18 Nisan seçimlerinde faşist partinin elde ettiği oy miktarı, faşizmi ve faşist hareketi, daha fazla tartışılan konular haline getirdi. 80 öncesinin popüler sol içi tartışma gündemi “faşizm” ve “faşist hareket” üzerine sol, artık daha fazla düşünmektedir. Fakat bunu bir düşünce egsersizinin ötesine, güncel siyaset içinde bir yerlere oturtmak gerekmektedir, 12 Eylül 80 sonrasından beri fazla tartışılmayan faşist hareket, faşizm olgusu tekrar keşfedilmiştir. Üstelik de bu tartışmayı 80’li yılların başından günümüze kadar kış uykusuna yatıran solun belli bir kesimi tarafından. Bu kesimin ilk dikkatini çeken Susurluk kazası sonrası devlet içindeki kontr-gerilla örgütlenmeler içinde yer alan ülkücülerin varlığıdır. Hemen anti-faşist eylemler kurgulanmış, Sabancı ailesinin aydınlık istemlerine cevaz olacak bir eylemlilik başlamıştır. Arkasından ulusal solcular seçim öncesi “gerçek miliyetçilere” kalplerini açmış, gazetelerinden çağrılar düzmüştür. Son olarak seçim sonrasında hassas bir dönemden geçildiği, faşizmin iktidara geldiği ve artık her şeyin eskisinden çok daha farklı olacağı tartışması başlamıştır.
Faşist hareketin yükseliş sürecini bir şeylerle ilişkilendirme ve faturanın çoğunu Kürt sorununa çıkarma çabaları çok rağbet edilen başlıklardan biridir. Şehit cenazelerine kitle desteği veren faşist partinin gücünü buradan aldığı konusunda tartışmalar sol içi gündeme bir şekilde sokulmuştur. “Hassas dönem” saptamaları sol politik belirsizliğin mezar taşı olmuş ve sol bu konuda tüm hassasiyetini göstermiştir.
Faşistlerin seçim başarısından sonra dikkat çeken diğer bir gelişme de özellikle Türk-İş Konfederasyonu’na bağlı sendikalarda faşistlerin yönetime girebilmeleri, yönetim kademelerinde çoğunluğu elde etmeye başlamalarıdır. Solun bu gelişmeye müdahale etmesi gerektiği fikri yabana atılacak bir şey değildir. Sol kesimden birçokları çıkardıkları süreli yayınlarda bu konu üzerinde durmuş, bir an önce kaybedilen mevzilerin tekrar ele geçirilmesi, bu “hassas dönemde” daha dikkatli davranılması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bu son gelişmeyi, “sendikalarda faşist yönetici istemiyoruz” şeklinde algılamamak gerekiyor. Solun sendikal örgütlenmelerde ortaya koyduğu performans bundan ayrı değildir. Sendikal mücadeleyi salt bir yer edinme olarak algılayan, “işçi sınıfının sağcısı-solcusu olmaz” diyebilen, sınıf çelişkisini işçi sınıfı ile kendi arasındaki çelişki olarak algılayan, “gergin bir dönemden geçiyoruz” deyip sınıf uzlaşmacı bir çizgiye gerileyen reformist sol ile sermeyenin yönetememesini, restorasyonun açtığı çatlakları daha da genişletip bunlardan devrimci bir çıkış arayan solu muhakkak ayrıştırmak gerekiyor.
Ayrıştırmak gerekiyor, fakat bu ayrıştırmayı da dikkatli yapmak gerekiyor. Faşizm teorilerinde sınıfta kalmış, yıllardır bunun üstüne tek taş koymamış yapıların, faşizme karşı mücadeleyi “demokratikleşme” gündemiyle kuşatmaya çabalaması, konunun kavranması ve buna yönelik verilecek mücadele yöntemlerinin oluşturulmasında ciddi eksikliklere ve sapmalara yol açacaktır.
Çok sık tekrarladık yinelemek gerekiyor; siyasi gelişmelerden habersiz bir sol bunların sonuçlarını da kestirmekten uzaklaşır. Uzaklaştıkça siyaset üretemez, üretemedikçe tükenir. İdeolojik kapsayıcı bakışın zayıflığı, ideolojik teslimiyete yol açar. İşçi sınıfını, sadece bir anti-faşist mücadele içine sokmak, demokratik ülke hayalleri kurmak, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişkinin uzlaşma yönünün ağırlık kazanmasına, iktidar mücadelesinin bir başka vadeye ertelenmesine yol açar. Bugün böyle bir lüksümüzün olduğunu düşünmüyorum.
Günümüz Türkiyesi’ne sağlıklı bakan biri, burjuvazinin, kriz dinamiklerini önem sırasına göre törpülemekte girdiği sıkıntıları, elinin güçlü olduğu, gardını almak zorunda kaldığı zaman dilimlerini, bu sürecin işçi sınıfının ve sol partilerin önüne koyduğu olanakları, karşı devrimci odaklaşmaların direncini görebilmelidir. Gelenek sayfalarında tartışıldı. Tartışılıyor. İslami gericilik ve onun Tanrı dağlı sentez arkadaşı faşist hareket konusunda solun yapacakları, yapması gerekenlerin bir bölümü… Merak eden açıp okusun.
Solun gerek ideolojik, gerek siyasi başlıklarla işçi sınıfının gündemine girmekte zorlandığı bir ülkede ve/veya çok az girdiği bir ülkede; işçilerin sınıf çıkarları doğrultusunda politikleşmesi konusunda sıkıntıların olduğu bir ülkede, sınıfın karşı devrimci siyasi kümelenmelerle olan ilişkisinin iyi tanımlanması gerekmektedir. Artık sorun, “Onlar solcuların eskiden kullandığı yöntemleri kullanıyorlar, biz oraları terk ettik, onlar da o boşluğu dolduruyorlar, artık zaman karşı devrimcilere kaptırdığımız yöntemleri ve söylemleri geri alma zamanıdır”larla geçirilecek zaman değildir. Böyle düşünenlerin yolu açık olsun.
