Bizim marksist ya da ilerici aydınlarımızın bir bölümü (büyük bir bölümü demek yaralayıcı olacak) neden aydınlanmacılıktan bu kadar korkuyorlar? Hadi peşin hüküm vermeyelim, “cılık” demeyelim de daha kategorik bir kavram kullanalım; “Aydınlanma” neden onlar için kopulması gereken bir dönem?
Marksistten ve aydından söz ediyoruz. Kendisine bahşedilen “ışık tutucu” sıfatın kaynağındaki bir büyük mücadeleye bu kadar hoyrat, bu kadar soğuk bakmak niye?
Bu “titizlik” onların burjuvaziye (değil mi ki büyük “A”la Aydınlanma burjuva devrimlerine denk düşmektedir) karşı konumlanışlarındaki ideolojik tutarlılıklarının ürünü olabilir mi? Aydınlanma fikrine karşı dostça duygular beslenmemesi sakın bizim fark edemediğimiz ölçüde aydınca bir tavır olmasın?
Bu sorulara yanıt arayacağım; onlarla yetinmeden. Ama bunu yaparken bu soruları bizlere sordurtanların kim olduğunu pek açık etmeyeceğim. Siz biliyorsunuz, onları bilmek zorundasınız… Onlardan çok var; kimisi demokrasi havarisi, kimisi insan hakları aktivisti, kimisi sanki “kemalizm”den böyle kopulabilirmiş gibi bir anti-kemalist bir savaşçı kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Ve diyorlar ki: Siz komünist olduğunuzu söylüyorsunuz ama hala yüzyıllar öncesindeki burjuva değerler üzerinden bir “sol”culuk “ilerici”lik tanımı yapıyorsunuz. Oysa bırakın böyle tanımları, bugün bir “sol”culuk ya da “ilericilik”ten söz etmek bile anlamsızlaşmıştır.
Böyle diyorlar… Bazı aydınlarımız…
Bizleri aydınlatıyorlar.
Aydınlanma mücadelesinde yolun neresinde olduğumuzu (ve olduklarını) bize gösteriyorlar.
Evet onlardan çok var…
Ya da… Aydınımız pek az…
Aydınlanmayalım mı?
“Komünistler aydınlanmacı olmamalı da, işçi sınıfı aydınlanmacılığını savunmalı…” Böyle denebilir. Ancak burada sergilenen hassasiyetin, “aydınlanmacı” rolümüzün üzerini örtmek, onu değersiz kılmak gayesini taşımaması gerekiyor. Yoksa kimin itirazı olabilir “sınıf” vurgusuna; bir kez iktidarı aldıktan sonra gericileşen sermaye sınıfına “yazan” bir aydınlanma hareketi ile özdeşleşmeme kaygısına?
Ne var ki, gerek ülkemizde, gerekse Avrupa’da “burjuva aydınlanmacılığı”na itiraz yöneltenlerin kendilerinden beklenen “aşkın aydınlanmacı” bir kimliği çoğu kez benimsemedikleri, hatta birçok örnekte, dinci ideolojilere karşı siyasal ve düşünsel bir zaaf taşıdıkları görülüyor.
Bir aydının Aydınlanma Çağı’nı “sorgulaması” ancak onu aşması ile mümkün olabilir; oysa karşılaştığımız tam anlamıyla bir geriye dönüştür. Bu geriye dönüşün şiddeti, sorunun aydınlanma döneminin sınıfsal karakterine dönük çekincelerden çok, onun bugüne devrettiği bazı değerlerden rahatsızlık duymaktan kaynaklandığını göstermektedir.
Bu değerler nedir? Ya da birkaç yüzyıla yayılan ve hemen her ülkede farklı bir içerik ve araçlarla işleyen bir süreci değerli kılan nedir?
Bu soruya bir marksist yanıt verirken elbette dikkatli olmak durumunda. Çünkü nihayetinde burjuva devrimlerine endeksli bir yön taşıyan Aydınlanma’yı tarihsel bir bağlamdan kopararak değerlendirmek marksistlerin işi olamaz. Ancak dönemi sadece ve sadece “sermayenin egemenliğini pekiştirme mücadelesine hizmet eden bir düşünsel yenilenme” olarak görmek de, son derece sağlıksızdır.
Her şeyden önce ideolojiler alanında süregiden mücadeleler, sınıflar mücadelesindeki fiziki konumlanışlara indirgenemezler. Örneğimiz açısından bu hiç mümkün gözükmemektedir, çünkü Aydınlanma “din” olgusuyla hesaplaşmadır ve “din” kapitalizmden hatta sınıflı toplumlardan eskidir. Aydınlanmacılar arasında düşünce ve eylemleriyle burjuvazinin organik kadrosu durumunda olanların varlığına rağmen aydınlanmacı birikim kesinlikle “burjuva” sınıfına ya da onun hizmetkarlarına indirgenemez.
Aydınlanma döneminin tartışılmaz burjuva karakteri ona güç veren ve onu öne çıkartan tarihsel koşullarla onun güç verdiği sınıfsal dinamiklerden kaynaklanmaktadır. Dinin kapitalizmden çok daha eski bir kurum olması, tarihsel bir bağlamda aydınlanmacılığa burjuvaziye verdiğimiz geçici ilerici rolün ötesinde bir değer atfetmemizi zorunlu kılmaktadır.
Kısacası aydınlanmacılık onun sınıfsal karakterinden çok daha kapsamlı bir “tarihsel” birikim taşımaktadır. Bu birikimin mayasında Yunan felsefesinin olduğu bilinmektedir. Yunan mitolojisinin “yeryüzü tanrıları” ile hesaplaşmaya koyulan bazı felsefecilerin “tanrıyı insan işlerinden uzak tutma” konusunda elde ettikleri zafer insanlık adına çok ama çok önemliydi. Yaşayan, birçok açıdan insani ama ölümsüz olan Yunan tanrılarının birbirleriyle mücadele etmeleri, dolayısıyla insan ve topluma ait kavramlar etrafında büyük bir çelişki yumağı oluşturmaları, onları güçlü ama fazlasıyla somut bir hale getirmişti. Destansı ama gökyüzü tanrılarından daha az mistik olan Yunan tanrılarının “birleştirici” ve “erişilemez” bir doğaüstü güç ihtiyacını karşılayamayacakları açıktı.
Yunan felsefecilerinden bazıları bu meseleyi tanrıyı gökyüzüne yollayarak çözerken başka bir şeye daha dikkat etmişlerdi. Yeryüzünden yukarılara “giden” tanrının insan üzerinde daha fazla tahakküm kurmasının da önüne geçilmeliydi. Giderek tekleşmeye başlayan tanrının insanlarla ilgilenmeyecek kadar farklı bir düzleme yerleştiğini söyleyenler de onlardı. Felsefecilerin en cesurlarından Epikür işi “tanrı mutluluğunu insanlarla uğraşmamasına borçlu” demeye kadar vardırdı.
Yeryüzünü tanrılardan arındıran Yunan felsefesi, önlemini almaya çalışıyordu. Dolayısıyla hem çok daha güçlü ve mistik bir din anlayışının şekillenmesine yardımcı olmuşlar, hem de (sanki bunu seziyormuşçasına) insanlığın aydınlanmacı kavgasına erken ama çok değerli bir katkı yapmışlardı.
Bu katkıda önemli bir payı olan Aristotales için bir çağdaş gericinin söylediği şu sözler gerçeği büyük ölçüde yansıtmaktadır: “Yunanlılar Aristotales sayesinde açıkça rasyonel olan bir teolojiye kavuştular fakat bu arada dinlerini de yitirdiler” 1 . Daha sonra yahudilik ve ardından hıristiyanlık Yunan felsefecilerin “laik dünyası”na hem savaş açmış oldu, hem de semavi dinler için onların yaratmış olduğu mükemmel zeminden fazlasıyla yararlandı.
Bugün “aydın”larımızda eski Yunan’dan geriye düşme eğilimini gördükçe insanın “insanoğluna yazık” diyesi geliyor. Ya 16. yüzyıldan itibaren, ortaçağın karanlığına karşı girişilen soylu mücadeleye dudak bükenlerin sayısındaki artışa ne demeli! Eğer insanlık bu onurlu çabalarda somutlanan direnme ve mücadele azmini hala korumasaydı, gerçekten ondan ümidi kesmemiz gerekecekti.
Yanlış anlaşılmasın bugün “aydın”lar arasında Aydınlanma dönemine tavır alan pek kimse yok. Sorun, Aydınlanma ile günümüz arasında kurulacak bağlantıya dair ortaya çıkıyor. Sivil toplumculuk, demokrasi havariliği ve biraz da post-modernizmle kirletilen düşün alanında Aydınlanmacılığın bugün yeniden üretilmesi gerektiğine pek az kişi işaret ediyor. Oysa işçi sınıfının “kurtarıcı” misyonunun en hayati ögelerinden birisi, bu kez kapitalizmin neden olduğu cahiliye döneminin sona erdirilmesi ve metafiziğin çanına ot tıkanmasıdır.
Eşitlik ve özgürlük hedefimizde bu ögenin özgün ve başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir yeri vardır. Ve kim ne derse desin, bundan dört-beş yüzyıl kadar önce tanık olunan zorlu kavgaya sahip çıkmadan, onun mirasını devralmadan yola devam etme şansı yoktur.
Bu kavga insanın kendi tahayyülünde yarattığı bir “imge”ye tapınmaya dönük bir isyandır. Hangi felsefi ya da ideolojik tutarsızlıkla sakatlanırsa sakatlansın Aydınlanma Çağı’nı bu isyanın özetlediği kabul edilmelidir.
Ne yazık ki, bugünün “aydın”ı 16. yüzyıldaki arkadaşlarından da geriye düşmeyi kabullenmiştir. Tekrar olacak Aydınlanma Çağı’nın sınıf karakteri ile hesaplaşmak isteyen, bunu kolaylıkla yapabilir, ancak bu hesaplaşma ondan daha geri olana öykünmek biçiminde gerçekleşemez. Açıkçası bugün kapitalizmle karşı karşıya gelmekten kaçınan ve bu karşı karşıya gelişi engelleyen mazeretler yaratmaktan haz duyan bir “aydın” kategorisi Aydınlanma Çağı’na fatura keserken fazlasıyla bayağılaşmaktadır.
Örnek olsun post-modernistlerin Aydınlanma’yı “eşitsizliklerin ve despotizmin kaynağı” olarak göstermiş olmaları, Aydınlanma eşitsizlikleri artıran ve zulmü yeniden üreten bir sınıf egemenliğine doğrudan ve dolayımlı olarak hizmet etse de, meşru değildir. Zaten Post-modernizmin Aydınlanmadan nefret etmesinin nedeni onda modern devletin kötülüklerini görmesi olamaz. Post-modern, tarihselcilikten kopmak adına ilerleme düşüncesinden çark etmektedir.
