Sendikalar bugün özel bir anlamla da yüklenmiş durumda. Kürt ve Türk emekçilerinin “birlikte kurtuluşu”nun hayata geçirilebilmesi için en elverişli zemini ifade ediyor sendikalar. Üstelik bu alanda, bugüne dek şu ya da bu biçimde yığılmış ciddi bir birikimden söz etmek mümkün. Bu birikim “birlikte kurtuluş”un geleceğini de somutlamaktadır.
Kuşkusuz sözü edilen “birlikte kurtuluş”, bir şeyleri keşfederek bir araya getirme perspektifini anlatmıyor. Geçilen sürecin toplumsal ve siyasal dinamiklerinin uzantısı olarak ete kemiğe büründürülmesi gereken bir ihtiyacı anlatıyor.
Diğer taraftan sosyalistlerin böylesi bir gündemle iştigali işçi sınıfının birliği üzerine şekilsiz tartışmaların tükettiklerini sınırlayacak ve daha da önemlisi işçi sınıfının mücadelesinde geleceğe umutlar taşınmasının da ana kanallarından birisi olabilecek.
Kürt ve Türk emekçilerinin “birlikte kurtuluşu”, bugün tek başına ne teorik kalkış noktalarının ne de güncel siyasetin uzantısı olarak formüle edilebilir. Bir ortalaması ile ise asla.. Türk ve Kürt emekçileri açısından “birlikte kurtuluş”, birbirini bütünleyen mahkumiyetin uzantısıdır. Tek başına alınabilecek yolların bir sınırı olacağı için bir mahkumiyettir. Karşılıklı emekçi dinamiklerini mücadelesinin temel dinamiklerinden birisi haline getiremeyen yol alır ama çıkış bulamaz. Süreç aynı zamanda politik anlamı üzerinden bir kapsama sorunsalı da değildir. Bu çerçevede tarihin kanıtlayacağı hiçbir şey olamaz. Yol, kapsa(ya)narak değil, bütünleşmeyi önüne koyanlar için açıktır.
Kürt ve Türk emekçileri mücadelelerinde farklı zeminlerde ve farklı içeriklerde bir birikim oluşturmuştur. Bu birikimin içinde sınıfsallık, siyasallık ve örgütsellik dozları eşit değildir. Yine bu dozların yüksekliği her durumunda bir kanıt ya da önsel model niteliği taşımaz. Farklı birikimlerin harmanlanması ise aynı doğrultuya yürüme ve aynı zeminden beslenmenin ürünü olabilir. O halde güncel ama bir o kadar da tarihsel bir anlam taşıyacak sorun, şu ya da bu şekilde biriktirilmiş olanlardan aynı doğrultuya yürümenin ve aynı zeminden beslenmenin koşullarını kotarmak için nasıl hareket edilmesi gerektiğini belirlemektir.
Kürt siyaseti, mücadelesinin siyasal ve örgütsel ihtiyaçlarını karşılarken, -bir hedef ya da bir model olarak tanımlanamasa da- taban dinamizmini ağırlıklı olarak emekçi kanallarından yakalamıştır. Bu kanalların açık tutulması, kurumaması artık Kürt siyasetinin tek başına bir sorumluluğu olmaktan çıkmıştır.
Yine bir hedef ya da bir model olarak tanımlanmış olmasa da, Kürt emekçilerinin siyasal ihtiyaçları doğrultusundaki devinimi, Türk emekçilerinin her türden örgütsel dinamiğini dinamik kalmaya yönelik bir basınç altına almıştır. Bu basıncın olumlu çıktılar üreten her türden zeminine kıskançlıkla sahip çıkılmalıdır. Bu bağlamda KESK tipik örnektir.
Ve nihayet birlikteliğin beğenelim ya da beğenmeyelim tarihsel örnekleri olmuştur. I. TİP deneyimi ve EBÖB iki somut örnektir. Bu örnekler yolumuza mutlaka ışık tutacaktır.
Sermayenin temel yönelimleri bugün için özünde farklı dayatmaları barındırmamaktadır. Dayatmalar topyekün emekçi dinamiğini bir toplumsal dinamik olmaktan çıkarmaya yöneliktir. Güncelin şu ya da bu biçimde yeniden ürettiği her durum farkında olunmasa da, “birlikte kurtuluş”un koşullarını olgunlaştırmaktadır. Çok fazla iç içe girmiş olanları ayıklamak olanaksızdır. Mahkumiyetin bütünsel bir güce dönüştürülmesi, giderek kendini kanıtlayan ve güven veren örgütsel bir pratiğin ürünü olabilir. Bugün belki sadece çekici kollardan söz edebiliyoruz ancak bu pratik önünde sonunda bu kolların birinin kotardığı bir şey olacaktır.
Bugüne dek özgün siyasallaşma dinamikleriyle yoğrulan Kürt emekçileri, için gelecek büyük ölçüde “birlikte kurtuluş”un taşlarının döşenmesiyle yakalanabilecektir. Kürt ve Türk emekçilerinin kurtuluşu, artık bir uhde olmaktan çok gerçek bir durum olarak karşımızda durmaktadır. Gerçekliği somutlanabilir projelere açıklığını anlatmaktadır.
Birlikte yürüyüşün gözünü dikmesi gereken ufuk kuşkusuz “sosyalist cumhuriyet” olmalıdır. Yüzümüzü bu doğrultuya çevirdiğimizde güncel sorumluluklarımız da biçimlenmiş olacaktır. Birlikte yürüyüşün bir zorunluluk olmasının ötesinde hissedilebilir kılınması da gerekmektedir. Sendikalar bu süreçte pilot bir rol üstlenebilecek alanlardır.
“Sendikal mücadele alanı, sınıfın mücadele birliğinin belirli bir düzlemde somut ve gerçekçi kılınabildiği bir alandır. Sendikal alanda, emekçilerin üretim ilişkilerindeki pozisyonları ve toplumsal varoluşlarına dair farklılıklar silikleştirilebilmekte, bu alandaki yan yana geliş olabildiğince bir ortak paydaya yerleştirilebilmektedir. Sadece herkesi ilgilendiren başlıkları gündemine almasıyla ilgili değil, söz konusu farklılıklara yeni anlamlar yüklenen, bütünsel hareket edişi kolaylaştıran yönleriyle birlikte…” [İŞLEK Uğur] 1
Sendikalar aslında bu çerçevede yapılabileceklere dair anlamlı bir birikimin oluşturulduğu bir alan. Kürt emekçileri hangi siyasal dinamiklerle yoğrulmuş olurlarsa olsunlar, hangi saiklerle sendikal mücadelenin içinde yer almış olurlarsa olsunlar, önünde sonunda sendikal alanın içinde Türk emekçileriyle yanyana durmuşlardır. Bir dönem için Kürt emekçilerinin farklı sendikalarda örgütlenmesi tartışılmış ancak bu gündem kendisini sınıf nesnelliği üzerinden hızla tüketmiştir. Bu nedenle sendikalar içinde biriktirilmiş olanlar, birlikte yürüyüşün somutlanacağı başka zeminler için de referans niteliği taşımaktadır.
Burada, ikili bir bakış açısının ayrı ayrı ortaya konulması doğru bir tercih olacaktır. Sendikaların “Kürt Sorunu”na, Kürt emekçilerinin de sendikalara nasıl baktığı masaya yatırılınca karşımıza çıkanlar önümüzü açabilecektir.
Sendikalar Kürt Sorunu’na Nasıl Yaklaştı?
