“Ormanda bir kere dolaşan, yerde köpekler ve havada helikopterlerle gezen devriyeleri ‘her tarafa dağılmış kaçakları’ ararken gören biri; Roma İmparatorluğu’nun geleneğine yakışır şekilde sınırları bekleyen Avrupa emperyalizminin saldırganlığını tanıyacaktır” 1 . [HOFBAUER, Hannes]
Liberal sendromlar nedeniyle siyasal aklını yitirenleri çok zorlamamak için muaf tutarak soruyorum: Bir; sizce bu yazıda neden bahsedilmektedir İki; devriyeler kimin peşindedir Ve üç; olay ne zaman nerede geçmektedir Emperyalizmden haberdar olanların anlamakta zorlanmayacağı gibi yazıda AB’nin son göç yasası Schengen çerçevesinde istenmeyen göçü engellemekle görevli devriyelerin işçi avından bahsedilmektedir. Çözme ihtimallerinin sıfır olması nedeniyle sorudan muaf tuttuklarımı yanıttan da mahrum bırakmak istemem. Onların diliyle yanıtı tekrar edecek olursam; yazı tüm sınırların ortadan kalktığı küreselleşme çağında (“solcu” olanları için ara cümle: -birçok olumsuzluğun yanında-) emeğin dolaşım özgürlüğü fırsatını değerlendiren göçmen işçilerden bahsetmektedir.
İki yanıt arasında tutarsızlık mı var Tutarsızlık benden değil emperyalist saldırganlıkta emekçiler için özgürlük arayışına düşenlerden kaynaklanıyor. Tutarsızlık sermayenin yayılmacılığından başka bir şey olmayan küreselleşmenin “emeğin dolaşım özgürlüğü”ne dönüşebileceğini düşünenlerden kaynaklanıyor. Daha doğrusu emekçilerin sürgünü anlamına gelen göçe “dolaşım özgürlüğü” adını verenlerden kaynaklanıyor. Emekçileri dolaştıkça özgürleşen Turkcell kızına çevirenlerden kaynaklanıyor.
Emek göçü deyince akla gelen ilk ülkede Almanya’da göçmen işçilerin çalışma ve yaşama koşullarına bakmak emek mobilitesinin ne anlama geldiğini açıkça gösterecektir. Bu nedenle Almanya örneği üzerinden göçün sermaye açısından rasyonelitesini ülkenin işçi sınıfında yarattığı ideolojik/siyasal atmosferi somutlarken; AB’nin ve küreselleşme denilen saldırganlığın buradaki konumuna değineceğim. Bu arada da komünistlerin göçe bakışına yani göçün taşıdığı siyasal dinamiklere ve enternasyonalizme…
1960’lar ve Almanya’ya göçmen akımı
Almanya’da devletler arası anlaşmalar (İşçi Mübadelesi Anlaşmaları) aracılığıyla yabancı işçi çalıştırma girişimi 1950’lerin sonunda İtalyan işçilerle başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından girişilen ekonomik yapılanma sürecinde işgücü açığıyla karşılaşılması Almanya burjuvazisini ve devleti yurt dışından ucuz işgücü edinme arayışına itti.
Almanya’ya göçün tarihi bu anlaşmalarla başlamıyordu. İşçi Mübadelesi Anlaşmaları’ndan önce de yabancı işçiler bu ülkeye gelerek çalışmaktaydı. Dolayısıyla Alman burjuvazisinin devlet aracılığıyla işçi getirtmesi özel bir tercihi yansıtıyordu. Bu tercihin altında yatan neden anlaşmaların işçileri geri gönderme hakkını saklı tutmasıydı. Bu durum göçün başlangıçtan bu yana Alman burjuvazisinin ihtiyaç ve çıkarlarına göre düzenlendiğinin bir göstergesidir. Rotasyon (yabancı işçilerin iş piyasasının ihtiyaçlarına göre işe alınıp işten çıkarılması) ilk defa 1973-74 kriziyle dile getirilse de tüm göç deneyiminde temel belirleyen olmuştur.
Bu ortak zeminle birlikte ekonomik yapılanmanın farklı dönemlerindeki ihtiyaçlara uygun olarak göçmen işçilerin istihdam düzeyi biçimi sektörel dağılımı değişmekteydi.
Savaş sonrası tüm Avrupa ülkeleri devletin de aktif rol aldığı bir yeniden yapılanma sürecine girdi. Bu dönemde işçi sınıfının önemli bölümü sanayi sektörlerinde istihdam edilmekteydi. Geleneksel sanayi sektörlerinde maden çelik metal kimya gibi işkolları öne çıkarken; vasıfsız işgücü istihdamı büyük oranda bu alanlarda gerçekleşiyordu. İmalat sektöründe teknolojik ilerlemeye paralel bir canlanma gözleniyor; kitle üretimi ile tüketici taleplerini karşılamaya yönelik bir üretim başlıyordu. Vasıflı işçiler ise bu sektörlerde çalışma olanağı buluyordu 2 . Bu süreçte göçmen işçiler geleneksel sanayi kollarında ve inşaat gibi ağır çalışma koşullarına sahip sektörlerde; sanayi dışında ise hizmet sektörünün enformel alanlarında tüm sosyal haklardan yoksun bir şekilde vasıfsız işgücü ihtiyacını karşılıyordu.
Almanya kapitalizminin yabancı işçi ithali yerli işçi açığını kapamaya yönelik olarak ortaya çıksa da göçün rasyonalitesi bundan ibaret değildir. Yabancı işçiler üzerinden hem ucuz emek gücü kullanma fırsatı değerlendirilmiş hem ideolojik/siyasal manipülasyonla bir bütün olarak Alman işçi sınıfı baskı altında tutulabilmiştir. Göçün Almanya kapitalizmi açısından rasyonalitesini görebilmek için göçmenlerin Alman ekonomisindeki yerine ilişkin birkaç veri yeterli olacaktır:
Göçmen işçilerin 1960-72 yılları arası üretim seviyelerine ve Gayrı Safi Yurtiçi Hasıladaki paylarına bakıldığında; genel ortalamanın üzerinde rakamlarla karşılaşılmaktadır.
Vergi ödemekle birlikte sosyal hizmetmerden yararlanamayan göçmenler sigorta sistemi için önemli kaynak sağlamaktaydı.