Böyle, ansikolopedistler, Spinoza ve diğerleri… Bunların ideolojik şiddeti asla burjuvazinin iktidar kavgasına indirgenemez; nasıl ki Fransız devriminin öne çıkardığı eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet gibi sloganlar bu devrime adını yazdıran aynı sınıfın tarihsel rolüne indirgenemiyorsa…
Daha da korkuncu, Aydınlanma Çağı’na “elitist” çağrışımlar yaptığı için soğuk bakan marksistlerin varlığıdır. Türkiye’dekilerin bir bölümü kafayı kemalizmle bozduğu için birkaç yüzyıl önceki büyük sıçramayı kendi dönemine hapsetmek ve bugüne uzanan mirası reddetmek eğilimindedirler. Çünkü onlara göre Aydınlanma Çağı, insanın özgürleşmesine büyük bir katkı yaptı, ama onun bugünkü ızdıraplarına neden olan gelişmelerin de önünü açtı.
Mesela… Elitist zorbalık…
Aydınlanmacılığın tepeden inme bir karakter taşıdığı hem doğru, hem yanlıştır. Çünkü hıristiyanlık, doğumundaki “halk” ögesinden kısa bir süre sonra kurtulmuş, tam anlamıyla mülk sahibi sınıfların yönetim mekanizmalarının içine yerleşmiştir. Orta çağın karanlığının yalnızca cüretli düşünür, bilim adamı ya da sanatçıların üzerine düştüğü sanılmamalıdır. Dönemin din adına işlenen cinayetlerinde hedef olan yüzbinlerce yoksuldur. Dolayısıyla bu zorbalığa karşı yürütülen karşı koyuşta “halk”tan çok şey vardır. Bu hem Aydınlanmacıların yararlandıkları bir toplumsal destek hem de en bağnaz ve zalim uygulamaların bile altedemediği folklorik ögeler anlamına gelmiştir. Atasözleri, öyküler, destan, türkü ve bilmecelerin yarattığı halk ateizmi, birçok durumda din ile yanyana varolarak kendine bir yaşam alanı açsa bile, hem geçmişin hem de bugünün aydınlanmacılarına büyük bir dayanak teşkil etmektedir.
Anlaşıldığı kadarı ile bu popüler kazanım da küçümsenmektedir. Aydınlanmacılığın Fransadaki kazanımlarının, farklı birer içerik ve tempoda olsa da Almanya, İngiltere, “ulusalcı” İspanya ve hatta gerici Rusyada yarattığı heyecan da…
Neden? Bu yazıda sorunun bir cephesi ile ilgileniyorum. Demokratlığın, sınıfsal özünden koparıldığında ne kadar geriletici ve gerici olabileceğini göstermeye çalışacağım. Burada ele aldığımız şekliyle, insanlığın özgürlük mücadelesinde gerçekleştirdiği en büyük atılımlardan birisi olan Aydınlanma Çağının bugün kendisine sırt çevirenlere ne kadar büyük bir ilham kaynağı olduğu biliniyor. En genel anlamıyla insan hakları, burjuva devrimlerinin enerjisiyle, ama Aydınlanmacı girişimlerin bir sonucu olarak gündeme girdi.
Nedeni çok açık. Burjuva devrimlerinin hem aristokrasiye karşı mücadele sırasında, hem de kapitalizmin ekonomik ve ideolojik engellerden arındırılmasında “çoğulcu” bir kimliğe ihtiyacı vardı. Bu açıdan bakıldığında “mutlak”ı öne çıkartan “din”le hesaplaşmak, ya da birilerinin bu hesaplaşmayı yapmasını sağlamak yükselen burjuvazinin gündemine girmişti. Onları zorunlu olarak birer sermaye memuru yapmasa da, Aydınlanmacıların önünü açan elbette bu gündemdi.
Aydınlanmacı düşünceyi sakatlayan da buydu…
Aydınlanmacılar “mutlak ide” ile hesaplaşırken bilime, doğaya ve toplumsal gerçeklere, yaslanmaya çalıştılar. Bu elbette büyük bir ilerlemeydi, ama toplumsal gerçekler ne diyordu? Toplumda eşitsizlikler vardı, toplumda değişik sınıflar vardı toplumda değişik çıkarlar söz konusuydu. Bazıları bu eşitsizliklere tavır alırken, bazıları bu eşitsizlikleri düzenlemeye soyundu. Ama bir kural olarak, Aydınlanma düşüncesi çoğulcu bir karakter taşıdı.
Bugün birçok “aydın” için bundan iyisi can sağlığı. Ama elbette bir problem var. Problem var, çünkü bugün aydınlanmacılık hiç de “demokrat” bir karakter taşımak zorunda değil. Çünkü burjuvazi klasik deyimle “ilerici barutu”nu çoktan tüketti. Daha da önemlisi, ezilen sınıfların kurtuluş kavgalarında “toplumdaki değişik çıkarları gözetmeleri”ne hiç gerek bulunmuyor.
Ama demokratlık bulaşıcı bir hastalık, kendisini yaratan mirasa sırt çevirerek, bugünün temel sorununu görmezden geliyor. Aydınlanma Çağı’nda özgürlük-eşitlik denkleminde öne çıkan “özgürlük”tür. Çünkü insanlık eşitlikçi bir hamle için gereken kaynaklara asla sahip değildir. Bugün aynı denklemde “özgürlük”ü bir kez daha öne çıkartmak ise, insanı köleleştirmektir. Çünkü “özgürlük” bugün kendi başına eşitsizlikleri meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Thomas More, bu söylediklerim için iyi bir örnektir. Yeryüzündeki eşitsizlikler nedeniyle hem yerdeki hem gökteki otoriteye isyan eden bu onurlu ve cesur insanın Ütopya’da ilkel de olsa eşitlikçi ve kamucu bir düzen tasarladığı bilinir. Aydınlanma Çağının henüz ağırlığını hissettirmediği 16. yüzyılda tasarlanan bu düzen nihayetinde yeryüzündeki eşitliğin elde edilmesi için tanrıyla barışan alabildiğine hıristiyan bir düzendir. Bilindiği gibi insanın özgürleşmesinde insan aklını özgürleştirmeyi öne koyan Aydınlanmacıların en fazla ortaklaştıkları şey tanrı ve ölüm korkusunun insan yaşamından çıkartılması ya da uzaklaştırılmasıydı. More eşitlikçi düzenini kurgularken ölümü “huzura kavuşma” olarak değerlendiren dinsel yorumlara bel bağlıyor ve “özgürlük” yerine “yeni bir ahlak” öneriyordu:
“Bir bölüğü bekar yaşar kadından uzak durmakla kalmayıp ağızlarına et koymazlar; hatta her türlü hayvan davranışlarından kaçınanlar da vardır. Bu dünyanın zevklerini zararlı sayıp hepsinden kaçınırlar ve bütün çabalarını umutlarını öbür dünyanın nimetlerine kavuşma yoluna korlar. Bu nimetlere bir an önce kavuşmanın sevinci tutkusu içindedirler. Bir bölüğüyse yine çalışmaya düşkün olmakla beraber evlenirler ve evliliğin ödevlerini zevklerini benimserler. Onlara göre tabiata uymak ve yurda çocuk yetiştirmek gerekir. Çalışmaya engel olmamak şartıyla dünya zevklerini hor görmezler. Utopialılar bu sonuncuları daha akıllı birincileriyse daha ermiş sayarlar. Evliliğe bekarlığı rahata cefayı üstün görenler bu davranışlarını akla sağduyuya daha uygun saymaya kalksalardı Utopialılara bir alay konusu olurlardı” 2 . [MORE Thomas]
Açık söylemek gerekirse, tarihsel bir bağlamda eşitlikçi ama sofu More, kendisinden sonra gelen ve burjuva devrimlerine daha angaje özgürlükçü düşünürlerden daha ilerici değildir. Katolik kilisesinin her tarafta terör estirdiği bir dönemde ölümü kutsayarak özgürleşmek, ölümü (başının kesilmesini!) belki de bu sayede gülerek karşılayan More için iyi olmuştur ama “bir koyup öte tarafta her şeyi almaya endeksli keşiş yaşantısı”nın erdem sayıldığı, dolayısıyla yeryüzündeki eşitlikçiliğin öte dünyada yerle bir edildiği bir model insanın özgürleşmesine çok da büyük bir katkı koymamıştır…
Vejeteryanlara gelince… Demek bütün bu eziyet öte dünyada sofradan eksik olmayacak nar gizi kızarmış kuzuların hatırınaymış…
Ya da ben öyle anladım!
Her neyse, dikkatli bir gözün ölümü kutsayan, ona yaşamdan daha fazla yer veren çağdışı düşüncenin bugün toplumda, hatta “aydın”lar arasında nasıl bir etkiye sahip olduğunu fark etmemesi mümkün değil. Epikürün “ölümün ve dinin baskısından kurtulan insan aklını işleterek mutlu olabilir” sözü iyi bir uyarı. Benzer bir yaklaşımı Kemal Tahir de bazı roman kahramanlarına “ben varsam ölüm yok; ölüm varsa ben yokum” dedirterek sergilemişti. Daha “derin” olduğu açık olan Marquez ise “ölümün yaşamı anlamlı kılan son derece insani bir şey olduğu”nu vurguluyor ve eğer mümkün olsaydı ölümsüzlüğün insan için geriletici hatta yok edici olacağını belirtiyordu. Sonuna kadar haklı…
Bunlar neden mi önemli?
Bunlar bugün sürdürdüğümüz eşitlikçi kavgada yedeğimize almamız gereken “özgürlükçü kazanımlarımız”ı nasıl yitirdiğimizi kavramak açısından önemli. Bugün genel olarak “sol” içindeki “özgürlük”çü sapma insan aklını özgürleştirici mevzileri umursamıyor, daha da önemlisi işçi sınıfı ile eşitlikçi mücadele arasındaki en önemli engellerden birisinin mistisizm olduğunu hesaba katmıyor.
Devrimci mücadelede “din” olgusunun nasıl ele alınacağına daha sonra değineceğim. Bu başlıkta ham, kestirmeci ve volantarist yaklaşımların başımıza neler açacağını da ele almış olacağız. Ancak, korkak veya kaçamak yaklaşımlarla da hiçbir şey olmaz.
Ey cemaati müslüm! Komünistleri nasıl bilirdiniz? “Onlar en gerici sendikalarda bile çalışan düşmanla uzlaşma yapmaktan çekinmeyen inananları ürkütmeyen insanlardı“!