İsmail Beşikçi, Kürtlerin Türk işçi hareketine karşı, Türk işçi hareketinin de Kürt hareketine karşı tavır ve davranışını incelerken kendince sonuçlar çıkarmıştı. Beşikçi çarpıcı bir örnek üzerinden hareket etmişti. Zonguldak maden işçilerinin 1991 yılı eylemleriydi bu örnek. Beşikçi, bu eylemlerin ortaya çıkmasıyla birlikte Kürtlerin maden işçileriyle tam bir dayanışma içine girdiklerini belirtiyordu;
“1990 Aralık ayında Zonguldak’ta Genel Maden-İş sendikası tarafından bir grev başlatıldı. 3 Ocak 1991’de Türkiye çapında işe gitmeme, 4 Ocak 1991’de de Zonguldak’tan Ankara’ya kadar yürüme kararı alındı. Bu grev sırasında Kürtler, Türk işçileriyle dayanışma içinde olduklarını her zaman ifade ettiler. Silopi’den, Cizre’den, Nusaybin’den, Diyarbakır’dan, Batman’dan.. çeşitli şehirlerden Türk işçilerine mesajlar gönderildi. Bu şehirlerde yapılan gösterilerde “Zonguldak-Botan elele” sloganı atıldı. Cezaevlerinde kalan Kürt tutsaklar birbiri ardına işçilere dayanışma mesajları gönderdiler..”[BEŞİKÇİ İsmail] 2
Beşikçi, bir taraftan da veryansın ediyordu. Özellikle Türk işçilerin ve örgütlerinin Kürt devrimci hareketiyle bırakın dayanışma içine girmeyi kendi eylemlerinde bile saldırgan bir tutum aldığını iddia ediyordu:
“Türk işçilerinin Ankara’ya yürüyüşleri ise Kürtler bakımından hiç de hoş olmayan olaylarla doludur. Yürüyüş sırasında, Kürtlerin mücadelesini belirten pankartların taşınması, grev komitesi tarafından engellenmiştir. Bazı işçiler, yürüyüş Mengen’de güvenlik güçleri tarafından durdurulduğu zaman, çok çirkin sözler sarfetmişlerdi; B,izimle neden uğraşıyorsunuz, gidin Doğu’da PKK ile uğraşın, Türk Devleti Peşmergelere bile yol verdi, bize neden yol vermiyorsunuz?…” [BEŞİKÇİ İsmail] 3
Beşikçi, bu örneklerden hareketle Türk işçilerinin ciddi bir eğitimden geçirilmesi gerektiği sonucunu çıkarıyordu…
Böylesi bir tablo gerçekten önemlidir. Önemi, sorumluların açığa çıkartılıp hesap sorulması için değildir. Ne yazık ki sıklıkla böyle yapılmıştır. Tabloya bir cenahtan bakanlar Türk işçisine “önderlik edemeyen” Türkiye Solunu suçlarken, diğer bir cenahtan bakanlar ise Kürt siyasetinin yol alışı içinde Türkiye işçi sınıfı içinde bıraktığı iz yada “hasar” üzerinden suçlamalara girişmişlerdir.
Bugün bu türden bir muhasebenin önümüzü açması mümkün görünmüyor. Suçun herkeste olduğu türünden apolitik bir yaklaşım üreterek değil, gerçekten de bu tür değerlendirmelerin toplumsal ve sınıfsal dinamikleri açıklamakta yetersiz kalacağı için farklı bir zeminde yol alınmalıdır.
Kürt siyaseti ile işçi sınıfının mücadelesinin iki ayrı kanalda akmış olması, düzenin bütününde gericileştirilmesinin sonuçlarıyla ilişkili olarak, bu türden bir tabloyu ortaya çıkarmıştır. Tabloya böyle bakıldığında suçlamalardan daha çok güncel sorumluluklar önem kazanıyor.
Sendikaların, sürecin bu denli acımasızca aktığı, bir dönemde kendi alanında, gelişmelerin işçi sınıfına olumsuz etkilerini bertaraf edecek karşı duruşlar üretebilmesi mümkün olmaz. Bu etkilerin bertaraf edilmesi başlı başına siyasal bir iştir ve ancak örgütlü siyasal pratiğin yüklenebileceği bir sorumluluktur. Sendikalar bu yaklaşımın yeniden üretilebileceği alanlar olabilir en fazla.
Sendikaların bu konuda sınıfta kaldıklarına dair yaklaşımların doğruluk payı bu nedenle sınırlıdır. Şovenizmin etkisinin bertaraf edilmesinde verili sendikal yapının tamamen hareketsiz kalması, sendikaların bütünüyle teslim alınmışlığı ile ilgilidir. Teslim alınan sendikalar bırakın bertaraf etmeyi, bu türden etkilerin Türkiye işçi sınıfı içinde kök salmasının da araçları olarak işlev görmüşlerdir.
Sendikaların gelişmelere müdahil olabilmesi esas olarak insan hakları ve demokrasi ekseninde olabilirdi. Nitekim bu eksende kalındığı ölçüde de gelişmelerin her iki karşılığının basıncı altında tamamen hareketsiz kalmışlardır. Daha doğrusu bu hareketsizliğin kırılabildiği zeminler oldukça sınırlı kalmıştır.
Sendikaların “Kürt sorunu”na bakışını genel eğilimlerin ötesinde belirleyebilmek kolay değil. Zorluğun iki nedeni var. Bir; sendikalar toplumsal ağırlıklarını yitirdikleri bir süreçte, bir yapı ya da alan olarak toplumsal görüş üretmeye açık ya da zorunlu olmamışlardır. Bu nedenle, kendi dışındaki süreç ve durumlardan belirlenerek yaklaşım ya da pozisyon üretmişlerdir. İki; sendikal alan çok farklı siyasal belirlenimler altında hareket edilen alanlardır ve bu topraklarda toplumsal süreçlere ilişkin siyasi yelpaze sendikalarda da yeniden üretilmektedir.
Kürt Sorunu başlığında, faşist ve gerici sendikalar devlet politikaları paralelinde bir duruş sergilemişler, “yurtsever emekçi”lerin yoğun olarak yer aldığı sendikalarda bir tür “abartılı duyarlılık” söz konusu olmuş, ortalama sendikal zemin içinse demokrasi ve insan hakları ekseninde salınımsal bir pozisyon ortaya çıkmıştır.
Özel ağırlıklarından arındırılmış bir biçimde ve tarihsel gelişimin kimi karşılıklarını olduğu gibi barındırması nedeniyle Petrol-İş sendikasının Kürt Sorununa yaklaşımlarının -seri ve uzun alıntılar pahasına- ortaya konulması işimize yarayabilir.
1985 Petrol-İş yıllığında ilgili başlıkta oldukça kısa sayılabilecek bir değerlendirme yer almaktadır. Değerlendirme başlığı “terör”dür.
” Ülkemizde özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgesinde önemi yadsınamayacak olaylar 1985 yılında da olanca ilgi çekiciliği ile sürmüştür. Ancak o bölgelerimizde neler olup bittiği hakkında “televizyon haberleri” ötesinde kamu oyu yeterince aydınlatılmamıştır.” 4
1988 yılındaki değerlendirme ise “Güneydoğu” başlığını taşımaktadır:
“Yöreye yapılan dolaylı ya da dolaysız baskılar Türkiye’de yaşayanlar açısından ciddi bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam ediyor. Özellikle korucu ve jandarma baskısı dallanıp, budaklandı. Pislik yedirme olaylarına kadar varan, insanlık duygularını rencide eden, insanca yaşamın ayaklar altına alındığını kanıtlayan bir dizi olay sorunun boyutunu artırdı. (…) Lozan Barış Anlaşmasının 38.ve 39.maddelerinden yıl biterken daha sıkça söz edilmekteydi. (…) Güneydoğuda çekilen ıstıraplarla Türkiye’nin diğer kesimlerindeki yoksulluğu ve sefalete mahkum edilmiş emekçi yığınlarının çektiklerinin kaynaklarını birbirinden ayırmak olası değildir. ” 5
1989 yılında ise bu kez konuya ilişkin değerlendirme başlığı “Demokrasi, İnsan Hakları ve Güneydoğu Sorunu” olacaktı:
“Kürt sorununa, bilim ve çağdaşlığın süzgecinden geçilerek bakılmalı ve çözüm önerileri ise ele alınıp çözümlenmelidir. “Resmi politikalar” kürtleri inkar etmekten vazgeçmeli ve bu şoven ideoloji temelinde oluşturulan tüm politika ve uygulamalara son verilmelidir, Kürt halkının her şeyden önce varlığı, kimliği ve kişiliği tanınmalıdır. Dil ve kültür özgürlükleri sağlanmalıdır. Anayasal ve hukuksal hak eşitlikleri güvence altına alınmalı ve gerçekleştirilmelidir. Doğu ve Güneydoğu yöresinin geri kalmışlığı özel bir planla ortadan kaldırılmalı, gelir ve toprak dağılımında adalet sağlanmalı ve bölge feodal yapıdan kurtarılmalıdır. Bütün bunların yöre halkının özgür, gönüllü iradesine dayalı ve geniş katılımı ile gerçekleştirilmelidir.”6
1995-96 yıllığında ise “Kürt sorunu” başlığını taşıyan değerlendirmede gelişmeler “düşük yoğunluklu savaş” olarak tarif ediliyordu:
” 1995 ve 1996 yıllarında da “Kürt Sorunu” çözülemedi. 10 yılı geçen ve artık insani-toplumsal-ekonomik açıdan kabul edilemeyecek olan bu “düşük yoğunluklu savaş” bu yıllar da çok anaları, çok çocukları, çok babaları ağlattı. (…) Kürt sorunun diğer öznesi PKK da hiç kuşkusuz yaşanan sürecin en önemli suçlularındandır. Özellikle bölgede sürdürülen mücadelenin yöntemi ve sonuçları kesinlikle kabul edilemeyecek niteliktedir. Kaldı ki, Kürt Sorunu ile uğraştığını belirten bir yapının bölgede uyuşturucu ve diğer ticari ilişkilerde rol alması ve farklı ülke politikalarının etkileşimi altında bulunması önem taşımaktadır.” 7
1999 yılında ise değerlendirme başlığı yine “Kürt Sorunu” olacaktır:
“Sendikamızın daha önceki yayınlarında da belirttiği gibi, Kürt sorununun çözümünün baskı ve yasaklardan ve şiddet eylemlerinden geçmediği anlaşılmıştır. Artık ülkemizde demokratik açılımların zamanı gelmiştir. Anaların duygularını sömürmek ve onlar ı kullanmak yerine, acılarına son vermek için kapsamlı bir demokratikleşmeye ihtiyaç vardır. Silahlar susmalı, masum, sivil insanları hedef alan şiddet eylemleri son bulmalı, sorunun çözümü siyasal alanda aranmalıdır.” 8
’80’li yılların ortalarında işçi sınıfı 12 Eylül ataletini henüz üzerinden atamamış durumdadır ve Türkiye solu kimlik kazanma çabası içindedir. Bu yıllarda taraflar açısından karşılıklı denemeler söz konusudur ve Petrol-İş’in konuyla ilgili değerlendirme başlığı “terör” olmuştur. Beklenti ise sadece olayların açığa kavuşturulmasına dönüktür.