Göçmenler kazançlarının yüzde 30-50’lik bir kısmını ülkelerine gönderiyorlardı. Bu eğilim Alman ekonomisinde enflasyonist baskıları sınırlandırarak ihracatta artışa neden olmaktaydı.
Göçmen işçilerin bir baskı unsuru olarak genel ücretleri düşürücü etkisi göç hakkında en bilindik ve gerek solun gerekse Alman sendikalarının en sık kullandığı söylemlerden biridir. İlk bakışta tartışma götürmez bir doğruluk gibi görünen bu açıklamanın satır aralarında burjuva iktisadında ücret sorununa bakışın izlerini bulmak mümkün. Burjuva iktisadında emek arzı ile ücret arasında doğrudan bir ilişki kurulur. Buna göre fazla göçmen işçi fazla emek arzı anlamına geleceğinden ücretler üzerinde düşürücü bir etki yaratacaktır. Oysa emek arzının ücretleri etkilemesi durumu ve bunun düzeyi emek-sermaye arası güç dengesine bu ise öncelikle ekonomik çevrimin içinde bulunduğu evre ve sınıf mücadelesinin ideolojik/siyasal seyrine bağlıdır 3 . Ekonominin daraldığı bir dönemde sermayenin emeğe saldırılarının bir parçası olarak ücret artışlarının engellenmesine yönelik baskının önüne ancak işçi sınıfının mücadelesi geçebilir. Alman işçiler arasında göçmen işçilerin ücret düşüşünün doğrudan nedeni olarak kabul edilmesi kriz dönemlerinde hem ücret düşüşünü daha da meşru kılmış hem de sınıfta yaşanan yıkımın gerekçesi olarak bir manipülasyon işlevi görmüştür.
Türkiye tarafında ise göçün getirilerine ilişkin beklentiler üretilmiş; göçmen işçilerin göndereceği dövizler sayesinde sanayileşmeden köye yol su elektrik götürmeye kadar ülkenin çözülmedik sorunu kalmamıştır. Gönderilen döviz sayısal verilere bakıldığında dış ticaret açığının önemli bölümünü karşılıyor gibi görünmektedir. Ancak döviz girdisinin yarattığı enflasyonist etki ihracat gücünün zayıflamasına ve ticaret açığının daha da büyümesine yol açmıştır. Ayrıca Türkiye’nin dövizi çekebilmek için uyguladığı politikalar -1979’da ikili döviz kuru 1976’dan itibaren dövize yüksek faiz uygulayan mevduat programları- Türk Lirası’nın değerini iyice düşürmüş ve ticaret dengesini daha da sarsmıştır.
1970’ler ve rotasyon
Almanya’da işsizliğin hızla arttığı 1973-74 krizinin hemen ardından Alman hükümeti yabancı işçi alımının durdurularak yerli ve eşdeğer ülke (Birlik üyesi) vatandaşı işçilere öncelik verileceğini açıklıyordu. Dönemin çalışma bakanlığı müsteşarının konuya ilişkin açıklaması göçün emek için bir “dolaşım özgürlüğü” değil sermayenin dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde sürgünü anlamına geldiğinin en net ifadesi oluyordu:
“Hükümetimiz böyle bir kriz ortamında yabancıları istihdam etmek zorunda değildir. … Yabancı işçiler çalışma olanakları olduğu müddetçe […] Batı Almanya’ya gelip burada çalışabilirler. Almanya petrol krizi bittiğinde yabancı işgücü için yeniden talepte bulunacaktır” 4 .
70’lerde hükümetin krize karşı aldığı tedbirler genel anlamda kuşkusuz Almanya burjuvazisinin çıkarına hizmet etmekteydi. Ancak sermaye sınıfı genel politika ne kadar kendi lehine olursa olsun yabancı işgücü piyasasından yararlanma fırsatından vazgeçmek istememiştir. Nitekim karara tepki gösteren Almanya burjuvazisi çözüm olarak mevsimlik işçi çalıştırma önerisini ortaya attı. Denge bir bütün olarak Almanya kapitalizminin ekonomik ideolojik ve siyasal istikrarının korunması noktasında kuruldu: Mevsimlik işçi getirtmek hem rotasyon ilkesinin boşa çıkması anlamına gelecek hem de zorlu bir süreçte yeni toplumsal gerilimler yaratacaktı. Çünkü mevsimlik işçilerin yoğun olarak işten atmalara maruz kalan göçmen işçilerde olduğu kadar kendilerine yaşanan krizin sorumlusu olarak göçmenlerin gösterildiği Alman işçilerde de tepki yaratması kaçınılmazdı. Nitekim sermaye sınıfı da rotasyon uygulamalarını delmeye çalıştığı dönemler dahil kendi yarattığı bu ırkçı toplumsal tabanı gözetmek “yerli işçiye önceliğin gerekliliği”nden bahsetmek zorunda kalmıştır. Ancak yine 1970’lerin illegal göçün en yoğun görüldüğü yıllar olması tesadüf değil. Bu Almanya burjuvazisinin ucuz emek kullanma fırsatından asla vazgeçmediğini gösteriyor.
1980’ler: Hizmet sektörü ve esneklik
1980’li yıllarla birlikte istihdam ilişkilerinde ve işgücü pazarında önemli değişiklikler yaşandı. Savaş sonrası geleneksel sanayi dallarındaki istihdam yoğunlaşması bu dönemde hizmet sektörüne doğru kayarken; emek piyasasında esneklik ve üretim organizasyonunda taşeronlaştırmanın öne çıktığı bir sürece girildi.
1972-73 Petrol krizi ardından uzun süreli işsizlik rakamlarında artış oranı Almanya’da ABD ve Japonya’ya göre daha yüksek oldu. Sosyalizmin Doğu Avrupa’daki varlığı döneminde yaygınlaşan sosyal devlet uygulamaları esnek emek piyasasının oluşumu önünde engel yaratmaktaydı. Örneğin ABD’de ücretler özellikle hizmet sektöründe asgari hayat standartlarının dahi altına düşerken Avrupa genelinde vasıfsız işçiler için sosyal yardımların tasfiyesi büyük ölçüde 80’lere kaldı. 1980’lerle Almanya’da hizmet sektöründe yeni döneme uyum bağlamında küçük ve orta ölçekli işletmelerin teşviki özellikle vasıfsız işgücünün istihdam edildiği alanlarda sosyal maliyetlerin azaltılması ve esnek çalışma uygulamaları gündeme geldi 5 .
