“Çağımız emperyalizmin egemenliği ve sosyalizme geçiş çağıdır!“
20. yüzyılın başlarında ve 20.yüzyılın en büyük örgütçüsü tarafından geliştirilen bu saptama, sosyalist hareketlerin somut analizlerine yıllardır kılavuzluk etmekte. Ancak yüzyılın son on yılında, reel sosyalist iktidarların elden bırakılmasının yarattığı umutsuzluk dalgasıyla saptamanın sadece birinci kısmının sabitliğini koruduğu görüntüsü oluştu. “Çağımız emperyalizmin egemenliği çağıdır.”
Tüm solcu-sosyalistler için net olan bu durum, saptamanın ikinci ayağı eksiltildiği için doğal olarak pek çok “sosyalist”in ve tabi onların, burjuva ideolojik saldırılarıyla mücadelede öncülük yapması gereken toplum kesiminin zihninde çaresizlik üretti.
Politik mücadele boşluk tanımadığı için, çaresizlik de emperyalizmin egemenliğini, çözümü olmayan, ötesi görülemeyen bir egemenlik olarak kabule zorladı “sosyalist”lerimizi.
Bu durum sadece belli ülkelerdeki sosyalistleri emperyalizmin egemenliğini kutsamaya itmekle kalmadı. Esas olarak “üçüncü yol”cu, “üçüncü dünya” devletlerini bu yola itti. Geçmişin, emperyalizmi sosyalizme ve sosyalizmi emperyalizme karşı kullanma alışkanlığındaki, ama yine de “anti-emperyalist” çizgideki devletleri birer birer ya da toplu şekilde teslim oldu.
Dünya sosyalist ve anti-emperyalist hareketi ordusunun komutanı konumundakilerin dejenerasyonu ve savaşı terk etmeleri doğal olarak ordunun geri kalanının çil yavrusu gibi dağılmasına sebep oldu. Uluslararası emperyalist güçler silahların bırakılmasıyla yetinmediler. Koşulları çok doğal olarak silahların sosyalist ve anti-emperyalist işçi ordusunun savaşçılarına çevrilmesi oldu.
Eski silahlar kimi yerde kan kusmaya devam etti. Kimi yerde de namluların ucundan Amerikan yaşam tarzının cazibesini yansıtan, kapitalin pembe vaat balonları fırladı. Emperyalizmin galibiyet sonrası anlaşmada şartı basitti ve üçüncü dünya devletlerini bunu hemen kavradılar: Uluslararası sermayenin egemenliğinin tanınması ve tesisi!
Çağımızı tanımlayan cümlenin son etkisini kırmak da uluslararası emperyalizm için tarihi bir fırsat olarak gözüktü. Evet evet, 20.yüzyılda emperyalizmden bahsedilebilirdi. Ama artık 21.yüzyıla giriyorduk. Burada bir söz oyunuyla yeni bir çağdan, “küreselleşme çağı”ndan bahsedilmeliydi.
Burjuvazi, yetmiş yıldır didindiğini sonunda elde etmenin, reel sosyalizmi devirmenin coşkusunu yaşarken sınır tanımıyordu. Sermayenin muazzam askeri gücünü ve zorba egemenliğini “ihmal edilebilir” bir noktaya çekerek sosyalizmin kalelerini esasen burjuva değerlerinin, burjuvazinin “görünmeyen egemenliğinin” (bkz Tahir Kalemci, Gelenek 59) yıktığını beyan etti. Galip gelen demokrasiydi.
Tüm tarih kitaplarında orta çağdan yeni çağa geçişi simgeleyen Fatih’in topları gibi burjuvazi de kendi toplarını tanıttı ve yeni bir çağın açıldığına dünya halklarını inandırmaya soyundu.
Oysa bugün dünyanın bütün komünistleri ve öncü işçileri bilmektedir ki, modern çağın ertesinde insanlığın önünde yeni bir çağ ufku belirmişse bu komünizm ve sınıfsız toplum çağıdır. Emperyalizmin egemenliği ile tarif edilen modern çağın son halkası, sosyalizmin 70 yıllık iktidarı ile kırılmıştır. Marx’ın deyişiyle, özgürleşen insanlığın tarih-öncesi dönemden çıkış yolu belirmiştir. İnsanlık bugün, kendi tarihini ele alacağı günlere bir adım daha yakındır. Bu zorlu yolda daha pek çok yenilgi alınabileceği herkesin bilgisinde olmalıdır.
Sermayenin ulusal sınırları çoktan aşarak uluslararası egemenliğini tesis etmesi, dünyayı aralarında yeniden bölüşen dev tekellerin dünya ekonomisindeki belirleyicilikleri ve yer yer emperyalist devletler etrafında birleşmelerin oluşması iki şeyi daha yakından düşündürmektedir. Bunlardan birincisi, Kautsky’nin emperyalizmin gittiği doğrultu olarak belirttiği ultra-emperyalizm, bütün dünyanın tek bir dünya tröstünün egemenliğine doğru gidişidir. İkincisiyse, çeşitli ulusal sınırlara ve ulusal burjuva egemenliklerine hapsedilmiş her milliyetten işçi sınıfının daha fazla birleşmesi, kaynaşmasıdır. Kapitalizmin emperyalizm çağında devam eden antagonizmasıdır bu.
Bu ikisi, emperyalizm çağında kapitalizmin vazgeçilmez antagonizmalarıdır. Öyle ki, bunlardan birini ihmal ettiğimizde elimizde hiç bir şey kalmamaktadır. Bugün, küreselleşme adı altında emperyalizmin, tüm ulusların işçi sınıflarını kaynaştırması biçimindeki, gerici karakterinin içinde bulunan “ilerici” görevi, yine bir kısım “sosyalist”leri emperyalizme “ilerici bir bakışla” bağlanmaya itmiştir.
“Ultra-emperyalizme gidiş” teorisi ise bütün sosyalistleri tembel bir bekleyişe çağırmanın ötesinde sonsuz bir kıyım ve barbarlığa ortak olmaya da davet etmektedir. Dev tekellerin ve bunların dayandığı dev bankaların bulunduğu devletlerin birbirleriyle rekabeti ultra-emperyalizme, tek bir dünya tröstüne gidişte insanlığa korkunç yıkımlar sunmaktadır. Onlarca dev tröstün ve bunların devletlerinin tek bir egemenlik altında birleşecekleri noktaya nasıl gelinir sanıyor ki bu zavallı akılsızlar?
Bu tröstler, sermayelerinin egemenliği altında tuttukları milyonlarca emekçinin kanı ve canı ile birbirleriyle savaşmaktadır. Sermayenin askeri harcamalarının inanılmaz bir hızla büyümeye devam ettiği “küreselleşme çağı”nda “birleşme”, rakibini yok etme ile mümkündür. Kapitalizmin işleyiş yasalarından çok iyi bildiğimiz bir başka şey de rekabet edemeyen sermaye grubunun büyüğü tarafından yutulması ve egemenliği altındakilerin sefilliğe itilmesidir.
Bu kaçınılmaz olan her iki yolun da sonuçları benzerdir. Dev tekellerin egemenlik alanlarını oluşturan çeşitli ulusların birbirini yok eden savaşları ya da işçi sınıfları için mutlak yoksulluğun ve sefaletin gün günden artması. Kısaca emekçiler için “kırk katır mı, kırk satır mı?”
Ama tam bu nokta bize, komünistlere, hareket alanımızı tarif etmektedir. Komünistler, dünya emperyalist sisteminin ortaya çıkardığı ve çıkarmaya devam edeceği tüm çelişkileri onu bir an önce -evet insanlığa daha fazla yıkım ve barbarlık getirmeden- ortadan kaldırmak üzere hareket edeceklerdir.
Bu öznel güç ve inanışla hareket edildiğinde sonuç kesindir!
“Soyut düzeyde böyle bir aşama (ultra-emperyalizm -TK) düşünülebilir. Bununla beraber, pratikte geleceğin yumuşak meselesi adına günümüzün zor meselelerini inkâr eden oportünisttir. Teorik olarak, bu günümüz yaşamında karşılaştığımız gelişmelere dayanacağına, rüyalara dalmaya benzer. Gelişimin, istisnasız tüm işletmeleri ve devletleri içine alacak tek bir dünya tröstünün kurulması yönünde olduğundan şüphe yoktur. Ama bu yöndeki gelişme öylesine stres, tempo, antagonizmalar, çelişkiler ve tepe taklak gelişler içinde -sadece ekonomik değil, fakat aynı zamanda politik, ulusal vs.- gelişmektedir ki ulusal finans kapitallerin dünya çapında bir ultra-emperyalizm yapısında birleşmesinden önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak yok olacak ve kapitalizm kendi karşıtına dönüşecektir“. [LENİN V.İ]1
İşte, komünistlerin ödevi, “küreselleşme çağı”nda, “rüyalara dalmak” yahut pek çoğunun yaptığı gibi meseleleri ertelemek değil tam tersine, sürecin sürekli olarak ortaya çıkardığı “stres, tempo, antagonizmalar, çelişkiler ve tepe taklak gelişler”le yani bizzatihi somut siyasi meselelerle uğraşmaktır.
Sermayenin küresel egemenliği altında, yeni dünya siyasi düzeni etrafında, Türkiye’de ortaya çıkan durumu araştırmak ve zincirin kırılması yolunda kimi ipuçlarını ortaya koymak da bu yazının ulaşmak istediği amaçtır.
1.Türkiye ve sorunun ortaya konuşu
Geçtiğimiz aylar içinde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday bir ülke olarak kabul edilmesi öncelikle burjuvazide, demokrasinin Avrupa’dan doğru yayılan bir dalga olduğuna hâlâ inanmaya devam “sivil solcu”larımızda ve kürt siyasetçilerinde sevinç yarattı. Bu sevinci, bu “başarı”da kendini en büyük pay sahibi gören hükümetin ideolojik planda büyük bir “atmosfer” yakalanmasından güç alan mutluluğu daha da yaydı.
Ama hükümetin mutluluğunun arkasında sadece topluma sonunda bir gelecek vizyonu kazandırabilmiş olmak yoktu. Esas olarak mutluluğun sebebi, hükümetlerin boğuşurken tüm enerjisini harcadığı ve hiçbirini tam anlamıyla çözemeyip birer kriz dinamiğine dönüştürdüğü ülkenin sorunlarını üst bir siyasi-ekonomik otoriteye devredebilecek olmanın rahatlığıdır. 2
Bununla birlikte 28 Şubat süreciyle kriz dinamiklerinin etkisizleştirilmesi yönünde epey mesafe katedildiği de bir doğrudur. Krizin dinamiklerinden “Kürt hareketi” meselesinde büyük oranda ABD’nin katkılarıyla, kritik dönemeç alındı. İrtica ile mücadele başlığında hakeza süngüler epey düşürüldü. Ekonomik planda ise İMF’nin klişe programı doğrultusunda kamu harcamalarının kısılması, sermaye akışının hızlandırılması için en azından “sıkı” bir takvim çıkarıldı. İşçi sınıfı belirgin saldırılarla iyice sindirildi. Demokratikleşme, siyasi yeniden yapılanma ve sivilleşme tartışmaları gerçeklenebilir ve rasyonelleşmiş doğrular oldukları ön kabulüyle başlatıldı.
İşte tam bu dönemde, hükümet AB’ye adaylık statüsünün kapılması “başarı”sını gösterdi. Böylece nereye gideceği pek kestirilemeyen, hangi adımların atılması gerektiği yönündeyse ciddi kargaşanın bulunduğu restorasyon sürecine de yine “rasyonel ve doyurucu” bir ufuk belirmiş oluyordu. Geleceğin bu manzarası karşısında herkesin hizaya duracağı yer belirlenebilirdi.
