin bir evresinde burjuva siyasetinin reform atağının meşruiyet halesinde yanıp sönen bir parıltı olmanın ötesine geçemedi.
Buna karşın restorasyon sürecinin tüm bu tozu dumanı arasında etkinliklerinin merkezine sınıf belirlenimli bir siyaset kurgusunu yerleştirenler belki dağları devirmediler fakat yol aldılar. Her şey bir yana, Susurluk gündemi etrafındaki dalgalanmayla, Asker Partisi’nin iktidara yerleşmesini tutarlı bütünlük içerisinde siyasal bir etkinliğe tercüme edebilecek tek kurgu sürecin sınıfsal niteliğinin merkeze alındığı bir kurgudur.
“…restorasyon hükümetinin (ANASOL-D -YG.) durumdan çıkarttığı birinci vazifenin sermaye birikimini sağlam kazıklara bağlamak olduğu açığa çıkmıştır. Özelleştirmelere hız verilmesi, işçi sınıfı düşmanı politikaların her alanda “istikrar programı”nın belkemiğine oturtulması restorasyonun sağladığı meşruiyet halesinin çekirdeğine yerleşmektedir. Böylece, restorasyonun temel başlıklarının “halledilmesi” karşılığında emekçilerden istenen diyet, sömürü ve sefaletin kanıksanması olmaktadır.(…)
Restorasyon sürecinin “demokrasi gelecek, ne güzel olacak” beklentisinde özetlenebilecek darlığı tüketmiş olması, yeni ufuklar açılabildiğinde sosyalist hareket açısından ciddi bir avantaj olacaktır. Solun bir kısmı, kendisini şimdiden bu darlıkla sınırlamaya hazır görünmektedir. Ancak, geri ideolojik ortalamaya biat etmekte somutlanan bu darlığın izdüşümündeki toplumsal beklenti aradan geçen bir yılın sonunda, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” yanılsamasından, “ya tutarsa” kaderciliğine tenzil olmuştur.
Bu durum geri bir çizgiye yerleşerek, niceliği garantiye almak kolaycılığını da hükümsüzleştirmektedir.
Öyleyse Susurluk’un yıldönümüne yaklaştığımız bugünlerde, islamcı gericilikle, devletin karşı-devrimci terör aygıtı ile kapitalizmin göbek bağı teşhir edilirken, emekçi sınıfların beklentilerinin bunların kovuklarına tıkılmasıyla sınırlanmasına izin verilmemelidir. İşçi sınıfına ve emekçilere yönelik gündelik yıkımın her parçasında, restorasyonun karşısına sosyalizmin yeni düzen projesi dikilmelidir” 14 [SALMANER Murat]
ÖDP’nin “militarizmin tasfiyesi ve demokrasi için ordu güdümüne son” başlıklı kongre karar ve gerekçesinde, yukarıda özetlenen sürecin sıcak atmosferinde “demokrasi mücadelesinin” önemine binaen aşağıdaki mücadele hedefleri sıralanıyor:
” Toplumun yönetiminin halkın temsilcilerine devri ve Silahlı Kuvvetler’in tüm siyasal işlevlerinden arındırılması,
Bütün ordu mensuplarının siyasi partilere, üyelik seçme ve seçilme haklarına sahip olma bakımından öteki yurttaşlarla eşit kılınmaları, askerlerin de serbestçe sendika ve dernek kurmalarının sağlanması,
Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanması,
MGK’nın anayasal statüsüne son verilmesi, geçmiş faaliyetleri konusunda yurttaşlara bilgi edinme hakkı tanınması,
Orduya iç güvenlikle ilgili herhangi bir görev verilmesinin yasal ve idari düzenlemelerle engellenmesi, ordunun iç güvenlik aygıtı içerisindeki uzantılarının tasfiye edilmesi
………”15 [KARARLAR]
Yukarıdaki kararlardaki ideolojik ve siyasi problemlere girmeye gerek duymuyorum. Ancak buradaki formülasyonların arka planını oluşturduğunu düşündüğüm akıl yürütme üzerinden gideceğim. Sosyalist iktidar perspektifinin, deyim yerindeyse “nihai hedefçiliğinin” karşısına koyulan “güncelcilik” duyarlılığı ile yukarıdaki kararların çelişkili bir durum oluşturduğunu düşünüyorum.
Ordu hem Türkiye’de, hem de burjuva devletin evrensel niteliği çerçevesinde sıradan bir kurum değildir. Ordu burjuva devletin sınıfsal niteliğinde nihai kerteyi oluşturmaktadır ve burjuvazinin “yasalarla sınırlandırılmayan iktidarının” sınırötesindeki en etkin aygıtı durumundadır. Buradan çıkarmaya çalıştığım sonuç ordunun ya da devletin baskı aygıtının herhangi bir diğer bileşeninin etkinliğini sınırlamaya yönelik siyasal taleplerin devrimci bir politika açısından tümden geçersiz olduğu türünden bir yargı değildir. Daraltılmış bir siyasal hedefin güncel bir talep olarak orta vadeli bir siyasal vizyon çerçevesinde bütünlük kazanacak şekilde öne sürülmesine karşı hiç bir itirazımızın olmadığını ifade etmem gerekiyor. Ancak güncel etkinliğin, bu hedefi anlamlı kılacak bir perspektifi içermesi koşuluyla…
Militarizmle ilgili kararlarda dillendirilen hedeflerin bir kısmının ya da tümümün birden bir amaç kurgusu bağlamında gerçekleştirilebilir olması bir sol partinin programında güncel bir hedef olmanın çok ötesinde nihai bir hedefi ifade etmektedir. Kısacası, yukarıdaki karar maddeleri ancak kapsayıcı bir siyasal proje çerçevesinde anlamlandırılabilir. Ya da, bütünüyle “lafzi”, temellerine oturmamış bir “siyasal tasavvurun” çağrışımları üzerinden anlam kazanabilir. Kanımca, ikincisidir. Nitekim sözkonusu kararın gerekçe bölümünde belirtildiği üzere yukarıdaki hedefleri mümkün kılacak siyasal kurgu “özgürlükçü demokratik bir siyasal düzene geçiş”16 olarak dillendirilmektedir. Demek ki, ÖDP açısından sözkonusu kararların “siyasetin güncel gerekleri” ile açıklanması sözkonusu değildir. Sözkonusu olan, temellendirilmeye ihtiyaç duyan “özgürlükçü demokratik düzen” tasarımıdır. Bu tasarımın, çağrıştırdıkları kadarıyla, sosyalizm slogancılığı yapmakla eleştirilen kesimlerin kurgularından daha gerçekçi ve güncel olduğunu kimse iddia edemez. Sosyalizm bu ülkede “Genelkurmay Başkanlığı’nı Savunma Bakanlığıma bağlamak”tan Silahlı Kuvvetler’in tüm siyasal işlevlerinden arındırılmasından çok daha yakındır.