Esneklik işçi sınıfı içinde ikili bir yapı ortaya çıkarıyordu: İşletme bazında kullanılan çekirdek işgücü ve ihtiyaç duyulduğunda istihdam edilen çevre işgücü. Çekirdek işgücü sermaye yoğun sektörlerde göreli olarak yüksek ücretlerle çalışırken; çevre işgücü emek yoğun sektörler ve hizmet sektöründe çalışmaktadır. Çevre işgücünde bir vasıfsızlaşma; çekirdek işgücünde görece vasıflanma gözlenmektedir. Hizmet sektöründeki genişleme ise sınıf içinde geçici mevsimlik ya da kısa zamanlı çalışanların oranını artırmaktadır 6 .
Bu değişimlerin göçmen işçiler üzerinde etkisi tam anlamıyla bir yıkım oldu. Yıkım etkisini göçmenlerin istihdam edildiği alanlar gereği öncelikle hızla yükselen işsizlik oranında gösterdi. Emek yoğun sektörlerde üretim ucuz emek gücünün bulunduğu ülkelere dağılırken Almanya’da istihdam yüksek teknolojiye ihtiyaç duyan ya da yurt dışına taşınması mümkün olmayan alanlara kaydı. Bu tablonun göçmen işçiler açısından iç açıcı bir gelecek sunduğunu söyleyemeyiz; zaten önlerinde çok fazla seçenek de bulunmuyor. Yüksek teknolojinin kullanıldığı sektörlerde iş bulabilecek bir kalifikasyon düzeyinin çok uzağında olan göçmenler ya taşeronlarda hizmet sektörünün enformel alanlarında ve çalışma koşullarının çok ağır olduğu kimi sanayi dallarında çevre işgücü olarak istihdam edilecekler ya da işsiz kalacaklardır.
Almanya Göç Komisyonu’nun açıklamalarına bakarak göçmen işçileri bu dönemde nasıl bir “dolaşım özgürlüğü”nün beklediğini anlamak kolay. Almanya resmi açıklamalarda 5-10 bin arası kalifiye göçmen alınacağını söylerken el altından mevsimlik işçi alımına yönelik anlaşmalar imzalamaya devam etmektedir. Yeni alınacak göçmenler için de tablo benzer şekilde iç karartıcı… Mevsimlik işçi olarak vasıfsız çevre işgücü ihtiyacını karşılayan göçmen işçileri Avrupa’da bir “emek cenneti” yerine sosyal haklardan mahrum ağır çalışma/yaşam koşullarında bir sürgün hayatı beklemektedir. Ya alınacak kalifiye göçmenler Çekirdek işgücünde isdihdam edilmek sosyal güvenlik veya sendikal haklar açısından hiçbir şey değiştirmemektedir; bu bir. Asıl önemlisi ise kalifiye işçi göçünün büyük ölçüde beyin göçü anlamına gelmesi. Özellikle Doğu Avrupa’dan göç eden bilim adamlarının sayısı emperyalizmin bir ülkenin insan kaynaklarını yağmada kol emeğiyle yetinmediğini ispatlıyor. Bulgaristan’da 1990 başında 85 bin olan bilim adamı sayısı göç nedeniyle 1992 sonunda 45 bine inmiştir. “Düşüncenin de sınırları kalkıyor” diye sevinen olur mu bilmem. Ancak emperyalizm bilim insanlarını şirketlerinde danışman ya da yönetici olarak kullanmaktadır. Yani maalesef beyinler “ne olacak şu küresel direnişin hali” sorusuna kafa yormamaktadır.
AB ve serbest dolaşım
AB’nin küresel karşı koyuş olanağı sunduğunu iddia edenler buna ispat olarak AB ile emeğin “serbest dolaşım” hakkı edineceğini gösteriyorlar. Dolaşımın sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenleniyor oluşu Almanya için olduğu gibi Avrupa’nın bütünü için de geçerli. Nitekim AB’nin yaptığı açıklamalara göre AB içinde 14 milyon işsiz bulunmasına rağmen 2005 yılına kadar başta biyoteknoloji ve telekomünikasyon alanlarına olmak üzere 20 milyona yakın göçmen alınacak. Vasıflılık düzeyi açısından sıkıca denetleneceği vurgulanan göçmenlerin ne kadar “serbest dolaşabileceğini” Avrupalı emperyalistlerin işgücü piyasasındaki tercihleri belirleyecek.
“Avrupa burjuvazisinin derdini biz de biliyoruz; ama AB hukuku sınırların kalkması…” diye ekleyenlerin de dayanabilecekleri bir temel bulunmuyor; çünkü AB prosedürleri bu açıdan da hiçbir olumluluk taşımıyor. Bilakis Avrupa hukukunun sermaye sınıfının çıkarlarını korumak bağlamında daha profesyonel olduğu söylenebilir. Avrupa Birliği Anlaşması’nın 8. maddesi üye devletlerin sınırları içinde Birlik üyesi ülke vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı verir gibi görünürken çalışma amaçlı dolaşıma birçok sınırlama getiriyor. Bu sınırlamalar göç alan ülkenin kendi hukukuyla belirlenmeye açık olduğundan fiili olarak yine o ülke sermayesinin ihtiyaçlarını gözeten bir göç süreci yaşanıyor. Örneğin Almanya’nın ekonomisindeki bir sorunu gerekçe göstererek göç hareketi üzerinde sınırlamalar koymasına karşı geliştirilmiş bir hukuki yaptırım bulunmuyor. Üye olmayan ülke vatandaşları ise yasal yollarla göç etmiş dahi olsa serbest dolaşım kapsamında yer almıyorlar.