’80’li yılların sonuna doğru işçi sınıfı ’89 Bahar Eylemleri ile sokaklardadır. Türkiye solu ise siyaset yapmayı zorlamaktadır. Bu yıllarda Kürt siyaseti “toplumsallaşmış” ve buna mukabil devletin terör politikası yükseltilmiştir. Bu kez Petrol-İş’in değerlendirme başlığı “Güneydoğu Sorunu”dur. Beklenti olarak ise eşitlik ve adalet dillendirilmektedir.
’90’lı yılların ortasında işçi sınıfı kriz bahanesi altında tamboy saldırılara muhatab olmaktadır ve Türkiye solu krizi sistemin krizine yöneltecek bir iddiayı yükseltememektedir. Diğer taraftan Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan 1994 yılında bir yazısından dolayı TCK’nın 312. maddesinden hüküm giyerek 8 ay cezaevinde kalacak ve sendika genel başkanlığı görevinden uzaklaştırılmış olacaktır. Petrol-İş artık dengeleyici değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bir taraftan “düşük yoğunluklu savaş” değerlendirmesi yaparken ilk kez PKK hakkında açık suçlamalarda bulunmaktadır. Beklenti ise sorunun Türkiye’de yaşayan tüm insanların sorunu olarak algılandığı sürece çözülebileceğine yöneliktir.
’90’lı yılların sonunda ise işçi sınıfı ciddi biçimde kuşatılmıştır. Türkiye solu hareket etmekte zorlanmaktadır. Bu yıllarda ise Kürt sorunu bir kriz dinamiği olarak geriletilmiştir. Petrol-İş konuya yaklaşımında bu kez “Kürt sorunu” sistematiğini kullanmaktadır. Beklentiyi ise siyasal çözümler oluşturmaktadır.
Terör-Güneydoğu sorunu-Kürt sorunu başlıklarında yapılan değerlendirmeler, bilgilenme-kalkındırma-insan hakları ve siyasal çözüm talepleriyle bütünleştirilmiştir.
Sendikaların ya da sendikacıların olup biteni değerlendirmeleri kuşkusuz sürecin halk ve sol açısından güncel karşılıklarıyla ilişkilidir. Uçlarından arındırılmış bir çerçevede, sendikaların Kürt sorununa bakışı, sürece özgün bir müdahale sorumluluğu ile değil, gidişatın öne çıkardıklarıyla örtüşmüştür. Petrol-İş’in yaklaşımındaki sürece endeksli değerlendirme kriterleri aynı zamanda bu topraklarda sorunun çözümünde “demokrasi” ekseninde kat edilebilecek mesafenin de en çarpıcı somutluğunu oluşturmaktadır.
Aslında demokrasi ekseninde herhangi bir mesafe katedilmiyor ve adeta sınıf mücadelesinin siyasal karşılıklarına endeksli salınımlar ortaya çıkıyor.
DİSK’in 1992 yılındaki değerlendirmeleri de bu çerçevededir:
“Kültürel farklılıklar bir toplumun zenginliğidir. Sendikalar her etnik kökenden insanın olduğu gibi, Kürtlerin de AGİK gibi uluslararası anlaşmalarda yer alan en temel halarını kullanabilme mücadelesine destek vermelidir. Ancak, bu mücadelenin sınıfı bölecek milliyetçi boyutlara ulaşmaması için de sınıfa önemli görevler düşmektedir. Milliyetçilik, en başta işçi sınıfının karşı çıkması gereken çağdışı bir akımdır. Kürt milliyetçiliği karşısında geliştirilen Türk milliyeçiliği, yer yer aynı sınıftan insanları da karşı karşıya getirmektedir. Sınıf kardeşliği, Türk-Kürt kutuplaşmasını dışlamayı gerektirir. Farklı etnik kökenlerden oluşan işçi sınıfı içinde şovenizmi geliştirici girişimlere karşı olunmalı, sınıf bilincinin yok edildiği milliyetçi kan davalarına işçi sınıfı karşı durmalıdır. Sınıfın gücünü bölücü saflaşmalara karşı durulmalı, patronların Türk-Kürt ayrımı yapmadan sınıfın karşısında olduğu unutmadan, tek vücut olarak birliktelik korunmalı ve geliştirilmeli; işçi kimliğinde ‘sınıf’ tanımı din, dil, ırk farkı gözetmeksizin her zaman en önde olmalıdır.” 9
Kürt emekçileri ise sendikaların bu yaklaşımına karşı son derece öfkelidirler:
” Sendikalar bugün bir taraftan Kürtlerin linç edilmesine ve kelle isteme seanslarına katılıyor, diğer taraftan işçi sınıfını linç girişimi olan özelleştirmelere alttan alta destek veriyorlar… DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak; ” Öcalan 30 bin kişinin katilidir… Kürt sorunu çözülmeli…” derken tamda kendisinden istenen kafa bulandırmaya bire bir tutum sergiliyor… Türk-İş Genel Sekreteri Şemsi Denizer; “AB Kürt sorununu bahane ederek Türkiye’yi dışarda bırakıyor… ” diyerek devletin Kürt sorunundaki çözüm (siz bunu çözümsüzlük olarak anlayın) tarzının işçi ayağının Türk-İş üzerinden yürütüldüğünü kanıtlıyor… Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral; ILO 8. Kongresinde “Bunu siz besliyorsunuz. Teröre siz destek veriyorsunuz. Terör biterse Türkiye’de işsizlik azalır, enflasyon düşer, demokratikleşmede adım atılır… ” diyor. Sendikalar binmişler bir alamate gidiyorlar kıyamete… ” [DENİZ Hüseyin] 10
Bu öfke, öyle görünüyor ki sendikal hareketin sınıf mücadelesi içindeki toplam yer ve rollerinden daha çok, ilgili siyasi gündemlerdeki tavır alışlarıyla ilgilidir. Yaklaşım böyle olunca geliştirilen tavır çubuğu diğer tarafından alabildiğince bükmek olacaktı. Nitekim, Kürt emekçilerinin sendikal alandaki varoluşları bu çubuk bükmenin gündelik karşılıkları olarak birikmiştir.
Kürt Siyasetinin Sendikal Pratiği
Kürt emekçilerinin sendikal alan içindeki yer alışları ağırlıklı olarak siyasal belirlenimlerinin uzantısı oldu. Kürt kimliği üzerinden siyasallaşmışlıklarını sendikal alana neredeyse olduğu gibi taşıdılar.