Özgürlükçü laiklik
ÖDP Kararları’nda başta bahsettiğimiz ikricikliğin en fazla yansıdığı kararlardan birisini “özgürlükçü laiklik” tamlamasında ifade bulan karar oluşturuyor. Buna göre laikliğin temsil ettiği evrensel kazanımlara sahip çıkılacak fakat, bireysel vicdan alanını oluşturan dinsel bağlanma kültürel çoğulculuğun bir elemanı olarak özgür bırakılacaktır.
Konuyla ilgili karar başlığında şöyle deniyor:
“Siyasal İslam ‘ın bugünkü kısıtlı çerçevesi içinde olsa dahi laik kazanımlan tehdit ettiği ve islami şeriata dayalı bir devlete geçiş emelleri güttüğünü; öte yandan siyasal islamın en önemli gelişme kaynaklarından birinin Cumhuriyetin başlangıcından beri südürülegelen İslam’ın devlet tarafından kontrolüne dayalı laiklik modeli ve uygulaması olduğunu göz önüne alan ÖDP, laikliğin savunulup geliştirilmesini özgürlük alanının genişletilmesi mücadelesinin bir gereği sayar.
ÖDP, özgürlükçü laiklik anlayışı uyarınca devletin her türlü dine, inanca ve cemaate karşı aynı uzaklıkta bulunmasını bireysel inanca ya da inançsızlığa saygı gösterilmesini gözetirken, devletin olanaklarını kullanarak siyasal İslama kadro ve hareket alanı yaratma zihniyetine karşı mücadele eder. (…)
Din derslerinin kaldırılması,
Devlet eliyle Kur’an kursları ve dinsel amaçlı okullar açılmaması,
Dini devlet hizmetine sokan bugünkü uygulama ve düzenlemelerin sona erdirilmesi,
Siyasi Partiler Yasası’nın Diyanet İşleri ile ilgili ve demokrasiyle bağdaşmayan hükmünün kaldırılması için mücadele eder”17 . [KARARLAR]
Kabaca özetlemek gerekirse yukarıda yeralan maddelerin bütününde, “devlet dinsel alana müdahale etmesin”, “Siyasal İslam’ın karşısındayız ama dinin bireysel bir inanç formu olarak varlığına yönelik tehditlere de karşıyız” denmektedir. Buradaki akıl yürütmede tüm olguları “yukarıdan ve aşağıdan”, benzer bir biçimde “devletli ve toplumsal olarak” iki karşıt cepheye indirgeme alışkanlığı yatmaktadır. Sol-liberalizmin birincisine karşıtlık, ikincisine yandaşlık üreten klasik ikiliği burada da karşımıza çıkmaktadır. Yukarıdaki formülasyonun toplamı dikkate alındığında, ÖDP’nin aslında dinci gericiliğin güncel siyasal etkinliği karşısında hiç bir tavır üretememesi gerekmektedir. Zira, kararda ifade edilen görüş dinci geriliciğin Türkiye’deki tarihi ve güncel etkinliği sözkonusu olduğunda nesnel karşılığı olmayan bir dizi zorlamayı barındırmaktadır.
En başta ÖDP’nin siyasal islam olarak adlandırdığı, şeriata dayalı bir toplumsal siyasal düzen aranışının kaynağı, devletin bu alandaki kurumlaşması olmaktan daha çok tam da devletin “eşit mesafede durarak” müdahalesiz olması gerektiği savunulan tarikatlar, cemaatler vs. alanıdır. Bu alanın “bireysel inançlar”ın basit bir kümelenmesi sonucu gelişmediğini, tam da bireysel inanç alanından türetilen parçalı bir kurumlaşmayı temsili ettiğini anlamak içinse asgari düzeyde tarih bilgisi yeterli olacaktır.
Türkiye’de tarikatlar, cemaatlerin oluşturduğu alan, mevcut toplumsal formasyon içerisine kültürel, ekonomik ve sosyal yerleşme biçimleri bakımından Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kaydadeğer bir evrim geçirmiş olmaları yanında, eninde sonunda “bireysel inancın” hem kaynağı, hem de bunlar üzerinde “devletli” ya da “devletsiz” bir hakimiyetin çatısını oluşturmuşlardır. İslam ile kapitalizmin güncel eğilimleri arasında köprü diyanet işleri başkanlığının temsili ettiği devlet kontrolünden çok daha güçlü ve etkin bir biçimde bu yapı tarafından kurulmuştur. Bu alanda Diyanet en fazla ve olsa olsa bu yapı içerisinde eşitlerden birisi olarak belirli bir tefsirin ve fıkıhın kaynağı olagelmiştir.