Sosyalizmin çözülüşünün ardından sosyalist ülkelerin insan kaynaklarına da göz diken AB göç prosedürlerinde bu döneminin ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzenlemeye gitti ve bu bağlamda Schengen Anlaşması (1985) imzalandı. Schengen sistemi Orta ve Doğu Avrupa’da sosyalizmin çözülüşüyle doğuya genişleme sürecine uyumlu hale getirilmiştir. Bu sisteme göre ortak sınırlardaki engeller kaldırılıp üye devletlerin ve üçüncü ülkelerin vatandaşlarına hareket serbestisi sağlanması planlanmaktadır. Ancak Schengen sisteminin devletler arası ilişkilere dayanan Avrupa Birliği Anlaşması’na (ABA) dahil edilmemesi sayesinde hâlâ devletler arası sınırların ve özellikle de Schengen sistemi dış sınırlarının korunması yani istenmeyen göçün engellenmesi sağlanmaktadır. Amaçlanan AB’nin genişleme sürecinde Orta ve Doğu Avrupa’nın hem kalifiye hem de ucuz işgücünden yararlanmaktır.
Almanya siyasal geleneğinde ırkçılık
Göçmen işçilerin Almanya’daki durumuna ilişkin bir değerlendirme iktisadi analizlerle sınırlandırılamayacak ölçüde geniş bir toplumsal ilişkiler alanını konu almak zorunda. Almanya’da sadece üretim sürecine değil çok boyutlu bir sosyalleşme sürecine de giren göçmen işçiler Almanya topraklarının içsel bir sorunu ve ideolojik/siyasal atmosferin etkin bir bileşeni haline gelmiştir. Hatta -ücret meselesinde görüldüğü üzere- Almanya kapitalizmi açısından emniyet subabı olma görevinde ideolojik misyonlar ekonomik olanların önüne dahi geçebilmiştir.
Göçün Almanya’nın siyasal yaşamına en sarsıcı etkisi ırkçılık başlığında oldu. Ancak Almanya’da ırkçılığın bu kadar geniş bir alan bulabilmesinin tek nedeni olarak göçü göstermek doğru olmayacaktır. Kapitalizm koşullarında göç her zaman yabancı düşmanlığını besleyen damarlardan biri olageldi. Örneğin Avrupa’nın en çok göç alan ülkelerinden bir diğeri Fransa’da da işçiler arasında ırkçılık göçmen işçilere düşmanlık üzerinden kendine yer bulabilmiştir. Ancak Fransa’da yabancı düşmanlığının bir siyasal gelenek olarak devlet egemenliğinin aygıtlarına yerleştiği söylenemez. Oysa Almanya Yabancılar Yasası’nda vatandaşlık hakkını hâlâ 1913 yılının ırkçı İmparatorluk ve Vatandaşlık Yasası’nı referans alarak tanımlamaktadır.
Çifte vatandaşlık hakkı ve Almanya’nın bir göçmen toplumu olduğu konusundaki tartışmalarda Alman uluslaşma sürecinin izlerini bulmak mümkün. Almanya uluslaşma sürecini feodalizme karşı mücadele üzerinden yaşamadı. Dolayısıyla süreç örneğin Fransa’dan farklı olarak siyasal bir ortaklığa dayanarak gelişmemiş; ulus kavramı ırk birliği üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca imparatorluğun parçalanmasının etkisiyle bugüne kadar uzanan “bölünen Alman ırkı” retoriği de üniterlik vurgusunu artırmış; çok kültürlülük göçmen toplumu gibi tanımlamaları kabul edemeyen bir hukuki gelenek yaratmıştır. 1980’lerde yabancılar politikasının tartışıldığı görüşmelerde Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) üyelerinin açıklamaları bu geleneğin göçmenlere bakışının özeti niteliğinde:
“Alman halkının geleneksel yapısını yabancı etmenlerle tehlike altına alan bir göç politikası ne etnik ne de salt hukuki bir halk kavramı açısından mazur gösterilemez. (…) Bölünmüş bir ulusun parçası olarak da olsa ulusal bir üniter devletiz. Ve işte bu yüzden tüm hukuki ve insan olarak şayanı kabul olanakları kullanarak çok halklı bir devlete gidişat engellenmelidir” 7 .
Vatandaşlık sorununda büyük iddialarla iktidara gelen “solcu” SPD-Yeşiller hükümeti de bu bakışı aşan bir yaklaşım sergilememiştir. Seçim döneminde çifte vatandaşlık vaadiyle göçmenlerin de oylarını alan SPD yeni Yabancılar Yasası ile bu hakkı sadece sınırlı bir kesime tanımıştır. Uzun süre Almanya’da kalmış üçüncü nesle çifte vatandaşlık hakkı tanıyan yeni yasa da “sorunsuz bir entegrasyon”u ve “Alman halkının yabancı etmenlerle tehlike altına alınmamasını” garanti altına almıştır.
Alman vatandaşlığına geçme konusunda da benzer bir durum söz konusu. Alman vatandaşı olmaya hak kazanan göçmenlerin uyruklarına göre dağılımına baktığımızda Polonya eski Çekoslovakya gibi ülkelerin başta geldiğini görüyoruz. Yani vatandaşlıkta etnik Alman olmak bir tercih nedeni kabul edilmiştir.
Vatandaşlık dışında yasaların ifadesindeki esneklik de ırkçı uygulamalara alan açmıştır. Burjuva hukukunun klasik ilkelerini bile kendine temel almaktan çekinen Alman hukuku yabancı hakları başlığında tam bir pragmatizmi tek ilkesi bilmiştir. Korku ve dışlamanın olduğu yerde saldırganlık da olacaktır. Alman hukuku saldırganlıkta Almanya kapitalizminin elini rahat tutacak bir pragmatizme dayanmıştır. Örneğin 1965 Yabancılar Yasası’na göre bir göçmenin Almanya’nın iç ve dış itibarını zedelemesi resmi mercilere karşı “mızıkçı” şikayetlerde bulunması düzensiz bir hayat yaşaması gibi durumlarda sınırdışı edilmesi mümkün olacaktır. Göçmenin Almanya Federal Cumhuriyeti’nin menfaatlerini tehlikeye düşürdüğüne dair herhangi bir şüphe bile menfaatlarin tehlikeye sokulmuş sayılmasına yetecektir. Alman hukuku gerektiğinde bir suçlamanın ispatını bile gereksiz kılacak şekilde düzenlenmiştir. İfadelerin yanı sıra kurumsal yapı da benzer bir esnekliğe açık kapı bırakmıştır. Yabancılar Dairesi hukuk sisteminden özerk davranma olanaklarına sahiptir.