Faşizm, demokrasi, şeriat, cunta ve militarizm seçenekleri arasında gidip gelen, birinden öbürüne zorlanmadan geçebilen siyasi yapılanmada tüm bunların ortasından geçen bir çizgi çekilmesi mümkün oluyordu. Bu çizgi, düşünsel olarak, sermaye egemenliğinin türlü biçimlerini oluşturan seçeneklerin tümü için çevresinde yer alınabilecek bir eksen rolü görecekti: Güçlü kapitalizm ve Avrupa demokrasisi. Bu, ufuk açan, zihin tazeleyen formül şaşırtıcı bir şekilde bütün siyasal yönelimleri ve ekonomiye dair bütün gelişim belirtilerini aynı anda kapsıyordu. Yıllardır kalkınma savaşları veren, muasır medeniyetler seviyesini kendine kabe bellemiş Türk toplumu bu sihirli formülün gücüne sessizce ikna oluyordu.
Şeriat ve faşizm, geçmişte misyonlarını kanıtladıkları gibi demokrasinin balans ayarında kullanılacak; cunta ve militarizm ise demokrasinin ve kapitalist mülkün saklanması ve yayılmasında iş göreceklerdi.
Bu, esasen yıllardır ulusal siyasetlerle hareket etmiş Türkiye için yine ulusal bir çözüm olarak ortaya çıkıyordu. Burada ulusaldan kastımız “bize özgü”lüğüdür. Türkiye “özgün” bir ülkedir. Kalkınma stratejilerinin uygulandığı dönemlerde Mısır, Hindistan hatta Çin gibi benzerleri bulunan Türkiye, bunlar içinde coğrafik olarak Avrupa kapitalizmine ve Sovyetler Birliği’ne çok yakın olmak gibi bir “özgün”lüğe dayandırdı tüm gerçekliğini. Türkiye bu dönemki akranları arasında 1920’lerdeki “yeni dünya düzeni”ni en çabuk kavrayan olarak da “özgün”dü. 1927’de tüm olarak kapitalist yolu seçebilmişti. Aynı şekilde Türkiye, geçmişten getirdiği birikimle, emperyalizmle en kolay iletişim kurabilen ve 1838’den beri (İngilizlerle yapılan Baltalimanı Anlaşması) emperyalizmle “kendi topraklarında barış içinde bir arada yaşama” prensibini benimseyen “özgün” bir ülkeydi.
Türkiye’nin kalkınma dönemine de damgasını vuran çıkış yeri, Osmanlı ile örneğin Çin arasındaki benzerlikler konusunda şunlar hatırlanabilir:
“Birbirinden uzak bu iki imparatorluğun benzerliğini belki de üç temel noktada özetlemek olası: Her iki imparatorluk da çağının ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarından kendilerini soyutlayarak, nesnel dünyanın gerisine düşmüş, göksel güçleri devlet yönetiminin temel ögesi durumuna getirmişti… Toplumsal girişimcilik çok sınırlı alanda ölü noktaya varmıştı. İkinci benzerlik, her iki ülkede de devletin feodal yapısında kendini belli eder. Osmanlı ülkesinde tımar düzeniyle, devlet yönetimi toprağı içine çekerken, Çin’de toprak, devlet yönetimini içine almıştı. Üçüncü benzerlik egemenliğin salt asker gücüne dayandırılmış ve ekonomiye kaynak ayırımının gözardı edilmiş olmasında görülür. Her iki devlet de ekonomi dışı yaşıyordu.” [ÖLÇEN A.Nejat]3
Marx’ın, İngiliz emperyalizminin Çin’de elinde tuttuğu afyon ticareti konusunda Çin hükümetinin yarattığı “pürüzleri” temizlemek için çıkardığı savaş üstüne yazdığı makalelerini çeviren A.Nejat Ölçen, kamuoyunda pek tanınmayan ama o derece değerli yapıtında Osmanlı İmparatorluğu ile de karşılaştırmalar yapıyor. Yukardaki pasaj şöyle devam ediyor:
“Bu üç ortak nitelik, emperyalizmin ülke içinde dal budak salmasının en uygun ortamını oluşturmaktaydı. Ne var ki aynı emperyalizm, devletin iç işlerine karışmakta, Çin’de Osmanlı ülkesindeki kadar kolaylık görmüyordu. O nedenle İngiliz emperyalizmi karşısında bu benzemezlik önemliydi: Örneğin yabancı elçiler Çin’de devlet işlerine karışamazken, Osmanlı devletinde (Canning gibi) vezir atamalarına bile karışır olmuşlardı. Ahmet Cevdet Paşa, Maruzat’ında `Taht-ı Saltanatın büyükten büyüğe geçmesi yöntemi yerine, oğuldan oğula geçmesi tasarısından, İngiliz elçisi Canning’e danışıldığı ve onun sakıncalı bulması üzerine vazgeçildiği’ni yazar.”[ÖLÇEN A.Nejat]4
Osmanlı, akranları arasında çok özgün bir yere sahipti! Tabi İngiliz emperyalizmi için de!
Türkiye’nin kalkınma dönemlerine ait en önemli “özgün”lüğü belki de uluslaşma sürecindeki derin boşluktur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu egemenliği ve yarattığı Osmanlı kimliği onun bir anlamda özgünlüğünü oluşturuyordu. Ve bu “özgünlük”, Osmanlı’nın emperyalizme teslimiyette görülmemiş numaralar yapmasının da temeliydi.
Osmanlı kimliği, hemen belirtmek gerekir ki, bugün burjuva hükümetin Türkiye’ye biçtiği “güçlü kapitalizm-Avrupa demokrasisi” kimliğine benzer bir kimlikti.
Osmanlı kimliği, ümmet, cemaat, Türk, Arap, Balkanlı, asker, fetihçi vb. kesimlerden oluşmuş bir kimlikti. (Yukarki tabloyla benzerlikler var mı sizce?) Bu, herşey olan dolayısıyla hiçbir şey olmayan (bkz. Hegel) kimliğin ulusal bir niteliği hiç yoktu. Ve ayrıca bunun gelişmesinin önündeki engel olarak duruyordu.
Ekonomi-dışı zora (fetihler ve angarya çalışmaya) dayanan feodalite döneminin eşitsiz gelişen en önemli gücü Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik zoru temel alan kapitalizm ve burjuva demokratik bilinç dönemini hantal, iyice yayılmış ama o oranda taş kesmiş bir toplum olarak karşıladı. Ve yenildi.
İşte, bir dönem, Avrupa takımlarıyla yapılan futbol karşılaşmalarının sonucunu ilan eden “yenildik ama ezilmedik” sloganının muhtemel çıkış yeri olan Kurtuluş Savaşı ile “ezilmekten” kurtulundu.
Bütün fethedilmiş toprakların yavaş yavaş elden çıkması döneminde bir ulus bilinci şekillenmeye başladı. Ve esas olarak “ezilme” noktasında, yani kaybedecek son toprağın da bırakılacağı noktada bağımsızlık fikri oluştu. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte bütün uluslar bağımsızlık ve burjuva egemenliğinde devlet fikrini uygularken Türkiye ancak bütün uluslar ayrıldığında ulus olduğunu anlayan Türklerin elinde kaldı. Tabi Türklerin ulusal önderliğini benimsemiş Kürtler ile birlikte.
Cumhuriyet döneminde ciddi zorlamalarla (Güneş-dil teorileri, bilumum Türk … kurumu başlıbaşına Türkçe, Kürt ayaklanmaları vb.) geliştirilmeye çalışılan “ulusal bilinç” özellikle 2. Dünya Savaşı ile tamamen dumura uğradı. Ve Türkiye, uluslaşma sürecini katedemeden emperyalist-kapitalist dünya ile entegre olma zorunluluğuna girdi. Bu, Sovyetler’in kollayıcılığı ile uluslararası arenada devlet olarak tutunabilen Türkiye’nin 5 1927’deki kapitalizm tercihiyle varması kaçınılmaz olan noktaydı.
Bu uluslaşma sorununa ilerde tekrar döneceğiz. Ancak şu anda Türkiye’nin özgünlüğü ile ilgili diğer noktalara da bakmak gerekiyor. Osmanlı’nın son döneminde Çin ve İran ile birlikte Lenin tarafından “yarı-sömürge” olarak adlandırılan Türkiye 6 , kalkınma döneminde de bunun izlerini tabi ki taşımıştır. Kapitalizmle entegrasyonda büyük hamle yapılacağı sırada kapitalist dünya en büyük bunalımlarından birine girmiştir. Bu süreç ta 1950’lere kadar ertelenmiştir.
Bu dönemle birlikte, İMF, Dünya Bankası denetimi altına giren ülkeler içinde Türkiye’nin iktisaden hiçbir özgün konumu yoktur. Arjantin, Brezilya, Şili Türkiye’nin yeni akranlarıdır. Aynı politikalar dayatılmakta hemen hemen yakın sonuçlar alınmaktadır. Bu dönemin en önemli gelişmelerinden biri olan “Bağlantısızlar ve Üçüncü Dünya Hareketleri” Türkiye’yi zerre kadar ilgilendirmemiştir. Türkiye’nin kalkınma dönemi artık çok gerilerde kalmıştır.
Sovyetler’in desteğiyle Küba’nın başını çektiği, Mısır’dan Hindistana pek çok “azgelişmiş” ülkenin katıldığı bu hareket Türkiye’ye birtakım gerilla hareketleri ve solun ciddi siyasal gücü olarak “negatif” anlamda yansımıştır. Anti-emperyalist hareketin düzeni tehdit eder noktalara geldiği ülkelerden biridir Türkiye. Bizzat devlet eliyle Sovyetler’i arkasına alarak ABD emperyalizmi ile kıyasıya çekişen diğer azgelişmiş akranları yanında Türkiye “özgün” kalmıştır. Çünkü emperyalizmle çoktan işbirliğini yapmıştır.
Ekonomik anlamda hiçbir özgünlük barındırmadığı “Arjantin, Brezilya, Şili” ailesinde Türkiye’nin siyaseten çok özgün tarafları vardı. Ancak bu özgünlükler de ABD emperyalizminin bölge stratejisi etrafında örülüyordu. Siyaseten akranlar ise Pakistan -ki sonra “kardeş” bile ilan edildik-, İran vb. idi. Türkiye’nin bu iki toplam içindeki “özgün”lüğü her iki yönde de (ekonomi-siyaset) gerekeni çok iyi uygulamasıydı.
“Büyük devrimci” ilan edilmeden önce Özal, bunu fark eden oldu. Siyaset ile ekonomiden, bu iki “özgün”lükten yepyeni bir şey çıkarmaya çalışmalıydı. Dört eğilimin egemenliği altında neo-liberal ekonomi uygulandı, toplum emperyalist kültürle boğuldu. Bu arada Musul-Kerkük, Özal’ın sabah namazında tanrıdan istedikleri arasında birinci sıradaydı.
Ama Türkiye’nin bu türlü “özgün” girişimleri kürt ulusal hareketi ve şeriatçı hareket gibi iki önemli kriz dinamiğine meydanı bırakarak dağıldı.
Ve sonunda restorasyonun bu dinamikler üzerinde ciddi geriletmeleri başarmasıyla beraber yeni bir “özgün”lük doğdu: “Güçlü kapitalizm-Avrupa demokrasisi”. Bu da tüm diğerleri gibi “ulusal”laştı bile. Uluslaşma sürecinde çok trenleri kaçırmış bunu asla tamamlayamamış Türkiye için farklı ya da özgün görünen her yeni yönelim, ulusallığı temsil etmektedir. Ulusal meselemiz haline gelmektedir.