Tarikatlar ve cemaatlerin oluşturduğu yapının, eğer devlet kavramına toplumsal olandan bütünüyle bağımsız bir içerik yüklenmeyecekse, oluşturdukları siyasal nüfuz ve toplumsal güç ile sınıflı bir toplumda devletten azade olabileceklerini düşünmek bir ham hayal olmanın ötesine geçemez. Türkiye’de burjuva devletin tarihi bunu bütünüyle doğrulamaktadır.
Genellikle kemalizmin dine yaklaşımının iki yönü olduğu gözden kaçırılır. Kemalizmin dinin devlet kontrolüne alınmasıyla yeni bir dindarlık kültürü yaratmanın dolayımı ile, dinin toplumsal varoluşunu “uhrevi alem” ile birey arasındaki ilişkiyi aracısızlaştırarak onu modern burjuva toplumlarındaki rolüne yerleştirmeyi amaçladığı gözardı edilir.
“İslamın toplumsal yaşamın her alanını, bu arada siyasal iktidar alanını da kuşatan bir ideolojik bütünlük taşıdığı yanlış değildir. Kemalizmin dini bireysel vicdan sorunu olarak bireyle Allah arasına sıkıştırması böyle bakıldığında gerçekçi bulunmayabilir. Ama dikkatli düşünüldüğünde, kemalizmin bu problemin üzerinden atlamadığını, okul kitaplarındaki terimlerle “dini devlet işlerinden ayırmadığını”, dini “devlet işi” olarak elde tuttuğunu farketmek güç değildir. Ortada basbayağı bir islam anlayışı, islamm özel bir yorumu vardır ve bu devlet dışında “sivil toplum” işi değildir. Kemalizm başka açılardan evet ama bu açıdan sıradışı değildir”18 . [DENİZCİ Selim]
Burada iki nokta önemlidir. Birincisi, Kemalist modelin İslam üzerinde uygulamaya çalıştığı kontrol bütünüyle İslam’ın yapısına dışsal değildir. İkincisi, İslam ve İslamcılık tarihin hiçbir kesidinde siyasetten bütünüyle muaf bir yorum ekol kısaca bir ideolojik şemaya sahip olmamıştır. Bugün etkin olan ve güncel siyasi tartışmaların içinde adı geçen bir çok tarikatın, cemaatin vs. (Nakşilik Nurculuk vs.) hem güncel varoluşları, hem de varlık sebebi olarak kökeninde, dindarlığı tüm siyasal, toplumsal gerekleriyle beraber modern topluma uyarlamak iddiasındaki bir yenilenmecilik yatmaktadır. “Yeni olan daha tutucu olabilir çünkü eskinin, yeni koşullarda ayakta kalma becerisini göstermiş bir türevidir”19 .
Bunun yanında Kemalist model, kapitalist gelişmenin bölgesel eşitsizlikleri körüklemesi ile zorlanmış ve başarısızlığa uğramıştır. Bu eşitsizlikleri parlamenter yapının işleyişi çerçevesinde düzenleme ihtiyacı devletin kontrol alanı dışında kalan dindarlığın geleneksel formları ile uyum mekanizmalarını oluşturma arayışını güçlendirmiştir. 40’lı yılların ikinci yarısından itibaren “dine dönüş” bu amaçla bizzat CHP eliyle başlatılmıştır. Böylece, Anadolu gericiliği siyasal partiler ve seçimler gelgiti eşliğinde burjuva parlamentarizminin vazgeçilmez taban desteği haline gelmiştir. Bu durum tarikatların, cemaatlerin vs. burjuva siyasetinde ve egemen ideolojik iklim içerisinde gelenekçi bir direnci simgelemesinden çok sistemle kaderlerini birleştirdikleri temas yüzeyi üzerinden kapitalizmin çelişkilerine yaslanarak onun gelişme doğrultusuyla uyum ilişkisinin gerçekleştirildiği bir tablo yaratmaktadır. Bu anlamda “ortaçağ gericiliği” nitelemesi, dinci gericilik karşısında bir siyasal motivasyonun oluşturulması açısından yararlı olsa da doğru değildir. Türkiye’de temelleri 19. yüzyılda atılan bir çok cemaat ve tarikatın varlık sebebi dindarlığın reforme edilmesi yoluyla çağdaş kapitalizm koşullarında onu yeniden üretmektir. Bu anlamda dinci geriliğin ifade ve temsil ettiği durum gelenekçi bir tepkisellikten daha çok, modern kapitalizmin gericiliğidir. 50’li yıllar Türkiye gericiliğinin burjuva siyasetinde karşılıklarını oluşturduğu, bu anlamda ekonomik, toplumsal ve siyasal nüfuzunun temellerinin atıldığı bir milat sayılabilir. O gün bugündür, Türkiye’de islamcı dindarlığın hakim eğilimleri bu temel üzerinde belirlenmiş ve evrim geçirmiştir. İşte bu nedenle anti-kapitalist bir siyasal kurgunun bu hakim eğilimlerle barışık olabileceği hiç bir nokta yoktur.
Kimi suni kurgular aracılığıyla, çeşitli spekülasyonlarda bulunmak elbette mümkündür. Özgürlükçü laikliğin tutarsız ve çelişik kurgusunun ya bu türden spekülasyonlarla kendisini temellendirmesi ya da bizzat yeni bir reformasyon akımının sözcülüğünü de üstlenmesi gerekmektedir. İkisinin de numuneleri mevcuttur.
