Okuru kadın, sevgi ve cinsellik olguları üzerinde uzun uzun düşündüren bir kitap daha yayınlandı. Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok adlı eseri, yayınlanır yayınlanmaz liste başına yerleşen, ilk baskısı bir haftada tükenen ve şu ana dek ona yakın baskı yapacak denli tutulan bir kitap oldu.
Başlarken aktaracağım ve kitabın arka yüzünde yazılı şu sözler, kanımca, Duygu Asena’nın anlatısının içeriği ve yönü ile, yazarın ufkunun darlığını ya da genişliğini en iyi anlatan sözler olacak: “Duygu Asena’nın adı olmayan kadını kendi mecrasını kendi yaratan bir nehir. Denize ulaşıp ulaşmaması önemli değil.”
Asena’nın adı olmayan kadını, gerçekten de, yaşamı boyunca toplumsal çevrenin tüm baskı ve kuralları ile boğuşan, “kendi ayağı üzerinde durabilmek” için el yordamıyla da olsa yolunu arayan, adım başı karşılaştığı bencillik ve sevgisizlik çıkmazında “büyük aşk yaşama” tutkusunu hiç yitirmeyen, bunun için çabalayıp duran, bulan, başarısızlığa uğrayınca bir daha, bir daha deneyen, ne olursa olsun aramaktan ve denemekten vazgeçmeyen, sözün kısası, kendi yolunu kendi çizme erdemine sahip bir kadındır. Kendini, kadın cinsini, acındırmayı düşünmez. Tersine, hep güçlü olmak ve başını dik tutmak, erkeklerle boy ölçüşmek ister. Bunun için, evlilik kâbusunun kıskacından kurtulmak, “özgür” olmak ister…
Ama Asena’nın kadın tipi, aynı zamanda, kadınların kurtuluşunu ve özgürlüğünü toplumsal bir proje ile birlikte ele almak gibi bir perspektif yokluğunda, hep kendini yaşayan, kendi deneyleri ve arayışları ışığında kendi özgürlüğünün peşinde koşturan, kendisini bir “simge” olarak gördüğü halde yalnız kendi mutluluğunu kovalayan bir kadındır. Yaşanacak büyük aşksa “onun” aşkıdır, kavuşulacak özgürlükse “kendi” özgürlüğüdür, savaşsa “tek başına” savaşır. Tabii bu durumda kendisinin dışına çıkmaz, çıkamaz; “denize ulaşamaz”. Ve tuhaftır, Asena’nın adsız savaşçısı bu yüzden de kendisini çok sever!…
Bununla birlikte Asena, anlatısında, toplum yaşamındaki en eski ve en gerçek sorunlardan birisine, kadınların ezilmişliği ve kadın-erkek eşitsizliği olgusuna el atar. Kadınların, yaşam boyu, kendilerine toplumsal ödev olarak öğretilmiş ev, eş ve anne üçgenine nasıl hapsolduklarının tablosunu çizer. Kadın cinsinin, “geleneksel” rollerine uygun olarak ve sırf kadın olmaları yüzünden toplum ve aile yaşamında gördükleri baskıyı, ezgiyi, aşağılamayı, değersiz kılınmayı ve ikinci sınıf insan muamelesini, çarpıcı bir anlatımla verir. Burjuva karı-koca evliliğinin bütün sevgisiz, bayağı, bencil ve ahlaksız özünü ve açmazlarını gözler önüne serer. Kadınların erkeklerle olan ilişkilerini ve onlar karşısındaki konumlarını, çocukluktan ölüme, yer yer “feminizm”in işaretleri ağırlık kazansa ve baştan aşağı “bireysel” kalsa dahi, yine de eleştirel olmayı başarmış bir sorgulamadan geçirir; bu doğrultuda ataerkil, yani erkek kültürüne keskin eleştiriler yöneltir ve kendince bazı çıkış yolları önerip bunları tartışır.