Karşı devrimci yapılar konusunda sol, ne “ehven-i şer” siyasetsizliği, ne de “her ikisi de birbirini aynı” kolaycılığına düşmeden, faşizm ve dinci gericilik ile işçi sınıfı arasındaki ilişki noktalarını, kesişen yüzey alanlarını, ve biribirini iten kısımlarını kavraması gerekiyor. Daha önce de söylediğim gibi bu başlığın emperyalizm, özelleştirmeler, gericilik…gibi başlıklardan koparılmadan yapılması önemlidir. Gerici hareket ve işçi sınıfı arasındaki ilişkileri tanımlayan yazılar son dönemin popüler konu başlıklarıydı. Bu konuda gerici hareketin kazandığı önemli mevzilerin olduğunu da hatırlatmak gerekiyor.
Her iki karşı-devrimci siyaset de işçi sınıfına yönelik ilgilerini hiç bir zaman yitirmediler. İşçi sınıfının politikleştiği ve iktidara yürüdüğü zamanlarda bu iki siyaset hep hısım oldular, tersi dönemlerde hasım ilişkisi görüntüsü sergilediler. Bu tuzağa düşmemek gerekiyor.
İşçi sınıfına yönelik ciddi sondajlar yapan ve açabildikleri çukurlarda genişlemeye çalışan faşist ve dinci gerici hareket hep zorlandı. Bunda sol ve işçi sınıfı arasındaki sınıfsal, tarihsel ve politik bağların büyük payı vardır. Tarihsel sürece baktığımızda işçi sınıfı ve faşistler arasında ilişkinin kolay kurulmadığını görmekteyiz. Özellikle İtalyan faşizmi, Alman nazizmi ve İspanyol falanjizmi incelendiğinde, bu karşı devrimci iktidarların, işçi sınıfının devrimci bir yükseliş içine girdiği dönemlerde ortaya çıktığı görülür. Sermayenin içine düştüğü yönetsel krizi aşmak için sermaye tarafından önü açılan taşeron faşist yapılanmanın iktidara geliş sürecinde yönetsel ve müdahil bir kliği barındırdığı görülür. Fakat bu klik sermayenin emrindedir.
Fakat bu kadar yalın değildir. Kurgulanan siyasi yapılanma basit bir görüntü çizse de, gelinen noktada da sermaye sınıfının çıkarları üzerinde yükselmesi ve sınıflar arası çelişkilerin gergin bağrından türemesi bu yalın görünen süreci zihinlerde karmaşıklaştırır. Veya ekonomist tanımlamanın sığlığında vurgun yedirir.
İşçi sınıfının devrimci bir sürece girip iktidarı hedeflemesi ve sermayenin yönetememe krizi sonuçta zora dayalı karşı devrimci bir faşist iktidarı da koşullamaz. Öncü partinin işçi sınıfı ile kurduğu ilişkiler ve müdahale gücü bu konuda önemli olduğu kadar, sermayenin bu konudaki tercihi de farklılaşabilir; yönetememenin, bir zor aygıtı olan faşist yapılanmayla aşılması veya parlamenter sistemin ortadan kaldırılmadan çözülmesi; kapitalist üretim ilişkilerinin gelişkinliğinden, üstyapısal belirlenimden bağımsız değildir. Sermaye sınıfı zoru sadece faşist bir iktidar kanalıyla dayatmaz.
Bu açıklamalar ışığında günümüz Türkiyesi’nde sermayenin tercihinin ne olacağı konusundaki yaklaşım, işçi sınıfının verili mücadele pratiğinden, sınıf mücadelelerinden bağımsız değildir. Ortada bir yazı-tura tercihi de yoktur. Sermayenin çizdiği sınırlar içinde tutulan bir karşı devrimci kümelenme, politikadan koparılmış bir işçi sınıfının varlığı kadar sermaye sınıfını memnun eder.
Yukarıda anlattığım şeyleri daha sistemli incelemek, bunları sırayla tanımlamak daha kolay ve anlaşılır olacaktır. İlk önce faşizmi ortaya çıkartan nedenleri, faşizmin sınıflarla olan ilişkilerini ortaya koymak, bunları yaparken faşizmin ne olduğunu hatırlatmak, konumuz olan “işçi sınıfı ve faşizm” arasındaki ilişkileri somutlamak, sanırım yöntem olarak daha verimli olacaktır.
Kapitalizmin Öz Evladı: Faşizm.
Türk solu gündeminden faşizm ve faşist tehdit hiç düşmemiştir. 12 Eylül öncesi oldukça önemli bir mücadele gündemiydi. Bu konuda yapılan hatalara girmek niyetinde değilim. Fakat bu karşı devrimci örgütlenme ile ilgili üretilen saptamalara değinmeden geçemeyeceğim. Çünkü bazen ciddi bir zihin karışıklığına yol açan bu tanımlamaları anlamakta hep zorluk çekmişimdir. Örnek vermek gerekirse: Sosyal faşizm,askeri faşizm, sivil faşizm, sıradan faşizm… Bu politik hareket ile ilgili yapılan analizler ve tespitler sonucu ortaya konan başlıklar sınıfsal bir bakıştan çok, içi boşaltılmış bir politik açılımı anlatır. Bu konuda kaynak bulmakta da ciddi bir sıkıntı olmamasına rağmen, sınıf temelli bakamamanın sıkıntıları görülür.
Peki nerden çıkmıştır faşizm? Tamamen klasik bilgilere dayanarak devam edeceğim. Kısa ve didaktik olacak.
Faşizm yirminci yüzyılın başlarında işçi sınıfının devrimci iktidar yürüyüşleri ile paralellik izler. Gerçi sınıfın devrimci kimliği bu tarihin çok çok öncesine dayanmasına rağmen, faşist örgütlenmeler bu yüzyılın başına denk düşer.
Kimi troçkist yazarlar, Bonapartçılık ve faşizm arasında benzerlik kurmaya çalışmışlardır. Faşizmin miladını 19.yüzyılın ortalarına kadar götürme çabaları, “zor ve kapitalizm” ilişkisi üzerine kurulmuş bir eksik tanımlamayı içerir. Faşizmin, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm ile olan ilişkisini, tekelci sermaye ve dünyanın yeniden bölüşülmesini gözden uzak tutan görüşlerdir. Üstelik faşizmin toplumsal sınıflar ile olan ilişkilerinde de bir formülasyonu dayatarak marksist yöntemin sınırlarını kabalaştıran bir bakışı getirir.