“…dinin siyasallaşmış formatıyla, otantik halini ayırıp, siyasal İslama ya da dini gericiliğe karşı bir tutum almak önemli”20 . Dinin “otantik halleri” (Alevilik vs. kastediliyor), mevcut olduğu kadarıyla kendilerini kendi güncel siyasal eğilimleri ve tercihleri çerçevesinde, başka ya da rakip siyasal eğilimlerden zaten ayırıyor. Ve bu kaçınılmaz olarak “siyasallaşmış bir format” içinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla bu noktada ayırma işleminin siyasal bir önemi kalmıyor. Yine de bu tablonun bu alanda sol eleştirelliği rafa kaldırmayı gerektirecek tam boy bir masumiyeti içerdiğini düşünmek mümkün değildir. Örneğin Alevi toplumsallığı sosyal-demokrasinin olduğu kadar, faşist hareketin de ilgi alanına girebilen bir siyasal formata uyum gösterebiliyor. Her türden siyasal formatın dışında güncel bir varlık alanı yaratabilen bir tür saf ya da has Alevilik var mı, acaba?
Fakat konu dinci gericiliğin güncel var oluşuna da pekala renk veren “otantik öğeler” ise ve söz konusu olan dinci gericilik karşısında bir siyasal tavır ortaya koymaksa, bu kez ayırma işlemine neden gerek duyulur sorusu ortaya çıkıyor. Çünkü dinin “otantik halleri”ni ayırma işlemi, kültürel sosyolojik analizlerin konusu olabilir fakat bir siyasetin konusu değildir.
“Günümüzde İslamileşmenin de çok değişik saikleri vardır. Varlıklı kesimlerin RP’ye yönelmesi statülerini korumak ve geliştirmek kaygısıyla yüklüyken varoştakilerin kaygısı çok farklıdır ve Islama daha farklı bir anlam yüklem ektedirler.
Şu anda İslami harekete varlıklıların muhafazarkarların yorum ve rotası egemen olsa bile, bu farklılık vardır. Ve onlara “sizi aldatıyorlar” demeye gerek olmaksızın, onların bir “yoksulların İslami”yorumun geliştirmelerini küçümsemeksizin bir diyalog zemini inşa edilmelidir. Ve bunu sosyalistler başlatmalı, ısrarla da sürdürmelidir. Ama diyalog için onların dilini de öğrenmeli, o dilin içinden seslenmeyi bilmelisiniz. Ötekinin dilini bilmek kendi dilini unutmak, konuşmamak asla değildir”21 . [LAÇİNER Ömer]
Yoksul emekçilerin taban desteği faşizmin yükselişinde de rol oynadı, Alman Nazi partisi fabrika hücreleri kurdu, grevler örgütledi tüm bunları anti- kapitalist bir söylemle sarmaladı. Acaba Laçiner, anti-faşist mücadele açısından da benzeri bir diyalog zeminine yaslanmayı mı düşünürdü? İşçilere değil, faşistlere mi seslenmeyi öncelikli sayardı? Herhalde hayır, faşist hareket sözkonusu olduğunda sanırız, “sizi aldatıyorlar” seslenişinin geçerli bir karşılığı olduğu teslim edilir. Ama, bu seslenişin İslam sözkonusu olduğunda gereksiz sayılmasının bir açıklaması yapılmalıdır. Ömer Laçiner İslam öğretisinde bir hikmet keşfetmiş olmalı. Öyleyse bunu anlatmalıdır. Bir başka olasılık “öteki” kavramlaştırmasında saklı olabilir. Sınıf bakış açısını işçi sınıfını etnik bir varlığa indirgemekle sık sık eleştirenler, çok çeşitli dolayımlarla toplumsal yapıyla içice geçen ve kendini kılıktan kılığa sokan bir ideolojik kültürel olguya nedense “öteki” etiketini kolayca yapıştırmakta bir sakınca görmüyorlar…
Kararlar’a dönersek:
“Siyasal İslama karşı mücadelede inanç düzeyi ile siyasallaşmış islami birbirinden ayırd ederek yürümek gerekir. Burada kastedilen, insanların inanç alanına karşı değil siyasal İslam’ın somut politikalarını teşhir temelinde politika yürütülmesidir. İnanç alanına müdahale bizim işimiz olmadığı gibi, politik mücadelenin de nesnesi değildir 22 . [KARARLAR]
Yukarıdaki ifade biz özel mülkiyete karşıyız deyip, peşinden “kimsenin dişfırçasına dokunmayacağız” diye eklemeye benziyor. Bu konudaki denge ilkesel formüller üzerinden değil, somut siyasal konjonktürün verileri üzerinden kurulur ve bir bütünlüğe oturabilir.
Diğer yandan “İnanç alanı” kaydı yukarıdaki formülasyona tesadüfen konmuş değildir. Nitekim, türban eylemleri patlak verdiğinde “siyasal akıl erozyonu”, “siyasal İslamın” türlü kollarının organize ettiği ve yönlerdirdiği eylemlerde boy göstermeye kadar varmıştır. Şimdi “siyasal İslam”a karşı olup onun meydan okumasına ortak olmak nasıl bir şeydir acaba?
ÖDP gericilere desteğini armağan ederken, bu armağanın “inanç alanı”nı dışındaki alanlara tahvil edilmesinin önüne geçmek için ne tür bir telkin yöntemine güvenmektedir?
Dinci gericilik bizzat “inanç alanı” üzerinden işgörmekte ve görüldüğü kadarıyla yalnız inananları değil, sol-liberalizmi de bir savunma zırhı haline getirebilmektedir.