Alman hukukunun genelinde ırkçı söylemlere rastlanmakla birlikte sermayenin dönemsel ihtiyaçları gözetilerek bunun dozunda değişikliğe gidilmiştir. Örneğin konsolidasyon politikasının öne çıktığı 70’li yıllarda entegrasyon gündemi de geri çekilmekteydi. Çünkü entegrasyon asgari düzeyde de olsa bir fırsat eşitliği gerektirirken bu dönemde göçmen işçiler sürekli bir işsizlik tehdidi ve ideolojik/siyasi baskı altında yaşıyordu. İlginç olan bu dönemde “solcu” bir hükümetin SPD-FDP koalisyonunun iktidarda oluşuydu. Alman toplumunun Nazi kalıntılarını temizlemekle övünen sosyal demokratların iktidarı döneminde (1969-1982) göçmen işçiler konsolidasyon politikasının işsizlik-geri gönderilme baskısını yaşamıştır. SPD 70’lerdeki baskının suçunu hukuki düzenleme önerileriyle (Memorandum ve 17 Tez) CDU önderliğindeki muhalefete atarken; kendine de bu girişimlerin önünü kesen kahraman rolünü yakıştırmaktadır. Ancak sosyal demokrat partinin üzerinde iğreti duran bu rolün arka planında sol toplumsal baskı ve o dönemde Alman burjuvazisinin ırkçılığa iktidarda değil sadece baskı aracı olarak izin vermesi yatar. Çünkü Alman sağının göçmen işçilere yönelik saldırganlığının yarattığı bilinç kararması sermayenin elini rahatlatmaya yetmiş 1974-75 yıllarında genel işsizlik oranı yüzde 2.6’dan 4.7’ye göçmen işçiler arasında yüzde 2.9’dan 6.8’e yükselmiştir.
1970’lerin ikinci yarısında sermayenin yabancılar hukukunun tüm mekanizmalarını kullanarak yarattığı rahatlama yeni açılımlar için de alan sunuyordu. Merkezi yönetim (SPD) ile Almanya sağının etkili olduğu kimi eyaletlerin göç politikaları arasında yaşanan farklılaşmada bir standardizasyona gitmek üzere Merkez-Eyalet Komisyonu kuruldu (1976). Bu komisyonun gelecekte hazırlanacak yabancı politikası için belirlediği çerçeve yabancı işçi istihdamını yeniden meşrulaştırıyor; ancak bunu yaparken Almanya’nın bir göç ülkesi olmadığı vurgusu tekrar ediliyordu. Ayrıca sosyal ve hukuki güvence altına alınarak topluma entegrasyonun önemine dikkat çekiliyordu. Fakat bir yandan göç ülkesi tanımını kabul etmeyip diğer yandan entegrasyondan bahsetmek entegrasyonu geçici bir süre ile (iş piyasasında yabancı işçilere ihtiyaç duyulduğu kadar) sınırlandırılması anlamına geliyordu.
Bu yumuşama dönemine fazlaca angaje olan ve açılımın Almanya kapitalizmi açısından sınırlarını zorlayan kişi federal hükümetin Yabancılar Sorumlusu Kühn oldu. Kendi adıyla anılan Memorandum’da ilk defa göç olgusunun tanınması vatandaşlığa alınma prosedürünün değiştirilmesi ve bir süredir Almanya’da yaşayan yabancılara yerel seçme ve seçilme hakkının verilmesi gündeme geliyor; tutarlı entegrasyon politikası talebinde bulunuluyordu. Tutarlı entegrasyonla kastedilen yabancıların kendi kimliklerinden vazgeçmeden ve Alman toplumu tarafından kendilerine kültürel özerklikleri tanınarak entegre olmalarıydı.
Almanya kapitalizmi için fazla keskin ve hızlı olacak bu adımlar sermaye tarafından da destek görmedi. Özellikle konsolidasyona devam edileceğinin anlaşıldığı noktadan itibaren bu açılımların da önü kesilmiş oldu. Almanya 1980’lere CDU/CSU-FDP koalisyonu ve Geri Dönüş Teşvik Yasası ile girdi. Göçmen işçiler işsizlik tehdidi ve baskı ortamında ülkelerine geri dönmeye zorlanıyor geri dönenlerin sigortadaki paralarına el koyuluyor geri dönüşün Alman ekonomisine pahalıya mal olduğu söylemiyle kalanlar üzerindeki ırkçı baskı arttırılıyor işçi sınıfına yönelik saldırılar meşrulaştırılıyordu.
Almanya’da işçi sınıfı sendikalar ve ırkçılık
Irkçı söylemlerin Alman işçi sınıfı üzerindeki etkisi Almanya sermaye sınıfının saldırılarında elini en çok rahatlatan etken oldu. Bu konuda öncelikle Alman sendikalarının sınıf üzerinde yarattığı etkiyi değerlendirmek gerekiyor. 1960’ların “refah devleti” uygulamalarında sendikalar etkin bir özne haline gelirken paylaşılan refahın ve edinilen hakların elden gitmesini engellemeye yönelik bir mücadele çizgisi izliyordu. Bu ortamda gündeme gelen yabancı işçi alımları ve İşçi Mübadelesi Anlaşmaları sürecinde devletin önerisine karşılık kimi koşullar öne sürdüler. Bu koşullar yabancı işçi getirtilmesine özü itibariyle karşı çıkmamakla birlikte Alman işçilerinin kazanımlarını korumak için bazı güvenceler istiyordu. “Emek piyasasında haksız rekabet” oluşumunu önlemek için yabancı işçilerle Alman işçiler arasında çalışma koşulları ücret gibi alanlarda eşitlik talep ediliyordu. Bu talepler göçmen işçilerin lehine bir fiili durum yaratsa da ideolojik/siyasal etkileri açısandan gerici bir iz bıraktı: Göçmen işçilerin rakip olarak görülmesi. 1973-74 krizinde sermayenin göçmen işçileri işsizliğin nedeni olarak göstermesi demagojisi karşısında korunmasız kalan Alman işçi sınıfı konsolidasyon politikasına genelde olumlu yaklaştı.