Herhalde sınıfsız-sömürüsüz topluma doğru büyük yürüyüşlerinde komünistler böyle tarif edilemezler. Devrimci siyasetin bir parçası olarak en gerici sendikalarda bile çalışma yapabilen, gerektiğinde uzlaşan, gerektiğinde geri adım atan ve binlerce yıllık hurafelerin sardığı milyarlarca insana sırf inandıkları için cihat açma akılsızlığını göstermeyen komünistleri tarif etmek için daha uygun özellikler bulmak mümkündür.
Mesela… Komünistler medeni cesaret sahibi insanlardır. Ve onlar “taktik” bazı açılımların bazı temel değerleri, ilkeleri ve hedefi boğmasına asla izin vermezler.
Din ve devletle hesaplaşmayı anarşizme bırakmazlar. Şimdiki sivil toplum aksesuarı hareketlerden bahsetmiyorum. Örneğin Bakunin’den benim şimdiye kadar tanık olduğum en çarpıcı hümanistlerden birisi olan Rus anarşistinden söz ediyorum.
Bakunin dinin basit anlamıyla bir egemen sınıf aracı olmadığını kavramıyor; tarihsel bir bağlama asla sahip değil; pozitivizmin tehlikelerinden maddeci değil idealist sonuçlar çıkartıyor; devlet meselesine hiç hakim değil; asla bir siyaset formasyonu geliştirmiyor; marksizme dönük suçlamalarında pek naif…
Bütün bunlara rağmen Bakunin bir büyük meydan okumadır. Komünistlerin kendileri için saygı duymaları gereken bir soylu insanlaştırma girişimidir. Marksizm hiçbir zaman etik bir iddia taşımadı, zaten taşıması da gerekmiyordu ama Bakunin ve diğer bazı anarşistlerin “etik”ine düşmanlık üretmek de zorunlu değil. Kestirmeci yöntemlerle komünist kimliğimizin doğal ve vazgeçilemez unsurlarını anarşizmin tekeline bırakmak kadar aptalca bir şey olamaz.
Evet sosyalizm mücadelesi ciddiyet ister, sosyalizm mücadelesi kelimenin “gerçek” anlamıyla reel politiker bir süreçtir. Buna rağmen, sosyalizm mücadelesi sürekliliği esas alır ve “kopuş”ları bu sürekliliği başka türlü sağlayamayacağı için gündemine sokar!
O halde hep birlikte Bakunin’in altını çizdiğim (ve daha sonra örnekler ver-meye devam edeceğim) parçalarından rasgele bir-iki tanesine kulak kabartalım. Mutlaka yararı olacaktır:
“Doğal dünyaya dağılmış ve orada kaybolmuş olan Kutsallığın kendisi ise kendini insanda aramaktadır; ancak, insan vücutlarından oluşan o kadar çok hapishaneye dağılmıştır ki, bu işi yaparken kendini kaybedip çılgınlık üstüne çılgınlık yapmaya başlar” ya da “Maalesef tümüyle kalın kafalı, aptal, hatta ebleh olan bir yığın insan vardır. Acaba dağıtım sırasında onların payına hem kutsal hem de aptal bir parçacık mı düşmüştür. İdealistler, bu çıkmazdan kurtulabilmek için, zorunlu olarak, bütün ruhların eşit ama onların içine kapatılmış olduğu zindanların yani insan bedenlerinin eşitsiz olduğunu…” varsayarlar 3 . [BAKUNİN]
Bakunine ve benzerlerine saygı… Aydınlanma Çağına da…
“Çağdaş insanın çelişkileri, ilk kez aydınlanma hareketiyle genel insanlık bilincine taşınmıştır. Bu çelişkilerin başında bilim ile inanç arasındaki çelişki gelir. Bilim ile inanç arasındaki çatışmanın sonunda bilim gerek insanın doğaya egemen olmasını sağlayıcı gerekse onun pratik faaliyetini yönlendirici bir araç olarak inanç karşısında üstün gelmiştir” 4 . [BUHR M.; SCHROEDER W.; BARCK K.]
Kapitalizm dini önemsizleştirdi mi
Soruyu böyle sormakta var. Çünkü yazımın girişi pek psikolojik, siyaset dışı bulunabilir. Birileri “hayatın gerçekleri”nden söz etmeye kalkabilir. Hayatın gerçeği şu lanet olası kapitalist düzense, bu düzenin “din” olgusuyla bağlantısını ya da bağlarını bir kez daha masaya yatırmakta yarar var.
Bilindiği gibi, işin içine karmaşık üretim araçlarının girmesi ama özellikle kapitalizmin gelişmesiyle birlikte “zenginliklerin kaynağında doğa (ya da tanrısal yaratım) olduğu” düşüncesi sarsılmaya başladı. Kalvinizm, protestanlığın yükselişi, çalışma ve hatta sermaye birikimin yüceltilmesi hıristiyanlığın yeni duruma uyarlanması anlamına geliyordu. Zaten tek tanrılı dinler, tanrıyı o kadar sorgulanamaz bir yere yerleştirmişlerdi ki, o bu sınavdan da alnının akıyla çıktı. Tamam zenginliklerin kaynağı doğanın yanısıra insandı ama… İnsan neydi İnsan kutsal varlığa mahkum değil miydi?
Dolayısıyla kimilerinin bugün bile umduğu gibi, kapitalizmin gelişmesi mistik düşüncenin belini kırmıyor, tam tersine onu daha “esnek” ve “güçlü” kılıyor. Peki bu durum, din olgusunun siyasetle bağlantısını zayıflatmaz mı? Yeni koşullara adapte olmak durumunda kalan, din siyasal alandaki yenilgisini kabul ederek daha mütevazı bir alana gerilemez mi
Eğer “din” kavramı geniş anlamda kullanılıyorsa, kesinlikle hayır.
Çünkü dinin ayakta kalmaya devam etmek için gerçekleştirdiği manevralar, onu daha fazla dünyevileştirmekte ve toplumsal dinamiklere daha fazla bağımlılaştırmaktadır. Nihayetinde çok tanırılı dinlerin temel özelliği “doğa”yla ilgili olmalarıdır. Ancak toplumsal dinamiklerin doğanın evriminden çok daha hızlı akmaya başladığı yakın çağlarda durum çok farklıdır. Bu fark bugünün tek tanrılı dinlerini ilk dönemleriyle kıyasladığımızda da gözlenmektedir. Dolayısıyla din kendisini doğal değil de toplumsal dinamikler karşısında konumlandırmak durumundadır. Eğer sınıflı toplumlarda egemen sınıfın son derece “çıkarcı” bir biçimde, geniş yığınların ise karşı koyamadıkları acizlik duygusu nedeniyle dinden vazgeçmeyeceğini kabul ediyorsak, dinin toplumsal dinamiklerle, ya da bir başka deyişle siyasetle haşır neşir olmaya devam edeceğine kesin gözüyle bakmalıyız.
Zaten olan da budur.
Sermaye birikimini kutsallaştırarak dinin siyasal iktisadını yeniden kuran burjuva sınıfı paranın saltanatı güçlendikçe gökyüzündekinin otoritesini de pekiştirmiş oldu… Ve açgözlü kapitalist sınıf, bunun karşılığını aldı. Gökyüzündeki otoritesini paranın gücü için kullanmaya karar verdi!
Diyeceksiniz ki, tamam kapitalizmin mantığı böyle… Ama ya üretici güçlerin gelişmesi… Veya daha somutu bilimsel kazanımlar? Bilimin muzaffer yürüyüşü mistik düşüncenin belini kırmıyor mu; gericilerin gericisi Vatikan her yıl bir adım daha gerilemiyor mu Diyanet işleri ya da sivil din otoritelerimiz her gün yeni bir “reform paketi” açıklamıyorlar mı?
Durun bakalım, hiç de heyecanlanmaya gerek yok. Biliyorum aydınlarımız arasında “bırakılsa din kendi haline modern yaşam içerisinde asimile olup gidecek” diyenlerin sayısı hiç de az değil. Ve eminim ki, Taha Akyol’u hiç sevmeseler de onun ya da Hadi Uluenginin “yahu şu türbanlı kızlarımıza izin verilse de eğitim görüp kafalarını özgürleştirseler” yazılarını pek beğeniyorlar.
İnsanlıktan umudu kesin çağrısıdır bu! Bilimsel gelişmelerin veya “modern zamanlar”ın mistik düşüncenin çanına ot tıkayacağına ilişkin varsayımların geçersizliğinin kanıtı bizzat Taha Akyolun kendisidir. İşimiz allahın yerine kapitalizme kaldıysa vay halimize!
Bakın daha önce de yazımıza konuk ettiğimiz çağdaş yobaz ne diyor?
“Bu evrenin bazı bilim adamlarına esrarengiz görünmesinin gerçek sebebi şudur: Onlar varlıkla yani metafizikle ilgili soruları yanlışlıkla bilimsel sorular gibi görmekte ve bilimden bunlara cevap bulmasını istemektedirler. Pek tabii hiçbir cevap elde edememektedirler. Sonunda da şaşkınlığa düşmektedirler” 5 . [GİLSON Etienne]
Evet… Credo quia absurdum…
İnanıyorum çünkü saçma!
Ne sakıncası var? Sakıncasını birazdan anlatmaya çalışacağım. Ancak bilim adamından başlarsak, onun idealizme boyun eğmesi toplumsal sonuçları itibariyle hiç de masum bir kişisel tercih değildir. Daha doğrusu bilimsel çalışma alanı sınıflar mücadelesinden apayrı bir yerde durmaz; bilim adamlarının ideolojisi eşitlik ve özgürlük mücadelesine konu olan bir tarihsel hesaplaşmayla doğrudan ilgilidir.
Bu bağlamda yukarıdaki yobazın yaklaşımını ters çevirerek onaylayan bir marksistin söylediklerini önemsemek durumundayız:
“Dini doktrinler doğa olaylarını açıklamak için icad edilmiş ve bilimler geliştikçe yerlerini başka varsayımlara bırakan varsayımlar değildir. Birçok bilim adamı hala dindardır; fakat bu birbiriyle bağdaşmaz varsayımları tutarsız bir şekilde destekledikleri anlamına gelmez çünkü din bilimin varsayımları ile karşılaştırılabilecek bir varsayım değildir. O teknoloji ve doğa bilimlerinin gelişmesine koşut olarak onların yanısıra yoluna devam eder” 6 . [CORNFORTH Maurice]
Demek ki, bilimin gelişmesi, eğer başka dinamikler devreye girmiyorsa, dini dogmaların etkisizleşmesi için asla yeterli değildir. Daha da önemlisi, bilimsel gelişmeler, akılcı ve devrimci müdahalelerin yokluğunda bu dogmalara yepyeni bir sinerji katmaktadır. Çünkü eğer ibadet etme ve ritüellerden ibaret görmüyorsak, din idealizmin ya da mistik yaklaşımların güçlendiği her yerden beslenme yeteneğine sahip olan çok güçlü bir kurumdur. Bu koşullarda dinin bilimsel gelişmelere direnmesi “… bilimin muazzam ve eşitsiz gelişiminde aranmalıdır çünkü çoğu bilimsel buluş doğrudan yoğun teorik yorumlara yol açmamakta bazen mucizevi olarak nitelenmektedir. Yani kavrama süreci gerçekliğin ortaya çıkmasını engelleyen efsane ve mistik düşünceleri de barındırmaktadır” 7 .