Yukarıda değindiğim gibi işçi sınıfının iktidar yönelimi ile faşizm arasında bir bağ kurmak mümkündür ve doğrudur; ama sadece bu değildir. Emperyalizm kavramı; sermayenin tekelleşmesi gözden uzak tutulduğunda ve sermaye sınıfının kendi devlet düzenini koruma, sağlamlaştırma talebi göz ardı edilerek yapılan faşizm tahlilleri havada kalır.
Faşizm, tarih sahnesine kapitalizmin emperyalist aşamasında çıktı… Ama bu her emperyalist ülkede faşizmin zorunlu olduğu anlamına gelmiyor. Bir ülkenin emperyalist zincirde bulunduğu yer, sınıflar mücadelesinin boyutu, o ülkenin ideolojik ve siyasal yapılanması faşizmin iktidara gelmesinde belirleyici oluyor. Faşizm; sermaye yoğunlaşmasının belirli bir aşamaya ulaştığı dönemde, emperyalist aşamada, sermaye birikim modelinde ve ideolojik, siyasal alanda sistemin yaşadığı krizin tekelci sermaye lehine aşılması çabası olarak tarih sahnesine çıktı. 1
Biraz daha sadeleştirirsek; faşizm, işçi sınıfının iktidarı almaya ve yönetmeye yeterli olmadığı, ama burjuvazinin ise yönetemediği değil, burjuva demokratik yöntemlerle yönetemediği, burjuva demokratik yöntemleri kaldırmak için ise tekelci burjuvazinin tek başına iktidara geldiği bir ortamın ürünüdür. Tekelci sermaye temel ekonomik özellikleri nedeniyle özgürlüklerden en az hoşlananların simgesidir. Fakat burjuva demokratik diktatörlüğün de katliamlara varan terör yöntemlerine başvurduğu, faşist iktidarların uygulamalarından hiç de geri kalmadığını unutmamak gerekiyor.
Glucksmann faşizmin gelişimi üzerine şöyle yazıyor: “Faşizmden önce, onu hazırlayan ve kuran bir faşistleştirme çabası yok mudur ?Faşizm, eksiksiz diktatörlüğü düşündüğü gün tepeden tırnağa silahlı olarak Jupiter’in oyluğundan mı fırlamıştır?” 2
Konunun anlaşılmasında faşizmin iktidara geldiği iki ülkeden kısaca bahsetmek gerekiyor; Almanya ve İtalya. Bu iki ülkeyi tanımlarken de emperyalizm ve eşitsiz gelişme yasasına vurgu yapmak kaçınılmaz. İtalya ve Almanya, emperyalist zincirin zayıflayan iki halkasıdır. Zayıflayan halkanın varlığı direkt olarak eşitsiz gelişme yasası ile ilgilidir. Her ne kadar sermaye birikim süreci eşitsiz gelişmede temel belirleyen olsa da eşitsiz gelişme sadece ekonomik parametrelerle açıklanacak bir kavram değildir.
Asıl önemli olan kapitalistleşme ve sermeye birikim sürecinin toplumun ideolojik, siyasal yapılandırılmasıyla ne kadar uyum içerisinde yaşama geçirilebildiğidir. Eşitsiz gelişme yasası, o ülkedeki ekonomik, ideolojik, siyasal alanlar arasında büyük çelişkilerin ve gerilimlerin varlığına ve o ülkenin zincirin diğer halkalarıyla nasıl bir ilişkisi olduğuna işaret eder. Bu çelişkilerin varlığı ve düzeyi o ülkenin emperyalist zincirde zayıf halka olarak yer almasında belirleyicidir. Zayıf halka olan ülkeler biriken sermaye düzeyine koşut bir yönetsel ve toplumsal yapıyı oluşturamadıklarında doğan çatlakları faşizm ile doldurmaya çalışırlar. 3
Yüzyılın başında da her iki ülkenin genel tanımlaması ve faşist yönetimin iktidara gelmesi bu boşluğun tekelci kapitalizm tarafından doldurtulması ile gelişmiştir. Çatlakların yoğunlaştığı ve bunun bir devrimci sınıf dinamiği ile dolduralamadığı süreçte faşizm bir somutluk olarak bu ülkelerde karşımıza çıkmıştır.
Buraya kadar olan kısımdan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür. Emperyalizm olmadan faşizm olmaz. Çünkü faşizm emperyalist çağın olduğu kadar, emperyalizmin öz çocuğudur. Ortada sermaye açısından ciddi bir sorun vardır. Proletaryanın iktidarı alması tehditi. Bunu ortadan kaldırmak için azami kâr hırsı olan tekelci sermayenin ideolojik ve siyasi yapılanması ile doğrudan ortaya çıkmak veya ülkede ideolojik ve siyasi yapılanmayı tekelci sermayenin sınıf çıkarları içinde tanımlamak zorunluluğu duymaktaydılar. Bunu salt kendi başlarına yapmaları ciddi bir sıkıntı doğuracaktı. Bunun için proletaryanın doğal müttefiki olabilecek kent yoksulları, küçük burjuvazi gibi sınıfların desteğini almak gerekiyordu. Özellikle küçük burjuvazinin ideologlarının, devleti, sınıflar arasında bir uzlaşma organı olarak görmeleri eğilimi, gidilecek yolda görüntünün netleşmesini sağlamıştır. Her iki ülkenin önünde iki seçenek vardır, ya bunalım proletaryanın devrimci zaferi ile sonuçlanacak ya da finans kapitalin açık terörcü diktası. Görünen yolda burjuva demokratik yollarla bu sürecin aşılması olanaklı gözükmüyordu.