Kadının Adı Yok, milyonlarca kadının yaşamlarındaki ortak yanlara ışık tutma ve yaşanan “kadın” gerçekliği üzerinde düşündürme noktasında, “kadınlığın ortak macerası” nitelemesini hak eder. Ancak Asena, gerek gözlerini kalabalık çalışan kadın kesimlerinin sorunlarına çevirmede, gerek gözlemlediği ilişkilerin açmazlarını aşma yönünde genelleştirilebilecek köktenci çözüm yolları önermede, gerekse bir çıkış ararken bunu toplumun diğer temel sorunları ile birleştirmede, böylesine bütünsel bir çerçeveye oturtmakta tamamen yetersiz kalır. Asena, kendi yaşamına ve yakın çevresindeki insan ilişkilerine karşı eleştirel bir çizgi tutturmayı başarırken, toplumsal ilişkilerin karmaşıklığını ve her halükârda bireyleri (bireyler ne kadar güçlü ve hırslı olursa olsunlar) aşan niteliğini hesaba katmaz; kadın sorununu toplumsal bir sorun olarak ele almaz ve varlıklı olmayan geniş kadın kesimlerinin temel sorunlarına da parmak basmayı, onların geleceğini de aydınlatmayı düşünmez.
Kendi “ben”ini her şeyin merkezine koyan Asena’nın, bireyin kurtuluşunu toplumsal ilişkilerden koparıp, onları çevreleyen maddi koşullarda gerçeklik bulacak yönelişler yerine, “ayrı mekânlar” ve “yalnız kalabilme özgürlüğü” ile sınırlı sığ çözüm arayışları belki kendisi ve kendi gibi ekonomik-toplumsal konuma sahip kadınlar için bir cazibe taşıyabilir ve onlar için denize ulaşıp ulaşmamak önemli olmayabilir. Ancak, serüven arayan Asena’nın kadın tipinin aksine, maceralara tahammülü olmayan geniş kadın kesimleri için esas ve vazgeçilmez olan denizin kendisidir. Asena’nınki türünden tekil arayışlar ile sözde kurtuluşlar, bir fantezi olmaktan öteye gitmez. Somut çıkarları ile nihai kurtuluş düşünüldüğünde, bir başına okyanusa açılan ve hangi limana varacağı konusunda açık bir fikri ve kararı bulunmayan gemiler, eğitimsiz, sınıf atlama fırsatından yoksun, ev kadınlığı ile emeğiyle çalışmaktan başka “yazgı” bilmeyen kadınlara hitap etmez. Onların, denize ulaşamayan nehirlerde, bu nehirler ne kadar güçlü akarlarsa aksınlar, görecekleri bir umut yoktur.
Belirtmek isterim: Bunu söylerken, kadının, ya da kitaptaki örneğine uyarsak, “orta sınıf” kadınının çalışma yaşamındaki başarısını küçümsemiyor, kadınların kurtuluşunda asıl kadınların çözümleyici olabileceğini reddetmiyorum. Ayrıca, ekonomik bağımsızlığın kadın özgürlüğünün ana halkalarından birisi ve başlıcası olduğunu, kadın cinsi eve kapanmaktan ve ev işlerinin yükünden kurtulmadan, çalışma hayatına katılmadan, toplumsal üretim süreci içerisinde bilfiil yer almadan, ekonomik bağımsızlığın ve özgür insan olmanın maddi temellerini oluşturan öğeler olmadan, bir bütün olarak kadın cinsinin kurtuluşundan söz etmenin olanaksızlığını da gözardı etmiyorum. Benim söylemek istediğim, sadece, Asena’nın kadın tipinin elde ettiği türden bir ekonomik gücün, “banka hesabının” ve kariyerin, bu sistem sınırları içerisinde çok az sayıda kadına nasip olduğu, toplumun çalışan kadınlarının bütünü açısından bir genellik taşımadığı,bu anlamı ile “rastlantısal” bir örnek olarak kaldığı ve kendisiyle benzerlikler taşıyan bireyler dışında kimseyle özdeşleştirilemeyeceğidir.
“Kadınlığın ortak macerası”nı anlatma isteği ve bütün kadınları kapsayacak ve onlara mal olacak bir tablo çizme isteği ile, çare arayışlarının tekil, bireysel ve dar bir kesimle sınırlı kalması, birbirine taban tabana zıt iki olgu. Buna rağmen Asena’nın ve kitabın başarısı hiç yok mu? Var. Birincisi, bir birey olarak, kendi yaşamını kendisi düzenlemek ve yaşamına hırsla sarılıp, ideali olan “büyük aşk yaşama” tutkusuyla, mutluluğun peşinden koşturmaktaki kararlılığı, inatçılığı ve tutarlılığı. ikincisi, farkında ya da değil, eleştirisinin asıl okunu evlilik kurumunun soyut varlığına yöneltmekten çok, burjuva insan ilişkilerini belirleyen bencil çıkarlara yöneltmesi ve bu sayede, bu ilişkilerin özündeki sevgisizliği ve ahlaksızlığı sergilemesi. Ama hepsi bu kadar! Asena’nın ufku daha ileriyi göremez.