“Halk sarmaşığı”: İktidar ve mülkiyet sorununa bakış
“Halk sarmaşığı” nitelemesi altında formüle edilen Karar ve Gerekçe’de özet olarak, geçmişteki sivil-toplumculuğun liberalizmin nesnel kaynaklarına havale ettiği pratik süreçler, ÖDP’nin toplumsal etkinliği olarak modelleştirilmektedir. 80’li yıllarda solun kimi kesimlerinin ilham kaynağı haline gelen “sivil- toplumculuk” Türkiye’nin 12 Eylül birlikte içine girdiği nesnel gelişme süreci ile bu sürecin üzerine oturan baskıya dayalı siyasal yapı arasında sözde bir çelişki saptamakta, bizzat bu nesnellik tarafından belirlenen kimi burjuva siyasal aranışların – ANAP, Büyük Türkiye Partisi vs..- bu çelişkiyi çözerek oryantal Devlet’in eşyanın tabiatına aykırı varoluşunu sonlandıracağını ummaktaydı. Bu yöndeki aranışlar son derece haklı bir biçimde eylülizm olarak adlandırıldı. Eylülizm adlandırması 12 Eylül’ün yerleştirdiği siyasal yapılanmaya muhalif ancak, çelişik bir biçimde Türkiye toplumunun bu siyasal yapı aracılığı ile girdiği yeniden yapılanma süreci ile barışık bir siyasal konumu deşifre etmeye yaradı.
Neo-liberalizmin yıkıcı etkilerinin, toplumsal muhalefetin en geniş ölçekli ve kararlı tabanını oluşturan emekçi kesimler açısından giderek daha güçlü ve sarih bir biçimde görünür hale gelmesi, sol söylemin belirtik bir biçimde liberalizmin temel argümanlarıyla donatılmasını imkansızlaştırdı. Bunun yerine, kimi yerde sol kültürün yenilenmesi adına kimi yerde ise teorik gerekçeler ileri sürülerek çeşitli siyasal prtatikler içinde sol-liberalizm ile akrabalık sürdürüldü.
“Halksarmaşığı” olarak adlandırılan örgütlenme ve etkinlik formu yazının başlarında da sözettiğim gibi sınıf belirlenimli bir siyaset kurgusunun dışına çıkmakla bu akrabalık ilişkisinin devam ettiğinin bir başka kanıtını oluşturmaktadır.
İlgili karar maddesinin Gerekçeler bölümünde şöyle deniyor:
“…ÖDP, emek ve sermaye karşıtlığına dayalı temel yaklaşımından ayrılmaksızın toplumsal muhalefet güçlerinin ve hareketlerinin farklılık ve çeşitlilik gösteren taleplerini içermeyi başardığı, indirgemecilik ve ikamecilikten sıyrıldığı ölçüde hareket kabiliyetini artırmakta, birleştirici bir merkez rolünü oynamayı başarmakta ve sağın ideolojik hegemonyasında gedikler açabilmektedir” 23 . [KARARLAR]
Baştaki, içinde “emek ve sermaye karşıtlığı” ifadesinin geçtiği cümleyi akıl yürütmenin bütününü anlamlandırmak açısından bir kenara koymak yanlışıyım. Çünkü bunun sol liberalizm damgası yememek için Kararlar’ın birçoğunun başına yazılmış diğer benzerleri gibi bir tür amentü olarak tekrar edildiğini düşünüyorum. Bu amentüyü tekrarlayıp durmak bir şeyi değiştirmiyor. Emek sermaye çelişkisi ile toplumsal ve siyasal mücadelenin değişik başlıkları arasındaki bağlantıyı somutlaştıran bir düşünsel çaba olmaksızın bu cümlenin ister ÖDP üyesi marksistlerin zorlamasıyla, “ister bizler hala devrimciyiz” şeklindeki bir psikolojik etkiyle yazılmış olsun bir değeri olmadığını düşünüyorum. İşin ilginç yanı, fırsat buldukça geleneksel sosyalizmi, marksizmin temel analitik argümanlarını birer şablon haline getirip “laf ebeliği” yapmakla suçlayan ÖDP’liler aynı şeyi kongrelerinde onayladıkları karar metinlerinde sıkça yapıyorlar. Öte yandan farkedileceği gibi, “indirgemecilik, ikamecilik” gibi kavramlarla kararların vazgeçilmez süsleri de ihmal edilmiyor.