Türkiye’nin durumu aslında şöyle anlatılabilir. Bu durum sevgisiz ve kimsesiz kalmış bir çocuğun büyürken kimseye güvenmemesi, çevresindeki herkesi düşman görmesi ve bunla tamamen zıt olmasına rağmen gördüğü en ufak sevgi kırıntısını ebedi bir sevgi zannetmesi gibidir. Türkiye’de ulusal bilinç, ki buna bir yanıyla farklılaşma, kendi kimliğini, benliğini kurabilme bilinci vb. diyebiliriz, gelişmemiştir ve asla gelişemeyecektir. Bunun aksine farklılaşma, kimlik, benlik kurabilme gibi duygular ortaya çıktığında bunlar ulusal bilincin yerine konacaktır.
Bu Türkiye’nin gerçekten özgün mahkumiyetidir! Türkiye, bu gerçek özgünlüğü içinde bir takım eşitsiz gelişim olanakları taşımaktadır. Paradoksal görünen bu durum, girilen küreselleşme-demokratikleşme sürecinde emperyalist zincir içinde Türkiye’nin zayıf halka olmasına neden olan siyasi “stres, tempo, antagonizmalar, çelişkiler ve tepe taklak gelişler”in önemlilerinden biri olmaya adaydır!
Önümüzdeki süreçte Türkiye’de, “ulusallaşma” kinetiği gösterebilecek iki olgu ortaya çıkacaktır. Bunlardan biri bölgesel savaş ve “milli” davalar adına kan dökme ile emperyalist zincirden ve onun dayattığı toplumsal paradigmadan kopmayı sağlayacak politik etkinlik.
Bunlardan ilki milliyetçiliktir. MHP’de kristalize olan ama diğer -hemen hemen bütün- burjuva partilerinde egemen ideoloji olarak şekillenen milliyetçilik emperyalizm içindeki konumlanıştan kaynaklanan bir zorunluluk olarak -çünkü MHP bile emperyalist zinciri, dayatılan küreselleşme biçimini “modernlik, kaçınılmaz süreç” olarak coşkuyla kabullenmektedir- “milli” birtakım ilhak veya bekçilik görevlerine halkı hazırlayacaktır.
Geç emperyalizm çağında kapitalistleşen bir ülke olarak Türkiye uluslaşma sürecini tamamlayamadan emperyalizmin ilhak ve sermaye egemenliğinin bekçiliği politikalarıyla tanışmıştır. Fetihçi, akıncı Türk milliyetçiliğine uyan tek “milli”lik budur.
İkinci, ulusallaşma kinetiği arzedecek olgu ise sosyalist hareket ve sosyalist ideolojidir. Sermayenin küreselleşen egemenliği altında, sermayedar sınıfın can düşmanı proletarya ve partisinin öncülüğünde sosyalist hareket ulusallaşmak zorundadır. Bu, emperyalist zinciri kırmak için yerine getirilmesi zorunlu olan bir ödev, Türkiye proletaryasının ödevi haline gelmektedir.
Bu konuyu biraz daha açmamız gerekmektedir.
2. Uluslaşma-küreselleşme
Ulus kavramının ortaya çıkışı feodalizmden kapitalizme geçiş dönemindedir. “Tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğu”7 olarak tarif edilen ulus ilk olarak Batı Avrupa’nın kapitalistleşen ülkelerinde görülmüştür.
Feodal parçalanmışlığın gelişen kapitalist üretim ilişkileri ile ortadan kalkmasıyla bu toplumlar ulus biçimini aldılar. Ve bu, uluslaşmanın birinci dönemi, diye tarif edilen dönemin, en önemli özelliği, bu süreçteki uluslaşmaların bağımsız ulusal devletler biçiminde olmasıdır. Ulusal sorunun uzmanı Stalin burada İrlanda’yı bir istisna olarak kaydeder.
Batı Avrupa’daki ulus-devletlerin aksine Doğu Avrupa’daki gelişim daha çok bir ulusun toparlayıcılığında oluşturulan çok-uluslu devletler yönündeydi. Özellikle Batının ulus-devletleşen ve dolayısıyla güçlenen yapılarına karşı Doğu Avrupa ulusları birleşerek devlet oluşturma yolunu seçmişlerdi. Macaristan ve Rusya bu yönelimin örnekleridir.
Stalin’in bu iki uluslaşma evresi içinde kaydettiği bir nokta var: “Doğunun bu çok-uluslu devletleri, ulusal çatışmaları, ulusal hareketleri, ulusal sorunu ve ulusal sorunun çeşitli çözüm yöntemlerini ortaya çıkaran ulusal baskının anavatanı oldu. Ulusal baskı ve ona karşı mücadele yöntemlerinin ikinci dönemine, Batıda emperyalizmin doğuşu dönemi tekabül eder, çünkü kapitalizm, pazar, hammadde, yakıt ve ucuz işgücü bulma yolunda sermaye ihracı ve büyük demir ve deniz yollarının güven altına alınması amacıyla, ulusal devlet sınırlarını yıkar, uzak ve yakın komşuları aleyhine topraklarını genişletir.”[STALİN] 8
1. Paylaşım Savaşı ile birlikte, emperyalist devletlerin egemenlikleri altında tuttukları çok-uluslu devletlerin yıkılmasıyla köleleştirilen yeni ulusal devletler oluştu. Kısacası, Doğu Avrupa çok-uluslu devletlerinin ömrü pek fazla olamadı. Dünyanın geri kalan uluslarının kendi ulus-devletlerini kurma süreçleri ise 20.yüzyıl boyunca sürdü. Türkiye de, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın “yarı-sömürge” ülkesi olarak bu statüdedir.
Uluslaşma ve ulus-devlet gelişiminde üçüncü bir evre daha vardır. Bu ulusların emperyalist zincirden kurtularak sosyalist sistemi kurmaları olarak ayırt edilir.
Şimdi burada ilginç bir nokta oluşuyor. Uluslaşmada ikinci evreyi oluşturan çok-uluslu devletlerin ömrü kısa oluyor ve bunlar hızla kapitalistleşip yeni-sömürgeci devletler haline gelenler tarafından yıkılıyor. Paylaşılıyor. İkinci uluslaşma evresi, tarihe uluslaşmanın bir biçimi olarak kaydolmakla birlikte “güdük” kalıyor.
Doğu Avrupa’nın pek çok devletinin (ikinci evrenin devletlerinin), 1.Dünya Savaşı’nda yıkılıp yerine kurulan devletlerinse 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizme geçmiş olması, Stalin’i “üçüncü evre sosyalizmdir, sovyet dönemidir” saptamasında doğruluyor.
Daha doğuya gidildiğinde, özellikle Asya’da, 20.yüzyıla sömürge olarak giren ve yüzyıl boyunca ulus-devlet savaşımı veren uluslar görüyoruz. Çin, İran ve Türkiye hariç. Çünkü bunlar belli bir egemenliği zaten olan uluslar olarak, hep söylüyoruz “yarı-sömürge” devletler olarak kabul ediliyor. Türkiye, bu konumdan sömürge konumuna itilmeye razı olmayarak Kurtuluş savaşı veriyor. Ama bu “pozitif” bir ilerleme değil. Durumu korumaya dönük bir savaş ancak.
İşte yukarda bahsettiğimiz Cumhuriyet Dönemi zorla ulusal bilinç geliştirilmesi çabalarının nedeni aslında bu. Türkiye, tarihiyle, yine Stalin’i haklı çıkaran bir süreç izliyor. Uluslaşmanın birinci evresini kaçıran Türkiye, ikinci evrenin çözümsüzlüğüne tutunarak ayakta durabiliyor. Ve doğal olarak arada kalıyor. Emperyalizmle sosyalizm arasında.
Türkiye, bu aradalıktan kurtulmaya karar veriyor. Ve emperyalizmin tarafını seçiyor. Önce salt kapitalist yol (1927) ve sonra bunun doğal sonucu olarak 2.Dünya Savaşı ertesinde emperyalizm. İlk dönemin ulusalcı çabalarının nefesi emperyalizm karşısında tükeniyor. Aynı şekilde SSCB-ABD arasında kendince oturduğu dengeyi de kaybediyor.
Doğu Avrupa’nın uluslarının ulusal sorunlarını çözemediği sosyalizmin yönetimleri bırakmasıyla iyice görüldü. Ve bu uluslar emperyalist devletlerin bölge ve pazar planlarının içinde gelişmemiş ulusallıkları ekseninde bir kaosa girdiler. Fütursuzca birbirlerini boğazlamaya başladılar. Çekoslovakya’da şimdilik bölünerek çözülmüş görünen sorun, Balkanlar’da alabildiğine hızla devam ediyor.
Çünkü ulus ve ulus-devlet kavramları kapitalizme özgü, onunla birlikte ortaya çıkmış ve burjuva devlet kavramıyla yan yana varolmuş kavramlardır. Burjuvazinin gelişimi içinde ulus-devlet, ulusal pazar anlamında kapitalistler için elzem durumundaydı. Sermayenin çeşitli kesimlerinin rekabet edebilecekleri bir ulusal pazar, sınırları belirgin bir emek-pazarı kapitalizmin ilk dönemleri için kaçınılmazdı.
Kapitalizmin ilerleyen dönemlerinde, emperyalizm döneminde, ulus-devletler etkinliğini korumaya ve hatta artırmaya devam etti. Geçmişin sömürge devletlerinin ulus-devlet konumlarının tanınması ile beraber dünya ekonomik ve siyasi bütünlüğü uluslararası bir bütünlük halini aldı. Egemenlikleri altında çeşitli ulusları bulunduran, bu anlamda çok-uluslu devletler haline gelmiş olan emperyalist devletler ile diğerleri arasında uluslararası arenada eşit bir konum oluştu. Burjuva eşitlik ve özgürlük kavramlarının bir tezahürü olarak, hukuken eşit bu devletler bizzat bu hukuken eşitlik yüzünden uluslararası ekonomik arenada ümit ettikleri “rekabeti” gerçekleştirecek noktaya hiçbir zaman gelemedi. Buna paralel olarak siyasi anlamda da bağımlılıkları, yani hukuken eşit oldukları ve özgür seçimleriyle küresel dünyada bir arada bulundukları emperyalist devletlerin egemenliklerine boyun eğişleri gün günden arttı.
Şimdi küreselleşme başlığında pek çok yerde çeşitli tartışmalar yapılıyor. Bu tartışmalarda en sık duyulan ulus-devletin öneminin azaldığına dair sözler. Oysa bu tamamen yanlıştır. Daha doğrusu bu, emperyalizmin küresel ideolojik saldırısında bir alt-başlıktır.
Devletin küçültülmesi, sivil toplumun yüceltilmesi vb. şeylerin siyasi hayatımıza yön vermeye başladığını hepimiz görüyoruz. Ulus-devletin etkinliğinin azaldığını söylemekse uluslararası tekellerin egemenliği altına alınan ulusal pazarların ve ulusların kendi yönetimlerinden tamamen vazgeçmelerini istemekten başka birşey değildir.
Ulus, kamusal bir kavramdır. Bununla şunu söylemek istiyoruz: Tanımının içinde saydığımız özellikleri taşıyan topluluklara ulus diyoruz. Bu aslında negatif bir söylemdir de. Ama Spinoza’nın dediği gibi “Determinatio et negatio”dur. Yani bir topluluğun çıkıp “biz şu özellikleri taşıyoruz, biz bir ulusuz” demesi aynı zamanda “diğerleri bizimle aynı özellikleri taşımadığı için bizden değildir” demektir de. Konunun uzmanı Stalin de, ulusu ulus yapan beş maddeden bir teki bile eksikse orada ulustan bahsedilemeyeceğini defalarca vurgulamaktadır.