Asena’nın çağımız insan ve özelde kadın erkek ilişkilerinin yozlaşmasında ve evlilik sürecinde çok geçmeden “ayrı dünyalar”ın ortaya çıkışında başlıca faktör ve çiftler arasındaki iletişimsizlikte esas neden olarak çıkar güdüsünü öne çıkarması ve sevgisizlikte somutlanan gayri insani, gayri ahlaki değerleri hedef alması, isabetli bir yöneliş. Çünkü evlilik kurumunun, bir kurum ve toplumsal-hukuki bir varlık olarak, kökeni ve ortaya çıkışı açısından, ne tarafların bilinçli tercihlerine dayalı özgür eş seçimi ile, ne sevgiyle ilintisi vardır. Çağımız evlilik kurumunun ve modern karı koca ailesinin ilk doğuşu, tarihsel açıdan, eşlerin karşılıklı duyguları ya da isteklerine değil, bizatihi ekonomik nedenlere, ekonomik gereksinimler üstünde yükselen miras hukukuna dayanır:
“Tek eşli evlilik, hiçbir şekilde, bireysel cinsel aşkın meyvesi olmadı; evlilikler, geçmişte olduğu gibi, gene büyükler tarafından kararlaştırıldıklarına göre, monogamie’yle bireysel cinsel aşkın hiçbir ilişkisi yoktu. Bu, doğal koşullar üzerinde değil, iktisadi koşullar (yani, özel mülkiyetin, ilkel ve kendiliğinden ortaklaşa mülkiyet üzerindeki yengisi) üzerine kurulmuş ilk aile biçimi oldu. Aile içindeki erkeğin egemenliği ile sadece ondan olabilecek ve babanın serveti kendilerine kalacak çocukların doğması – karı koca evliliğinin … gerçek erekleri işte bunlardı.”1
Aynı biçimde, kadınla erkeğin karşılıklı toplumsal konumları da ne ezeli, ne ebedidir. Kadının toplumsal konumundaki değişme, üretim ilişkilerinin değişimine bağlı olarak, belirli bir tarihsel-toplumsal gelişme sonucu ortaya çıkmıştır. Buna koşut olarak, toplumun üst yapısını, ahlakını, töresini, değerler sistemini ve dolayısıyla aile biçimini hep maddi ekonomik ilişkiler temeli belirlediğine, burjuva toplumdaki insan ilişkileri, insan sevgisi, karşılıklı dostluk, dayanışma gibi bireysel niteliklere ve erdemlere değil de, doğal bir zorunluluk olarak kendini dayatan bencil çıkar ilişkilerine dayandığına göre, sevgisizlik burjuva insan ilişkilerinin ortak paydasıdır; toplumdaki tüm bireylerin ortak yazgısı ve dramıdır. Bu yüzden, evlilikte aşkı öldüren ve “ayrı dünyalar”ı, “iki kişilik yalnızlıklar”ı yaratan evlilik kurumunun kendisi değil, evlilik kurumunda somutlanan burjuva insan ilişkilerinin ve dolayısıyla burjuva kadın erkek ilişkisinin bencil ve çıkarcı niteliğidir. Burjuva evliliğin, sevgiye katabileceği hiçbir şey yoktur.
Burjuva evliliğin temel açmazı, eşler arasında uzun süreli bir ortak dünya yaratamamak, “iki kişilik yalnızlıklar”a meydan vermeyecek bir paylaşımı gerçekleştirememek, bunu sürekli kılamamaktır. Çünkü burjuva evliliği, evlilik birliğinin temeline, sevgiyi, dostluğu, ortak bir yaşam ve düşünce birliğini, eşlerin birbirlerinin yaşamlarını tüm olarak paylaşmalarını, birbirlerinde bir transformasyon, bir dönüşüm yaratmalarını koymaz. Evlilik boyunca, ortak bir fiziksel ve zihinsel sürecin paylaşılmasını kalıcı kılacak yetenekte değildir. Onun için, eşleri birbirine bağlayan sayısız tuşların azalması ya da çoğalması, aşınması ya da güçlenmesi, hiç önemli değildir. Burjuva evliliğin istediği, sadece, toplumun en küçük ve temel ekonomik birimi olarak ailenin sürekliliğinin sağlanması ve ekonomik çıkarları kollayan âdetlerin, geleneklerin, yasaların yaşatılmasıdır. Gerisi onu ilgilendirmez. Aile kurumunun temellerine darbe indirmediği sürece, eş aldatma pekala meşrudur.