“Gündelik hayatın dönüştürülmesi doğrultusundaki çabaların sistematikleştirilmesi bu bağlamda yaşamsal değere sahiptir. Toplumsal, iktisadi ve kültürel yaşantının bütün hücrelerine sızmış olan egemenlik, bağımlılık, işbölümü ve yabancılaşmanın sorgulanması ÖDP üyelerinin gündelik faaliyetinin özünü oluşturmaktadır” 24 . [KARARLAR]
Açıkçası böylesi bir kurgunun özel olarak işçi sınıfı ağırlıklı bir toplumsal formata oturtulması bile bir şeyi değiştirmez. ÖDP işçi sınıfı cephesinde sınıf mücadelesinin güncel gereksiniminlerine yine sınıf dışı bir kurguyla yaklaşmaktadır. Nitekim:
“Emekçilerin fabrika ve işyeri hiyerarşisi, sınırlayıcı işbölümü üretim bilgisinin parçalanması gibi doğrudan emek sürecinden kaynaklanan egemenlik ilişkilerine,…”25 [KARARLAR]
Durum netleşiyor, ÖDP’nin “emek-sermaye karşıtlığı” gibi bir derdi yoktur. Dolayısıyla emek sürecinin örgütlenmesi ücretli emek sömürüsü ve bunun kaynağını oluşturan mülkiyet ilişkilerinden bağımsız bir kategoridir. Burada marksist sınıf kavramından vs. sözetmeye hiç gerek yoktur. Bunlar fazla teorik gelebilir. Biz ÖDP sözcülerinin çok sevdikleri gibi hayatın içinden konuşalım:
Herhangi bir işyerinde, işletmenin mülkiyeti bir ÖDP’liye de ait olsa yukarıdaki “işyeri hiyerarşisi, sınırlayıcı işbölümü, üretim bilgisi” gibi süreçler üzerindeki hakimiyet açısından gündeme getirilecek girişimlere herhangi bir kapitalistin vereceği tek bir cevap olacaktır “sermayeyi ben koydum, buradaki üretim araçlarının mülkiyeti bana aittir”. Ücretli emek sömürüsünün maddi temeli ile birebir bağlantılı bu ideolojik yargının sorgulanmasına önayak olacak bir örgütlenme-mücadele kurgusuna sahip olunmadan herhangi bir işyerinde işçilerin en ufak bir kazanım elde etmeleri mümkün ve gerçekçi değildir. İster yemeklerin daha kaliteli çıkması olsun, ister servislerin çoğaltılması, isterse sendikalaşmanın tanınması olsun tüm bunların, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ve mülk sahibinin kar rasyonalitesinin uzlaşmaz bir sınıf çıkarı ekseninde gayri-meşru kabul edildiği bir mücadele kurgusu dışında zorlanmasının gerçekçi bir karşılığı olamaz. İşçi sınıfının en örgütsüz kesimlerinin istihdam edildiği kanlı sömürünün gemi azıya aldığı, sendikalaşma çalışmasının 19. yüzyıl kapitalizmine özgü konspiratif, örgütlenme biçim ve yöntemleriyle sürdürüldüğü işletmelerde gerçekten de işçiler işyeri hiyerarşisi sınırlayıcı işbölümü ve üretim bilgisi üzerinde kafa yoruyorlar. Niçin mi? İşyeri hiyerarşisi üzerine, aralarına sızmaya çalışan hainleri ve ajanları tesbit edebilmek için, sınırlayıcı işbölümü üzerine işletme içindeki diğer departmanlarda ve sırf sendikalaşmaya engel olmak için aynı işletme sahibinin mülkiyetindeki taşeron işletmelerde çalıştırılan sınıf kardeşlerini kavgaya ortak edebilmek için üretim bilgisi üzerinde üretimden gelen güçlerini en uygun yer ve zamanda harekete geçirip kapitalisti olabilecek en etkili bir biçimde köşeye sıkıştırıp avlayabilmek için…
Kararlarda geçtiği kadarıyla “halk sarmaşığı” fikri, somut bağlamından yoksun bir “her yerde her, alanda” sloganı ve sivil-toplumculuğun ruhuna uygun bir biçimde siyaset alanını kuşatma kurgusu ile tamamlanıyor. Bu kurguda kuşkusuz yalnızca fabrika, işyeri örgütlenmesi gibi mekanlara değil toplumsal hayatın her alanına yayılan bir ölçek gözönüne almıyor.
Bunun bir tür kapsayıcılık telaşı olarak belirmesinin yanı sıra, siyasal birikim yetersizliği ile ilgili bir yanı da bulunuyor. İktidardan dönemsel olarak uzaklaşan sol, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının dolaysız ürünü olan toplumsal dalgalanmalar ve olgular karşısında çaresiz bir düşünce tembelliğine giriyor. Kuşkusuz, her türden toplumsal olgu ve özgül çelişkinin kapitalizmin temel çelişkisi ile tek bir düzlem üzerinde bağlantılandırıldığı bilimsel bir şema üretmek mümkün değildir. Bu çerçevede düzenleyici ve toparlayıcı rol üstlenen siyasal pratiğin kendisidir. Bu nedenle, emek-sermaye çelişkisini temel alan bir siyasal kurgu yalnızca devrimciliğin adabı gereği hatırlanması gereken bir şablon değil, güncel pratiğin her kesitinde yeniden üretilmesi gereken somut bir perspektiftir.
Siyasal pratiğin etkisini yeterince hissettirmediği koşullarda ise siyasal alandan tümden vazgeçmeye varabilecek kurgulara sığınmak, toplumsal mücadelenin her bir kesitini kendi dar pratiği içerisinde bir aritmetik toplam kütüğüne yazmak, liberalizme bulaşık bir akıl yürütmenin kaçınılmaz sonucu oluyor. Böylece emek sermaye çelişkisi antete bir tür “amentü” olarak yazılırken yeni ya da eski toplumsal hareketlerin altalta dizildiği, emek- sermaye çelişkisiyle ve kendi aralarındaki bağlantılara,, hiç yer tanımayan bir yekûn ortaya çıkıyor.
Kararlara çelişik ve iç tutarlılıktan yoksun bir biçimde yansıyan bu akıl yürütme kongre tartışmalarında taraf olan kesimlerin değerlendirmelerinde daha açık biçimlere sahip olabiliyor. Bir söyleşide “ÖDP’nin ütopyası nedir?”, “sivil toplum içerisinde iktidara alternatif oluşturacak örgütlenme tarzı nedir?” sorularına verilen cevapların gelip dayandığı nokta “tanımladığınız toplumsal dayanışma için somut bir proje örneği verir misiniz?” sorusu ile tamamlanıyor. Yanıt şöyle:
“Mesela ÖDP içerisinde, çeşitli meslek gruplarından insanlar var. Doktorlar, avukatlar, dişçiler, öğretmenler, bilgisayarcılar… Biz bu meslek gruplarındaki ÖDP’lileri bir katalogda toplayabiliriz ve buradan bir iç ekonomi oluşturabiliriz. Nasılsa doktora gidiyorsunuzdur, artık bir ÖDP’li doktora gidip muayane olabilirsizin. Yüzbin kişilik bir partinin iç ekonomisi anormal bir ekonomidir. Burada oluşabilecek fazlanın tedbirini de almak mümkün. Mesela, doktorlara gidiş gelişten oluşacak fazlayla sağlık arabaları alınabilir ki, bu arabalar kitle çalışmasının bir parçası olarak kullanılabilir. Öğretmenlerden oluşacak bir fazlayla alternatif eğitim hedefleyen bir ilkokul açılabilir. Bunlar çok çeşitli projelendirilebilir.