Tekrar hatırlamakta yarar var: Ulus kavramı kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle burjuvazi gelişmesi içinde ulus kavramının kullanışlılğını görerek bu kavramın yaşamasına uygun zemini hep korumuştur. Sermayenin kısa sürede egemenlik kurabileceği determine edilmiş bir ulusal sınırın varlığına dayanan, aynı zamanda topluluk içindeki sınıfsal ayrımları ve çelişkileri “bütün” içinde önemsizleştiren bir kavramdır ulus. Burjuvanın kendisi için ölmesini isteyemeyeceği özgür emekçinin, burjuvanın çıkarıyla özdeşleştirilmiş ulusu için ölmesi istenebilmektedir. Milli davalar için ne şehitler verilmiştir, verilecektir.
Bu, burjuvazinin ideolojik egemenliği demektir. Kendi çıkarını bütün ulusun çıkarı gibi göstermeyi başarmaktır.
Kapitalist bir topluluğun tarifi olarak ulus, kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla birlikte ortadan kalkacaktır. Dünya uluslarının muazzam bir kaynaşmasına tanıklık edecek bu döneme kapitalizmin daha fazla kâr ideolojisi değil sosyalizmin üretme ve dönüştürme ideolojisinin önderliğinde varılacaktır!
Bir şeyin özü ve çıkışıyla, biçiminin ne olduğu arasındaki farkı gözden kaçırmak büyük bir hatadır. Örneğin devlet, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmamıştır. Ama kapitalizmde devletin bir -veya birkaç- biçimi vardır. Keza ordular da -devletin kamusal alanını korumak üzere oluşturulan- kapitalizmle ortaya çıkmamıştır. Kapitalizmin getirdiği değişiklik bunların egemenlikte oynadıkları rolle ilgili bir değişikliktir.
Feodalitede kamusal alanın sahibi kralın ve derebeylerinin egemenliğini koruyan ordu kapitalizmde hakim güç olan sermayenin egemenliğini korumak için vardır. Sermayenin egemenliğini önce ulusal pazarda oluşturmasıyla tarihsel olarak biçimlenmiş ulus-devletin ordusudur, milli ordudur.
Dolayısıyla şu noktaya gelmiş oluyoruz: Ulus-devletin küreselleşme süreciyle ortadan kalktığını veya kalkacağını söyleyenler aslında uluslararası planda sermayenin egemenliğini devam ettiren devletlerin (emperyalist ulus-devletler) ortadan kalkacağını değil bu uluslararası sermayenin egemenliği önünde engel oluşturabilecek ulus-devletlerin kalkması gerektiğini söylemektedir. Bunun durulan doğru noktası ulus-devletin ulusal egemenliğinin, aynı ulusal sınırlar içindeki devletin egemenliğinde olduğu gibi, küçültülmesi gerektiğidir.
Bir ulus-devletten, emperyalist ulus-devletlerle küresel planda ilişki kuran bir ulus-devletten beklenen şey basittir: “Ulusal ol ama çok da fazla değil. Bölgende veya bizim düşmanlarımıza karşı milli davalar üret ama bize karşı üretme. Çünkü sen ve senin ulusal egemenliğin bizim egemenliğimiz altında.”
Hiç şaşırtıcı değil. Siyasi egemenlik olarak vardığımız noktaya iktisadi egemenlik yönünden de varabiliriz. Avrupa Birliği’ne girme senaryoları kurulan Türkiye’nin AB ile esas ilişkisinin açıklaması vardır burada. AB’nin egemen devletleri şöyle demektedir: “Bize karşı bütün sınırları kaldır, sermayemizin akışı önündeki bütün olası engelleri temizle. Ancak diğerlerine karşı gümrükleri iyice yükselt.”
Küreselleşme tartışmaları ile birlikte yürüyen bir tartışma daha vardır: İktisat ve siyaset ilişkisi. Siyasetin iktisada yön vermesinin silindiği varsayımından hareket edenler ulus-devletin ortadan kalkmakta olduğunu söyleyenlerle aynı kişilerdir. Küreselleşme savunucularına göre siyasetin etkisi azalmaktadır.
“Şimdiye kadar dünya kapitalist sistemi yaygın ve sınır dinlemeyen bir dünya ekonomisi ve birbirinden bağımsız siyasi iktidarların ürünü olan devletlerin oluşturduğu bir politik düzeyin eklemlenmesi olarak düşünülebilirdi. Sınır dinlememesine rağmen dünya ekonomisi siyasi kerte içinde somutlaşıyor, devlet yapıları tarafından şekilleniyordu. Bu yüzden de görünüm olarak ulusal kapitalizmlerin eklemlenmesiyle ortaya çıkıyordu. Şimdilerde ise dünya kapitalizmi ulusul kapitalizmlerin toplamı olmaktan çıkıyor, gerçekten bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve pazar olarak gören, kendi hareketliliğine engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sisteme dönüşüyor. Artık uluslararası değil, küresel. Kendi meşruiyetlerinin temeline ulusal düzeyde yönetebilmeyi umdukları kapitalizmleri koymuş olan ulus-devletlerin bu denli yoğun bir kriz içinde olmalarının nedeni de bu.“[KEYDER Çağlar] 9
Bütün dünyadaki üretimin hangi bölgelerde ne kadar olacağını, bunun nerede ne kadar fiyatla satılacağını belirleyen tekellerin iktisadi egemenliği altında ulus-devletlerin siyasi egemenliğinin azalmakta olduğu savı doğrudur. Ama bu siyasetin genel olarak ekonomi karşısındaki güçten düşmesiyle açıklanamaz. Uluslararası tekellerin çıkarlarını temsil eden emperyalist ulus-devletlerin her zamankinden fazla siyasi etkinliklerini artırma çabası içinde olduklarını görüyoruz.
Avrupa, kendisine mal ettiği Avrupa tipi demokrasi ile, ABD örneğin siyasi katılımı sınırlandıran, basit bir “0” ya da “1” siyasi sistemi ile bunu sağlama çabasında. Bunun yanına askeri gücün inanılmaz boyutlarda artırılması yoluyla etkinliğin sağlanmasını da eklemeliyiz.
Geçerli olan süreç, küçük ulus-devletlerin siyasi etkinliklerinin neredeyse sıfıra yakın bir noktada büyükler karşısında erimesidir. 3. Dünya vb. bloklaşmaların kaybolmasıyla ve en önemlisi SSCB’nin yıkılmasıyla bu devletlerin birliktelikle oluşturdukları siyasi güçleri yokolmuştur. Tam tersine bu devletler emperyalizmle daha iyi anlaşmalar yapmak uğruna pek çok düşman kampa bölünmüşlerdir.
Türkiye özelinde baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Siyasi egemenliğin büyük oranda anti-demokratik, faşist ve militer hükümetlerce (asker partileri de dahil) sağlanageldiği Türkiye’de bugünlerde hükümetlerin ve siyasi yapılanmanın daha “cesurca” eleştirildiği bir döneme girdiğimizi görüyoruz. AB’ye aday üyelik ve AB kriterlerine uyma sıkıntısının yanında bunun bir başka nedeni de siyasal kurumların önemsizleştirilebilirliğidir.
Devletin kamusal faaliyetleri, bütün siyasi anlayışlar (MHP hariç) tarafından gereksiz görülmektedir. NGO’culuk, sivil toplumculuk yükselen değer olarak poh pohlanmakta, sivil anayasa ciddi şekilde tartışmaya açılmaktadır. Restorasyon süreciyle birlikte askerler tarafından siyasi öznel güçleri birbir ellerinden alınan burjuva siyasi partilerin durumu da buna uymaktadır.
Bugün Türkiye’de siyasi özne diyebileceğimiz -egemenlik ve yönlendiricilik babında- bir tek asker partisi vardır. Onun gelecek versiyonuda AB adaylığı süreciyle netleşmeye başlamıştır. Türkiye’de, sağ, partileriyle, sol, daha çok liberalleriyle, kürt hareketi de kitlesiyle AB adaylığının siyasi yapılanmayı şekillendireceğine -demokratikleştireceğine- ikna olmuştur. Ama bunu kendisi yapabilecek hiç bir siyasi özne bulunamamaktadır. Bu, projesizlik ve ufuksuzluk içinde, bir yandan da her yönden çürümüş bürokratik-mafyatik yapılanmasıyla devletin, kendisi “milletin egemenliğini” temsil eden kurum olarak kalmasına rağmen, empergörülmektediryalist devletlere karşı egemenliğini tümden onlara bırakma eğiliminde olduğu .
Başka hiçbir kapitalist ülkede görülmeyen boyutta devlet kurumlarının tasfiyesi, yağmanın serbestleştirilmesi, adaletin lağvedilmesi iki görüşü tartışılır kılmaktadır. Bunlardan birincisi, Türkiye burjuva rejiminin, karanlık, mafyatik, üretime değil zorbalığa dayanan karakterini değiştiremeyeceğidir. İkinci görüş bu durumun ancak Avrupa’nın siyasi belirleyiciliği kabul edildiğinde değişebileceğini söylemektedir. Bu ikisi aynı kapıya çıkmaktadır.
Ulus-devletin iktisadi planda çoktan bıraktığı egemenliğini siyasi planda da bırakması tartışılmaktadır. Ancak bu durum da yine ikili bir yapı arzetmektedir. (Siz bunu paradoksal olarak yorumlayın) Sermaye egemenliğinin Avrupa tipine boyun eğeceğini belirten devlet, öte taraftan dünya silahlanma liginde ilk beşteki yerini bırakmamaktadır. Önümüzdeki 10 yılda Türkiye hava savunmada bölgenin en güçlü ülkesi durumuna gelecektir. Keza tank, hatta uçak gemisi vb.nin yanında nükleer silahlara milyarlarca dolar ayrılmaktadır.
Uluslaşma süreçlerini incelerken gördüğümüz gibi devletin bu silahları güçlü, emperyalist ulus-devletlere karşı kullanmayacağı çok açıktır. Türkiye, örneğin Almanya gibi, uluslaşma ve tekelleşme sürecinin uzantısı olarak emperyalist dengeleri sarsacak bir yönelimde değildir. Ve olmayacaktır. Türkiye’nin siyasi egemenliği emperyalist devletlere terkedilmektedir.
Türkiye’de geçerli olan uluslararası (emperyalist tekellerin elinde merkezileşmiş bulunan) sermayenin egemenliğinin inşası ve geliştirilmesidir. Bunun için gerekli olan bir anlamda da bu “merkezi sermaye egemenliğinin” bir özelliği olarak bağrında taşınan üç unsurdan söz edilebilir:
1. Demokratikleşme (siyasal yeniden yapılandırma)
2. Ekonomik bağımlılık dizgesinin oluşması ve pekiştirilmesi. Burada imalat sektörünün kuvveti, sermayenin üretken faaliyetleri toplamı ve özellikle teknolojik -silahlanma için- bağımlılık önemlidir.
3. İdeolojik planda tam anlamıyla merkeze bakan bir toplumsal beklenti ve yönelim içine girilmesi.
Emperyalist sistem, siyaseten de gerçekten yeni bir döneme girmektedir. Bu dönemde bölgesel güç olacak devletlere alan açılarak, bu devletlerin merkezle bağlantıları “kuvvetlendirilerek” (G-20) bir ara halka oluşturulmaktadır. Bu, emperyalist devletlerin gittikçe şiddetlenen sistem içi çelişkilerinin yükünü de bu ara halka ülkelere devretmesi anlamına gelmektedir. Bu ara halka ülkelerin pek çoğu, özellikle de Türkiye kişiliksiz politik teslimiyetiyle bu çelişkilerin birincil aktörü olacaklardır. Sermaye egemenliği birinci veri olarak kabul edildiğinde Türkiye’nin önünde ne büyüme, ilerleme, kalkınma ne de gerçek anlamda bağımsızlaşma yolları açılmamaktadır.