Bundan daha önemli ne olabilir? Bir toplumsal pratik ve ideoloji olarak bilim doğa ve toplumsal olayların daha da gizemli hale gelmesine neden oluyor, insanları acizleştiriyor. Çünkü bilimsel çalışmanın tamamen metalaşması, onun tanrının yardımına koşmasına neden oluyor. Örneğin genetik bilimindeki gelişmeler sanıldığı gibi tanrıyı yaralamıyor, ondan daha çok insanı zavallılaştırıyor, yeni bilimsel kazanımlar piyasanın elinde hurafe ve mistisizm üretiyor.
Sonuç şudur: Kapitalizm siyaseti, bilimi ve dini altedilemezliğine kanıt ve araç haline getiriyor.
Bunun önemsiz olduğunu kim söyleyebilir?
Kimse… Ancak bilimi arkasına alan dinin siyaseti arkasına aldığını; ya da aynı anlama gelmek üzere, siyasetin dini arkasına aldığını da kimse inkar edemez. Bütün kapitalist ülkelerde durum budur. Daha doğrusu, sermaye egemenliğinin son derece tipik karakteristiklerinden birisidir bu.
Dolayısıyla laiklik vb. tartışmalarda batılı ülkelerin referans noktası olarak alınması insanoğluna ve eğer bunu kendisine solcuyum diyenler yapmaktaysa, marksizme hakarettir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin önemli bir bölümünde ilkokul çocukları her sabah ayine götürülür, devlet ya da hükümet başkanları göreve papazların eteklerini öperek başlar, kilise önemli dünya meselelerinde görüş bildirmekten hiç çekinmez.
Fark, burada sistemin daha “iyi” işlemesindedir. Hurafeleri toplumun üzerine salmak açısından ortada ciddi bir ayrım bulunmamaktadır.
Toplumsal alanda olanın siyasette olmayabileceği ise, tam anlamıyla bir sivil toplumcu saçmalıktır. Dinin siyaset dışına ittirilmesi ancak ve ancak siyasal zor mekanizmasının ürünü olabilir. Yani düzenli siyasi müdahalelerle… Öbür türlüsünün mümkün olmaması din adamlarının kötü niyetiyle ilgili değildir. İdeolojiler (hele hele din gibi çok güçlü tarihsel köklere sahiplerse) toplumsal yaşamda katı değil gaz halinde bulunurlar; her yerdedirler…
Bu anlamda kültürel din, siyaset dışı din, toplumsal örgütlenme olarak din gibi tuhaflıkları kötü marksistlere terketmekte büyük yarar vardır. Mesela “tarikatleri sivil toplum örgütü” olarak selamlayanlara…
Komünistlerin, sömürüyü meşru gören ve onun kaçınılmazlığını “doğal yasalarla” açıklamaya kalkan bu anlamda egemen sınıflara büyük bir güç veren bir kurum karşısında bu kadar alıklaşmaya hakları var mıdır? Evet, mistisizmle, gerici ideolojilerin emekçi sınıflar üzerindeki etkisiyle mücadele sabır ve olgunluk gerektirir. Ancak bir şey peşin peşin bilinmelidir: İster işçi sınıfının birliği adına ister siyasetin güncel baskısı adına isterse de güçsüzlüğün dayattığı öncelikler adına din olgusunun yanından geçerek devrimci siyaset yapmaya kalkanlar ciddi şekilde yanılmaktadırlar.
Gericiliğin karşı-devrim cephesindeki yerini bir kenara koysak bile, din kurumunun işçi sınıfını içine ittiği ruh halini fazlasıyla önemsememiz gerekiyor. Tek tanrılı dinlerin belli bir evrim içerisinde “emek” kavramı karşısında takındığı çelişkili tutum dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, insanlar yaşamak için emek harcayarak hem görevlerini yerine getirmekte, hem de aşağılanmış olmaktadır. İstendiği kadar üzeri örtülsün, din emeği bir ceza ya da bedel olarak tanımlamaktadır. Cennet-cehennem kavramlarının kendisi; cennet tasvirlerinde en küçük bir maddi ya da zihinsel yaratıcılık kırıntısına rastlanmaması; öteki dünyadaki mutluluğun mutlak tembellikle tarif edilmesi (herhalde bunu kimse komünist toplumun idealist yorumu olarak değerlendirmemektedir!), zengin sınıfların “bu dünyada”ki meşruiyetlerini pekiştirmektedir. İşçi sınıfının kapitalist sınıflar karşısında “hak arama” kaygısının ötesine geçerek, eşitsizlikleri sorgulamaya başlaması için, idealist düşüncenin egemenliğinde ciddi çatlaklar yaratılması gerekmektedir.
İşçilerimizin Sakıp Sabancıyı bu kadar fazla sevmesinin arkasında din kurumunun da olduğu bilinmelidir. Sakıp Sabancıyı pek seven bir işçi sınıfından “kendiliğinden” patlamalar beklenmemesi gerektiği de…
Çünkü mücadele eden insan, insandan ve kendinden utanmayan, tiksinmeyen kendisini aşağılamayan insandır. Türkiye işçi sınıfına 1980 sonrasında cahil, haksız ve hatta gereksiz olduğu anlatılmıştır. Üretimden kaçan, sanayisizleşen bir ekonomi bunun için uygun altyapıyı hazırlamış, burjuva ideolojisi bu altyapı üzerinde üç koldan emekçi sınıfları aşağılamaya dönük büyük bir saldırı başlatmıştır: Üzerlerindeki kabuğu soyduğunuzda her üçünün de “dindar” bir temeli vardır. Liberalizm eşitsizlikleri “değerlendirilmeyen fırsatlara” ve “insanlar arasındaki doğal farklılıklara” bağlar. Diğer kol “devlet”in merkeze konduğu sarsılmaz otoritedir. Bu otorite “eşitsizlikleri” veri olarak ele alır ve bunu empoze ederken işçi sınıfına “itaatkar” olmayı önerir ve öğretir (yeri gelmişken cuntanın başkumandanı Kenan Evrenin Platon aşığı olmasına değinmem gerekiyor. Evrenin bu tercihini henüz Turgut Özalın Red Kit sevdası bilincimize çıkmadan öğrenmiş ve genel olarak “devlet otoritesine düşkünlük”le açıklamıştık. Oysa Evrenin asıl ilgisini çeken bu Yunan felsefecisinin madde ve insan karşısında takındığı tutumdur. Platon çağdaş meslektaşlarının tersine madde ve insandan ölesiye nefret etmiştir. Dolayısıyla ne kadar büyük olursa olsun tartışılamayacak yobaz bir yanı vardır. Bu anlamda bir faşist olarak Evrenin insana düşmanlığında “dini” bir temel olduğundan kuşku duymamak gerekiyor. Buradan gerici hareketin önünü açmada muazzam bir çaba gösteren 12 Eylül yönetiminin yalnızca NATO planlarını uygulamadığını aynı zamanda “kötü ve sürekli düzeltilmesi gereken” insanlara yol göstermekte olduğunu anlıyoruz. Daha sonra nü resimler yaparak insanoğlunun “güzel”likleriyle tanışmaya karar veren Evrenin zamanında sürekli ayet okumasını bir de bu gözle değerlendirmekte yarar vardır. O tiksindiği insanoğlunun bu kadar uzun bir süre peygambersiz bırakılmasına bir anlam verememiştir).
Üçüncü kol ise elbette dinci gericiliktir. Sınıflar arasında işbirliğini, sabretmeyi, ödülü öbür dünyada almayı vaaz eden bu ideolojinin “ayağa kalkan bir işçi sınıfı”ndan hiç hoşlanmadığını anlatmaya bile gerek yoktur.
Yanlış anlaşılmasın, bütün bunları anlatırken, işçi sınıfı için bizim kitabımızda yeri hiç olmayan bir pedagojik kopuş öngörmüyorum. Devrimci mücadele sadece “kitlelerin eğitilmesi”nden ya da onlara “bilinç taşınması”ndan ibaret olmadığı için, dini ideolojinin etkisi altındaki yığınlarla devrimci eylem mümkündür; daha doğrusu her durumda bununla karşılaşılır. Burada önemli olan, komünist hareketin verili duruma karşı belli bir stratejisi olup olmadığıdır. Bu stratejinin “inananlara karşı mücadele”yi çağrıştıran her tür saçmalıktan arınmış olması gerekmektedir. Ancak işçi sınıfı içerisinde idealizmin kuşatmasını belli ölçülerde kırmış dinamik alanlar yaratmadan, ataletin aşılabileceği de düşünülmemelidir. Çare dinci ideolojiyle açık ve akıl dolu bir hesaplaşmaya girmekte, onu teşhir etmekte ve bütün bunları yaparken inananları rencide etmemektedir.
Burada bir kez daha şu soruna geliyoruz. “İnanana saygı” (bu ağırlıklı olarak bir siyasi tavırdır), “inanmayanın kendisini saygı”sını (bu siyasi bilimsel ve ahlaki bir tavırdır) yok etmemelidir. Bu bir çürümedir ve eğer devrime giden yolda dahiyane bir stratejik hesabın ürünü olarak pazarlanıyorsa hem bir çürüme hem de akıl yitimidir. Sosyalist iktidar perspektifinden vazgeçerek; solun evrensel ilkelerini geriye çekerek; ideolojik konumlanışları terk ederek “işçi sınıfının kurtuluşu”na hizmet etmeye kalkanlara ancak gülüp geçilir.
Şu laiklik meselesi
Artık siyaset konuşmaya başlayabiliriz.
Laiklik meselesinin sivil toplumcular tarafından ele alınışındaki tuhaflığa daha önce başka yerlerde değinmiştik. Laiklik ve laisizm arasındaki ayrım üzerinde gezinen sayısız makale var Türkiye’de ve dünyada. Ayrıma bu kadar fazla ilgi gösterilmesinin nedeni açık: Laisizmde işin içine “öznel” müdahale giriyor, laiklik ise nihayetinde bir “durum”. Deniyor ki, laik bir toplum demokrasinin teminatıdır ama laisizm demokrasiyle bağdaşmaz!
“Laik” kavramı etrafında dönen tartışmaların bir yerden sonra anlamsızlaştığı açık. Daha doğrusu marksistlerin bu tartışmalara bulaşma olanakları yok. Çünkü ne kadar çekici olursa olsun, “laiklik nedir” türünden bir soruya yanıt ararken bir marksistin farkında olmadan tarihselciliğin inkarına yönelmesi neredeyse kaçınılmazdır.