Evlilik bir sözleşmedir. Sevgi ise bir sözleşme değildir. Bizim için esas olan da sevgidir, evlilik değil. Sevgi, insanın en içten ve yalın duygularıyla ötekisinin varlığına, yaşamına ve ruhsal dünyasına duyduğu yakın ilgidir. Gönül bağı dışındaki bütün bağlardan ve kurumlardan bağımsız olarak, kayıtsız şartsız ve hiçbir tedirginlik duymadan sevmektir. Sevgi, tek başına duygular da olmayıp, Asena’nın da farkında olduğu gibi, öncelikle bir dostluk ilişkisidir. Gerçek sevgi, yaşamın tüm yönlerinin paylaşılmasını amaçlayan bir içerik taşır. Bunun içindir ki eşler arasında gerçek bir dostluk, cinselliğin kendisi kadar aşkın motorudur. Sevgiyi cinsel paylaşımla sınırlı kalıp soğumaktan kurtaran başlıca faktör de budur, sevginin birbirinde dönüşüm sağlayan bir yaratıcılık göstermesidir.
Bu anlamıyla sevgi, yalnızlıktan kurtuluştur. Yalnız seveni değil, seveni ve sevileni yalnızlıktan birlikte kurtaran ve birbirini dönüştüren bir etkinliktir. Asena, “yalnız kalabilme özgürlüğü”nü arayadursun, gerçek sevgi, yalnızlık nedir bilmez. Yalnızlık ile sevgi, birbirini dıştalayan iki zıt olgudur. Eşler bağımsız birer bireydirler ve sevgi, bir duygu olarak, tek başına kişiyi ilgilendiren bir duygudur ama, sevgi karşılıklı duyulduğu ve bir ilişki halini aldığı andan itibaren, yalnız kişiyi ilgilendirmekten çıkıp somut bir ilişki niteliğini alır ve tarafların ikisini de ilgilendiren etkin bir ortaklığa dönüşür. Bir sevgi ilişkisi yalnızlığı giderememiş ya da eşlerin duydukları yalnızlığın üstesinden gelememişse, o ilişkide mutlak aksayan bir şeyler vardır. Hem sevmek, hem özgür olmak, hem yalnız olmamak; bu hiç de gerçekleşmesi olanaksız bir rüya değildir.
Ek olarak, üstelik sevenler, sevgilerinin yarını için hiçbir taahhüt altına girmemeli, ilişkilerini “baskı” altına sokmamalıdırlar. Mutlak kesinlik iddiasını taşıyan her söz, bağrında doğal olarak gelecek koşulların ve ilişkilerin bilinemez değişikliklerini taşıyacağı için, soyut kalmış ve eksik verilmiş bir söz olacaktır. Vurgulamak istiyorum: Bu açıdan, verilecek bir net yanıt geleceği bağlayan bir söz ya da akit olarak, anlamsızlığı açıkça ortada olan bir şeydir. Soruna bu açıdan bakıldığında, aşkın yarını yoktur, bilinemez. Aşkta bugün gerçek, yarın ise kurgusal ve düşseldir.
Bütün bu nedenlerden ötürü, tarih sahnesine çıkışında tek eşli aileyi koşullandıran olgu ekonomik çıkarlar olduğu ve aşk ile evlilik arasında doğrudan bir bağ bulunmadığı için, evlilik kurumu milyonlarca insanın aile yaşamında karşılaştıkları ve çözemedikleri en temel sorun olan “karı-koca yabancılıkları”na hiçbir çare bulamaz. Rutinliği yaratan, sevginin heyecanını ve coşkusunu yitirten, eşleri doyumsuzluk içinde başka kanallara akmaya yönelten ve aşkı öldüren, ilişkinin özgür ve gönüllü tercihe dayalı olarak değil, bağımlılık ilişkisi temelinde sürdürülmeye çalışılmasıdır, sevginin ve ortak paylaşımın zayıflığıdır. Asena’nın haklı bir tepki ve meşru bir nefretle karşı çıktığı sahiplilik duygusu da bağımlılık ilişkisi de, tek tek bireylerin zaaflarından değil, ekonomik nedenselliğin ve miras hukukunun bağrından fışkırır. Kalkan olarak evlilik bağlarını, toplumsal çevreyi, dahası çocukları kullanan bir ilişkide, aşk ölüdür. Asena ise bütün bunların farkında olmakla birlikte, ufkunun darlığından dolayı, idealindeki “özgür kadın” imajını toplumsal değil, bireysel bir ölçeğe oturtmakta ısrar eder. Oysa burjuva toplum üyelerinin toplumsal çevrelerinden kopuk atomlar olmadıklar,2 iyi bilinen bir gerçektir.