Süreç siyasi planda mandalaşma sürecidir. İktisadi plandaki mandalaşma ile siyasi plandaki mandalaşma birbirini üretir, şekillendirir. Bunların ikisini bağlayan ve korelasyonu sağlayansa ideolojik yapılanmadır. Egemenlik ideolojisi, beraberinde sınıfın teslimiyeti ideolojisiyle beraber gitmektedir, gitmek zorundadır. Ve bu ikisi mandalaşma sürecinin ayaklarından birini oluşturmaktadır. İşte bu ideolojik boyutu da bulunan mandalaşma sürecine bunu kıracak unsurların müdahalesi vazgeçilmez bir hal alır.
Bu müdahale esas olarak siyasi alandan yapılmalıdır. Bizim ideolojimiz siyasi etkinliğimiz ile nesnel görevimiz (örgütlenme düzeyimiz) arasındaki bağlantıyı sağlamada rol alır. Vakit kaybetmeden siyasi etkinliğin artırılması zorunludur.
Mandalaşma süreci olarak adlandırdığım bu süreç içindeki bölgesel etkinliğin artışı vb. kimseyi yanıltmamalıdır. Bu durum siyasi anlamda ve emperyalist zincir içindeki yer alış anlamında madalyonun diğer yüzünü oluşturmaktadır.
Bu durum, beraberinde yakın geleceğin ciddi bir kriz dinamiğini getirmektedir.
“Bunalıma karşı yeniden yapılanma, yukarıda da değinildiği gibi örgütlü emeğin güç ve etkinliğinin kırılması esası üzerinde şekillenmektedir. Bu çerçeve içinde demokrasinin yeniden tanımı gündeme gelmektedir. Çünkü yeniden yapılanma, ekonomi ile siyaset arasına kesin ayırıcı bir çizgi çekilmesini ve ancak özgür olarak işleyen (siz bunu uluslararası tekellerin egemenliğinde diye anlayın-TK) bir pazar mekanizması sayesinde toplumsal kaynakların en rasyonel bir biçimde kullanılabileceğini öngörmektedir. Hatta artık bir çok çevrede ekonomik düzen ve uygulanacak ekonomik politikalar konusunda siyasi akımlar arasında tam bir uzlaşma gereksiniminden söz edilmektedir. Ekonomi ile siyaset arasına katı bir ayrım çekince böyle bir uzlaşmayı sağlamak zor olmayacak sanılmaktadır.”[ŞAYLAN Gencay] 10
Bu siyasi aynılaşmanın -ki bu emperyalizmin istediği bir gelişimdir- ekonomileri uluslararası tekellerin egemenliği altındaki ülkelerde siyasi iradenin “gereksizleşmesi” olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasi egemenliğin devrinden kastettiğimiz de budur.
Demokrasi konusunda daha önceki yazımıza danışabiliriz.11 Her yerde olduğu anlamda aslında hiçbir yerde somut olarak olmayan sermayenin egemenliği düşünülmelidir. Burada aslında geçmişten beri bir anlamıyla savunulagelindiği gibi devletin “her yerde”liği yeterli açıklama değildir. Sermayenin “soyut” egemenliği burjuva devletin “somut” egemenliğinin tamamlayanıdır. Kısaca biri olmadan öbürü olmamaktadır. Demokrasi diye tabir edilen devlet biçimi esas olarak “somut” cisimlenişin soyuta daha fazla yaklaşmasıdır. Yani egemenliğin daha fazla biçimde “görünmeyen” bir hal almasıdır. Hatta salt toplumu oluşturan sınıfların kendilerine, sivil toplum kurumlarına bırakmadır. Bunun bitimsiz (ebediyete kadar sürebilecek) bir süreç olduğunu tarif etmiştik.
Geçerken belirtmek gerekir ki, yukarda kitabından alıntı yaptığımız Gencay Şaylan demokrasi ve küreselleşmenin sermayenin egemenliği bağlamındaki gelişmesi karşısında, sosyalist ve sosyal-demokrat hareketlere Gramsci’nin yöntemini ve yaklaşımını önermektedir.
Sivil toplumcu Avrupa Marksizminin en önemli teorisyen olarak benimsediği, İKP’nin militan önderi ve Leninizme her zaman bağlı kaldığını söyleyen Gramsci’nin “hegemonya” kavramı etrafında geliştirdiği düşünceler bizim için önem arzetmektedir. Demokrasinin ve her türlü burjuva devlet biçiminin temelini oluşturan sermayenin egemenliği konusundaysa görüşlerimiz paralellikler arzetmektedir.
Çok önemli ve temel bir ayrımla birlikte!
“Gramsciye göre `burjuvazinin gerçek gücü’ günlük yaşamdan kaynaklanmaktadır. Çünkü günlük yaşama egemen ilişki kalıpları, tutum ve değerler belli bir toplumsal sınıfın hegemonyasını yansıtmaktadır. Bu hegemonyayı kırmadan devrim yapmanın ve devleti ele geçirmenin hiç bir anlamı yoktur. Çünkü insanın düşünce dünyasına egemen olan bu hegemonya devlet içinde de geçerlidir ve sınıf çatışması sadece toplumda değil devlet içinde de yürümektedir.” [ŞAYLAN Gencay]12
Bu, yıllardır, Gelenek’in Gramsci teorisi ve onun kof takipçileri sivil toplumcularla tartışırken savunduğu noktayı işaret etmektedir. Devrimin toplumsal mı siyasal mı olması gerektiği üstünden yürüyen bu tartışmada bizim savunduğumuz, ideolojik hegemonyanın kırılması yönündeki BİTİMSİZ çalışmanın yanında en önemli atılımın siyasi iktidarın bizzat kendisinin alınması olduğudur. Daha başka deyişle, BİTİMSİZ bir çalışma olan, bu anlamda belki yüzlerce yıl sürmesi de gerekecek olan toplumsal devrim çalışmasının yanında esas olarak siyasal devrim çalışması yürütülmelidir. Proletaryanın devlet erkini eline geçirmesi her türlü ideolojik laf kalabalığından daha güçlüdür ve her şeyden önce daha “gerçekçidir”!
Sermayenin ideolojik hegemonyasının kırılması çalışmalarımızın yanında küreselleşme ve “demokratik”leşme sürecine biz, siyasi biçimleriyle bakıyoruz. Sermaye egemenliğinin siyasi ve nesnel durumunu saptamakla yetinemeyiz. Bunu değiştirecek gücü oluşturmak zorundayız. “Günlük yaşamda ideolojik egemenliğe yönelik çalışma” ise bizim siyasi iktidara yönelen siyasi çalışmamızın bir dalıdır. Buna hayatlarını adamaya hazır sosyal-demokratlarımıza -tabi samimiyetlerine güvenirsek- “ideolojik egemenliğe yönelik çalışma” yapmaları için “ajitasyon-propaganda” çalışmalarımızda yer verebiliriz!
Ama bırakalım bunları. Biz, Türkiye’de sermaye egemenliğinin (soyut-yani her yerde olduğu için hiç bir yerde olmayan), somut biçimlenişi olan siyasi iktidar ve devletin “manda”laşması süreciyle uğraşıyoruz. Uluslararası sermayenin egemenliği sürecinde bunun yerellikteki somut biçimlenişinin burjuva manda devleti olduğunu söylüyoruz. Biz bir yandan mandalaşan öte yandan militer-terörist yanını geliştiren bu devletle uğraşıyoruz!
3. Mandalaşma-kompradorlaşma
Mandalaşma saptamasıyla Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki siyasi yerini betimlemede bize yardımcı olacak kavramı şekillendirmeyi amaçlıyoruz.
Bu konuda solda belli tartışmalar yürütülmüştür. Özellikle Yalçın Küçük’ün teorik derinliğiyle sürdürdüğü “alt-emperyalizm” tartışmaları akla gelmektedir. Yakın dönemde marksist teorik çalışmaların bir platformu olarak önem kazanan Özgür Üniversite Forumu da tartışmaya “kompradorlaşma” tarifiyle katılmıştır.
“Kompradorlaşmış bir rejim demek; devletin, o ülke insanlarının (yukardaki bağlamıyla bunu “ulusun” diye de yorumlayabiliriz- TK) sorunlarıyla ilgili asgari bir kaygı ve sorumluluk taşımadığı, toplum yaşamına ilişkin temel kararların “dışardakiler” tarafından alındığı bir rejim demektir. Komprador rejimin yegane kaygısı, iç ve dış rantiyelerin ülke zenginliğini hortumlamasının koşullarını yaratmaktan ibarettir.” [ÖZGÜR ÜNİVERSİTE FORUMU]13
Türkiye’nin bugünkü rejimini tarif etmek için kullanılan “komprador” eski bir kelimedir. Özellikle 70’li yılların Milli Demokratik Devrimci hareketlerinin ağzından düşürmediği bir kavramdır.
Komprador kelimesi, sözlük anlamıyla, “Yabancılarla ilişki kurmaları hükümetleri tarafından yasaklanan halklarla sömürgeci şirketler arasındaki ticarete zorunlu olarak aracılık eden yerli” 14 demektir. Yani sömürgecilik döneminden kaynaklanan İspanyolca bir kelime. Sözlük anlamının yanında ülkemizde emperyalist tekellerle işbirliği içinde ülke kaynaklarını sömüren burjuvazi için sıkça kullanılmıştır. Hatta Mahir Çayan komprador kavramını Osmanlı’nın sömürgeleşme süreci için de kullanmıştır:
“Osmanlı toplumu, 18.yüzyıldan itibaren hızlı bir sömürgeleşme sürecine girmiş, devlet hızla kompradorlaşmış, ruşeym halinde yerli kapitalizm Avrupa kapitalizminin rekabetine dayanamayarak kavrulmuş, ekonomi, feodal komprador bir yapıya sahip olmuştur.“[ÇAYAN Mahir] 15
MDD teorisyenlerinin muhtemelen Che’den aldıkları kavram yabancılarla ilişkinin yasak olduğu bir döneme ait “hain”likle eşdeğer bir sıfat.
Fikret Başkaya da, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ile bugün arasında bir anlamda analoji kuruyor:
“Türkiye’nin emperyalist dünya sistemindeki bu günkü konumu, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısındaki Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu çağrıştırıyor. Küreselleşme çağı, `dünyanın yeniden biçimlendirilmekte olduğu’ bir süreç anlamına geliyor. İşte bu süreçte Türkiye’yi yönettiğini sananlar, aynı Birinci Emperyalist Savaşta olduğu gibi `menüye dahil olmamak’, bölüşülen tarafta değil bölüşenler safında olmak için çaba sarf ediyor. Ama Birinci Emperyalistlerarası savaşta olduğu gibi, mutfakta etkili olacak güçten yoksunlar… Bütünüyle kompradorlaşmış bir rejim, ancak emperyalist çıkarların bir `aracı’ işlevini yerine getirebilir… Daha fazlası mümkün değildir…“16
Türkiye’de burjuvazinin “komprador” karakterinden bahsedilebileceğini söyleyebiliriz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, bu komprador burjuvazi dışında bir “milli burjuvazi” aranması veya yaratılmaya çalışılmasının yanlış oluşudur. Uluslararası tekellerin yerli şubesi olarak hayat bulan yerli burjuvazimiz Türkiye’nin tek ve milli burjuvazisinin ta kendisidir.