“İster canlanan gündemlerin harekete geçiriciliğinde gerekse olağan gündemlerin hareketsizliğinde Kürt kimliğinden beslenen siyasallaşma, Kürt emekçilerinin sendikal alandaki pozisyonlarını hatta güçlerini bu eksendeki gelişmelere endekslemiştir. Kuşkusuz, emekçi sınıfları ilgilendiren gündemlerde yurtsever emekçiler en ön saflarda yer almışlardır ancak bu zemindeki eklektizmin bütünsel olarak kırılabildiği koşullar ancak öznel çabaların ürünü olabilmiştir.” [İŞLEK Uğur]11
Bütünsel hareket edişlerini ifade eden en gelişkin örnek kuşkusuz KESK pratiği oldu. Kamu emekçilerinin sendikalaşma sürecini sol bütünüyle üstlenmişti. Gerek Kürt illerindeki gerekse metropollerdeki Kürtler’in kamu emekçilerinin sendikalarına dahil olması solun açtığı alanın bir sonucu olmuştu. Sendikalar artık Kürt emekçileri için siyasal kimliklerini üstelik sendikal bir grup olarak yeniden üretebilecekleri bir zemin haline gelecekti.
Kürt siyasetinin sendikal alana yaklaşımları ve bu yaklaşımları üzerinden gerçekleştirdikleri sendikal pratik en güçlü karşılığını KESK içinde yakalamıştır. KESK pratiği içinde “yurtsever emekçiler” grubu olarak aktif rol ve görev alan Kürt siyasetinin bu zemindeki tarihi aynı tarihsel kesitler itibariyle şöylesi bir birikime tekabül etmektedir.
Bir; Sendikaların kuruluş sürecinin bölgede tümüyle metropollerde kısmen üstlenilmesi (1989-1995).
İki; (1995) EBÖB sürecine en anlamlı katkı.
Üç; (1997-1998) Kürtlerin sendikalardan tasfiyesi operasyonuna karşı direniş.
Dört; (1999) İtalya sürecinin refleks tepkiselliği.
Beş; (1999-2000) Demokratik Cumhuriyet açılımına endeksli hareket.
Kamu emekçilerinin sendikal mücadelesi ’80’li yılların sonlarına doğru hız kazanmıştır. Bir dizi panel, forum ve etkinliğin üzerinden yükselen sendikalaşma süreci 1995 yılında KESK’in kuruluşuna kadar uzanmıştır. Bu süreçte Kürt siyaseti, hem bölgede kamu emekçi sendikalarının kuruluşu üzerinden hem de metropollerdeki nicelikleri üzerinden ağırlıklarını oluşturmaktadır.
Aynı yıllar, Türkiye solunun kimlik ve siyaset arayışının uzantısı örgütsel projelerin hayata geçirilmeye başlandığı yıllardır. Türk ve Kürt solunun ortak gündemleri şekillenmeye başlamış ve bu ortaklık zemini karşılıklı beslenmenin ötesinde birlikte hareket etmeyi güncel kılmaya başlamıştır. KESK içindeki Kürt siyaseti sürece en çaplı ve en anlamlı katkıyı koyan unsurlar olacaktır.
’90’lı yılların ortalarından itibaren düzenin restorasyon sürecinden geçiyor olması ve bu sürecin bir parçası olarak Kürt siyasetinin bir kriz dinamiği olarak geriletilmesi gündemi, KESK içinde “yurtsever emekçi” mevzilerin geri alınması biçiminde işletilmiştir. Dönemin KESK Genel Kurulu’na da yansıtılan süreç oldukça sancılı geçmiş ancak kimi unsurların tasfiye operasyonuna pabuç bırakmayacaklarını göstermeleri ile birlikte hesaplar önemli ölçüde boşa çıkarılmıştır. Ancak süreç bir kez başlamıştır ve çok boyutlu olarak işletilecektir.
Sürecin bir diğer evresinde İtalya süreci patlak vermiş ve KESK böylesi koşullarda eylem yapmanın sakıncalı olacağı “sağduyusu” ile hareket etme kararı alınca ipler kopmuştur. Artık KESK içindeki yönetim dengeleri bir kez daha yerinden oynayacak denli karşı duruşlar ortaya çıkacaktır.
Nihayetinde “demokratik cumhuriyet” açılımı KESK bünyesindeki “yurtsever emekçiler”i bir tarafıyla insan hakları mücadelesine daha fazla çekerken, diğer taraftan da restorasyoncu güçlerin şantajlarına karşı beklemeye sevketmiştir. Artık emekçi kimliği ile demokrat ve yurtsever kimlik arasındaki mesafeler açılmaya başlamış ve bu gerilim “yurtsever emekçiler”i bir sıkışmışlığın içine sürüklemiştir.
Sürecin can alıcı uzantıları KESK’in son Genel Kurulu ve “İtalya süreci”nde yaşanmıştır.
KESK 2. Olağan Genel Kurulu’nda ilgili şu karar alınmıştı;
” (…) 17. KESK, barışın gerçekleştirilmesi için;
– Kürt sorununun çözümünün tartışılmasını engelleyen tüm yasal ve idari engellerin ortadan kaldırılmasını,
– Savaş bölgesinde ve tüm ülkede baskı ve şiddet yöntemlerine son verilmesini,
– Anadilde eğitim hakkının tanınmasını, sesli/yazılı/görsel yayın olanaklarının yaratılmasını,
– Emekçilerde şovenist düşüncelerin kırılması doğrultusunda mezhepsel, bölgesel, etnik parçalanmalara karşı eğitim çalışmalarının yaygınlaştırılmasını,
– Toplumun tüm demokratik kesimlerinin içinde yer aldığı barış çabalarında yer alınmasını,
– Kürt sorununda barış ortamının gelişmesine hizmet edecek her türlü girişimin (panel, ateşkes vb.) desteklenmesini,
– Savaşın yarattığı ekonomik, siyasal, toplumsal ve kitlesel tahribatlara karşı adil, eşit ve özgür gönüllü bir barışın gerçekleştirilmesini hedefler ve barış mücadelesi sendikal hak ve özgürlükler mücadelesinin ayrılmaz parçası olarak görür. Bu sorumlulukları yerine getirir.” 12
Bugünden bakıldığında alınan kararlar adeta Kürt siyasetine yönelik dayatmalara karşı refleks tepki niteliği taşımaktadır. Ancak bu tablo bir dizi dayatmanın ve bu dayatmalara karşı dengeleme ihtiyacının ürünü olarak şekillenmiştir. Öyle ki, aynı genel kurula kabul edilmeyen şu önergeler de sunulmuştur:
” – Anadilde eğitim hakkı doğrultusunda yayın organlarında Kürtçe ve diğer azınlık dillerde yazılara yer verilir…
– KESK GYK’sı yılda en az bir kez OHAL Bölgesinde toplanır…
– Kürt sorununda yaşanan savaşta mağdur olan, sendikal mücadelede şehit düşen kamu emekçilerinin anısını yaratmak için anma haftası düzenlenmeli, ailesine maddi ve manevi yardımda bulunmak için kampanya organize edilmelidir…” 13
KESK 2. Olağan Genel Kurulu kamu emekçileri hareketinin sıkışmışlığının aşılması çabaları ve yönetim pazarlıklarının içinde cansız denilebilecek bir ortamda geçilmiştir. Ancak kritik gelişmeler Genel Kurul sonrası oluşan yönetimin kendi içindeki işbölümünün belirlenmesinde yaşanmıştır. Olağanın ötesinde uzayan tartışmalar doygunluk noktasına ulaştığında kimi kararlar alınmış ancak bu kararlar, sonrasında akacak sürecin de ciddi ipuçları niteliğini taşımıştır.
KESK Genel Kurulu’na “Özgürleşen Emekçiler” başlığı ile sunulan bildirgede kamu emekçilerinin mücadelesinin durumu irdelenirken esas olarak kimi mesajlar verilmeye çalışılmıştır;
“(…) Çoğu kez kitlelere yaklaşım sahte ve yanıltıcıdır. Genellikle sendikal doğrularımız gizlenerek, hedefimiz çarpıtılarak kitlelere gidilmekte, bu anlayışla kazanılan üyelerimiz örgüt gerçekliği ile karşı karşıya geldiklerinde ya terk edip istifa etmekte, ya da sendika içinde sürekli bir çatışmanın unsuru olmaktadır.” 14
Mesaj açıktır ve KESK içinde yönetimsel ağırlığa sahip unsurların kendi pozisyonlarını korumak için sağlarında ve sollarında tanımladıkları unsurlar arasındaki dengeci rollerine veryansın edilmektedir.