İnsanlar böyle şeyleri kendi çıkarları için yapıyorlar, biz ise bunu kendi oluşturacağımız kamusal hayat için yapabiliriz. Daha önce iyi niyetle başlanılan bu tür projeler özel, çıkarlara yönelmişti (Acaba bir tesadüf mü? – YG). Ama birkaç iyi örnekle bu problemler aşılabilir” 26 . [FORTA Bülent]
Yukarıdaki yaklaşımı, bir siyasal partinin kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyduğu finansmanı maddi kaynaklarını bir biçimde düzenleyerek karşılamasının özgün bir yolu olarak makul ve masum karşılayanlar olabilir. Ancak yukarıdaki yanıt kurulması hedeflenen “dayanışmacı toplumun kültürünü bugünden mayalayacak” 27 bir perspektifin uzanımına yerleştiriliyor.
Bu yaklaşımın, bir dönem Peru’da iktidarda olan APRA partisinin ve Latin Amerika’daki benzer örneklerinin geliştirdiği popülist-korporatist örgütlenme modelleriyle çeşitli benzerlikleri bulunabilir. Burjuva siyasetinin Türkiye’de son on yıldır doruğa taşıdığı klientalizm, İslamcı gericiliğin cemaat/vakıf/şirketler üçgeninde temellenen toplumsal örgütlenme tarzı ile bağlantıları sorgulanabilir. Çok çeşitli spekülasyonlar yapılabilir, ancak bu yaklaşımın yeni bir şey olduğunu savunmak düpedüz cehalet olacaktır. Bu ve benzeri kurguların sosyalizm fikri etrafında yürütülen tartışmalarda en az 150 yıllık bir geçmişi olduğunu biliyoruz.
Öyleyse biz de, Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlanışının 150. yılına atıfla bu tarihi belgeden uzunca bir alıntı yapalım. Konu sınıf mücadelesinin reddiyesi üzerine kurulu ahlakçı Alman Sosyalizmi:
“Keşişlerin, eski putperestlik döneminin klasik yapıtlarının yazılı olduğu elyazmalarının üzerine katolik azizlerin tatsız tuzsuz hikayelerini yazdığı bilinir. Alman yazarları, dünyevi Fransız literatürüne tam tersini yapıt. Felsefi saçmalıklarını orijinal Fransız metinlerinin altına yazdılar. Örneğin, para ilişkilerinin Fransız eleştirisinin altına, “insan özünün yabancılaşmasını” yazdılar; burjuva devletinin Fransız eleştirisinin altına, “soyut genelin egemenliğinin kaldırılmasını” yazdılar vb..
Fransız ilerlemelerinin altına bu felsefi boş sözleri sürmeyi, “eylem felsefesi” ,”hakiki sosyalizm”, “Alman sosyalizm bilimi”, “sosyalizmin felsefi kuruluşu” vb. olarak kutsadılar.
Fransız sosyalist-komünist literatürü böylece tam anlamıyla hadım edildi. Ve Alman’ın elinde bir sınıfın diğerine karşı mücadelesini ifade etmekten uzaklaştığı için, Alman “Fransız tekyanlılığı”nı aştığının ve gerçek gereksinimlerin yerine hakikatin gereksinimini ve proleterin çıklarlarının yerine insanlığın, yani hiç bir sınıfa ait olmayan, yalnızca felsefi fantazinin sisli dünyasına ait olan genel olarak insanın çıkarlarını temsil ettiğinin bilincindeydi.
Beceriksizce hazırladığı okul ödevlerini bu denli ciddiye alan, merasim yapan ve bir şarlatan gibi etrafa duyuran Alman sosyalizmi, tüm bunları yaparken aşın titizlendiği masumiyetini giderekyitirdi”28 [MARX, ENGELS]
Yukarıdaki alıntı çok şeyi birden içeriyor. “Halk Sarmaşığı” metodunun cemaatçilik özlemleri bir yana, sınıf, mülkiyet, iktidar gibi gerçeklere dayanmayan her türden sol kurgunun kapitalizmin yasallıkları içine çekilerek yozlaştığına dair tarihi bir öngörü oluşturuyor. Çünkü kapitalizm bu gerçekler üzerinde yükseliyor.
Son olarak
Yukarıdaki yazıya, ÖDP’nin geçtiğimiz yıl Ekim ayında gerçekleştirdiği kongre/konferansı sonucu deklare ettiği Kararlar vesile oluşturdu. Bu bakımdan bir polemik yazısı olarak okunabilir. Ancak bir polemik yazısının tamlığını içermiyor kuşkusuz. Sözkonusu kararlardan ve ÖDP’nin bir kaç yıllık pratiğinden hareketle tartışmanın gündemine alınacak çok daha merkezi kimi başlıklar burada ele alınmadı. Kürt sorunu, özelleştirmeye bakış gibi konular dışarıda bırakıldı. Öte yandan, ÖDP’nin burjuva devlet, sınıf mücadelesi, işçi sınıfının rolü, örgüt gibi başlıklarda yeni sol akıl yürütmeden ilham alarak gelişigüzel deforme ettiği marksist-leninist kavramsal çerçeve derinlemesine ele alınmayı gerektiriyor.