Sivil toplumcuların “sermaye egemenliği”ni kutsarken, “devrimsiz” bir burjuva tarihi arzu etmeleri son derece doğaldır. Geçici ve tutarsız da olsa, Fransız Devrimi, son derece otoriter ve son derece meşru bir müdahale yapmıştır insanlığın kaderine. Aynı şey genel olarak Aydınlanma çağı için de geçerlidir ve din işleri ile devlet işleri arasındaki gerilim, müdahalenin önemli başlıklarından birisidir.
Tarihi bu tür müdahalelerden ayıklayarak ele almaktan ve kimi kavramların ansiklopedik karşılıklarına sığınmaktan başka çare bulamayanlar bakın “laik” ve “laisizm” meselesini nasıl çözüyorlar…
“… laisite bir toplumun laik özellik taşıması anlamına sahip olurken laisizm bir program bir doktrin olarak ortaya çıkmakta ve öyle olmadığı düşünülen bir toplumun “laik” hale getirilmesi için uygulamaya sokulan kapsamlı bir eylem bütünü olmaktadır” 8
“Laiklik hayatı ruhani kürede yaşamak isteyenlerle dünyevi kürede yaşamak isteyenler arasındaki alan paylaşımının adı olmaktadır” 9 . [KILIÇBAY Mehmet Ali]
Tarif kendisini ele veriyor. Bütün diğer “demokrat”lar gibi Kılıçbay da laisiteyi olmazsa olmaz bir “durum” olarak değerlendirirken, laisizmi elitist, üçüncü dünyacı bir çağ dışılık olarak görüyor. Bilindiği gibi bu tartışma “hukuk” alanına da sıçramış ve düşünce tarihinden vecizlerle süslenmiş ünlü konuşmasında “laisizm”i kınayan Sami Selçuk, ilerici değil de despot olduğu için her şeye “müdahil” olmak isteyen bir kafaya sahip Vural Savaş’tan azar işitmişti.
Dilerseniz bu tartışmaya biraz daha yakından bakalım. Sivil toplumcular itirazlarını, laisizmin siyasal otoriteye “ruhani” dünyaya çekilen “din”i kapsamak misyonunu yüklediğini oysa iki “dünya”nın birbirinin alanına girmemesi ve birbirine saygı duyması gerektiğini belirtiyorlar.
Kısacası “dünya işleri” ile “ruhani işler” arasında gerilimsiz, mücadelesiz bir alan paylaşımından yanalar.
Demek ki bir takım şeyler geçmişte olmuş, bitmiş… Şimdi aşk zamanı!
Oysa burjuva devrimlerinin tarihinde en kritik başlıklardan birisi olan din kurumunun otoritesinin geriletilmesi tamı tamına Kılıçbayın laisizm diye adlandırdığı kapsamlı bir müdahalenin ürünü olmuştur. Bu müdahalenin burjuva devrimlerinin yapısı ve sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda belli bir denge yaratarak durulması, din kurumu ile dünyevi güçler arasındaki gerilimi ortadan kaldırmamıştır. Daha önce de vurguladığım gibi, kapitalist toplumlarda din ile devlet işleri birbirinden asla ayrılmamış, tam tersine iç içe geçmiş, birbirlerine omuz vermişlerdir.
Dolayısıyla ortada “laik” bir durum yoktur. Laiklikten söz edeceksek eğer, bu devlet sönünceye kadar sürecek olan bir mücadeleden bağımsız bir biçimde ele alınamaz. Nasıl “demokrasi” diye bir soyut kategori yoksa, laiklik diye bir nesnel denge hali de bulunmamaktadır.
Başlangıç noktası itibariyle dini gerileten bir hamle yapan burjuvazi laik kimliğini yitirmiş, geriye içi kof bir retorik kalmıştır.
Tartışılan kavramları kullanacak olursak, laisist bir tutum olmadan laik bir toplumsal yöneliş söz konusu bile olamaz.
Sivil toplumcuların önerdiği parçalı bir “iktidar”dır. İdeolojiler “birey”in zihninde değil, toplumsal bir dokuda yeşerirler. Bu anlamda din tek tek insanların dünyevi meşgalelerinden soyutladıkları apayrı bir alan değil, toplumun küçümsenmeyecek bir kesimini saran bir davranış, algılama ve aidiyet biçimidir. Burada islamiyetin diğer dinlerden farklı olarak asla siyasetsiz duramayacağına ilişkin “doğru” ama diğer dinleri temize çıkardığı için riskli yaklaşımlara değinmek istemiyorum. İşin aslı şudur: Toplumsal alan ile siyasal alan arasındaki bu “mutlak” ayrım sivil toplumcuların yanılsamasından ibarettir. Toplumsal yaşantıyı dünyevi ve ruhani diye ikiye bölmek geride son derece anlamlı bir aydınlanma pratiği bırakan insanoğluyla alay etmekten farksızdır.
İnsanlığın ruhani dünya denilen kurumsallaşma ile barış içinde yan yana yaşama şansı yoktur. Dolayısıyla kim ne derse desin bir mücadele sürecektir. Zaten laiklik dendiğinde kavramsal bir tartışma başlatanların bildiği gibi, kavramın kökeninde ruhban sınıf ile ruhban olmayanlar arasındaki bir ayrım yer almaktadır. Bu ayrımın bilince çıkması bir alan paylaşımına değil, açık bir mücadelenin başlamasına neden olmuştur. Din kurumunun sözüm ona kendi alanına çekilmeyi kabul etmesi işte bu mücadelenin ürünüdür.
Bu mücadeleden söz ettiğimizde dolaylı olarak karşımıza kemalizm konusu çıkmaktadır.
Öncelikle yukarıda anlatmaya çalıştığım “doğal” gerilimi yansıtan bir değerlendirmeye yer vermek istiyorum. Bülent Tanör, islamiyetin hem uhrevi hem dünyevi olmasından hareket etmekte ve şunları söylemektedir:
“Dinin bu özellikleri Türk devrimcilerini onu köklü yenilenme tasarıları önünde de bir engel olarak görmeye götürmüştür. Bu yüzden kemalizm dinle uzlaşmayı bir yana bıraktı hesaplaşma ve çatışma yolunu seçti. Kemalizm devlet ve dinin birbirinden ayrı ve özerk iki alan olduklarını kabul eden klasik din ve devlet ayrılığı ilkesini de reddetti. Laiklik doktrinin iki temel önermesi vardır: Dinsel siyasala karışamaz siyasal da dinsele müdahale edemez. Kemalist Türkiye bunlardan yalnızca birini birincisini benimsemiştir” 10 . [TANÖR Bülent]
Tekrar etmek istiyorum, Tanör’ün de diğerleri gibi kabullendiği laiklik tanımı “statik”tir ve burjuva devrimlerinde ortaya çıkan “çatışma”yı hesaba katmamaktadır. Bu anlamda kemalizme atfedilen özel laiklik tanımı, burjuva devrimleri sırasında birçok ülke için geçerli olmuştur. Kemalizmin özgünlüğü, laikliğin bir unsurunu “ben bildiğim gibi oynarım” diyerek bir kenara atmasından değil, gecikmiş bir burjuva devrimine önderlik etmesinden ve zayıf bir sınıfsal temele sahip olmasından kaynaklanmaktaydı.
Bu zayıf temel değişmediği için, sermaye devleti dinsel alana sürekli olarak müdahale etmekte, kimilerini “böyle laiklik olmaz” diye kızdırmaktadır. Söz konusu olan bir burjuva devlet olunca öyle bir olur ki!
Nasıl olmasın?..
Bir kere, burjuva devrimlerinin “siyasal” boyutunda yaşananların sonrasına büyük etkileri olduğu bilinmelidir. Din açısından baktığımızda, kemalizm siyasal iktidarını onu zayıflatarak değil, onun yanından dolaşıp yeni bir alan açarak gerçekleştirmiştir. Elitizm tepeden inmecilik vs… Kim ne derse desin; Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda Türkiye’de burjuva devriminin başka bir forma kavuşması neredeyse olanaksızdı. Bunun sonucunda, dünyevi otorite ile ruhani otorite kendi alanlarına çekildiler ama bizim sivil toplumcularımızın tarif ettiği biçimde değil! Büyük ölçüde mekansal bir paylaşımdı bu. Kemalizmin müdahalesi, dini kentlerden ve kent belirlenimli “modern siyaset”ten uzak tutmakla sınırlıydı. Birkaç küçük deneme dışında kırsalda hüküm süren otoriteye dokunmak gibi bir niyet hiç sergilenmedi. Burjuva da olsa, devrimci dönüşümler sırasında göze alamadığınız cesareti sonrasında hiç gösteremezsiniz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti “gerici” bir toplumsal tabana mahkum olarak yola çıktı.
İkincisi, sermaye iktidarı açısından bu mahkumiyet beraberinde getirdiği risklere rağmen, bir altın fırsattır… Kapitalizmin tutucu olmayan bir nüfusa dayanmayı tercih ettiği nerede görülmüştür ki? Bu anlamda devletin dini alana müdahalesi yalnızca onu “dışarıda tutmak” değil, onu toplumun üzerine yerleştirmek anlamına da gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu ikinci “anlam”ın pek hissedilmemesinin nedeni yola çıkışın gereksinim duyduğu açılım ve devrimci tehdidin daha 1920lerin hemen başında devre dışı bırakılmasıydı.
Peki “bu nasıl laiklik”?
Bu basbayağı “laik”lik; burjuvazinin din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaktan anladığı! Başka türlüsünü bilen var mı?
Demek ki laikliğin farklı farklı tanımlarından söz etmek yerine; farklı farklı evrelerinden söz etmekte yarar bulunmaktadır. Bu evreleri birbirine bağlayan şey, sermaye iktidarının ihtiyaçlarıdır.
Peki bu koşullarda “laiklik” komünistler açısından büsbütün değersizleşiyor mu?
Hayır… Kapitalist toplumlara özgü bir “durum”u anlatan ve yukarıda ele almaya çalıştığım mekanizmayı bir kenara koyarsak, din karşısında takınılacak siyasal tutumun laisizmden başka bir şey olamayacağını bilmemiz gerekiyor. Buna ister işçi sınıfı laisizmi deyin, ister başka bir şey (çoğulcu laiklik, özgürlükçü laiklik değil elbette!) dini siyasal alanın dışına çıkarma ve dinin elde ettiği toplumsal alanı daraltmayı esas alan bir siyaset olmaksızın ne devrimci mücadele verilebilir, ne de sosyalist kuruluş sürecinde mesafe alınabilir.