Nitekim bu kaygılar kendisini SES eski Genel Başkanı Ali Ürküt’ün yaptığı bir basın açıklaması sonrasındaki KESK yönetiminde ağırlığı bulunan unsurların geliştirdiği yaklaşımında gösterecektir. Ali Ürküt, KESK’in 2. Olağan Genel Kurulu’nda alınan kararlar doğrultusunda taşıdığı sorumluluğun sonucu olarak yaptığı basın açıklamasına karşı KESK içinde çıkan tepkiyi anlamakta zorlanmaktadır ve bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:
” Yaptığım basın açıklamasına ilk tepki İzmir’den geldi. En çok aleyhte propagandayı da kendilerini Birleşik Sağlık-İş olarak tanımlayan çevreler yaptı. Açıklama SES kitlesinin genelinde olumlu karşılandı. Sözünü ettiğim çevre ise aleyhimde ihbarda bulundu. Bunun üzerine dava açıldı ve tutuklandım… KESK’te ve birçok sendikada tek anlayışın yönetimde egemen olma çabası vardır. Birçok çevreyi ve dinamiğin dışlanması, tasfiye edilmek istenmesi, mücadeleden uzak kalmalarına neden olunması, sorunların başında gelmektedir… Kitlelerin sendikalara ve KESK’e güveni gittikçe azalmaktadır. Konunun çok derin çözümlenmeye ihtiyacı var. KESK’in aldığı eylem kararlarını yerine getirmemesi, iptal etmesi gibi yaklaşımlar kitlede moral bozukluğu yaratmakta, mücadeleden soğumayı ve beraberinde güvensizliği getirmektedir: Bunlar bir noktaya götürmektedir; Yani reformizm ve uzlaşmacılık…” [ÜRKÜT Ali] 15
Sorun ya da gerilim, KESK-hükümet pazarlıklarında gündeme getirilen KESK’in yönetim yapısı üzerinde şekillenmiştir. Restorasyon sürecinde insiyatifi bütünüyle elinde tutmak isteyen güçler, KESK içindeki Kürt devrimcilerinin mevzilerininin ne denli risk taşıdığının bilincindedirler. Bu nedenle gerekirse özellikle bu alana da müdahil olabileceklerini göstermeye çalışmaktadırlar. Somut durum ise KESK eski Genel Sekreteri Faysal Özçift üzerinde ortaya çıkmıştır. Hükümetle pazarlığın bir tarafını oluşturan unsurlar Faysal Özçift’in genel sekreterlik görevini “riskli” bulmaktadırlar ve makamın ötesinde kişileri öne çıkarmaktadırlar. Sorun Sevil Erolun KESK Genel Sekreterliği’ne getirilmesiyle geçici olarak aşılmış ancak aynı tarzdaki müdahale kendisini daha sonra Sevil Erol’un gözaltına alınmasıyla bir kez daha hatırlatmayı gerekli bulacaktır.
Sevil Erol’un gözaltına alınması devletin KESK’e dönük müdahalelerinin bir parçasıdır. Nitekim Sevil Erol tutuklandıktan sonra yaptığı basın açıklamasında şunları söylemektedir:
“ İstanbul terörle mücadele şubesinde bana KESK’in sesi bu ara çok çıkıyor dediler. Seni terörist olarak televizyona, gazetelere çıkaralım ki üyeleriniz sendikalara gelmesinler, sokağa çıkamasınlar diye tehdit ettiler. Kolay mı devlete kafa tutmak… 5 gün boyunca KESK’i bırakmam, bana yöneltilen suçlamaları kabul etmem istendi.“ [EROL Sevil] 16
Restorasyon sürecinin KESK bünyesindeki karşılıkları berraklaşırken süreç aynı zamanda KESK yönetimi içinde gerilimleri de güçlendirecektir. Gerilim kendisini “İtalya süreci”nde iyice açığa çıkaracaktır. KESK 2. Olağanüstü GYK toplantısında bir bildirge yayınlanarak KESK’in eylem kararlarını neden ertelediği kamuoyuna açıklanmaktadır:
” (…) III. Kürt sorunu etrafında ortaya çıkan gelişmelerle iç politikada şovenizm ve ırkçılık politikaları tırmandırılmaktadır. Anayasanın teminatı altında olan siyasi partilere, demokratik örgütlere saldırılar yöneltilmektedir. İtalya’nın tutumu bahane edilerek şoven ve ırkçı güçler yüzyıllardır birlikte yaşayan insanlarımızı birbirine karşı kışkırtmaktadır. Bu güçler, devletin ve basının yarattığı şovenist desteklerle Kürt sorununun çözümü konusunda demokratik yaklaşımları yoketmeyi hedefleyerek, Kürtlerle Türkler arasında kutuplaşmayı, gerilimi artan saldırılarla sürdürmeye devam etmektedir. Bu gelişmelerin ışığında; 1. 24 Kasım’da başlatmayı düşündüğümüz bütçe eksenli yürüyüşleri, hükümetteki belirsizlikler ve Kürt sorununda ortaya çıkan son gelişmeler nedeniyle yeterince karşılık bulamayacağı, 2. Gelişmeler nedeniyle örgütün eylemi erteleme talebi içinde olduğunu… ” 17
Bunun üzerine bir dizi KESK yöneticisi altına imzalarını koydukları şu protesto bildirisini kaleme alacaklardır:
“ (…) Özelleştirmenin, taşeronlaştırmanın dayatıldığı, işçi kıyımının sürdüğü, kamu emekçilerinin hak ve taleplerinin tanınmadığı alanların toplumsal muhalefete kapatılmaya çalışıldığı bir dönemde önceden alınmış eylem kararlarının iptal edilmesi giderek körüklenen ırkçı ve şoven dalganın yükseltilmesine, saldırıların devamı konusunda egemen güçleri daha da cesaretlendirecektir. Sebeb ne olursa olsun kamu emekçilerinin somut talepleri üzerinden hareket edilerek önlerine koymuş oldukları eylem ve etkinlik programlarının iptal edilmesinin haklı bir gerekçesi olamaz. Özellikle son siyasal gelişmelerin etkisinde kalınarak ideolojik sığlığın ve darlığın bir versiyonu olarak dönemsel yaklaşımla geliştirilen reformist ve pasifist anlayış, yaşanan anti-demokratik seçim süreci sonucunda hak edilmeyen çoğunluğun temsiliyet boyutunun üzerine basılarak KESK gibi toplumsal muhalefetin önemli bir dinamiği olan yapıya dayatılarak karar haline getirilmiştir. (…) Bu açıklama, KESK’in duyarlı, dinamik potansiyel kitlesine ve dostlarına duyulan saygınlıktan ve bu tür geri duruşlara ve KESK’i fiili ve meşru mücadele hattından uzaklaştırmaya ve düzen içileştirmeye yönelik anlayışın karşısında olacağımızın bir kez daha ifade edilmesi gereğinden yapılmıştır. ” 18
KESK’in düzen içileştirilmesi dayatmalarına karşı bu denli hassasiyet gösterenlerin bu hassasiyetlerini korumaları uzun sürmeyecek ve başka türden gelişen olayların uzantısı olarak bir taraftan hızlı gelişen olayların şaşkınlığı içinde bir taraftan da santajlar karşısında sıkışarak kendilerini beklemeye alacaklardır.
“Demokratik Cumhuriyet” açılımının taşıyıcılığını misyon olarak edindikten sonra ise bu kez sendikalar “barış projesi”nin bilince çıkarılması doğrultusundaki bir göreve çağrılacaktır: ” Emek örgütleri (KESK, DİSK ve Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar) dönemsel misyonlarını yüklenmelidir. Dizginlerini tümüyle devlete kaptırmamış emek örgütleri bu süreçte özne olmalıdır. Barış eksenli geniş birlikteliklerin koşulları yaratılmıştır, gereği yapılmalıdır.” 19
İstediği kadar emekçi tabana yaslanmış olsunlar, toplumsal projelerini kimlik kazanma/kabul ettirme üzerine inşa etmiş olanlar açısından sınıf eksenli politikalar belirleyici olmaz. Elbette, özgün süreçlerin özgün durumları vardır. Ancak, bu özgünlükler toplam gidişatın ana yönelimi içinde anlamlandırılmalıdır.
Sürecin özgün boyutu kuşkusuz bölgedeki sendikal faaliyetle ilişkilidir. Bölgedeki sendikal faaliyet özgünlüğüne belki de sınırlarını çok zorlayacak ölçüde bir özgünlüğe ulaşmıştır. Bundan sonrasını görmeye çalışırken bu özgünlüğün mutlak bilgi ve bilincine ihtiyacımız olacaktır.
Bölgede Sendikacılık
Bölgede sendikal faaliyet yürüten emekçilerin sorunları açıkçası saymakla bitmiyor. OHAL uygulamasından kaynaklanan kısıtlar ve engellemeler dışında, bölgede sendika ve sendikacılara yönelik uygulama bir hukuk sorunu olarak görülemez; bunlar siyasal kararların ürünüdür.