Yerli sermayenin “milli” üretimle değil de emperyalist tekellerin ajanslığı ile artı-değer ürettikleri kesindir. “Milli” burjuvazimizin bir diğer gelir kaynağı, emperyalist tekeller ile büyük Türkiye pazarı arasında, sermaye egemenliğinin somutlanış biçimi olan burjuva devletinin açtığı kanallar sayesinde yürüttüğü ticarettir.
Fikret Başkaya’nın yazısında ısrarla vurguladığı bir şey de son derece önemlidir ve Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki yerine dair göz önünde her zaman bulundurulması gerekmektedir. Başkaya 1998 yılı rakamlarına göre, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun karlarının 87.7sini faaliyet-dışı alandan, yani faiz gelirinden sağladığını belirtmektedir. 17
Bu, bizim yukarda zikrettiğimiz, “merkezi sermaye egemenliğinin” tesisinin üç sacayağından birini, yerellikteki imalat sanayinin zavallılığını göstermektedir. Ekonominin içinin boşaldığı, ticarete ve ranta dayalı bir sistem haline geldiği aşikardır. Bu anlamda, uluslararası tekellere aracılık eden burjuvazinin egemenliği sistemine komprador rejimi demek uygun kabul edilebilir.
Kompradorlaşma bir ekonomik altyapı tasnifi olarak kabul edilebilir olmakla birlikte siyasi üstyapıdaki biçimlenişi konusunda sıkıntı arzetmektedir. Marksist literatürde emperyalist sistemi tarif edilirken kullanılan kategoriler içinde “komprador” ülke kategorisi bulunmamaktadır. Emperyalist sistem içinde örneğin Osmanlı’yı tasnif ederken Lenin “yarı-sömürge” kavramını kullanmaktadır.
Lenin’in “Emperyalizm” eserinde kullandığı üç temel kategori var: Sömürgeci devlet, sömürge devlet ve yarı-sömürge devlet. Biz Lenin’in dönemindeki emperyalist sistem tarifinin geçerliliğini koruduğunu söylüyoruz. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla dev tekellerin oluşması, banka sermayesinin sanayi sermayesini yutmasıyla oluşan finans-kapitalin hakimiyeti, dünyanın çok-uluslu tekeller ve bunların siyasi biçimlenişi olan emperyalist devletler arasında yeniden ve yeniden bölüşülmeye devam ettiği hangimizce yanlışlanabilir?
Statü ve siyasi biçimlerdeki değişikliklere baktığımızda sömürge devletlerin genel değil istisna haline geldiğini görüyoruz. Finans-kapitalin egemenliği ve sermaye ihracı ile ayırt edilen emperyalizmin yeni evresinde, eskinin sömürgeci devletlerinin sömürgesi olarak birkaç devlet kalmıştır. Orta Amerika’da Fransa ve Hollanda’nın sömürgesi devletler halen vardır. Büyük Okyanus’taki, Atlantik’teki pek çok ada devleti ABD, Fransa, Belçika ve İngiltere’nin sömürgesi (tam olarak yüzyıl başındaki anlamda) durumundadır. Ve zaman zaman bunlar için sömürgeci devletler savaşa girmektedir. Falkland Adaları hatırlanabilir.
Eskinin sömürge devletlerinin çoğu, yüzyıl içinde zincir şeklinde, ekonomik değil ama siyasi bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Asya ve Afrika’nın pek çok devleti bu gruba girmektedir. İki dünya savaşı arasında siyasi bağımsızlığını kazanan pek çoğuna yarı-sömürge statüsünden siyasi bağımsızlık statüsüne hak kazanan Türkiye, Çin ve İran da dahil edilmelidir. Bunlardan yine pek çoğu 2. Dünya Savaşı esnasında yine eskisi gibi bizzat yeniden işgal edilmiştir. Örneğin faşist Mussolini İtalya’sı tarafından ele geçirilen Etyopya böyledir.
Siyasi bağımsızlık mücadeleleri 20.yüzyıla damgasını vuran “ulusal savaşlar” olarak tarihe geçti. Bunlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etti. Ve şimdilerde demokrasi şampiyonu kesilen Avrupanın emperyalist devletleri, istisnalar olarak hala sömürgeleri olmakla birlikte, bu siyasi bağımsızlıkları tanımak zorunda kaldı. Örneğin Endonezya ve Vietnam 1945’de (ki daha sonra da ABD işgaline uğradı), Libya 1951’de, Tunus ve Fas 1956’da, Nkrumahın Ganası 1957’de, Somali 1960’da, Cezayir 1962’de, Mozambik ve Angola 1975’de, Timor 1976’da, (geçtiğimiz aylarda da Doğu Timor ABD tarafından ayrı bir devlet haline getirildi) ve Aporlar 1977’de siyasi bağımsızlıklarını kazandı.
Mısır’dan Hindistan’a, Türkiye’den İran’a siyasi bağımsızlığını kazanan hemen hemen bütün devletlerde ulusal kalkınmacı, “milli” burjuvaziyi oluşturmayı esas alan ekonomiler uygulandı. Reel sosyalizmin gücü sayesinde bunlardan bir kısmı (Doğu Asya Afrika’nın kimi devletleri ve Küba) siyasi bağımsızlığın ekonomik ifadesini sosyalizmde yaptı. Geriye kalan büyük çoğunluksa SSCB ile ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp arasında denge siyaseti ile ayakta durmaya çalıştı. Bu bağlamda “Üçüncü Dünya” denen kavram gelişti. Bunların uyguladıkları devletçi ve ithal ikameci kalkınma politikasına “Üçüncü Yol”, “kapitalist olmayan yol” dendi.
“Birlik içinde bir bütün olarak kutlanan Güney’in (siz bunu 3. dünya ülkeleri olarak yorumlayın) en azından yetmişli yılların başına kadar üç büyük boyutu vardı:
1- Sanayileşmiş ülkelerin büyümesine bir nazire olarak, kalkınma paradigması;
2- Üçüncü Dünya ülkeleri tarafından dile getirilen ve dekolonizasyon süreci içinde yer alan, yeni dünya düzeni talebi;
3- Doğu’daki sosyalizmlerin gösterdiği gibi, dünya üzerinde farklılaşmaların, alternatif gelişmelerin mümkün olduğuna dair inanç.” [ASSIDON Elsa]18
Bu süreç çeşitli kargaşalıklar, siyasi yalpalamalarla birlikte 70’lere kadar devam etti.
“Kalkınma politikalarının ilk başarısızlık bilançosu, yetmişli yılların başında ortaya çıktı (Brandt raporu). Bu raporda, gelir seviyeleri arasındaki uçurumun hem ülkeler hem de Güney (!) ülkelerinin içinde arttığı belirtiliyordu.“[ASSIDON Elsa]19
Avrupa’nın büyük bir sosyal-demokratı olarak bilinen Brandt’ın raporuyla kalkınma mücadelesinde cebelleşen Üçüncü Dünya ülkelerine İMF ve Dünya Bankası kanalıyla kredi ve borçlandırmaların genelleşmesi yolu açılıyordu. Oysa bu kredilendirme yolunun bağımlılığı artırıcı karakteri ortaya çıktı. Bir yandan, bu ülkelerdeki oluşan artı-değerin büyük kısmı kredilerin ve borçların geri ödenmesi yoluyla emperyalist devletlere akarken diğer yandan ekonomiler nedense! yoluna girmiyordu.
“Burjuvazinin köleleştirdiği halkları uyutmak için kullandığı tüm içi boş kavramlar arasında en etkin ve tabi en zararlı olanı hiç şüphesiz `kalkınmadır.“ [REY P.P]20
Dünya ticaretinde sadece yüzde 10 civarında bir paya sahip olan bu dünya nüfusunun üçte ikisinin oluşturduğu dünyaya sonraki dönemde getirilen formül neo-liberalizm ışığında serbestleşme, ücretlerin bastırılması, kamu harcamalarının azalması vb. oldu. Bu arada kredilendirme devam etti.
Reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte, zaten zayıflamış olan 3. dünya ülkeleri arasındaki kalkınma paradigmasının tamamen zihinlerden kazınması için uygun zemin bulundu. Ve Avrupa sosyal demokrasisinin büyüğü Brandt’ın gözyaşları arasında emperyalist devletlerin dikkatini çektiği 3.dünya ülkeleri, sosyalizm sonrası dönemin “kurbağa pisliği” gibi su yüzüne çıkan Avrupalı sosyal demokratları tarafından küreselleşmenin zorunluluğuna ikna edilmeye başlandılar. Bu noktaya gelindiğinde tablo şudur:
“İnsanlığın yüzde 25’ini oluşturan kuzey nüfusu (emperyalist devletler ve gelişmiş kapitalist ülkeler olarak anlayın) dünya gelirinin yüzde 80’ini, enerjinin yüzde 70’ini, madenlerin yüzde 75’ini, orman kaynaklarının yüzde 85’ini, yiyecek üretiminin yüzde 60’ını tüketmektedir. Dünyadaki otomobillerin dörtte üçü bu ülkelerdedir.“[BESIS Sophie]21
Eşitsizliğin çözümü için emperyalist devletleri harekete geçiren ve böylelikle Üçüncü Dünya ülkelerinin daha da yoksullaşmasına hizmet eden Avrupa sosyal demokrasisi görevini yerine getirmiştir. Şimdi de benzeri sahte “eşitlik, özgürlük” söylemleriyle küreselleşme adı altında uluslararası sermayenin egemenliği önünde bütün ulus-devletlerin egemenliklerinden sıyrılmaları gereğini dillendirmektedirler.
Küreselleşme söylemiyle tamamen uluslararası sermayenin egemenliğini tesise mecbur bırakılan devletler kredilendirme yükü altında ezilme, marjinalleşme ve dünya ekonomisinden tamamen dışlanma ile karşı karşıyadır.
“Küreselleşme perspektifi, gerçeklerin ulusal alanda algılanmasını engelleyip, iktisat politikalarının yönetimini G-7 ülkelerine teslim ediyor ve ulusal devletlere, dışlananlara (burada dışlananlar bu küreselleşmeye teslim olan ülkelerin proleteryaları ve yoksullarıdır -TK ) yönelik sosyal politikaları yönetmek yükünü bırakıyor. Kalkınma için yardım programı ve Kuzey-Güney resmi işbirliği (sosyal demokratların evrensel kaygısı -TK) bu genel çerçevenin içinde yer almak zorundalar.“[ASSIDON Elsa] 22
Bu noktada sömürge ve manda sorununa yeniden dönebiliriz.
Hepimizin ilkokul kitaplarından bile tanıdığımız “manda” kavramı, esas olarak, 1. Paylaşım Savaşı sonrası oluşan Versailles Anlaşması sonrasında 1919 ile 1922 yılları arasında uygulanmış bir statü olarak biliniyor.
Savaşın sonlarına doğru ABD Başkanı Wilson meşhur on dört ilkesini açıklıyordu. İtilaf devletlerinin kazanacağı kesinleşen savaş sonrası çeşitli düzenlemeler öneren ilkeler içinde özellikle ikisi önemliydi. Bunlar “sömürgelerde egemenliğe ilişkin tüm sorunların çözümünde yerli halkların çıkarları, hükümetlerin istekleriyle eşit ele alınacak” diyen 5.madde ve “büyük ve küçük ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını ve ulusal bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına almak amacıyla, özel statüleri olan bir uluslar birliğinin kurulması”nı öneren 14. maddeydi. (Bkz. Uluslararası İlişkiler Tarihi, May yay. 3.cilt sf.32)
Bu iki madde, özellikle Almanya’nın sömürgelerinin ve diğer yarı-sömürge ülkelerin konumlarının emperyalistler arasında belirleneceğini söylüyordu.