Ancak gerek sendikaların yerli ve yabancı işçiler arasında yaratılabilecek bir rekabetin olumsuz sonuçlarını engelleme isteği gerekse göçmen işçilerin sayıca azımsanmayacak boyuta ulaşması bir örgütlenme gündemi de açtı. Göçmen işçiler arasında örgütlenme ırkçılığın daha da yaygınlaşması önünde tam bir kalkan oluşturamasa da ortak mücadele kültürü yaratması açısından önemli birikim sağlamıştır. Özellikle sendikalarda karar alma süreçlerine doğrudan katılım hakkının kazanıldığı 1970 ortalarında aynı çalışma ve mücadele ortamında yer almak göçmen işçilerin gettolaşma eğilimini 1980 sonrası ile kıyaslanamaz ölçüde zayıflatmıştır.
Dünyanın en büyük sendikalarından biri olan Alman Sendikalar Birliği (DGB) 1964 yılında genel merkez düzeyinde Yabancılar Bölümü kurarak göçmen işçiler arasında örgütlenme çalışmaları yapmıştır. Göçmen işçiler içinde ilk çalışmayı ise DGB içinde ve işkolu düzeyinde dünyada en büyük sendika olan Metal İşçileri Sendikası (IG Metall) başlatmıştır. Göçmen işçilerin çok yoğun olduğu bir alanda örgütlenen IG Metall zamanla göçmenlerin en etkili olduğu sendikalardan biri haline geldi. 1960 VI. Olağan Genel Kurulu’nda yabancı işçileri işverene karşı korumanın yetersiz olduğundan hareketle onların özel sorunlarına da eğilme kararı alan IG Metall bu bağlamda genel merkez düzeyinde Yabancı İşçiler Masası kurdu. Burada ilerleyen yıllarda İspanyol Yunan ve Türk politik sekreterler görevlendirildi.
Tüm bu gelişmeleri sendikaların kendi tercihlerinden bağımsız bir şekilde aslında onların varoluş koşullarının gereği olarak görmek gerekiyor. Ülke ekonomisinde kapladıkları alan gereği bir sendika için gözden çıkarılması imkansız olan göçmen işçiler için durum bugün değişmektedir. Çünkü bugün tüm Avrupa’da işçi sınıfı ve sendikalar açısından durum değişmektedir. Sendikaların bir güç olmaktan çıkıp neredeyse varoluş mücadelesi verdiği bir süreçten geçilmekte DGB de sermaye tarafından muhatap alınmaya kilitlenmiş bir “mücadele” yolu izlemektedir. Bu süreçte Avrupa’daki sendikalara yönelik en büyük kuşatma AB eliyle yürütülen Sosyal Diyalog kurumudur. İşçi ve işveren sendikalarının Avrupa düzeyinde ortak örgütlenmeye gitmesi sonucu kurulan UNICE (Avrupa İşverenleri Konfederasyonu) ve ETUC (Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ise “diyalog” süresinin iki “sosyal ortağı”. Avrupa işçi sınıfı küresel örgütlenme olanağı bulmuş; ancak henüz küresel direnme şansına sahip olamamıştır. AB ve küreselleşmeden medet umanlar bedelini esnek çalışmaya “diyalog” yoluyla ikna edilerek ödemiştir. Bu diyaloglarda nedense işçi sınıfının repliği “evet” demekten ibarettir. Örneğin DGB Almanya işçi sınıfı adına “esnek çalışma sonucu arda kalan kısmın olumlu şekilde değerlendirilmesi” tavizini koparmakla yetinmiştir.
Almanya’da sendikaların AB süreci ve organları ile girdiği bu ilişkinin göçmen işçileri özellikle ilgilendiren iki boyutu var: 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde deklare edilen Avrupa İstihdam Stratejisi AB’nin -göçmenler dahil- Avrupa işçi sınıfı için nasıl bir gelecek düşündüğünü açıkça ortaya koymaktadır:
“ … işletme ve çalışanların ekonomik/teknolojik değişime uyum yeteneğinin artırılması
çoğu zaman son derece yenilikçi olan ve diğer işletmelere göre daha fazla istihdam yaratan KOBİ’ler için risk sermayesine ve mali garantilere erişimin kolaylaştırılması…”
Kısaca esnek çalışma ve taşeronlaşma. Bu ise çevre işgücü olarak istihdam edilen göçmen işçileri özellikle ilgilendirmektedir.
Bir diğer boyut ise ırkçılıkla ilgili. Maalesef AB’nin genişleme sürecinin işçi sınıfı içinde enternasyonalist bir kültür yarattığını söylemek mümkün olmayacak. İki nedenle: Birincisi AB göçmen işçilere dönük ayrımcılığa karşı elle tutulur hiçbir yaptırım uygulamamaktadır. Örneğin Avrupa İstihdam Stratejisi’nde kadınlar ve özürlüler için fırsat eşitliğinden bahsedilirken göçmen işçilerin adı bile geçmemektedir.
“ABA (Avrupa Birliği Anlaşması) madde 6’da milliyete göre ayrımcılığı (Üye devletlerin uyrukları için) ve madde 119’da cinsiyete göre ayrımcılığı yasaklarken etnik veya ırk temelinde ayrımcılığı yasaklamaz. (…) 1995’de Komisyon tarafından ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele etmek için uygun olarak tanımlanan yedi anlaşmadan sadece üçü tüm üye devletler tarafından onaylanmıştır. Ayrıca ırkçı ayrımcılığın kurbanları için yasal adli yardım ulusal hükümlere bağlıdır. 1995’te on beş üye devletin sadece dördü (İngiltere Hollanda Fransa ve Belçika) kapsamlı ırkçılık karşıtı yasalar koymuşlardı. Ancak bu ülkelerin bile ırkçı şiddet ve propagandaya karşı kayıtsız bir tutumları vardır” 8 . [ÖZEL, Mustafa]
Serbest dolaşımının “manifestosu” kabul edilen Schengen’de ise merkezi bilgisayara bağlı bir bilgi sistemi üzerinden göçmenler hakkında ırktan siyasi düşünceye kadar her türlü bilgi alış verişi yapılmaktadır. Böylece göçmenler bir yandan “özgürce” dolaşırken diğer taraftan da “özgürce” izlenmektedir. Avrupa’da göçmen işçilere yönelik düşmanlıktan beslenen ırkçı düşüncenin yabancıların her an gözetlenmesi gereken potansiyel suçlular olduğu tezi AB hukuku tarafından da meşrulaştırılmaktadır.