Bölgede sendikal faaliyet bu zemin nedeniyle özgün başlıklarda ele alınabiliyor, özgün parametrelerle değerlendirilebiliyor. Bir tarafta kısıtlar, bir başka tarafta güçlü toplumsal basınç sendikaları aynı tarihsel kesitten geçiliyor olmasına karşın farklılaştırıyor, farklı kriterle değerlendirmeye muhtaç hale getirebiliyor.
Bölgede sendikal çalışma yürütenler bu nedenlerle bölgede sendikal faaliyetin farklı içerik ve sorumluluklarla yüklendiğini düşünüyorlar. Tunceli Eğitim-Sen Şube Başkanı Kemal Tumar’ın yaklaşımı şöyle:
“Kürt illerinde sendikacılığın asıl işlevi yine de demokratik mücadeleyi ön plana çıkarmaktır. Gözaltılara, göçe, gıda ambargolarına karşı tepki örgütlemek sendikaların yüklenmesi gereken asıl sorunlar oluyor. (…) Bölgede sendikalar sınıfsal perspektiften giderek uzaklaşırken gerek bölgenin sorunlarına sahip çıkmak konusunda olsun gerekse de yaşanan yaşanan anti-demokratik uygulamalara karşı çıkmak konusunda daha aktif, daha canlı, daha hareketlidir.” [TUMAR Kemal] 20
Doğaldır ki, bölgede sendikaların bu sıkışmışlık içinde kalmamalarının tek koşulu, sendikaların merkezi gündemlerinin güçlü, sürekli ve yaygın kılınması. Bu çerçeveden bakıldığında bölgedeki sendikalar herhangi bir merkezi gündem söz konusu olduğunda hiç de geride kalmıyorlar, bölgelerinde bu gündemleri yükseltmeye çalışıyorlar ve hatta Ankara’lara taşınıyorlar.
Sendikal faaliyet açısından bölgedeki en önemli handikap kuşkusuz sürgün ve katletmeler. Bu saldırılar salgıladığı korkunun ötesinde bölgede sendikal faaliyetin ve taşıyıcı kadroların sürekliliğini engelliyor.
Bu yıllar boyunca; Diyarbakır Eğitim-Sen üyesi 27 kişi, SES üyesi 17 kamu emekçisi katledildi. 124 eğitimci ve 60 sağlık emekçisi sürgün edildi. Siirt’te 15, Mardin’de 4, Urfa’da 17, Muş’ta 21, Elazığ’da 27, Ağrı’da 18 kamu emekçisi sürgün edildi. Diyarbakır Demokrasi Platformu’nun basın açıklaması bahane edilerek 17 kurum yöneticisine 20 şer ay ceza ve milyarlarca lira para cezası verildi.
Bir kürt emekçisinin yaklaşımı oldukça anlamlı:
” Olağanüstü hal bölgesinde yaşanılan şartları doğru bir temelde bilince çıkarmadan sendikacılıkta ve yaşamın diğer alanlarında olup biteni doğru tarzda kavramak mümkün olmayacaktır. Aslında durum adıyla da bellidir; yani ‘hal olağan değil’…” [KAÇAN Hasan] 21
Bölgede sendikacılık faaliyetlerinin akıbetinin bir uzantısı olarak gündeme gelen göç olgusu ise yeni durumlar ortaya çıkarmıştır. Bu yeni durum ise şu şekilde karşılanmaya çalışılmaktadır:
“Göçmenlerin gelişlerinden önceki ve yeni sınıfsal konumları, sendikalarla ilişkileri, bilgi düzeyleri, siyasal partilerle ilişkileri detayları ile değerlendirilmeyi bekliyor. Sessiz yığınları sesli dinamiklere dönüştürmeye çalışırken buna ihtiyaç var… Bu sessiz yığınlar kapitalist üretim süreciyle bütünleşiyorlar. Sınıf örgütlerine de bunları örgütleme görevi düşüyor. Günümüzün siyasi tablosunda mevcut örgütlenmelerin bunu başarması zor görünüyor. Bunun başlıca nedenleri şöyle özetlenebilir;
– Türkiye’de sınıf hareketinin Kürt kimliğine yaklaşımı, tanımama eksenlidir… Göçmenler de kimlik sorunundan dolayı mevcut örgütlenmelere mesafeli yaklaşıyorlar.
– Göçmenlerin geçirdiği sınıfsal değişim ile sınıf kimliğini tanıyamama hakim bir durumdur.
– Kendilerini göçmenlik psikolojisi ile geçici görüyorlar.”[ÜLGEN Veysi] 22
Kürt kimliği üzerinden sınıf ve sendika çalışmasını yürütmek durumunda olanlar açısından tablo gerçekten de büyük ölçüde özgünlüklerinden besleniyor. Kürt sosyalistleri açısından ise durum biraz daha çetrefillidir ve mücadelelerinde ulusal ve sınıfsal içeriğin birleştirilmesi çabası ağır basmıştır. Sınıf siyaseti bu birleştirmenin aracı olarak formüle edilmiştir. Bu kez bu zenginlikte bir sınıf siyasetinin programatik karşılığının oluşturulması bir ihtiyaç olarak şekillenmiştir. Bir perspektif olarak sınıf siyasetinin Kürt işçilerinin siyasallaşma kavgasında somutlanacağı düşünülmüştür:
“Ekonomik kavganın dar sınırlarını aşan bu ve benzeri çelişki ve çatışma noktalarından hareketle, (…) işçi sınıfının siyasallaşma kavgasının geliştirilmesi gerekiyor. İşçi sınıfının devrimde temel güç olduğu vurgusunu teorik olarak yapmak yetmiyor. Bugüne kadar, bu doğrultuda pratik olarak ne yapıldığı ve sınıfa götürülen siyasetin de ayrıca sınıf siyaseti olup olmadığı sorgulanmalıdır.” [ÇİFTYÜREK S.] 23
Gerçekten de bölgede işçi sınıfının devrimde temel güç olmasını somutlamak kolay olmayacaktır. Ekonomik gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak toplumsal ilişkilerde belirleyici parametrenin -tüm karmaşası içinde- proleterya ve burjuvazi arasındaki çatışma olduğu ilişkili topraklarda veriler üst üste dizilerek şu ya da bu inandırıcılıkta kanıtlanabilir. Ancak, bu nesnelliğin, öncü gücün politik üretimlerinde ve örgütsel hareket edişinde somutlanması gerekir.
Yola çıkışta Kürt emekçilerinin proleterleşme süreci masaya yatırılmış ve ortaya çıkan tablo uzun soluklu bir mücadeleyi öngörülmüştür:
” İşçi sınıfının toplumsal profilinin, yani işçi-emekçilerin ulusal kurtuluş mücadelesine ideolojik-politik, örgütsel olarak öncülüğünün zayıf olduğu apaçıktır. Bugüne kadar, işçi sınıfı Kürdistan genelini, ya da bir bölgesini kapsayan siyasal içerikli bir direnişi, grevi vb. gerçekleştirememiştir. Ulusal kurtuluşa ilişkin, yerel demokrasi platformlarında, sendikaların yer aldığı Diyarbakır, Adıyaman gibi illerdeki demokrasi platformlarının oluşumunda sendikaların başı çektiği, miting benzeri kitle eylemlerinde işçileri siyasal şiarlar haykırdığı biliniyor. Tüm bunlar, kendisi için sınıf duruşu, ya da ulusa siyasal öncülük açısından ele alındığında cılız, zayıf bir siyasallaşma olduğu görülür. Rejimi sarsan, topluma siyasal öncül ükle tartışmasız olarak varlığını kanıtlayan, ülke çapında üretimden gelen gücünü kullandığı siyasal bir işçi direnişi bugüne dek yaşanmadı. Kısacası, ideolojik, politik ve kültürel vb. siyasal proleterleşme olarak da ifade edebilecek, kendisi için sınıf duruşunda, ileri bir düzey yakalamak, uzun soluklu bir mücadele ile varılabilinir.” [ÇİFTYÜREK S.] 24
Bölgedeki öncü gücün yönlendiriciliğinin yanında ve içinde sendikaların işçi sınıfının siyasallaşmasında oynayabileceği rol böylelikle altı kalınca çizilerek belirtilmiş oluyor. Gerçekten de, sınıf kimliği üzerinden bir örgütlenme zemini olarak sendikalar bölgede oldukça önemli rol ve öneme sahiptir. Ancak, bu zeminde gerçekleştirilmiş pratik, bir sınıf dinamiğinin üzerinden yükselen bir pratik olmaktan çok, siyasal belirlenimler altında yol alışın gündeme getirdiklerinin bölgedeki sendikalara da olduğu gibi taşınması olmuştur. Alıntıda belirtildiği gibi sendikaların kendilerine açtıkları temel alan, insan hakları ve demokrasi ekseninde somutlanmış platformların temel taşıyıcısı olmalarının ürünüdür.