Milletler Cemiyeti’nin kurulması üstünde düğümlenen tartışmaların esas nedenini, küçük uluslara temsil hakkı açmaktan ziyade Almanya’nın sömürgelerinin ve yarı-sömürgelerinin paylaşılması oluşturuyordu. “İnsanlık idealine bağlı” başkan Wilson’un önerisi doğrultusunda bunlar Milletler Cemiyeti’nin kendi arasında çözeceği bir sorun olarak koyuluyordu. Amaçlanan sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin paylaşımında, Almanya ve müttefiklerine karşı savaşa girmiş hatta onlarla sadece diplomatik ilişkilerini kesmiş bütün devletlerin pay istemesinin engellenmesiydi. Örneğin İran bile (yarı-sömürge idi) altı yüz bin kilometre karelik pay istiyordu.
Milletler Cemiyeti’ne hız verilmesindeki ikinci amaç da, Almanya’nın sömürgelerinin paylaşılmasıyla, bunları savaş tazminatlarından düşmesinin önüne geçmekti!
Uzun tartışmalar sonrasında, dokuz üyeden oluşan merkez konseyiyle Milletler Cemiyeti kuruldu. Merkez konseyin beş üyesi (ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya) sürekli üye idi. Her yıl dört de geçici üye seçilecekti. İlginç olan ABD, Senato’nun bu durumu onaylamaması üzerine M.C. üyeliğinde yer almadı. Bu tercihin ABD’nin 20.yüzyıldaki “büyümesi”nin önünü açtığı sonradan farkedildi. ABD Senatosu, ABD’nin gelecekte oynayacağı “Bolşevik tehlikesine karşı tüm Avrupa kapitalizminin koruyucusu” rolünü iyi görmüştü.
M.C. aslında kendi sınırlarına sığamayan devletler için gereksiz bir ayak bağıydı. Daha sonra görüldüğü gibi, Mançurya’yı işgal ettikten sonra Japonya, Hitler döneminde de Almanya M.C.den ayrılıyorlardı.
M.C.nin en önemli sorunu sömürgelerin halledilmesiydi. Bu bağlamda sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin belli bir süre yönetilmesi için manda statüsü yerleştirilmeye çalışıldı. Üç kategoriye ayrılıyordu mandalar:
“1. `Varlıkları özerk uluslar olarak düşünülebilecek derecede evrilmiş olan’ Türk toprakları bu birinci kategoriye giriyordu. Bu kategorideki ülkeler üzerinde manda hakkı almış olan devletler, söz konusu ülkeleri, bu ülkeler halkları kendi kendilerini yönetebileceklerini ispatladıkları ana kadar yöneteceklerdi. Bu `an’ın nitelik ve koşulları konusunda hiç bir açıklık bulunmadığınu söylemeye bilmiyoruz gerek var mı?
2. Orta Afrika toprakları giriyordu bu kategoriye. Ve bunların mandaları köle, silah ve alkol ticareti yapmamaları koşuluyla büyük devletlere verilmiş bulunmaktaydı. Ayrıca büyük devletler, bu topraklarda yaşayan yerlilerin vicdan ve din özgürlüğüne saygı göstermekle de yükümlüydüler.
3. Bu son kategoriye de Güney-Batı Afrika’daki sömürgelerle Güney Pasifik’teki bazı adalar giriyordu. Ve bunlar mandacı devletin yasaları uyarınca ve kendi öz topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak yönetileceklerdi.
Mandaların dağılımı, Milletler Cemiyeti statülerinde öngörülmemişti:Barış Konferansı’na düşüyordu bu bölüştürmeleri yapmak.“[Uluslararası İlişkiler Tarihi] 23
Bu üç kategori ilginçtir, 20. yüzyılda emperyalist sistemin siyasi yapılanmasında çok etkili bir rol oynadı. Birinci kategoridekiler iki savaş arasında, ikincilerse büyük oranda ikinci savaş sonrası siyasi bağımsızlıklarını kazandılar. Son kategoridekilerse ya hala sömürge -burada mandanın bir biçimi söz konusu- ya da bunların bir kısmının kopuşu 80’li yılları bulmakta.
Alman sömürgelerinin Almanya’ya hiçbir karşılık vermeksizin ele geçirilmesini sağlamak üzere formüle edilen manda kavramı yine de belirsizliğini koruyordu. Örneğin Hicaz delegesi statü metninde bazı anlaşılmaz sözcükler olduğunu belirtti. “Manda” sözcüğünden ne kastedildiğini anlamak zordu örneğin. Hiç kimse cevap vermedi. Ya da veremedi! 24
Manda konusunda hala kesin bir şey söylenenememektedir. Çünkü manda statüsü, emperyalist sistemin yeni örgütlenişi içinde, açıkçası her tür “dıştan yönlendirilen” yönetim biçimini içeriyordu. Doğrudan işgal ile kukla hükümetler ve geri plandaki askeri destek arasında salınan bir manaya geliyordu. Hicaz delegesinin o dönem cevap istediği şey daha sonra da tam olarak cevaplanmadı.
Burada Nehru şöyle diyor:
“İngiltere Hindistan’da, Mısır’da ve diğer ülkelerde olduğu gibi bütün sömürgelerinde toprak ağalarıyla, tutucularla, gerici çevrelerle işbirliği yapmaya çalışır. Bu sömürgelerde çürük tahtlar yaratır ve bunlara, kendisini destekleyeceklerinden emin olduğu gerici hükümdarları oturtur. Örneğin Fuat’ı Mısır’a, Faysal’ı Irak’a, Abdullah’ı Doğu Ürdün’e Kral tayin ettiler. Hüseyin’i de Hicaz’ın başına getirmeye çabalamışlardı.
Burjuvanın en güzel örneği sayılan Fransa ise, sömürgelerinden gelişen burjuva sınıfından kendisini destekleyecek kimseleri icadetmeye çalışır. Örneğin Suriye’de Hristiyanlardan meydana gelen orta sınıfa dayanmaya çalışmıştır.“[NEHRU J.] 25
Aynı şekilde mandacı devletlerin mandalarına, oradaki halkın tepkisi ve uluslararası durumun gerektirdiği şekilde, ilk uygulamalarının, bizzat silah zoruyla bastırmak olduğuna dair 20.yüzyıl tarihi yüzlerce örnekle doludur. Konjonktürün gelişmesi içinde manda devletlerin hemen hepsine M.C.de temsil hakkı, “bağımsızlık” tanınmıştır.
Mandacılığın eskide kalmış bir siyasi biçim olduğunu reddediyoruz. 1. Paylaşım Savaşı’nın sonlarına doğru oluşmuş ve kapsamı çok geniş olan manda statüsü aslında “yeni-sömürgecilik” diye tarif edilen ekonomik yapının siyasi biçimlerinin tümünü oluşturmaktadır.
Sovyetler’in siyasi etkinliği ve prestijiyle emperyalist devletlerin daha fazla ödün vererek bunun biçimini “esnettikleri” kesindir. Ancak küçük ulus-devletlerin siyasi planda büyük devletler tarafından belirlenmeleri süreci artarak devam etmektedir. Finans-kapitalin gücü ve kredilendirmenin bağlayıcı imkanlarıyla ilerleyen süreç, küçük ulus-devletlere iki anlamda da hayat alanı tanıyan Sovyetler’in çözülmesiyle, hükmünü yeniden serbestçe kurma imkanı vermektedir.
Bugün, Türkiye başta olmak üzere, bu durumdaki eskinin “sömürge” ve “yarı-sömürge” ülkeleri siyasi iktidarlarının “manda” hükümetlerine dönüşeceği süreci yaşamaktadır. Bu iktidarların, ülkelerin kapitalist üretim ilişkileri bağlamında belli ilerlemeler kaydetmiş olması nedeniyle karakteri “burjuva” olacaktır. Yakın dönemin iktidarları, şimdiden ipuçları görüldüğü gibi “burjuva-manda hükümetleri” olacaktır. Emperyalist sistem içinde “alt” konumlarda yer alan bu devletler “burjuva-manda devletleri” olarak tasnif edilebilecektir.
Türklere has, kendini beğenmişlik ve “özgün”lük içinde görmediğimiz durum aslında, “Kurtuluş Savaşı sırasında ‘Amerikan mandası’nın kesinlikle reddedildiği” noktaya takılıp kaldığımızdır.
Türkiye, kalkınmanın çıkışsızlığı nedeniyle; “milli burjuvazi”nin gelişmesi içinde, bütün burjuvaziler gibi, “korunmak ve yayılmak” karakterinde olduğu için ve Sovyetler’in en yakın ve tehlikedeki komşusu olduğu için emperyalist sistemde yer almıştır. Bu yer alış, Türkiye’ye doğrudan dayatılmamış kendi isteğiyle seçilmiştir. Bunun dışındaki tek alternatif sosyalizmdi.
Oysa daha geniş ufuklu düşünmek, gerçekleri böyle görmek durumundayız. Örneğin, 1930’lu yıllarda Süveyş kanalında İskenderiye ve Kahire’de İngiliz kuvvetlerinin bulunması 26 , Mısır’ın İngiltere’nin mandasında bulunduğu anlamına gelirken; bütününde NATO kanalıyla ABD ordusuna, Güney’deyse doğrudan ABD’nin çekiç gücüne terkedilmiş güvenliğiyle Türkiye’yi nereye koyuyorsunuz?
Veya Türkiye’de başlaması mümkün olan bir “anti-emperyalist, anti-kapitalist” kalkışmanın Fransa’nın 20’lerdeki mandası Suriye’ye yönelttiği ve “iç barışı sağlamak” adına yaptığı müdahalelerin benzeri ile karşılaşacağından kaçımız kuşku duyuyor?
Türkiye’nin askeri ve siyasi olarak ABD’nin “vesayeti” altında olduğunu ve siyasi iktidarlarda yeralacakların önce oradan “icazet” almak zorunda olduğunu hangi aklı-evveller reddedecektir? Bunu söyleyebileceklere, “geleceğin merkez sağ lideri” Tayyip Erdoğan’ın, ABD’de gördüğü “İngilizce” kurs notlarını bulup incelemelerini öneririz!
1924 yılında manda olan Suriye’de halk ayaklanıp Fransa kuvvetleriyle mücadeleye girdiğinde temel saikleri Fransızlara vergi vermemek ve Fransız parası kullanmayı reddetmekti. Bugün “milli bağımsızlığımızın” temel direği TSK bile TL’yi değil DM’yi tercih etmiştir, askerlik ödemeleri için. Ülkenin hemen bütün büyük firmalarında maaşlar USD ile ödenmektedir.
Biçimlerin değişmiş olduğunu “nazikleştiğini” (örneğin doğrudan vergi ödemiyoruz, faiz ödüyoruz) tabi ki söyleyebiliriz. Ama bu durum, Türkiye ve benzeri durumdaki ülkelerin, giderek daha fazla, emperyalist sistem içindeki konumlanış gereği, siyasi iktidarlarının “mandalaşmış burjuva devleti” konumuna gelmekte olduğunu yadsımaz.