Hitler: ”Büyük hedefler peşinde olan bir hareket, kitle ile teması kaybetmemek için azami dikkat sarf etmelidir… Hiç bir fikrin, halk kitlelerinin gücüne dayanmadan gerçekleşmeyeceğini bilerek yapacaktır.” 4
Hitler’in toplumun genel kesiminin desteğini arkasına alarak çıkmak istemesi, tüm toplumun çıkarlarını temsil etme iddiası, tekelci sermayenin, topluma vermek istediği görüntünün özünü teşkil eder.
“Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist öğelerinin açık terörcü diktatörlüğüdür. Faşizm tekelci sermaye için bir yığın tabanı oluşturmaya çalışır.”5 [Kömünist Enternasyonal’in Yedinci Kongresinde alınan karar]
Bu tanımlama faşizmi bir küçük burjuvazi ideolojisi olarak gören tüm tartışmaların ötesinde ileri olarak atılmış bir adımdır. Fakat sadece bir adımdır, arkası gelmemiştir. Uyarıyı tekrar yapmak zorunda hissediyorum. Emperyalizm ve zayıf halka ilişkisi zorunlu olarak faşist iktidar doğurmaz. Faşist hükümet uygulamaları biçimlerine kayış her yerde olabilir fakat bu faşizm her yerde zorunlu olacak anlamını taşımamaktadır. Ekonomist bakışın, sığ suları hep bir tehlikeyi barındırır.
Peki tüm bu gelişmeler her iki ülkede de olurken, iki ülkenin de işçi sınıfları, sendikaları ve sınıfı temsil eden sol partileri ne yapmaktaydılar. Kendi üzerlerinden geçeçek bu karşı devrimci diktatörlüğün farkında değiller miydi? Buna yönelik gerekli mücadeleyi vermekten alıkoyan etmenler nelerdi?
Gramsci’nin 1 Kasım 1923’te yayınlanan mektubunda bu süreci şöyle değerlendirmektedir:
“İşçi sınıfı niçin yenilmiştir? Niçin birleşememiştir? Faşizm, niçin emekçi halkın geleneksel partisi olan Sosyalist Parti’yi yalnız fizik planda değil ,ideolojik planda da bozguna uğratmayı başarmıştır ?Komünist Parti 1921-22 yıllarında hızla gelişememiş, proletaryanın ve köylü kitlelerin çoğunluğunu kendi çevresinde bir araya getirmenin üstesinden gelememiştir. İtalyan proleter partileri niçin devrimci açıdan her zaman cılız kalmışlardır? Bunlar, niçin sözden eyleme geçecekleri anda iflasın eşiğine gelivermişlerdir ?Üstünde harekete geçecekleri, savaşa girişecekleri yeri tanımıyorlardı onlar. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Sosyalist Parti, otuz yılı aşan yaşamı boyunca İtalya’nın ekonomik ve toplumsal yapısını inceleyen bir kitap bile çıkaramamıştır… İtalyan devrimci partisinin bozguna uğramasının başlıca nedeni şudur: İdeolojisinin olmaması, kitlelerle birebir bağlantı kuramamış olması…”6 [GRAMSCI Antonio]
Gramsci’nin öncü partiye yönelik vurgusu, partinin faşizme karşı mücadelenin dışında işçi sınıfının iktidar mücadelesindeki önemini de açıklamaktadır.
İşçi sınıfının devrimci öncü partisinin rolü, eşitsiz gelişim yasasının doğrulandığı bir başka ülkede tekrar görülmüştür. Rusya’da, Bolşevik Parti önderliğinde işçi sınıfının tekelci sermayenin çıkarlarını bozması ve sosyalist bir ülke kurma yönünde açtığı yol, emperyalizmin iki zayıf halkası Almanya ve İtalya’dan farklı bir yol izlemiştir. Sınıflar mücadelesi proletarya diktatörlüğünün doğuş çığlıklarını duymuştur. Yakın dönemlerde yaşanan bu tarihsel süreçler, tekelci sermayenin, İtalya ve Almanya’da daha duyarlı olmasına yol açmış; zor gücünü öncelikle hangi sınıfa yönlendireceği konusunda kuşku kalmamıştır.
Faşizm üzerine tartışmaların önemli bir kısmını da faşizmin toplumsal sınıflar ile olan ilişkileri oluşturmaktadır. Bu ilişkiler temelde tekelci sermayenin çıkarları ışığında belirlenmesine rağmen yine de oldukça dolayımlıdır. Çıkış noktalarında diğer sermaye partilerine göre bir farklılık içerir. Onları kapsar; kapsadığı ölçüde tekelci sermayeye daha yakınlaştırır. Güçlenme dönmelerinde temel çıkış olarak gördükleri popülist içerik, iktidar döneminde ciddi bir seçicilik gösterir. Kendi içinde bile tasfiyeleri zorunlu kılan, bu popülist söylemin tek bir sınıf çıkarına doğru yönlenmesi, çok kullanılan demogojik söylemin ve zor uygulamalarının etkisi iledir. Yine de tüm sınıflardan eşit oranda destek görmezler. İşçi sınıfı içerisindeki örgütlenmeleri çoğu zaman yeterli olmamaktadır. Günümüzde de gerici ve faşist ideolojilerin işçi sınıfı içerisine çok da rahat nüfus edememeleri; işçi snıfının, sınıflar mücadelesinde taraf oluşundan, sol siyaset ve sendika ilişkisinde oluşan ideolojik ve siyasal bağın kolay kurulamamasındandır. Fakat bunlar bir süreklilik göstermez. Her iki yöne doğru ciddi bir gerilimi beraberinde taşır.
Faşizm ve sınıflar ilişkisi oldukça önemli bir başlık olmasına rağmen buna ayrı olarak değil, faşizm ve işçi sınıfı arasındaki ilişkileri tanımlarken gireceğim. Yukarıda yapılan geniş girişten sonra konumuzla ilgili kısma geçebiliriz.