Kürt sosyalistleri açısından bu durumun kendisi hem bir handikaptır, hem de çözülebildiği oranda oldukça işlevsel olabilecek bir paradoksu gün ve gün yeniden üretmektedir.
Bölgede sendikalaşmanın hız kazandığı evrelerde kimileri ayrı sendikalarda örgütlenmeyi bir proje olarak geliştirmişlerdi. Ancak, süreç işçilerin ortak sendikada örgütlenmesine doğru akacaktı. Birlikte sendikal pratiğin tarihsel köklerinin önemsenmesi gerektiğinin altını çizen Kürt komünistleri, bugün de aynı birikimin taşınması gerektiğini iddia ediyorlar;
“Bugün de, ekonomik, sosyal(mesleki) nitelikli ve az çok kitlesel boyutu olan her yeni kitle örgütünü yine birlikte kuruyorlar. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nu (KESK) yine, her iki ülkeden işçiler birlikte kurdular, birlikte meşrulaştırma ve giderek yasal kurum haline getirme kavgasını verdiler, veriyorlar. Beğenelim, ya da beğenmeyelim bu ortak mücadele ve örgütlenme yönelişleri artık belirleyici olarak, yığınların kendiliğinden eğilimlerinin kitle örgütlenmesine yansımasıdır.“ [ÇİFTYÜREK S.] 25
Bir değerlendirmede komünistlerin bölgede sendikal mücadeleyi geliştirilebilecekleri dört temel alan olduğu saptanıyor; Bir; kurulu işçi sendikaları içinde faaliyet yürütme (toplam 350 bin civarında işçiyi kapsıyor). İki; kamu emekçileri sendikalarını örgütleme. Üç; belirli illerde yoğunlaşmış sigortasız, sendikasız genç işçi kitlesini örgütleme. Dört; mevsimlik tarım işçilerini örgütleme. 26
Emekçilerin dört farklı bölmesini eşgüdümlü olarak emekçi kimlikleriyle harekete geçirmeye yönelik bu tasnif oldukça anlamlıdır. Kürt emekçilerinin farklı zeminlerdeki devinimlerinden bütünsel harekete geçişi için olanaklar ve sorumluluklar tanımlanmaya çalışılmaktadır.
Bölgede kurulu işçi sendikaları, sendikal hareketin toplamında yaşadığı dibe vuruşun bütün özelliklerini barındırmaktadır. Üstelik bu bölgede sınıf perspektifiyle karşı çıkışların sınırlı olduğu düşünülürse, sendikal bürokrasi ve ağalık mekanizmasının bölgede tam boy yaşandığını atlamamak gerekiyor.
Kamu emekçi sendikalarının bölgedeki en dinamik sendikal yapılar olmasının yanı sıra, bölgedeki siyasetin de nabzının tutulduğu yerler olması, bölgedeki emekçi dinamiğinin açığa çıkarılmasında motor rolünü üstlenebileceklerini gösteriyor.
Bölgede işsizlik, geçici işsizlik ve sigortasız çalışma oldukça yaygın. Sınıfın bölgede örgütlü gücünü yakalamasının önündeki temel engellerden birisi olarak bu durum, bölgedeki emekçi örgütlenmesine soyunanların çok daha fazla siyasallaşmalarını zorunlu kılıyor.
Kürt komünistleri böylesi bir problematik karşısında Teslim Töre’nin şu saptamalarına önem vermektedirler:
“Sonuç, olarak (…) sendikalarda ve diğer tüm kitle örgütlerinde, mevcut birlikte örgütlenmeyi esas alalım, yaygınlaştıralım, derinleştirelim. Bunların örgütlenmelerini, (…) özgürlük-sosyalizm kavgasının kitlesel kaldıraçları (öz güçleri) haline getirebilmek için militan kavga verelim. Önümüzde duran zorlu ve asıl görevimiz budur. Bu kavgamızda yol almamıza paralel olarak, bu kitle örgütlerinin yapılarını, öz dinamikleri üzerinde (…) merkezileştirilmelerini sağlayalım. İşte o zaman Stalin’in tabiriyle, tüm birleşik yapılar, ülkesel (coğrafik) bazda gerçekleşen ulusala bürünmüş olacaklardır.” [TÖRE Teslim] 27
Birlikte Kurtuluşun Sendikal Programı
Güncel siyasi gelişmelerin içinde emek cephesini güçlendirecek tavır alışlar gerektiğinde mutlaka sendikalarda da bunun karşılığı olmalıdır. Ancak birlikte kurtuluş taşları sendikal alanda da döşenecekse bununla sınırlı kalmamak gerekiyor.
Sendikal alanın hem içinde bulunduğu toplam durumun ihtiyaçları karşılanmalı, hem de özgünlükler sendikal alanın pratiğine bir zenginlik olarak taşınmalı. Bu yaklaşım aynı zamanda birlikte kurtuluşun sendikal programının oluşturulması için kalkış noktasıdır. Bugün bu ikilik bir gerilim kaynağıdır. Sendikaların toplam ihtiyaçları ile özgün durumlar birbirini beslemek yerine birbirini engel olarak görmektedir.
Birlikte hareket edişin ve ortak örgütlenme zeminlerini değerlendirmenin bir nesnelliği olduğu da atlanmamalıdır. Kürt sosyalistleri bu nesnel zemini şu başlıklarda tanımlamaktadır: Bir; Kürt ulusunun eritilmesini amaçlayan çok yönlü politikalar. İki; Kürt illerinden metropollere yoğun göç. Üç; Kürt illerindeki Türklerin de aynı yaşam düzeyine sahip olması. Dört; üretim sürecinde aynı dayatmalara maruz kalmak…
Bu tablo, içinde sözü edilen sendikal program nasıl çerçevelendirilmeli, nasıl hayata geçirilmelidir sorusuna yanıtlar üretmeye çalışalım.
Her şeyden önce iki temel ihtiyacın kendisini dayattığı görülmektedir; Bir; merkezi sendikal gündemin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması. İki; işsiz, sigortasız ve sendikasız işçi kitlelerinin örgütlenmesi.
Sendikal alanın kimi kesitlerinde ortaya çıkan sıkışmalar, hareketlenmeler ve yönelmeler ne yazık ki büyük ölçüde birbirinden kopuk yaşanmaktadır. Kuşkusuz bir araya getirilmeleri salt bir araya getirmeye dönük bir mesainin sonucu olmayacaktır. Bir araya gelişi ve bir arada hareket edişi kolaylaştıracak, besleyecek ve birlikteliğin kendisinin bir alan haline gelmesini sağlayacak bir rota tutturulmalı. Bu ise kesinlikle merkezi sendikal gündemlerin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılmasını gerektiriyor. Bugün bu rol sendika bürokrasisinin tekelindedir. Bu rolün ellerinden alınarak en azından bir basınç olarak dayatılması gerekiyor.
Kürt ve Türk emekçilerini aynı mücadele hattında birbiriyle harmanlayan her zaman merkezi sendikal gündemler olmuştur. Her ne kadar bu gündemlerin hakkı tam olarak verilmese de, bu ortaklığın ürettiği psikolojik sonuçlar bile önemsenmeye değerdir.
Merkezi sendikal gündemler, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulandığında ve aynı kaygılarla bir süreç olarak işletildiği ölçüde birleştirici bir işlev görebilmektedir. Bu işlev aynı zamanda Kürt emekçilerinin emekçi kimliklerinden beslenerek siyasallaşma süreçlerini de güçlendirmektedir.
Özgün ihtiyaçlar ile merkezi gündemler birbirlerinin ne alternatifi ne de birbirinin ön kesicisidir. Özgün ihtiyaçların özgünlüklerinin toplam bir bütünsellik içinde yeniden üretilebildikleri oranda korunabileceği unutulmamalıdır. Böylelikle özgünlükler kendi saf ortamının acımasızlığına da terk edilmemiş olur.
İkinci bir yakıcı ihtiyaç ise emekçilerin örgütsüzleştirilmesi sürecine hep birlikte karşı koymaktır. Bugün sendikasız, sigortasız, işsiz kitlelerin oranı sendikalı emekçi kitlesinin onlarca kat fazlasına tekabül etmektedir. Bu kesimlerin örgütlenmesini hedeflemeyen, önüne koymayan bir sendikal programın kesinlikle başarı şansı yoktur. Bu doğrultuda hareket edildiğinde ise bu kesimlerin önemli bir oranını oluşturan Kürt emekçilerinin de sınıf eksenindeki örgütlenme süreci de işletilmiş olacaktır. Yine böyle bir misyonla hareket eden farklı siyasi belirlenimdeki unsurların farklılıkları bir zenginlik haline getirilebilecektir.