Göçmen işçiler ve Alman solu
Alman solunda göçmen işçilere yönelik siyasal üretimde bugüne kadar büyük oranda sosyal demokratların etkinliği göze çarpmaktadır. Siyasal alanda aktif göçmenlerin önemli bölümü SPD ve Yeşiller ile örgütsel bağlara sahip. Bu sosyal demokrasi hakimiyeti sorunların toplumsal algılanışında ve genel kabul gören çözüm önerilerinde de fark etmek mümkün. Dahası sosyal demokrasinin bu alandaki etkisi sadece kamuoyuyla sınırlı değil düzen-dışı solun da bu etkinin basıncı altında kalabildiği görülüyor.
Emperyalizmin yeni dönem açılımlarına siyasal alanın geniş bir kesitinde her tarafın kendince yontup kullanabileceği konseptler keşfetme yeteneğinin hakkını vermek gerekiyor. Tüm bu konseptlerin ortak özelliği likidasyon işlevi gören bir liberal bulamaca batırılmaları. Sol ideolojiye karşı liberal likidasyona sınıfsal karşılığı yaratılamayan proje ve mücadele pratiklerinin eşlik ettiği bir süreçten geçiyoruz. Avrupa’da sosyal demokrat partiler de özellikle son on yılda emperyalizmin ideolojik huruç harekatlarının ve düzen-dışı solda liberal likidasyonun kanallarından biri oldu.
Göçmen işçilerin ırkçılık ve gettolaşma kıskacında tüm toplumsal-siyasal süreçlerden dışlanmasına karşı ortaya atılan Alman sosyal demokrasisinin ve liberal sağın dilinden düşürmediği “çokkültürlü toplum” projesi buna iyi bir örnek oluşturuyor. Almanya’da faşist parti ve hareketlerin üzerinde uzlaştığı “öncü kültür” söylemine (göçmenlerin Almanya’da yaşama hakkını edinmek için “üstün Alman kültürü”ne uyma zorunluluğu) karşı çokkültürcülük göçmenlerin “etnik kimliklerini yaşayabilme özgürlükleri”ni temel ilkesi kabul ediyor. Böylece bir “öncü kültüre” zorunlu uyum yerine “özgürlükçü entegrasyon” vaat ediliyor.
Açıkça faşist ideolojinin izlerini taşıyan “öncü kültür” söyleminin sol tarafından karşıya alınması gerektiğini tartışmaya bile gerek yok. Ancak çokkültürcü yaklaşımın sol içinde ve toplumda yarattığı kafa karışıklığını daha çok önemsemek taraftarıyım. İki nedenle: Birincisi çokkültürlü toplum sivil toplum fantezilerinin göçmenlere uyarlanmış halinden başka bir şey değildir. Etnik adacıklarıyla sosyalleşme sürecinden kopan daha doğrusu parçalı kimlikleri yüzünden toplumsal/siyasal bütünle kurdukları ilişkileri de parçalanan göçmenlerin “özgürlükçü entegrasyonundan” bahsetmek ancak sivil toplumcu alıklığa kapılmakla mümkün. Sivil toplumculuğun kimlik ve özgürlük anlayışı gibi entegrasyon anlayışı da şizofrendir.
“Yasal ya da yasadışı yollardan göç ettikleri ülkelerde göçmenler ‘çokkültürcü’ söylemlere karşın son gelenlerin durumu en kötü olmak üzere umarsız bir yoksulluğun ayrımcılık-dışlanma-marjinalleşmenin ve kendi aralarındaki (rekabetçi) çatışmaların yanısıra ırkçı saldırıların öznesi/hedefi olmaktadır. Bu durum ise metropollerdeki emek-sınıfsal aygıtların YDD (Yeni Dünya Düzeniyn) saldırganlığı karşısında işlev ve etkinliklerini giderek yitirdiği koşullarda içe kapanma ve iç dayanışma mekanizmalarına bağımlılaşma eğilimlerini yani ‘etnikleşme süreçlerini’ güçlendirmektedir.
Varoşlardaki ‘yoksulluk kültürü’ olarak adlandırılabilecek oluşumun ‘etnikleşmesi’nin sınıfsal mücadele aygıtlarının ve sınıf müsadelelerine içselleştirilmiş ‘enternasyonalizm’ ‘sınıf dayanışması’ gibi değerlerin zaafa uğradığı koşullarda yoğunlaşması raslantı değildir. Balibar (1995:268) ‘Milliyetçiliğe oranla ırkçılığın onun oluşturucu fazlalığı diye adlan-dırdığımız şey aynı zamanda sınıf mücadelesi açısından bir eksikliğin belirtisi olarak görülmektedir’ derken haklıdır” 9 . [ÖZBUDUN, Sibel]
Marjinalleşme ve gettolaşmanın çokkültürcü söylemlere rağmen yaygınlaştığı tespit edilirken “rağmen”den kastedilen çokkültürcülüğün buna karşı bir çözüm üretemeyeceği ise söylenen doğru. Eğer bu çözümsüzlükte bir çelişki görülüyorsa bunu çokkültürcü liberal söylemin likidasyon işlevindeki başarıya yormak gerek. Çünkü ırkçılığı dışlanma-marjinalleşmeyle açıklayacaksak birbirinden koparılmış sosyalleşme süreçleri tarif ediyoruz demektir. Bir de oluşan içe kapanık kültürden sınıfsallıktan uzak bir etnikleşme olarak bahsedeceksek çözüme sınıfsal kimliği yeniden üretecek bir ortak siyasallaşma süreci eklememiz gerekecek.
Oysa çokkültürlülük tezi tam da göçmenlerin etnik kimliklerini kendi cemaatlerinde yeniden üretebildikleri bir “özgürlüğü” idealleştirmektedir. Bu “özgürlük” alanında gettolaşma boy atmaktadır.
“Dahası ‘çokkültürcü’ uygulamaların cemaatler açısından içerdiği ‘kültürel tikelcilik’ vurgusu etnik gruplar arasında rekabet ve kutuplaşmayı da körükleyerek sınıf mücadelesi yerine ‘etniler arası kavga’nın ikame edilmesine yol açmaktadır” 10 . [ÖZBUDUN, Sibel]
Bu mücadele alanında ırkçılık boy atmaktadır. Çokkültürcülüğü kafa karışıklığı yaratmakla suçlamamın ikinci nedeni de bu.