Tekrarlarsam: Kadın erkek eşitliğinin “ruhu”, yani gerçek eşitlik, evlilik kurumu gibi bir sözleşme değil, karşıt cinsten ve bağımsız kişilikteki iki insanın karşılıklı aşkından başka hiçbir nedene dayanmayan bir dostluk ilişkisi temelinde, yaşamın uyum içinde ve tam ve sınırsız bir paylaşımı demektir. Böyle bir ilişkiyi toplumun tüm insanları için gerçek yapacak toplumsal temel ise, varolan ilişkilerin -yalnız üretim ilişkilerinin değil, ayrıca, bütün bir insan ilişkilerinin de- radikal dönüşümünü öngerektirir. Sevgisizlik ve çıkar, toplumun tüm ilişkilerini belirleyen temel öğeler oldukça, ne evlilik bir kurtuluş hülyası olabilir, ne Asena’nın ayrı mekanlardaki bireysel “özgürlüğü”. İnsanlığın ve bireylerin özgürleşmesinin önündeki engel, dar anlamıyla evlilik kurumu değil, toplumsal ilişkilerin kendisidir. Özgürlükten “yalnız kalabilme özgürlüğü”nü anlayan Asena’nın kadını geri dönüp dönmeyeceğinden bile emin olmadığı Aydın’ı bekleye dursun, kadın cinsi ile erkek cinsi arasında gerçek bir eşitlik mümkündür ve iki bireyin ayrı mekânlarında değil, asıl toplumsal mekânda mümkündür.
Asena ise, toplumsal bir gerçekle yüzyüzeyken, ne yazık ki döner ve biçimsel bir çareye sığınır: “Benim hayalimdeki mutluluğun birinci şartı ayrı mekânlar. Her gün, her gece aynı eve dönme zorunluluğunun olmaması. Yalnız kalabilme özgürlüğü.”3 Asena, bırakın kadın sorununu toplumsal bir sorun olarak ele almayı ve bu sorunun çözümü için her bilinçli bireyin toplumsal bir sorumluluk duyarak uğraş vermeleri gerektiğini anlamayı, tikel bir aşk ilişkisinde eşler arasında karşılıklı bir insani ve ahlaki sorumluluktan bile açık açık uzak durmak istemektedir.
Oysa sorumluluk, aynı zamanda, eşlerin birbirinin “ben”i üzerinde çalışmaları demektir. Gerçek bir sevgi üstünde yükselen bir aşk ilişkisinin duyurduğu sorumluluk, sevginin ve duyulan duyguların içtenliğine bağlıdır ve bunların bir göstergesidir. Böyle bir ilişkide, sorumluluk ile güven elele yürür. Bir örnek vermek gerekirse, bir Rosa Luxemburg’un, aynı evde birlikte yaşamaktan ısrarla kaçınan sevgilisi Leo Jogiches’le ilişkisinde ortaya koyduğu bir yaklaşıma dikkat çekmek ve bunu ayakları yere basmayan bir “büyük aşk” tutkusu içindeki Asena’nın özlemleri ve hülyaları ile karşılaştırmak ilginç olacaktır:
“Eğer kişi sürekli bir beraberlikten yana değilse, bu bir evlilik ilişkisini uzaktan ya da kaçamak ziyaretlerle idare etmektir ve bence ancak yüreksizlik olarak nitelenebilir.4
Asena, aşkın dışındaki ortaklıkları vurgulayamadığı ve gözden kaçırdığı için kadın-erkek çiftinin çok uzağında kalırken, Luxemburg beraberliğin salt bir aşk ilişkisi olmayıp, karşıt cinsten iki insanın yaşamlarının bütün yönlerini paylaşmaları ve yaşama değin bir ortaklık kurmaları anlamına geldiğinin bilincindedir. Emek katılmayan bir sevgi, uzun süreli ve kalıcı olamaz.
Sonuç olarak diyebilirim ki, yaşamın anlamı salt aşk olsaydı, Asena belki doğru yolda olurdu. Ancak aşk ve cinsellik, insan yaşamının çok önemli bir bileşeni olmakla birlikte, yaşamın anlamı değildir ve merkezinde yer almaz. Çünkü yaşamın anlamı insan olmaktır ve insan olmanın, tek bir ruhsal-fiziksel etkinliğe ve duygulara indirgenemeyeceği çok açıktır.