Tam da burada kimi yanlış algılamaların önüne geçmek için bir şeyin altını kalınca çizmekte yarar var. Merkezi sendikal gündemleri güçlendirme ve emekçileri örgütleme çabalarının salt emekçi kimliğinin düzleyiciliğine endeksli bir biçim kazanması hem yanlıştır hem de mümkün değildir. Bu türden uvriyerist (işçici) ya da ekonomist yaklaşımların bırakın bu temel ihtiyaçların karşılanmasını tam tersine engelleyici olduğu unutulmamalıdır.
Her iki ihtiyacın karşılanması kesinlikle sosyalizmin sınıf siyaseti ve sınıf örgütlenmesi zemininde katedecekleri mesafe ile ilgilidir. Bu zeminlerdeki siyasallaşmanın üst belirleyene olan ihtiyacı siyasete olan ihtiyacı gölgelememelidir. Şundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, sosyalist hareket bu topraklarda güç kazanamadığı sürece, daha doğrusu bu doğrultudaki çabaların kendisi sosyalist hareketin önünü açamadığı sürece kalıcı kazanımlara ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Bu hatırlatma, biraz önce ortaya konulanların yanına bir de saf sosyalist söylemi yerleştirmek olarak da algılanmamalı. Sosyalizm emekçi kitlelere toplumsal bir proje olarak mutlaka taşınmalı ancak bu projenin emekçiler açısından vazgeçilmezliği ise somut siyasi faaliyetler üzerinden hissedilebilir ve ulaşılabilir kılınmalıdır.
Halkların kardeşliğinin gerçek ve samimi taşıyıcıcı sosyalistler olmuşlardır. Kürt siyasetinin her türden salınımına karşı, emekçilerin kurtuluşu ekseninde ürettikleri politikalarla belki bugün silinemeyecek denli anlamlı izler bırakmış olan bir sahiplenme tarihi vardır sosyalistlerin. Artık sahiplenmenin ötesinde misyonların kendisini dayattığı bir süreçte bu tarih yeni boyutları ile birlikte yazılmaya devam edilecektir.
Kürt kimliğinden dolayı sürgünlere maruz kalmış, siyasi kararlarla cezaevlerine gönderilmiş sendikacılarla dayanışma halkların kardeşliği sloganının yükseltileceği bir başka alan olmuştur. Özellikle KESK’e dönük sermaye düzeni manevralarında açık hedef gösterilmiş “yurtsever emekçiler” ile dayanışma, sendikal alanın emekçi kimliğinde hareket edişi somutlayan niteliğini de güçlendirecektir.
Tüm özgün yanlarının yanı sıra bugün birlikte kurtuluşun sendikal programı çıkarılacaksa, bu programın mutlaka iki güçlü ayağı oluşturulmalıdır; Bir; kamuculuğun yükseltilmesi. İki; emperyalist hesaplara karşı mücadelenin yükseltilmesi.
Söz konusu iki başlık sendikal alandan da yükseltildiği oranda birlikte kurtuluşun taşları döşenebilecektir. Üstelik bu başlıklarda sendikal alanın içine taşınabilenler, bir bütün olarak sendikal hareketin de bu topraklardaki çıkışının önünü açabilecektir.
Kamuculuk yükseltilmelidir çünkü, sermaye düzeninin yeni dönem hedefi bölgenin yeni sömürü alanlarına dönüştürülmesidir. Tarım, gıda ve tekstil alanındaki hesaplar bölgeyi daha da acımasız bir sömürü cenderesinin içine sokacaktır.
Anti-emperyalizm yükseltilmelidir çünkü, emperyalistlerin Ortadoğu politikalarında kartlarını teker teker açmaya başladıkları görülmektedir. Süreç Türkiye topraklarındaki güncel siyasi gelişimlerin de itkisiyle bölge halklarının tüm toplumsal değerlerinin daha da iğdiş edileceği kirli hesapları açığa çıkarmaktadır. Bu kirli emperyalist hesaplara karşı sendikal alanda da yükseltilebilecek bir dinamik söz konusu yok etme operasyonunun emekçiler lehine sınırlarının çizilmesini kolaylaştıracaktır.
Öyle görünüyor ki, birlikte kurtuluşun gerek bir şiar olarak yükseltilmesinde gerek alt başlıkları üzerinden daha da somutlanmasında ana hareket kanalı sınıf sendikacılığı anlayışının ve pratiğinin açtığı kanallar olacaktır. Birlikte kurtuluşun sendikal alandaki karşılığı bugün sınıf sendikacılığı perspektifinin kendisine daha fazla alan bulabilmesidir. Diğer taraftan bu türden bir dinamizmin sendikal alanın tümümün önünün açılması için de ciddi olanaklar sunacağı bilinmelidir.
Hepsinden önemlisi ise Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte kurtuluşunun örülmesi sendikal alanda somut bir gündem haline gelebilirse, bu aynı zamanda sendikal hareketin çıkışı olacaktır. Sendikal alan hiçbir zaman kendinden menkul gelişmelerin ürünü olarak çıkış yapmamıştır. Sendikalar belirli toplumsal ve siyasal dinamikleri arkasına alabildiği oranda çıkış koratabilmişlerdir. Bugün sendikal alanın çıkışının ana iktisi, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte kurtuluşunu örgütleme mücadelesi ve bunun sonuçları olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- İŞLEK Uğur, Sendikal Mücadelede Kürt Emekçileri, Sınıf Tavrı 11, s.47
- BEŞİKÇİ İsmail, Kürt Aydını Üzerine Düşünceler, Yurt Yayınları 1991, İstanbul, s.101
- A.g.y. s.103
- 1985’de Ülkemizdeki Gelişmelerden Bazıları, Petrol-İş 1985 Yıllığı s.26
- Değişen Bir Dünya ve Türkiye, Petrol-İş 1988 Yıllığı, s.24
- 1990’lı Yıllara Girerken Dünyada Gelişmeler ve Türkiye, Petrol-İş 1989 Yıllığı s.38
- ERCAN Fuat, Türkiye’de Sosyal-Ekonomik-Politik Panorama, Petrol-İş 1995-96 Yıllığı, s.67
- Türkiye’de Gelişmeler, Petrol-İş 23.Olağan Genel Kurulu Çalışma Raporu 1995-1999, s.149
- 10 Soruda Doğu Anadolu ve Kürt Sorunu, DİSK-AR Sayı 4, Aralık 1992, s.20
- DENİZ Hüseyin, Sendikalar; Binmişler Bir Alamete Gidiyorlar Kıyamete, Emekçiler Dergisi Sayı 4, Temmuz 1999, s.1
- İŞLEK Uğur, Sendikal Mücadelede Kürt Emekçileri, Sınıf Tavrı 11, s.49
- KESK 2.Olağan Genel Kurulu Çalışma Raporu
- KESK 2.Olağan Genel Kurul, Alınan Kararlar ve Kabul Edilmeyen Kararlar Raporu
- KESK 2. Genel Kurulu’na Sunulan Özgürleşen Emekçiler Bildirgesi
- ÜRKÜT Ali, SES’İ KESK’in Yaramaz Çocuğu İlan Ettiler, Emekçiler Sayı 4, Temmuz 1999, s.6
- EROL Sevil, Ümraniye Cezaevinden Basın Açıklaması
- KESK 2. Olağan GYK Toplantısı Bildirgesi
- KESK 2. Olağan GYK Toplantısı Protesto Deklarasyonu
- Barış Projesi Bilinci Çıkarılmalı, Emekçiler Dergisi, Sayı 4, Temmuz 1999, s.29
- TUMAR Kemal, Kürt İllerinde Sendikacılık, Sınıf Tavrı, Sayı 11, s.41
- KAÇAN Hasan, OHAL’de Sendikacılığın Hali, Emekçiler, Sayı 5, Ağustos 1999, s.9
- ÜLGEN Veysi, Emekçi Bakışıyla Göçmenler, Emekçiler, Sayı 5, Ağustos 1999, s.6
- ÇİFTYÜREK S., Kapitalizmin Tarihsel ve Fiziksel Sınırları, Gün Yayıncılık, 1997, İstanbul s.431
- A.g.y. s.431
- A.g.y. s.411
- A.g.y. s.407
- A.g.y. s.412