Faşizmin, işçi sınıfı ile kurmaya çalıştığı ilişkiler
Birinci paylaşım savaşının sonrası, faşizmin doğup iktidara geldiği iki ülke Almanya ve İtalya’nın sermaye sınıfları için ciddi sorunların olduğu yıllardı. Her iki ülkede emperyalist paylaşımdan istedikleri payları alamamış, savaş sonrasının yoksulluğunu ve yaralarını saramamışlardı. Her iki ülkenin de işçi sınıfları iktidarı ele geçirmek için ciddi olanaklara sahiptiler. Sınıf mücadelelerinin keskin sırtı her iki ülkede de tüm yasaları ile işlemekteydi. Tekelci sermayenin karşı karşıya kaldığı bu tehdit, onun burjuva demokratik kurumları ile bu bunalımın önüne geçmesini zorlamaktaydı. Öncelikle ciddi bir tehdit halini alan işçi sınıfına ve onun siyasi temsiliyetine yönelik mücadeleyi başlatmak zorundaydı. Başlangıçta güçlü bir iktidar odağı olamayan faşist örgütleri, işçi sınıfının devrimci kesimleri üzerine saldırttı. Bunalım nedeniyle iyice gericileşen sermaye, bu saldırıları düzenlerken işçi sınıfının müttefiki olabilecek kent yoksulu, küçük burjuva ve köylü kesimini de kendi yanına çekmek ve işçi sınıfının salt kendisine yönelmek konusundaki planını, faşist örgütlenmenin üzerinden gerçekleştirdi. İtalya’da Mussolini iktidara tam da bu bunalım döneminin öncesinde, Hitler ise bu bunalım döneminin sonrasında geldi.
Bu iki ülkede tanımlanan “bunalım” sözcüğü salt bir iktisadi kriz tanımının ötesindedir. Yukarıdaki kısımlarda buna defalarca değindim. Fakat birinin bunalım, öncesi diğerinin sonrası iktidar olması, üzerinde durulması gereken sonuçlardan biridir. Burada üzerinde durulması gereken konu, muhakak ki sermayenin onayıdır. Sermayenin onayı dışında birilerinin daha onay vermesi gerekmektedir:
…1932’de aynı yoldaşlar, faşist diktatörlüğün Brüning Hükümeti ile zaten kurulmuş olduğunu, bu bakımdan faşist hareket ile ayrıca savaşmaya hiç gerek olmadığını ileri sürdüler. Onlar faşizme, burjuva kurumların gerici dönüşümü gözüyle baktılar. Ama Brüning Hükümeti henüz bir faşist diktatörlük değildi. Öğelerinden birinden yoksundu: İşçi sınfına karşı savaşını başarıyla tamamlamasına ve böylece açık faşist diktatörlük için zemini hazırlamasına olanak verecek gerici bir yığın tabanı… 7 [TOGLIATTİ Palmiro]
Faşist iktidarın bu iki ülkede sınıflar üstü görüntü vermesinin altında yatan gereklilik her kesime hitap edebilecek bir ideolojik- siyasi yapının hitap gücünün artırılması ile ivme kazandı. Başta küçük birer kavgacı çete görünümünde olan faşist yapılanmalar, iktidara giden yolda bu kapsayıcı ideolojiyi kullandılar. Çok karmaşık bir görünüm sergilemiyordu. Faşizm olabildiğince ilkel temalar üzerine kurgulanmış eklektik bir ideolojidir. İçinde her şeyi bulabilirsiniz. Faşist ideoloji bir dizi heterojen ögeleri içerir. Bunu unutmamalıyız, çünkü bu özellik bize faşist ideolojinin hangi amaca hizmet ettiğini açıkça gösterir. Emekçi yığınlar üzerinde diktatörlük kurma savaşındaki çeşitli hizipleri bir araya getirmeye ve bu amaca yönelik geniş bir hareket alanı yaratmaya hizmet eder. Her yerdeki faşist hareketlerin ortak ögesi yırtıcı bir milliyetçi ideoloji olmasına rağmen, karşı kin besledikleri ideolojik yapıların argümanlarını fütursuz bir biçimde kullanmasıdır. Özellikle yırtıcı milliyetçi öge Alamanya’da daha güçlüdür. Örneğin sınıfların işbirliği ilkesine dayanan korporatizm ideolojisi, aslında faşizmin değil, sosyal demokrasinin bir buluşudur. Bir diğer düşünce de kapitalizm anlayışı ile ilgilidir. Buna göre emperyalizm tasfiye edilmesi gereken bir soysuzlaşmadır ve gerçek kapitalist ekonomi ilk dönemlerdeki kapitalist ekonomidir, onun için yeniden ona dönmek gerekir. Bir diğer aşırma da “planlama”. Bunu da bizden çalıyorlar.8
Bu örnekler çoğaltılabilir. Yenilerini, ülkemizde yayınlanan faşist hareketin süreli yayınlarında bulmak mümkün. Fakat sorun salt bu benzerlikler üzerinden ispat değil, bunların deşifrasyonu da değil, sorun faşist hareketi tanımlarken açılan çukurları doldurmak. Kimsenin bu çukurlara düşmemesini sağlamak.
Faşistlerin sendikalara bakışında farklılaşmalar vardı. Sorun sınıf sendikalarının dağıtılması, işçilerin faşist sendikalarda örgütlenmesi idi. Fakat buna nasıl ulaşılacağı konusunda ciddi zorluklar vardı.
Başlangıçta İtalya’da faşist sendikaların üye sayısının hayli düşük olduğunu görüyoruz. Daha iktidar yolu açılmayan faşist hareketin tek amacı yeni örgütler kurmak yerine var olan örgütlenmeleri dağıtmaktı.