Ateizm ise başka bir kategoridir. Ateizmin bir siyasal program unsuru haline gelmesi neredeyse olanaksızdır; o daha ziyade bir pedagojik program ve komünistlere ait bir karakteristiktir. Dolayısıyla laisizmle ateizm birbirlerinin yerine geçebilecek şeyler değildir. İşçi sınıfının kurtuluşu her ikisine de ihtiyaç duyar. Ve işçi sınıfı aydınlanmacılığı her ikisini de kapsar…
Tarihselcilik insanı aşağılıyor mu?
“Bu nasıl soru” diye soran olabilir. Ancak, eminim benim gibi sizler de “marksizmi dine benzeten” sayısız yorumla karşılaşmış, tarihin bir mantığı olduğunu söylediğinizde “kadercilik”le suçlanmışsınızdır. Halbuki marksizmin son derece güçlü olduğu, ayaklarının sağlam bir zemine bastığı alandır “insan-doğa-tarih” ilişkisi. Açıkçası, uzun bir süredir her şeyden fazla siyasete ihtiyaç duyan marksizmin, biraz da bu ihtiyaç nedeniyle son derece hakim olduğu bu alandan çekildiğini düşünüyorum. Kastettiğim özellikle felsefenin temel (hatta biricik) konusu olan, madde-düşünce arasındaki ilişkidir.
Marksizmin aydınlanmacı yönü biraz da burada aranmalıdır.
Önce karanlıktan başlayalım. Özgürlük üzerine düşünmüş yazmış ve onunla anılmış birisinin kaleminden…
“Ona göre (Kalvinizm kastediliyor) insanın büyük suçu kişisel iradedir. İnsanlığın elinden gelen tüm iyilik boyun eğmede saklıdır. Sizin hiçbir seçme hakkınız yoktur; başka hiçbir türlüsünü değil ancak emredileni yapmakla yükümlüsünüz; “farz olmayan her şey günahtır”. İnsan doğası temelinden bozulmuş olduğundan içindeki insan doğası öldürülmedikçe kimseye kurtuluş yoktur. Bu yaşayış teorisine inanan bir kimse için insani yetilerin yeteneklerin ve özelliklerin herhangi birini kıvırıp atıvermekte hiç de kötülük yoktur; insanın kendini Allahın iradesine teslim etmekten başka hiçbir yeteneğe gereksinimi yoktur; eğer insan yetilerinden herhangi birini bu farz kılınmış iradeyi daha etkili bir şekilde yerine getirmekten başka amaç için kullanıyorsa böyle yetileri olmaması daha iyidir” 11 . [MILL John Stuart]
Elbette burada tasvir edilen “insan”ı bütün dinlerde şu veya bu ölçüde bulabilirsiniz. Ortaçağdan kurtuluşta ortaya çıkan insanca irade bu nedenle önemsenmelidir. Din kurumunun geri adım atmaya zorlandığı, insanın kaderini insanla paylaşmaya razı olduğu bu büyük özgürleşme hamlesinin kazanımlarının kapitalizm tarafından neredeyse tamamen geri alındığına şu ana kadar değinmiş olduk. Peki marksizm insanı ne kadar özgürleştiriyor? Tanrıdan alınan yetki, tarihe (insanların ulaşamayacağı bir başka mite) mi teslim ediliyor?
Bu görüş özgürlük ve zorunluluk üzerine heyecan verici şeyler söylemiş olan marksizme büyük bir haksızlık. Siyasal bağlamda ekonomizme yontulabilecek bu tuhaf kaderciliğin ısrarla bilimsel sosyalizme yakıştırılmasının ardında elbette bazı hesaplar var. Batı sosyolojisinin marksizmi bir tür kadercilikle anması, yalnızca onu aşağılaması anlamına gelmiyor, kendilerini marksizmin bilimsel çekiciliğine kaptıranları devrimci pratikten alıkoymaya dönük küçük ama evrensel bir hile olarak da işlev üstleniyor.
Acaba Engels Anti-Duhringde “özgürlük zorunluluğun kavranmasıdır” derken dediklerinin bu kadar hafife alınacağını tahmin ediyor muydu? Buradan tanrının (örneğimizde tarih anlaşılabilir) iradesine boyun eğmeyi gerçek kurtuluşa giden yol olarak tarif eden iç karartıcı düşünceye ulaşılabileceğini aklına getirmiş miydi?
Hiç kuşku yok bir “kurtuluş felsefesi” olan marksizm, toplumun gelişme yasalarını (zorunluluğu) kavramanın dünyayı değiştirme (özgürleşme) eyleminde en önemli silah olduğunu vurguluyordu. Burada hareket noktası soyut, tarih dışı bir “insan doğası” değil, gelişen, dönüştüren ve dönüşen “yaşayan insan toplumu”ydu.
İnsan doğasına olmadık kötülükler yakıştırarak onu terbiye etmeye koyulan dinin tersine, tarihsel materyalizm “insan”ın doğayı dönüştürerek kendisini de dönüştürmeye başladığını kabul eder ve bu süreçte kendi üretici eyleminin sonuçlarına ve sürecin bizzat kendisine yabancılaşmasının onun başına gelen en büyük olumsuzluk olduğunu ileri sürer. Bu olumsuzluğun kendisine tarihsel gelişim içerisinde bir yer edinmesi, onun ortadan kaldırılarak yeni insanın yaratılmasına duyulan ihtiyacı (zorunluluk diyelim) geçersizleştirmez.
Bu açıdan komünizm son derece insani bir temele sahiptir.
Ancak bu süreç insanın “tanrısal yaratım” ya da “mutlak ide”de saklı tutulan bir “öz”e dönmesi, yani insan doğasının yeniden gerçeklenmesi türünden mistik bir karakter taşımadığı için komünizm, aynı zamanda bir anti-hümanizmdir de…
Üzerinde durduğumuz konu insanın kendisini anlamlandırması açısından son derece büyük önem taşımaktadır. Burada ya “teslim olacaksınız”, ya özgürlük-zorunluluk diyalektiği üzerinden kendinizi toplumsal dinamiklerin bir aktörü olarak göreceksiniz. Bir yerden sonra teslim olduğunuz şeyin gökyüzünde ya da yeryüzünde olmasının bir önemi kalmamaktadır.
Karmaşık bir maddi varlık olarak insanın kendi dışındaki maddi dünya ile ilişkisi doğal olarak materyalizmle idealizm arasındaki temel mücadele alanlarından birisidir. Bu alanda Marx ve (özellikle) Engelsin “doğa bilimleri”ne gereğinden fazla yaslandıkları doğru değildir. Engelsin bilimsel gelişmenin o günkü düzeyine fazla bağımlı kimi çalışmalara imza atmasını eleştirenler, marksizmin Engelsin bu çalışmaları olmaksızın henüz daha işin başında oldukça ciddi bir sorunla karşılaşmış olacağını bilmeliler.
Engelsin “insanları harekete geçiren her şeyin (…) zorunlu olarak onların beyninden geçtiği gerçeğinden kaçamayız. Dış dünyanın insandaki etkileri onun beyninde ifadesini bulur orada duygu düşünce içgüdü ve istem olarak; kısaca “düşünsel eğilimler” olarak yansı bulurlar ve bu biçimde “düşünsel güç” haline gelirler” 12 demesini sağlayan şey doğa bilimlerindeki hızlı gelişmedir ve materyalizmin 19. yüzyılda bu gelişmelerden yararlanmama lüksü bulunmamaktadır.
Ancak ustalar sayısız örnekte idealizmle mücadelede aslolarak “toplumsal dinamiklere” yaslanılması gerektiğini vurgulamışlardır. Konumuz açısından bakarsak, Başyapıt Kapital’de Marx “din” olgusu ile hesaplaşırken doğa yasalarının öne çıkarılmasının kolaycılık olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştır. Birinci Cildin 15. Bölümünün hemen başında Darwin için düştüğü dipnot, bu açıdan son derece çarpıcıdır. “İnsanın üretim araçlarının yani toplumsal örgütlenmenin maddi temelinin tarihi benzer bir ilgiyi hak etmiyor mu” diye sorarak materyalizmin yalnızca doğa bilimlerinden hareketle idealizme karşı mücadele edemeyeceğini vurgulayan Marx; bu maddi temeli hesaba katmayan hiçbir “din tarihi” eleştirel bile olamaz demektedir. Zor ve asıl bilimsel olan, dinin toplumun gelişme yasaları üzerinden altedilmesidir. 13
Bu uyarıların fazla dikkate alındığını söylemek mümkün mü? Din olgusuyla hesaplaşmayı kendi haline bırakan, idealizme karşı yürütülecek ideolojik ve siyasal mücadeleyi “canım sırası” mı diye bir kenara atanlar ne yazık ki, Türkiye’de sosyalizm adına köylücülük ve uvriyerizm pompalayanlardan ibaret değil.
Oysa dinin ve genel olarak mistik düşüncenin toplumsal alanda deşifre edilmesini önemsemeyenlerin “özgürlük”ten dem vurmalarına zerre kadar gerek yok. Bu sosyalizmin onların zihinlerini terk edişidir…
Sosyalizm mücadelesi, insanları hem “suçlu” ilan edip hem de onları “itaatkar” ve “kanaatkar” yapan dini baskının etkisini azaltmadan yol alamaz. Ancak daha önce de vurguladığım gibi, söz konusu olan geniş yığınlarsa, burada “ateizm”e bir siyaset biçimi olarak yer yoktur. O halde, yapılacak olan dinin toplumsal yaşamdaki egemenlik alanlarına siyasal ve ideolojik müdahalelerde bulunmaktır.
Bu müdahalenin merkezinde insanı tarih, toplum, devlet, doğa ve bilim karşısında aciz duruma düşüren her tür düşünce kalıbına meydan okumak yer alır. İtiraf etmem gerekiyor ki, bu mücadelede siyasetin imdadına zaman zaman “pedagojik” araçlar yetişecektir. Nihayetinde “aydınlanma”nın bir ve daimi ayaklarından birisi budur. Ancak, bu araçlar hiçbir durumda siyasal ve ideolojik müdahalelerin elini kolunu bağlamamalı, ona ayak bağı olmamalıdır.
Bunun ön koşullarından birisi, devrimci öznenin duruma hakim olmasıdır. İşçi sınıfı partilerinin birer “bilim merkezi” gibi faaliyet göstermesi elbette mümkün ve gerekli değildir, ancak bu partilerin burjuva egemenliğine karşı mücadelede, doğa ve toplumsal hayata dair berrak materyalist düşüncelere sahip olmaları gerekir. Emekçi sınıflarda, hatta devrimci partilerin saflarında sık sık ortaya çıkan kadercilik, yılgınlık, çaresizlik ve inançsızlık yalnızca dar anlamıyla “siyasal” bir sorun değildir. Devrimci öznenin kendisinden başlayarak aydınlık bir kavrayışı mümkün olduğunca yaymak ve siyasetini onunla temellendirmek gibi bir sorumluluğu vardır.