“Emperyalist devletler, emperyalizm oluştuğundan beri tedhiş, tahrip ve yıldırma metodlarına başvuragelmiştir. Buradaki tek yenilik, emperyalizmin, terör ve sömürmesini, `vesayet’, `halkın çıkarı’ ve `geri halkları kendilerini yönetebilecek düzeye gelmeleri için eğitmek’ gibi nazik sözcüklerin perdesi altında gizlenmeye çalışmasıdır. Onlara halkın çıkarı için (!) ateş açıyorlar ve yakıp yıkıyorlar. Belki de bu ikiyüzlülük uygarlaşma alametlerinden biridir, çünkü ikiyüzlülük faziletin bir temelidir!“[NEHRU J.] 27
Sonuç yerine
Küreselleşme sürecinde hızla yol alan “merkezi sermayenin egemenliği” sürecinde, bağlantısız ve kalkınmacı yollar izlediklerinde dahi “bir şekilde” yoksullaştırılan dünyanın küçük ulus-devletleri “burjuva-mandalaşmış” yönetimlere dönüştürülmektedir. Tahkim, İMF, Dünya Bankası, WTO, OPEC bunun ekonomik ayaklarını örmektedir. AB, NATO, AGİT, etkisiz BM ve emperyalist sistemin merkezindeki “güçlü ulus-devlet”ler bunun askeri ve siyasi yönünü oluşturmaktadır.
Yoksullaşma ve çaresizlik haline, yine Avrupa sosyal demokrasisinin “insani ideallere bağlı” ideolojisiyle çözüm oluşturulmaktadır. Bu çözüm içinde, ekonomiler küreselleşir ve merkezi sermayenin egemenliği önündeki engeller kaldırılırken, ulus-devletlerin küçültülmesi ve siyasi egemenliklerinin “inceltilmesi” hakim formüllerdir.
Emperyalist sistem içinde sömürülen proleterya(lar) için en tehlikelisinin sosyal demokratlar olduğu bir kez daha ortadadır. Avrupa’nın demokratik ve insan haklarına saygıyı esas tutan siyasi etiğinin altında, emperyalist tekellerin çıkarlarının nazik ifadesinin yattığı unutulmamalıdır.
Tekrar hatırlamak gerekir ki, mandalaşma süreci içinde bölgesel kimi güçlenme belirtileri durumla çelişir görünmesine rağmen sürecin içindeki ögelerdendir. Türkiye’nin bölgesindeki konumlanışı, tamamen, emperyalist sistemin büyükleri tarafından dikte edilmektedir.
Emperyalist sistemin belleksizleştirilmiş toplumlarının bir parçası olarak yine de tarihe bakalım:
“Şubat-Mart 1921’de toplanan Londra Konferansı’na yeni Ankara hükümetinin temsilcisi olarak giden Bekir Sami Bey’e, İngiliz Başbakanı, Sovyetlerle ilgili sorular yönelttikten sonra açıktan şunu öneriyor: ‘Bakü petrolleriyle birlikte bütün Transkafkasya’yı Türk protektorası (koruması, himayesi, mandası, vesayeti vb.) altına aldıralım‘ “.[Uluslararası ilişkiler Tarihi]28
Bu öneri, daha doğrusu “yem”, kurt bir politikacı olan M.Kemal tarafından reddediliyor. Emperyalizme elini verenin kolunu alamayacağı sezgisi hakim.
Ama bu durum, sol olarak kafamızın ayması için yeterli bir manzara sunuyor. Kendisi manda, yarı-sömürge olarak kabul edilen bir ülkeye pekala emperyalist sistem içinde birtakım yerler önerilebiliyor. Bu durum devletin, sistem içindeki “dışardan belirlenen devlet” konumuna gölge düşürmüyor; bunu pekiştiriyor!
Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine girmesi de benzer durumun pekişmesi ile ilerlemektedir. Bu doğrultudaki kimi öngörülerin bizzat doğrulanmakta olduğunu görüyoruz:
” Bir olasılık şudur: Kendileri daha yüksek standartlara sahip olan, yani neo-liberal politikaların getirdiklerinden Türkiye’ye göre daha az etkilenen, ayrıca son dönemde makyajsız ve dizginsiz neo-liberalizmden regülasyona ve yönetişime (governance) çark eder gibi görünen Avrupalı kapitalist ülkelerin, vahşi rekabetin, etkinlik fetişizminin, işgücü piyasası esnekliğinin ve sosyal devlete saldırıların en çıplak uygulamalarına Türkiye’ye bırakıp ona “hadi sen de bunları dene” demeleri…
Türkiye’nin egemen sınıfları ve politikacıları dayatılanı bu boyutlarıyla deneyecekler mi? Denerlerse, o zaman `zayıf halka’ konusunda daha çok ve daha rahat konuşabileceğiz. Konuşmanın ötesinde belki `iş’ de yapabileceğiz.” [ÇULHAOĞLU Metin]29
Böylece küreselleşme dönemi olarak tarif edilen dönemde bölgesel planda bir güç haline getirilebilecek ama aynı zamanda devrim için “zayıf halka” konumu pekişecek Türkiye’nin durumunu kısaca incelemiş bulunuyoruz. Egemen durumdaki burjuva sınıfın kompradorlaşmış karakteri ile burjuva devletin “burjuva-manda devleti”ne doğru hızla yol aldığını görmüş oluyoruz.
Küçük ulus-devletlerin, bunlar içinde Türkiye’nin de, siyasi egemenliğini “inceltmesi”, ekonomik egemenliği ise tamamen “merkezi sermayenin egemenliği”ne devretmesi olgusuna işaret ettik. Bunun doğal sonucu, bu ulus-devlet içinde yaşayan proleterlerin, köylülerin ve diğer emekçilerin, emperyalist merkezi devletlerin doğrudan veya “nazik” saldırılarına tamamen teslim edilmekte olduğudur.
Emperyalist sistem içinde, kapitalist bir ülke olarak yer almayı 1927 yılında tercih etmiş bulunan Türkiye’de bundan sonra denenecek bir kapitalist veya sosyalist olmayan bir kalkınma modeli kalmamıştır. “Milli burjuvazi” ekseninde kurulmaya çalışılan sistem, burjuvazinin egemenliğine dönüşmüş ve bu egemenlik sermayenin karakterine uygun olarak daha büyük sermayenin egemenliği altına girmeye doğru yol almıştır.
Türkiye’nin emekçi sınıflarının kendilerini veya değer verdikleri ulusal değerleri “koruduğu”nu varsayabileceği bir ulus-devleti kalmamaktadır. Burjuva bir kavram olmakla birlikte, kamusal toplumsal bir kategori olan “ulus” ve onun ulusal devleti yokolma tehdidi altında, beraberinde tüm kamusal ve toplumsal nitelikleriyle birlikte kaybolmaktadır.
Bu sürece tepkiyi örgütlemeye çalışan “milliyetçi” ve “gerici” politik hareketler emperyalist sistemle yeni bir “kaynaşma” dışında bir çözüm üretmezler. Bunların, Türkiye emekçi sınıflarının “milli burjuvazi” ve uluslararası tekeller tarafından kapsamlı sömürüsüne hizmetleri ortadadır. Ortada olmayanlar da çıkarılmalıdır.
Bu, solun ve proletaryanın devrimci görevine işaret etmektedir:
Türkiye’nin ulusal sorununun ortadan kaldırılmasına!
Türkiye devrimci hareketi, artık, geçmişteki gibi ulusal sorununu burjuvazinin etrafında şekillendirme yanlışına düşmeyecek kadar olgundur. Kürt hareketinin gelişimi de yeni dersle alınmasına sebep olmuştur.
Türkiye’nin bir “ulusal sorun”u vardır. Bu sorunun ortadan kaldırılması “milli burjuvazi” temelli teorilerle yapılamaz! Türkiye’nin “ulusal sorun”u, emperyalist sistem içindeki her türlü konumlanışı reddetmek ve sermaye egemenliğine son vermekle aşılacaktır!
Türkiye’de devrimci hareketin önünde, “burjuva-mandalaşma” sürecinde hızla ilerleyen bu “ulus-devlet” sınırları içindeki sermayenin egemenliğine bir an önce son vermek görevi durmaktadır! Bu, Türkiye devrimci hareketinin ve Türkiye proletaryasının Enternasyonal görevlerinin en başta gelenidir!
Proletaryanın siyasi gücü, partisi, bütün ulus-devlet egemenliği altındakileri sermaye egemenliğinden kurtarabilecek tek güçtür. Bu proletaryanın “ulusal” meselesidir!
Dipnotlar ve Kaynak
- V.İ.Lenin, N.Buharin’in “Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi” kitabına giriş yazısı, Spartaküs yayınları 1996.
- GİRİTLİ A., “Türkiye’de kriz döngüsü ve solda muhasebe” yazısı (Gelenek 61),, Türkiye’nin kriz dinamiklerini ve “kriz doğuran krizler”ini anlamak için tam anlamıyla bir kılavuz yazı.
- ÖLÇEN A.Nejat, Karl Marx ve İngiliz Emperyalizmi, Ekin yay,1992, sf. 9
- ÖLÇEN A.Nejat, age, sf.104
- Bu konuda çok faydalı bir kaynak öneriyorum: Uluslararası İlişkiler Tarihi, May yay 1977. Bunun özellikle Lozan ile ilgili bölümleri bu konuda epey açıklayıcıdır.
- LENİN V.İ., Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol yay.
- STALİN J., “Marksizm ve Ulusal Sorun”dan; Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, İnter yay. 1990, sf.18. (Kaynağı “Milli Mesele, J.Stalin, Evren yay, 1976” ile de karşılaştırdım)
- TALİN J., Partinin Ulusal Sorundaki En Yakın Görevleri Üzerine; Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, inter yay içinde sf.45
- KEYDER Çağlar, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, 2.basım, Metis yay, 1996, sf.13-14
- ŞAYLAN Gencay, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni işlevi, İmge yay. 1995, sf.209
- KALEMCİ Tahir, Marksizm ve Burjuva Devletin Yeniden Yapılandırılması Sorunu, Gelenek sy.59
- ŞAYLAN Gencay, age sf.207
- Özgür Üniversite Forumu, Eylül 1999, 7-8 sayısı, Sunuş yazısı.
- Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Türkçe basım, İnterpress basın AŞ (Milliyet)
- ÇAYAN Mahir, Türkiye’nin Tarihi-Sosyal-Ekonomik Özellikleri ve Pratiğimize İlişkin Sorunlar yazısı, “Bütün Yazılar”, Atılım yay. Mart 92, sf.323
- BAŞKAYA Fikret, “Türkiye: Nereden Nereye” yazısı, Özgür Üniversite Forumu, Eylül 1999, sf.15-16
- BAŞKAYA Fikret, agy, sf. 12
- ASSIDON Elsa, Kuzey-Güney Tasarımları, Bir Unutma ve Pazar, Üçüncü Dünyanın Sonu mu? derlemesinden, İletişim yay. 1998, sf.10
- ASSIDON Elsa, agy sf.13
- REY P.P., Les alliances de classes, 1973 s.11, aktaran Fikret Başkaya, “Kalkınmanın Olanaksızlığı Üstüne” yazısı; “Yves Lacoste Sınıf Açısından Azgelişmişlik, Göçebe yay, 1996” içinde.
- BESIS Sophie, Üçüncü Dünyanın Bugünkü Hali, Üçüncü Dünyanın Sonu mu derlemesi içinde, sf.50
- ASSIDON Elsa, agy, sf.19
- Uluslar Arası İlişkiler Tarihi, May yay, 1979, 3.cilt sf.139-140
- Age, 3.cilt sf.123
- NEHRU J., Sosyal Devrimler Ulusal Savaşlar, Ant yay 1970, sf.215
- NEHRU J., age, sf.187
- NEHRU J., age, sf.208
- Uluslararası İlişkiler Tarihi, cilt 3 sf.222
- Metin Çulhaoğlu, “Küreselleşme ve Avrupa Birliği Tartışmaları: Soldaki Güncel Mevzilenmeler” yazısı, Sosyalist Politika sayı 24, sf.32