İtalya’da savaş öncesi 600.000 üyesi olan Genel İşçi Konfederasyonu’nun nasıl 1919’da bir milyonu geçtiği ve 1920’de, 1921 yılı için geçerli olan, 3.600.000 sayısına nasıl ulaştığı önemlidir. Savaş öncesinden savaş sonrasına bir sıçrayış görüyoruz. İtalyan toplumundaki siyasal ideolojik hareketlemenin sonucu işçilerin ve emekçilerin çoğunluğunun sınıf sendikalarına katıldıkları ve disiplinli bir savaşım sürdürdükleri anlamına gelir. 1 Aralık 1920 tarihi itibariyle, 2.180.000 Genel İşçi Konfederasyonu üyesinden 760.000’inin tarım işçilerinden oluştuğunu görüyoruz. Bu tarım kökenli bölme sonraki gelişmelerde büyük bir ağırlık taşımaktadır. Daha sonra faşizm iktidara geçer geçmez, Konfederasyon’un resmi yıl sonu istatistikleri, 1923 yılında toplam üye sayısını 212.000 olarak vermiştir. Bu sayının 20.000’i tarım işçisidir. 760.000 sayısı 20.000’e inmiştir. 1920 ile 1923 arasında, faşist sendikalar yüzbinlerce işçiyi örgütledi, ama sınıf sendikalarından ayrılan işçiler milyonlarla sayılabilirdi. Faşizmin bu konudaki amacı işçilerin örgütlerini parçalamaktı. Fakat iktidar ve totalitarizm sorunu ortaya çıktığında artık onların örgütlülüğünü parçalamak fazla bir anlam taşımıyordu, tersine onları kendi sendikaları içerisinde örgütlemek zorundaydı; artık onları sınıf sendikalarından koparmak yeterli değildi, onları kendi hesaplarına örgütlemek gerekiyordu. 9
Başta, sınıf sendiklarının dağıtılması olarak özetleyebileceğimiz süreç, sonrasında işçi sınıfını kapsamak gibi bir amaca evriliyordu. Almanya’nın faşist lideri Hitleri’in varsayımı da aynı doğrultudaydı. Hitler, Kavgam’da: Marksist sendikalara karşı savaşarak, bu sendikaları ele geçirmek için iki yol olduğunu, birinin özel sendikalar kurarak marksist sendikalar ile savaşmak, ötekinin ise marksist sendikalara sızarak onları “yeni idealin” vasıtaları haline getirmek olduğunu söylüyor, birinci yolun fena olduğunu da ekliyordu. 1 Mayıs 1934’te işçi bayramının görkemli bir şekilde kutlanacağını söyleyerek tüm sendika yöneticilerini uçaklarla Berlin’e getirtmiş, işçi liderleri ile görüşerek ihtilalin Alman işçilerine karşı olduğu iddiasının yalan olduğunu, gerçeğin bunun tam tersi olduğunu söylemişti. Yöneticilerin Berlin’de olduğu sırada, Almanya’nın her yanındaki sendikaları SA’lar basacak sendika örgütlerini dağıtacak, liderlerini tutuklayacak… Hitler’in yardımcısı Ley’in, “İşçiler, size yemin ediyorum ki, yalnız mevcut haklarınız korunmakla kalmayacak daha da genişletilecektir.” dedikten üç hafta sonra Hitler, yeni bir yasa çıkararak, toplu sözleşmelere son vererek grevleri yasaklayacaktır.
Sınıf sendikalarındaki örgütlülüğü dağıtmayı kendine asıl görev sayan faşizm bunda çok da başarılı sonuçlar alamamıştır. İtalya’da faşizm iktidara gelmeden önce faşist sendikaların üye sayısı 558.000 idi. Bu sayının yarısı tarım kesiminden gelmekteydi. Faşist iktidardan sonra bu sayı 1.764.000’e çıktı; bunların 694.000’ini tarım işçileriydi. Bu sayıların gösterdiği sonuç örgütlü işçilerin faşist sendikalara bir kayışının olduğu ve bunun büyük kısmını köylü kesimden sağlamış olduğuydu. Faşizmin ilk yıllarında sendikal sorunun rekabet yoluyla aşılacağını düşünüyorlardı. Geniş kitle tabanı kayışına rağmen sendikal yapılanmayı tamamen kontrol altına alamamışlardı. Özellikle sendikalardaki çekirdek kadrolar hâlâ komünist işçilerden oluşuyorlardı. Örnek verecek olursak FİAT metal işçilerinin 1925 grevine bakılabilir. İnsiyatif faşist sendikalardan geldi. Rekabet yoluyla binlerce işçiyi kendi saflarına almayı başarmışlar, genel ve parça başı zam istekleriyle yığınları kazanmaya çalışıyorlardı. Bu çabaları boşuna gitti. Torino’da sendikaların yönetici çekirdeği olan komünist yöneticiler, sorunu doğru olarak ortaya koydular: “Demek böyle konuşuyorsunuz. Demek grev istiyorsunuz. Güzel, öyleyse greve gideceğiz.” Grev çağrısı yapıldı ve grev İtalyan Metal İşçileri Federasyonu’nun yönetimine geçti. Bu süreç faşist sendikacılığın rekabet zemini üzerinde gelişemeyeceğini gösterir. Faşizm kalabalık kitleleri olan örgütüne sahip olmasına karşın, sınıf örgütlerine egemen olamadığını gördü. Bir iş uyuşmazlığı olduğu zaman faşist sendikalar bir kenara itiliyor ve savaşım komünistlerin önderliğinde sürüyordu. Sorunun, reformistlerin yardımıyla bile, rekabet zemini üzerinde çözmenin olanaksızlığı karşısında, faşist sendikalar için tek bir çıkış yolu kalıyordu: Totalitarizm zeminine geçmek. Böylece bir dizi faşist çalışma yasaları çıkarıldı: Vidoni Sarayı Anlaşması, 3 Nisan 1926 tarihli yasa. Bu yasalar faşist sendikalar tekelini kurdu. 10 Faşist sendikalar tek sınıf örgütü ve toplu iş sözleşmeleri yapmaya yetkili tek aday sendikalar haline geldiler. Fakat sorun hiç bir zaman tamamen çözülmedi. Faşist iktidar, sınıflar mücadelesinin devam ettiği bu alanda geliştirdiği yöntemler ve baskıcı uygulamalara rağmen hiç bir zaman rahat bir nefes almadı. Tüm bu yasaların çıkarılmasına ve uygulanmasına rağmen yerel sendikalar ve işyeri sendika temsilciliği faşist sendikalar için en kızgın savaş alanıydı. Bu yüzden 1932 ve 1933’de, yerel örgütler ve işyeri sendika temsilciliğine güçlü bir vuruş indirildi.