Çünkü bugünün sorunu “inanıyor musun”dur? Marksistlerin veya daha siyasal bir sıfatla komünistlerin bu soruya “kişisel” yanıtlar üretmesinin bir sınırı vardır ve toplumsallaşma kaygısı taşıyan bir devrimci hareketin emekçi kitlelere bu sorunun yanıtını dürüst, kolay algılanır ve benimsenebilir bir biçimde sunması zorunludur. Bugün iyi bir marksist dünyanın yakın geleceğine ilişkin karamsar düşünceler taşımak zorundadır; ve aynı marksist dünyanın yakın geleceğine ilişkin kendisini de kattığı kolektif mücadeleye daha fazla “inanmak” ve “bel bağlamak” zorundadır.
Bu zorlu denklem idealizmle hesaplaşmadan nasıl kurulacak Gökyüzündeki yıldızlara bakıp “biz neyiz ki” diyerek mi “Nasılsa öleceğiz”e varan bir nihilizmle mi Yoksa “yapıyoruz bir şeyler işte” memurluğuyla mı..
Bakın yobazlar hıristiyan felsefesi için “hiçbir şeye dayanmaya gerek duymayan bir varoluş felsefesidir” 14 diyorlar. Bundan daha büyük bir meydan okuma olur mu? Oluyormuş… Dayanaksız idealizme karşı kendi meydan okumalarımızı yalnızca tarihe bırakmak… Olmaz…
Sosyalizm programında ne var?
Evet, komünistler siyasal alanda nasıl bir yaklaşım geliştirecek? Reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte “dinler”in eskisi gibi varolamayacağını, tarihe inancın ortadan kalkışı ile birlikte hem marksizmin hem de gelenekseksel dinlerin büyük bir darbe aldığını söyleyenlere 15 karşı sözümüz ne olacak?
Demek ki bizi bir müminler topluluğuna benzetenler var. Onlara ne kadar özgür ve aydınlık olduğumuzu nasıl kanıtlayabiliriz? Düşünsel planda iş kolay… İnancımızı toplumların devinim yasalarından çıkarttığımızı ama bu yasalara esir düşmediğimizi anlatırız. Tarihin mantığını kavramanın tarih yapmak için eşsiz bir olanak sağladığını söyleriz.
Siyasette ise “fanatik” değil ama pek “kararlı”, pek “militanız”dır. Mücadelenin her zaman akla pek uygun olmayabilen değerlerini seve seve taşır ama onları hiçbir zaman fetişleştirmeyiz. Gündelik kullanım eğer söz konusu olacaksa, ideallerimiz vardır ve idealizmden uzak dururuz…
İnanan insanlara saygılıyızdır. Ama bu saygı, insanlığın yüzyıllardır verdiği büyük uğraşın, aydınlanma kavgasının bayrağını en önde taşıdığımız gerçeğini değiştirmez. Bu kavgada hayalci değiliz, bu kavganın evreleri konusunda yeterince fikre sahibiz ama bir nihai hedef olarak sınıflar, özel mülkiyet, devlet, din, hatta siyaset gibi olguları tasfiye etmeye yöneldiğimizi asla gizlemeyiz.
Çünkü biliyoruz ki, komünistler medeni cesarete sahip olmak zorunda.
Bu ahlaki olduğu kadar siyasi de bir tutum. Bu aydınca bir davranış olduğu kadar işçi sınıfı siyaseti için de geçerli bir yaklaşım. Bu komünistlerin asla uykuya yatıramayacağı bir başlık.
İşte bu başlıkta iş “somut” olmaya gelince son derece ilginç şeylerle karşılaşıyoruz. Bu yazıya başlarken kendi kendime söz vermiştim, türban meselesine, türban eylemlerinde gericilerle kol kola giren “sol”cularımıza (gerçi onlar kendilerini “sol”cu olarak adlandırmazken bize bir şey söylemek düşmez) hiç değinmeyeceğim diye…
Öyle yapacağım ve “somut” meseleler üzerinde dururken dikkati başka şeylere çekeceğim.
Örneğin komünistlerin bir takım talepler öne sürerken, bu talepleri kimi burjuva parti ya da hareketlerin de ileri sürmesi karşısında paniğe kapılmaları veya kendilerinden kuşkulanmaları gerekmiyor. Burada o talebin nasıl bir bütünlük içerisinde gündeme geldiği, o talebin karşılanması için nasıl bir mücadele hattı öngörüldüğü gibi başka parametreler de önemlidir. Bir de tabii, söylediğiniz şeylerin önemli bir bölümünü “başkaları” da söylemekteyse, o zaman oturup düşünmenizde yarar vardır.
Söz gelimi, bir komünist parti bugün olduğu gibi, ölüm cezasının kaldırılmasını isteyebilir, bunun için propaganda çalışması yapabilir. Herkesin bildiği gibi, bu talep kimi burjuva partilerinin de gündemindedir, en azından burjuva siyasetine yön veren güçler arasında “idamın kaldırılması”nı öngörenlerin ağırlığı küçümsenmeyecek bir ölçeğe ulaşmıştır. Buna rağmen, özellikle Kürt ve Türk emekçilerinin birliği başlığında çok özel bir yere denk düştüğü için, ayrıca ölüm cezasının kaldırılması sosyalizm programı açısından da somut bir hedef olduğu için komünistler “acaba biz bir hata mı yapıyoruz” diye düşünmezler.
Ya da “Avrupa Birliğine hayır” diyen bir faşist, komünistleri asla yolundan döndürmez. Örnekler çoğalabilir.
Ne var ki, din konusunda örnekler genellikle hep böyledir. Aşağıda Kılıçbay’dan derlediğim talepleri başka birçok sivil toplumcunun makalesinde, bir zamanların Yeni Demokrasi Hareketinin seçim bildirgesinde ya da Ufuk Urasın bir konuşmasında bulabilirsiniz. Ve emin olun “komünistler bu konuda ne diyor” diye sorduğunuzda akla değişik bir şey gelmeyebilir.
Oysa gelmelidir.
Diyanet işlerinin lağvedilmesi, din işlerinin cemaatlere bırakılması, din eğitiminin okullardan çıkarılıp yine cemaatlerin kendi olanaklarına terkedilmesi (bu İmam Hatiplerin kapatılmasını da kapsamaktadır) din adamlarının devlet tarafından finanse edilmemesi ve açığın ibadet edenler tarafından kapatılması, nüfus cüzdanlarından “din” kısmının kaldırılması, devletin hiçbir din ya da mezhebe yakın durmaması, dinin siyasi alandan tamamen dışarı çıkarılması, devletin inananlar veya inanmayanlar üzerinde hiçbir baskı kurmaması…
Bunların bir bölümü son derece somut ve vazgeçilmez talepler. Ancak bunlar arasında “din”in örgütlenmesi başlığında toplayacaklarımız üzerinde ciddi şekilde durmak gerekiyor. Birçoğumuz “ne yani sosyalizmde kamu kaynaklarından bu işlere para mı ayıracağız İsteyen kendi olanaklarıyla ibadetini yapar kim ne karışır” diye soruyordur. Kısacası din işlerinin bugün ve sosyalist toplumda “özelleşmesi”ne sıcak bakan çok kişi vardır. Sosyalist kuruluş sürecinde kamu kaynakları ile bireysel kaynaklar arasında bu denli kesin sınırlar olamayacağını bir yere not düştükten sonra gelelim işin püf noktasına…
Bu yazının başından beri, dinin “sen şurada duracaksın” denecek bir kurum olmadığını vurgulamaya çalıştım. Dolayısıyla “ben karışmam” önermesi, “seni özgür bıraktım”la özdeştir.
Kapitalist bir toplumda “devlet bu işten tamamen uzak dursun” demenin anlamı şudur: Din konusu her tür siyasal (toplumsal anlayın) denetimden uzak bir biçimde sermaye sınıfının elinde bir silah olmaya devam etsin, ama emekçi sınıflar din konusunda kapitalizmin tasarruflarının hesabını soramasın! Bunun “polis, eğitim, asker özelleşsin” demekten farkı yoktur. Nasıl bizler için bu sayılanların burjuva egemenliğindeki anlamı açıksa, dinin de anlamı son derece barizdir. Bununla birlikte “devlet bulaşmasın” demek işçi sınıfının “siyaset hakkı”nı gasbetmek, bunun karşılığında sermaye sınıfına sonsuz özgürlük sağlamak demektir. Devletin parayı kesmesi durumunda müftülerin aç kalacağını sananlar varsa bu elbette ayrı! Eğer ihtiyaç varsa sermaye dini de din adamını da yaşatır…
Ayrıca din işlerinin bütünüyle cemaatlere bırakılması, tarikat örgütlenmesini meşrulaştırmak için birebirdir. Ekonomik özerklikleri pekişecek olan (bu söylediğim şu anda bu özerklikleri yok anlamına gelmemektedir) ve kamu denetiminden (bu söylediğim bugün böyle bir denetimin olduğu anlamına gelmemektedir) tamamen kurtulacak olan gerici odakların daha ciddi bir güç haline geleceği açıktır (söylediklerimin anlamının kaymaması için şu örneği vermek istiyorum: Mevcut yasalara göre işkence suçtur. Ama hem bu yasalardaki cezalar caydırıcı olmaktan uzaktır, hem de yargı işkencecileri fena halde kollamaktadır. Buna rağmen bugün birisi çıksa ve “biz işkenceyi suç olmaktan çıkarıyoruz” dese komünistlerin tepkisi herhalde “aman canım zaten bir işe yaramıyordu” şeklinde olmaz).
Sosyalist kuruluş sürecinde ise bu sorun iyice karmaşıklaşır.
Çünkü artık işçi sınıfı iktidardadır. Ve sorun sadece “din”i siyasal alanın dışına çıkartmak değildir (ki bunun ne anlama gelmediğine uzun uzun değinmiş olduk) aynı zamanda onu besleyen tarihsel, ekonomik, ideolojik yapıları da zamanla ortadan kaldırmaktır. İnananların ibadet etmek isteyenlerin özgürlüklerine kısıtlama getirmeden bu nasıl yapılacaktır?
Çok açık ki, önce din-siyaset, din-ekonomi bağlantıları zayıflatılacak. Ancak din kurumu bir bütün olarak ortadan kalkmadan bu bağların tümüyle kopması olanaksızdır. Demek ki sözünü ettiğimiz bir defaya mahsus bir müdahale değil, süreklileşmiş bir kamu denetimi…
Konu siyaset olunca bu göreli daha kolay. Ancak sıra ekonomiye geldiğinde ne yapacaksınız? Dindar insanlar (ki burada genellikle tek bir din değil mezhepler de eklendiğinde çok sayıda din söz konusudur) kendi işlerini kendileri görsünler ve ibadetleriyle dini eğitimleri için gerekli kaynakları kendileri yaratsınlar…
Yani (eğer iki sistemli bir dünyada yaşıyorsak) emperyalist ülkeler tarafından yaratılacak fonlara yönelsinler ve daha önemlisi geçim toplumunda her zaman bir sorun olan “toprak”taki değişik mülkiyet biçimlerinden beslensinler, üstüne ilkel bir sermaye birikim modeli oluştursunlar!