Ancak her biri ayrı bir yazının konusu olabilecek, saydığım siyasal başlıklara ve marksizmin teori tarihinde önemli bir eksen oluşturan kavramsal çerçeveye ÖDP eleştirisi üzerinden girmek bu konulara haksızlık olur diye düşünüyorum.
Bunun yanında, bir siyasal kurumlaşmaya yönelik polemik genellikle eleştirilen yapının geleceğine ilişkin bir öngörü ile tamamlanır. Yazının bütününden çıkabilecek bir sonuç belirli bir konjonktüre doğan ÖDP’nin kalabalık görüntüsüne rağmen fikri ve siyasal olarak marjinal bir zemine oturduğudur. Sol-beralizmin sınıf mücadelesinin toplumsal-tarihsel gelişmenin motorunu oluşturduğu bir toplum ve coğrafyada kendi başına merkezi bir siyasal çıktı üretmesini imkan dahilinde saymamak gerekiyor. Olsa olsa, daha büyük bir gövdede karşılık bulabilecek bir eklenti olabilir. Tıpkı 1848 Fransa’sında küçük burjuva radikalizminin büyük burjuvazinin işini görmesi gibi, ÖDP’nin soluk aldığı nesnel-siyasal zemin Türkiye’de burjuva reformculuğunun kaderine bağımlıdır.
Daha keskin bir öngörü talep edenler ise olası bir erken seçime yönelik olarak ÖDP cenahında yapılmakta olan ittifak hesaplarına kulak kabartabilir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu tez Gelenek’in yayın hayatı boyunca ayrıntılı bir şekilde işlendiği için burada açmaya gerek duymuyorum. İsteyenler Cemal Hekimoğlu’nun geçtiğimiz sayıda yeralan “İktidardan Kaçış” adlı yazısına bakabilirler. Ayrıca konuyla ilgili aydınlatıcı bir diğer okuma Gelenek’te yayınlanmış çeşitli yazıların biraraya getirildiği, “Sosyalist Devrim Yazıları” başlıklı derleme olacaktır.
- GALİP Yunus, Kadim Solcuların Kadük Partisi, Gelenek 52, Temmuz 96, sayfa 43.
- BORAT AV Korkut; İktisat Politikası Alternatifler, Bölüşüm ilişkileri ve Sol; Onbirinci Tez Kitap Dizisi, sayı 2, Şubat 1986, sayfa 49.
- BORATAV Korkut; a.g.y., sayfa 50.
- SAVRAN Sungur; Sol liberalizm; Onbirinci Tez Kitap Dizisi, sayı 2, Subat 1986 sayfa 14
- HEKİMOĞLU Cemal “İktidardan Kaçıs”, Gelenek, sayı 56, sayfa 18.
- LAÇİNER Ömer, “Devlet-Toplum iliskisi”, Birikim 93-94, sayfa 19 25.
- KARASU Deniz, Yeniden dergisi, sayı 28, Ekim 97, sayfa 26.
- “Emeğin birlesik siyasi mücadelesi üzerine”, Yeniden; sayı 6, sayfa 19.
- “Solun kanatlanma dönemine geldi”, TÜRKLER Yıldırım RADİKAL İKİ, 6 Ekim 1997, s.9.
- “Susurluğa Karsı iki Taktik”, Yeniden, sayı 28, sayfa 31.
- ÖDP I. Olağan Konferansı ve Büyük Kongresi Kararlar Kitabı, Aralık 97, sayfa 31.
- “Asker Partisi Ne Dstiyor” GÜLER Aydemir, OKUYAN Kemal, Gelenek, Dünya yayıncılık, Mart 1998, sayfa 6-7.
- SALMANER Murat, “Ya Restorasyon Ya Sosyalizm”, Sosyalist iktidar, sayı 117.
- ÖDP I. Olağan Konferansı ve Büyük Kongresi Kararlar Kitabı, Aralık 97, sayfa 29.(Militarizm baslıklı karar maddelerinin tümünü alıntılamadım çünkü ÖDP Kongresi’nde muhtemelen akla gelmemis olan benzer maddelerden en az on tane türetilebileceğini düsünüyorum.)
- ÖDP…age, sayfa 32.
- ÖDP…age, sayfa 32. (Son madde örtük olarak ifade edilen aslında Diyanet Dsleri Baskanlığının kaldırılması talebidir. Bu talep laiklik konusunda sol-liberal yaklasımın bir çok sözcüsü tarafından açıkça dillendirilmektedir.)
- DENİZCİ Selim, “Ortadoğu; Umut Kapısı…”, Gelenek 55, sayfa 96.
- DENİZCİ Selim, agy, sayfa 94.
- OLUÇ Saruhan, “Bazı Gerçekler ve ÖDP”, Yeniden, sayı 31, sayfa 22.
- Artıhaber Ömer Laçiner’le söylesi sayı 10 sayfa 73. Merak edenler bu arada Birikim dergisindeki yazılarla islami kavram ve terimlere neden bu kadar rağbet edildiğini öğrenmis oldular.
- ÖDP… age, sayfa 45.
- ÖDP… age, sayfa 59.
- ÖDP… age, sayfa 60.
- ÖDP… age, sayfa 60.
- FORTA Bülent, “ÖDP KENDDND ANLATIYOR” Röportajlar: Belgin Demirer, Güncel Yayıncılık, Temmuz 1996, sayfa 80.
- FORTA Bülent, age, sayfa 80.
- MARX ENGELS Komünist Parti Manifestosu Almanca aslından çeviren: Dünya Armağan, GELENEK/Dünya yayıncılık, Mart 1998, sayfa 33.