Faşist sendikalar faşizmin başlıca yığın örgütleridir, ama bu her zaman böyle olmamıştır. Faşizm öteden beri sendika örgütleri kurmayı amaçlamıştır, ama bu eğilim kendini her zaman aynı biçimde göstermemiştir. Faşizm, işçi tabakalarını, fabrika işçilerini, tarım emekçilerini vb. doğrudan etkileme ve onları örgütsel bir biçimde kendine bağlama sorununu ortaya atmıştır. Faşist sendikaların konumu faşist diktatörlüğün ve faşizmin yapısı içinde en hareketli konumdur; çünkü sınıf ilişkileri bu alanda doğrudan ve hemen yansır. İtalya’da faşist sendikaların temel ideolojik motifi, “ulusal sendikacılık” düşüncesini taşımaktaydı. Daha sonra ulusun sınıflar üstü olduğundan dem vurmaya başladı. Bunlar İtalya’nın yoksul bir ülke olduğunu ileri sürüyorlardı: Kapitalist uluslara karşı proleter İtalya. 21 Nisan 1927’de Faşizm Yüksek Kurulu tarafından onaylanan yasada, emek ve sermaye arasındaki çelişmeleri, her ikisinden de daha yüksek bir kavram olan “ulus” kavramı içine alarak, sorunun çözüldüğü savunuluyordu. İşçilere asgari ücret dahil hiç bir hak verilmediği gibi iş ya da çalışmayı bir “toplumsal görev” olarak tanımlıyordu. Bu toplumsal görev her zaman sınıf mücadelelerinin gölgesinde kalmak zorunda kaldı. Bilimin görmezden gelinip çarpıtılması, sendika sorunu ve işçi sınıfının örgütlülüğünü, faşist parti için her zaman güncel bir sorun olmasına yol açmıştır. Bu konuda diğer ülkelerde faşizm ve işçi sınıfı arasındaki ilişkileri tespit edecek bilgilere ulaşamadım. Bu konuda bir genelleme yapmak belki sıkıntılı olacak ama, üst kısımda defalarca vurguladığım gibi faşist diktatörlüğü, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenmiş bir ideolojik-siyasi olgu olarak görmemenin, burjuva diktatörlüğünün faşist diktatörlükten yüzlerce farklı öğesini bulmaya çalışmanın bizlere çok da fazla bir yararı olmayacak. Ülkemizdeki faşist hareket ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiler konusunda da elimizde oldukça fazla veri var. Benzerlik kurmanın hiç sakıncası olmadığını düşünüyorum; faşist hareket öncelikle politikleşen işçi sınıfına yönelik bir vurucu güç olarak sahneye çıktı. Bu vurucu gücü kullanmaktan hiç bir zaman çekinmeyen Türkiye sermayesi, gelişen sınıf mücadeleleriyle birlikte farklı yönelimlerin içine girdi. Bu ülkenin komünistleri için önemli bir dönemeç olan 15-16 Haziran işçi eylemlilikleri bu farklı yönelimlerin de artık pratiğe geçirilmesi için bir uyarı olmuştur. Türkiye’de faşizm ve işçi sınıfı arasında ilişki konusunda akla ilk gelen MİSK (Türkiye Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) sınıf olgusunu yadsıyan, Türkiye’de işçilerin sorunlarının Milliyetçi Hareket Partisi’nin programı doğrultusunda çözümlenelebileceğini ileri süren ve “tektip sendikacılığı” savunan bir sendikacılık anlayışına sahip bir konfederasyondu. MHP ve yan kuruluşları ile yakından ilişkisi vardı. MİSK, Türkiye işçi sınıfı mücadelesi için önemli bir atlama taşı olan 15-16 Haziran eylemlerinin hemen arkasından, 23 Haziran 1970 tarihinde MİLLİ-İŞ MİSK Konfederasyonu adıyla kuruldu. MİSK’in Çalışma Bakanlığı’na yazdığı 7.8.1971 tarih ve 871/79 sayılı yazısında, Konfederasyon’a bağlı sendikaların toplam üye sayısının 4.766 olduğu belirtiliyordu. MİSK’in ikinci genel kurulu 20-21 Aralık 1975 yılında yapıldı ve o dönemde MHP’nin, Birinci Milliyetçi Cephe iktidarında bulunması, bu Konfederasyon’un da önünü açmıştı. MİSK ve bağlı sendikalar, Milliyetçi Cephe iktidarları dönemlerinde işyerlerine alınan MHP’liler aracılığıyla ve işverenle anlaşarak, DİSK’e alternatif olma iddiasıyla bazı işyerlerinde örgütlenmeye ve Çalışma Bakanlığı’ndaki ilişkileri aracılığıyla da yetki almaya başladılar. Doğal olarak işyerlerindeki farklı düşüncedeki işçilere yaşam hakkı tanınmadı. MİSK, Çalışma Bakanlığı’na 1977 yılında yazdığı yazıda konfederasyona bağlı 16 sendikadan bahsediyor, bunların çoğunda gerçekte üyesi bulunmamasına karşın MİSK, sendiklarına toplam 225.571 işçinin üye olduğunu ileri sürüyordu. MİSK’in en fazla üye sahibi olduğu sendiklardan biri Türk-Yapı idi. Parantez içinde söylemek gerekiyor, Türk Yapı sendikası inşaat işçilerinin örgütlü olduğu bir sendikadır. Geçmişten günümüze faşist harekete önemli maddi destek sağlayan faşist müteahhitler bu sendikanın gelişiminde önemli roller oynamıştır. MİSK ve o dönem artan faşist terör dalgası arasında da oldukça dikkat çekici ilişkiler mevcut. 17 Temmuz 1979 günü MİSK Eğitim ve Kültür Merkezi’nin garajında büyük bir patlama oldu. Bu patlama sonucu bir kişi ölürken, bir kişi de yaralandı. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada şöyle deniyordu: “Polis ve bomba uzmanları garajda yaptıkları inceleme sonucu, patlayan zaman ayarlı bomba parçaları yanında yeni imal edildiği saptanan bir adet patlamaya hazır bomba bulmuşlardır. Patlama olayının dışardan atılan bir bombadan sonra meydana gelmediği, olayın bu yerde bomba imali sırasında meydana geldiği kesinlik kazanmıştır.” MİSK’in, işçilerden topladığı ve gelir hanesine kaydetmediği paraları Ülkü Ocakları eski başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’na ve diğer ülküdaşlarına dağıttığı o dönem sıkıyönetim mahkemeleri tarafından hazırlanan raporlarla sabittir. MİSK kendi gözüne kestirdiği sendikaları bünyesine katmak için de her türlü yolu denemiştir. Bu konuda prüz çıkaran sendika yöneticileri faili meçhullere uğramıştır. Arkasında bu kadar kirli ilişkiler yumağı olan MİSK 12 Eylül’den sonra Milli Güvenlik Konseyi tarafından kapatılmış, tüm taşınır ve taşınmaz mallarına el konmuştur. MİSK ve bağlı sendika yöneticileri 12 Eylül sonrasında gözaltına alındılar. Aynı dönemde DİSK ve bağlı sendikalar hakkında dava açılırken, MİSK hakkında soruşturma açılmadı. Soruşturma açılmaması MİSK’in faaliyetlerinin durdurulması kararını boşlukta bıraktı. Bu boşluktan yararlanan eski MİSK yöneticileri 1983 yılında sendikalarının tekrar faaliyete geçmesi konusunda başvurdu. Genel Kurmay 1984 yılında bu izni verdi. MİSK 23 Mayıs 1984 tarihinde tekrar faaliyete geçti. Bu yeniden faaliyete geçiş MİSK’in tükeniş yıllarının başlangıcı oldu. MHP gibi önemli bir destekçisinden yoksun olması, her şeyden öte 12 Eylül’ün işçi sınıfı mücadelesinin üzerinden silindir gibi geçmesi, MİSK’e olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştı. 80’lerin ortasında ANAP içindeki bazı faşistlerin desteklerine rağmen MİSK’in gerilemesi devam etti. 19-20 Aralık tarihinde yapılan genel kurulda Konfederasyon’un adı YURT İŞ olarak değiştirildi. Gerekçe olarak MHP gölgesinden kurtulmak istedikleri savunulmuştu. Fakat bu da işe yaramadı ve faşist bir sendika için yolun sonuna gelindi. MİSK’in sendikacılığa bakışında, temel düşünce sınıfların reddidir. Bu düşünce MİSK’e ait tüm yayınların içine sinmiştir. “MİSK’in savunduğu Türk Milliyetçilliği’ne göre esas olan millettir. Toplum sınıflara bölünemez. Sınıfların biri diğerine feda edilemez… İşçi ve işveren diğer doktrinlerde olduğu gibi birbirine düşman iki sınıf değil ,birbirini tamamlayan milli toplumun iki kardeş unsurudur. Milli Devlet hem işçinin hem de işverenin devleti olduğu için işçi ve işveren milli üretimi artıracak şekilde teşkilatlandırılır… “Milliyetçi İşçi Sendikaları olarak biz, işçinin de, işverenin de Türk milletinin bir dilimi olduğu gerçeğini gözönünde bulundurarak, bu iki dilimin birlik ve beraberlik içinde Türk ekonomisine hizmet etmesi gerektiğini ifade ediyoruz”. MHP ile ilişkilerini hiçbir zaman reddetmeyen, ve parti sloganlarını olduğu gibi sendikal mücadele içinde kullanan MİSK’in, o dönem tekrarladığı sık sloganlardan biri: “Büyük ve müreffeh Türkiye, dokuz ışığın aydınlattığı yoldan süratle ve mutlaka kurulacaktır…” 11 MİSK’in sendikacılık anlayışı her işkolunda tek sendika ve zorunlu üyelik ilkeleri ile açıklanmaktadır; bu sendikacılık anlayışı milli üretimin artması ve milli gelirin adil olarak dağıtılması, mesleki menfaatlerin savunulmasında… şeklinde özetlenmiştir. MİSK’in sermaye açısından önemli bir deney olduğunu düşünüyorum. Vurucu güç olma dışında ilk defa sendikal örgütlenmeye giden faşist hareket bu konuda beklediği başarıları elde edememiştir. Bunda yukarda belirttiğimiz gibi sınıf mücadelelerinin en sıcak yaşandığı dönemde sınıfların reddi noktasından hareket etmek bu başarısızlığı getirdi. Ve sanırım faşist hareket faşist bir sendika kurmak konusunda çekince duyacak ve liderleri Hitler gibi, sınıfın örgütlü olduğu sendikalarda çalışmaya ve yer edinmeye çalışacaklardır. Faşist hareket için bağımsız bir sendika kurma fikri bir fantezinin ötesine geçmez. İşçi sınıfı ve faşist hareket arasında bir uzlaşmaz çelişki olduğunun tespitini yaptık. Bu çelişki işçi sınıfının doğuştan anti- faşist bir kimlikle doğmalarından ileri gelmiyor. Faşist ideolojinin tüm popülist hitap alanına rağmen, kafasını sınıf mücadaleleri duvarına çarpması, kendini sınıflar üstü görme huyundan vazgeçirmiyor. Faşistlik yapmaktan vazgeçirmediği gibi… Anahtar kelimelermize dönersek, faşizm ile mücadele işçi sınıfının anti kapitalist mücadelesinden geçer…
Dipnotlar ve Kaynak
- YETİŞİR Umut Çağlar, Almanya’da Faşist Hareket, Gelenek, Sayı 55, Sayfa 121,
- MACCIOCCHI Maria-A, Faşizmin Analizi, Gramsci ve Faşizm Sorunu, Payel Yayın, sayfa 17.
- YETİŞİR, agy, sayfa 122.
- ERDOST Muzaffer İlhan, Faşizm ve Türkiye 1977-1980, Onur Yayınları, sayfa 44
- TOGLİATTİ Palmiro, Faşizm Üzerine Dersler, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sayfa 15.
- MACCIOCCHI, age, sayfa 13.
- TOGLİATTİ, age, sayfa 29.
- TOGLİATTİ, age, sayfa 32.
- TOGLİATTİ, age, sayfa 49.
- TOGLİATTİ, age, sayfa 90 91
- KOÇ Yıldırım, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Yapraklar, Ataol Yayınları