Düşünmek gerekiyor. Bilindiği gibi Rusyada boşevikler bu konularda zaman zaman kararsız kaldılar, birbiri ardına değişik politikalar denediler. Çok zorlandıkları kesin… Örneğin Lenin döneminde bir ara aynen yukarıda tasvir ettiğim “ibadet eden parayı da bulur” yaklaşımına girdiler; lakin “cemaatten bağış toplama”yı yasaklayıverdiler! Sonra sanki kamu malı değilmiş gibi bazı binaların ibadet ve dini eğitim için karşılıksız kullanılmasına izin verdiler.
Gerçekten tartışmalı bir konu bu… Ama şu iyi bilinmeli ki, devrimden sonra sosyalist iktidarın bir “din politikası” mutlaka olmalı ve işler kendi haline bırakılmamalıdır. Din, devletin himayesi olmadan yaşayabilecek, hatta güçlenecek tarihsel köklere sahiptir. Bu kökler asla küçümsenmemelidir.
Nitekim bazı sosyalist ülkelerde “kamu kaynaklarından mahrum bırakılan” kilisenin hiç de “muhtaç” kalmadığı biliniyor (Polonya Macaristan ve Demokratik Alman Cumhuriyeti başta olmak üzere bütün sosyalist ülkelerde kilise dokunulmazlığı olan bir karşı-devrimci şebeke olarak çalışmıştır; devletin din işlerine karışmaması hiç de iyi olmamıştır!).
Bütün bunlardan sonra, sosyalist iktidarın “din” politikasının dinamik ve laisist olması gerektiğini, pedagojik alanda ise ateizmin üzerindeki örtüyü kaldırmasının zorunlu olduğunu söyleyebiliriz.
Peki bugün?..
Nüfusun önemli bir bölümünün inananlardan oluştuğu bir kapitalist toplumda komünist hareketin bu bölümü hesaba katmaması veya dışlaması düşünülemez bile. Bunun diğer bir anlamı, dinin siyasal alanın dışına atılmasına dönük müdahale ve çabaların işçi sınıfı hareketi için genel olarak iyi bir şey olduğudur. Bu yazıda üzerinde hiç durulmasa da, din belirlenimli siyasi hareketlerin birçok durumda karşı-devrimci karakter taşıdığı, bazı örneklerde ise anti-emperyalist anti-kapitalist bir görüntüye bürünerek emekçi sınıfların tepki ve dinamizmlerini iğdiş ettikleri görülmüştür. Kısacası, komünist hareket doğal olarak dinin siyasi alanın dışına doğru ittirilmesi için mücadele etmelidir. Fazilet Partisinin kapatılması eğer ille de “demokrasi” ya da “özgürlük” sorunu olarak görülecekse, benim diyeceğim, Faziletin kapatılmasının insan özgürlüğü açısından olumsuz bir şey olarak görülemeyeceğidir.
Dolayısıyla bir zamanlar geleneksel solun “teorik” meselelerinin tartışıldığı World Marxist Rewiev’de yayınlanan bir makalede ileri sürülen görüş oldukça ciddi bir problemle karşı karşıyadır:
“Marksistler ve inanların çoğu değişik yollardan evrensel insani ideallerin ve onların korunması gerekliliğinin insana yakışan bir gelecek için olmazsa olmaz bir konu olduğu sonucuna varıyorlar” 16 .[PARSONS Howard]
Eğer burada siyasi hareketlerden söz ediliyorsa, hiçbir marksistin siyasetin din üzerinden gerçekleşmesi gibi bir olguyu bu şekilde meşru göremeyeceği açıktır. Hıristiyan dünyasında tek tek bazı din adamlarının veya kilise içi bazı hiziplerin “ilerici” düşünce ya da eyleme yaklaştıkları (özellikle Latin Amerikada askeri cuntalar döneminde) görülse de, şu ana kadarki deneyim içerisinde bu denli ciddi bir geriye düşüşü mazur gösterecek bir siyasi ihtiyaç kendisini dayatmamıştır. İslam açısından ise kayda değer iki örnek var elde. Bir tanesi İran’daki mollalar rejimidir ve bu rejime “dostça” bakan komünistlerin gözünün yaşına bakılmadığı bilinmektedir. Filistin ve Lübnanda ise Hamas ve Hizbullahın emperyalist-siyonist güçlere karşı giriştikleri mücade son derece kaygan bir zeminde sürmekte ve burada sınıfsal dinamikler bir türlü baskın rol oynamamaktadır. Üstelik bu oluşumların Sovyetler dağıldıktan sonra bölgenin devrimci güçleri geriye çekilirken birilerinin himayesinde güçlendiği de bilinmektedir.
Yok burada siyasi hareketlerden söz etmiyor, tek tek marksistlerin ve dindar insanların zihinlerindeki idealleri veri alıyorsak, o zaman bu ortaklığı elbette daha bütünlüklü ve ilerletici bir çerçeveye taşımak gerekir. Ancak bu mesele abartılmamalıdır. Çünkü inananların kapitalizmin kimi görüngülerine dönük tepkileri çoğu kez tutucudur, ileriye değil de geriye dönük özlemlerle sakatlanmıştır ve zaman zaman bilime teknoloji eğitim hatta sanayiye düşmanlığa evrilir.
Dini ya da çoğu kez ondan ayrılması güç olan ahlaki mülahazalarla siyasallaşan, düzene tepki duyan emekçileri son derece sabırlı bir biçimde dünyevi meselelerin dünyevi çözümüne doğru çekmek gerekmektedir. Siyasallaşma dinamik bir karakter kazandığında bu sanıldığından daha kolaydır, çünkü sınıflar mücadelesinin yükselişi, yeryüzünün gökyüzünü unutmasına neden olur; kolektivizm, iyi ve kötü kavramının sınıflar nezdinde karşılık bulması, kadınla erkeğin mücadele sürecinde eşitlenmesi vb. çoğu kez en doktriner eğitim süreçlerinden daha fazla işe yarar.
Burada bir parantez açmaya ihtiyaç vardır. Dindarların sömürü ve zulme karşı koyduğu ya da en azından tepki duyduğu örneklerin çoğalmaya başlaması, tersinden de okunmalıdır. Sömürü ve zulme karşı çıkması değil çıkmaması şaşırtıcı olan kesimlerde dinin ağırlığının artması; solun alan boşaltması ile ilgilidir. Kendilerini ciddiye alanların “dindar işçiler de patrona öfke duyuyor” diye düşündüklerinin hiç değilse onda biri kadar “patrona karşı öfke duyan işçiler de dinci ideolojinin etkisi altında kalıyor” şeklinde düşünmelerinde yarar vardır!
Özetle komünistlerin dinlerin “iyi insan” kategorisinden yararlanmaları veya ona işaret etmelerinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Yeter ki kendi kimliklerini ortadan kaldırmasınlar ve daha da önemlisi hayal görmesinler…
Kimliğimizde, yani programımızda ise şu yazılıdır:
“Parti, her türden metafizik inanışın yerine insanlığın bilimsel kazanımlarının geçirilmesi için verilecek siyasal-ideolojik mücadelenin öncüsüdür” 17 .
Bundan hiçbir şekilde vazgeçemeyiz. Daha doğrusu aydınlanmacılıktan vazgeçemeyiz. Bu nedenle inanan insanları devrimci mücadeleye çekmek için uğraş verirken düşünce üretim merkezlerinde (eğitim kurumlarında, edebiyat ve sanat alanında, kitle iletişim organlarında, spor dünyasında) mistik, gerici unsurlara karşı açık bir mücadele vermeyi ihmal etmeyiz. Dinin kentleşmesini onun zayıflaması olarak değil, onun daha etkili hale gelmesinin göstergesi olarak görürüz.
Ve “tanrı olmasaydı onu icat etmek durumunda kalırdık” diyen Voltairee “eğer tanrı gerçekten var olsaydı onu ortadan kaldırmak zorunda olurduk” yanıtını veren Bakunine “hem anarşistsin hem de tehlikeli şeyler düşünüyorsun üstelik çok konuşuyorsun” der ama doğruları kendisine saklamadığı için içten içe saygılarımızı sunarız…
Dipnotlar ve Kaynak
- GILSON Etiene, Tanrı ve Felsefe, Birleşik Yayıncılık, 1999, çeviren: Mehmet S. Aydın, s. 43.
- MORE Thomas, Utopia, Çan Yayınları, 1968, çeviren: Sabahattin Eyüpoğlu ve diğerleri, s. 183.
- BAKUNİN Mihayil, Tanrı ve Devlet, 2000, çeviren: Sinan Ergün, s. 55 ve 73.
- BUHR M., SCHROEDER W., BARCK K., Aydınlanma Hareketi ve Felsefesi, Birim yayınları, 1984, çeviren: Veysel Atayman, s. 58.
- GİLSON Etiene; a.g.e., s. 100.
- CORNFORTH Maurice, Komünizm ve İnsanlık Değerleri, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1979, çeviren: Şiar Yalçın, s. 28.
- GUREVİÇ Pavel, “Yeni Dinler” ve Düşüncelerin Savaşı, Sosyalistler ve Din İçinde, Gelenek yayınları, 2000 çeviren: Servet Apaydın s. 51.
- KILIÇBAY Mehmet Ali, Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilmek, Cogito, yaz 1994, s. 16.
- a.g.m 17.
- TANÖR Bülent, Türk Sistemi Siyasal İslam Karşısında, Türkiye’de Aydınlanma Hareketi içinde, Adam yayıncılık, 1997, s. 67.
- MILL John Stuart, Özgürlük Üstüne, Belge yayınları, 1985, çeviren: Alime Ertan s. 85.
- ENGELS Frederick, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Marx-Engels Selected Works içinde, Progress Publishers, 1975, s. 600.
- MARX Karl, Capital 1. cilt, Progress Publishers, 1977, s. 352.
- GILSON Etiene, a.g.e., sayfa 49.
- GAUCHET Marcel, Demokrasi İçinde Din, Dost Yayınları, 1998, çeviren: Mehmet Emin Özcan, sayfa 19.
- PARSONS Howard, Marksizm ve Hıristiyanlıkta İnsani Değerler, Sosyalistler ve Din içinde, sayfa 25.
- Sosyalizm Programı, Gelenek yayınları, 1998, sayfa 36.