Alman solunda liberal safları bir kenara koyup daha sola Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) ve Alman Komünist Partisi’nin (DKP) göçmenler hakkındaki siyasal üretimine geçtiğimizde iki ana başlıkla karşılaşıyoruz: Anti-faşizm ve Almanya işçi sınıfı içinde göçmen işçiler.
Son süreçte Almanya kapitalizminin göçe ilişkin hukuki ve siyasi bir yeniden yapılanmaya girişmesiyle PDS’de sürece yaklaşım konusunda kimi iç tartışmalar baş gösterdi. PDS Federal Meclis Grubu yeniden yapılanma kapsamında çıkan yasaları yetersizlikle eleştirirken yine de sürecin kimi açılardan olumlu gelişmeler içerdiğini eklemektedir. Hukuki düzenlemeler gündeminde PDS içinden Almanya’ya gelen göçmenlere iş bulabilmesi için altı ay süre tanınması bu süre zarfında iş bulamadığı takdirde geri gönderilmesi önerisi ortaya atıldı. PDS içinde de tepki çeken bu öneriye karşı Junge Zeit’ta bir PDS üyesi şu eleştirileri yöneltiyordu:
“Bir göç yasasını şimdiye kadar hep reddettik; çünkü bu ancak bir göçü sınırlandırma yasası olacaktır. (…) Biz burada kapitalist toplum koşullarında bir göç politikasını tartışıyoruz. CDU/CSU’dan Yeşiller’e tüm partilerde yürütülen tartışmalar iş göçünün yararları ekseninde sürdürülüyor. (…) (Yapılan öneriyn) PDS’yi de yararlılık tartışmalarının içine çekecektir. (…) İnsancıl bir göç politikası verili toplumsal koşullarda sanayileşmiş devletlerin sorumlu olduğu nedenlere karşı savaşılmaksızın imkansızdır. (…) Biz insanların haklarının düzeltilmesi ile ilgileniyoruz; sermaye için yararlılıklarının değil” 11 . [JELPKE, Ulla]
DKP’nin göçmen işçiler üzerine söylediklerinde iki ayırt edici noktadan bahsetmek mümkün. İlki göç-emperyalizm arasında kurduğu net ilişkiye dair. DKP göç ve sığınma konusunda 1990’ların ikinci yarısıyla beraber AB düzeyinde hız kazanan yeniden düzenlenmeyi gazete broşür bildiri gibi birçok siyasal metninde özellikle vurgulamaktadır. “Küreselleşme sonucu emeğin serbest dolaşım avantajı elde ettiği” gibi Avrupa solunda -kimi zaman şerhli de olsa- yaygın kabul gören yaklaşımları reddetmekte; Schengen BGS gibi somut örneklerin altını çi-zerek sürecin emperyalizm lehine bir düzenlenmeyi ifade ettiğini tekrarlamaktadır.
Önemli gördüğüm ikinci nokta daha tartışmaya açık bir başlık: Anti-faşist ittifaklar. 1983 yılına ait bir eğitim materyalinde DKP’nin demokratik hareketlerde ittifak politikası şu şekilde tarif edilmiş: İttifak ne kadar geniş kesimi kapsarsa taleplerini yerine getirme şansı o kadar geniş olur.
Yine bu konuya ilişkin Parti Programı’nda şu ifadelerle karşılaşmaktayız:
“(Komünistlerin) ittifakın diğer üyelerinin siyasi hedeflerine dünya görüşlerine ve örgütsel bağımsızlıklarına saygı gösterir ve aynı tutumu DKP’ye karşı da bekler” 12 .
İlerleyen bölümlerde genişlemenin sınırları ittifakın amaçları göz önüne alındığında verimsiz hale gelmesiyle çiziliyor:
“Bu bağlamda ittifak sağ radikalizm yerine aşırı sağı koyarsa verimsiz hale gelecektir; çünkü böylece siyasi olarak merkezden salgılanan sağ radikalizm hasır altı edilecektir” 13 .
Almanya’da komünistleri aşan bir anti-faşist toplumsallık olduğu kesin. Böyle bir toplumsal yapının özgün ittifak deneyimlerini mümkün hatta gerekli kıldığı da. Ancak anti-faşist bir ittifakın sınıfsal çerçevesinin korunması noktasında içinden geçilen siyasal konjonktür özel bir önem taşıyor. Almanya burjuvazisinin ve Avrupa sermaye sınıfının gerek doğrudan gerek siyasal örgütlenmeleri aracılığıyla anti-faşist ittifaklara katılmada hevesli olduğu Avrupa’da NPD gibi faşist partilerin üzerine gidildiği bir süreçte anti-faşizmi burjuvazi ve onun siyasal temsilcilerine yar etmemek gerekiyor. DKP Irkçılık ve Sağ Radikalizme Karşı İnsan Hakları İçin Essen Birliği adı altında Pro Asyl gibi AB misyoneri “sivil toplum örgütlerine” CDU/CSU’ya Avrupa ve Alman sermaye sınıfına muhtaç değildir. Komünistlerin Avrupa burjuvazisine BGS’lerin Schengen devriyelerinin ve sınırlardaki göçmen avının “pahalıya mal oluyor” diyerek her tür sosyal haktan mahrum bıraktıkları göçmen işçilerin hesabını sorma meşruiyeti vardır. Komünistlerin Alman burjuvazisi ve onun siyasetçilerine bugünkü Alman sağının en eski partisi olan NPD’nin ırkçı olduğunu yeni mi anladıklarını sorma meşruiyeti vardır.
Türkiyeli göçmen işçiler
Türk işçiler Almanya’daki işçiler arasında çalışma koşulları ve ücretler açısından en alt tabakayı oluşturmaktadır. Büyük çoğunluğu niteliksiz olan Türk işgücü çalışma koşullarının kötülüğü yanı sıra işsizlik oranı da en yüksek olan kesimdir. Almanya genelinde yüzde 7.4 ve yabancı işçiler içinde yüzde 14.3 olan oran Türk işçilerde yüzde 16’ya kadar çıkmaktadır.
Türk işçilerin sektörel dağılımı Almanya göç politikasının tarihsel seyrine uygun bir gelişim izliyor. 1990’lara kadar imalat sektörü istihdam açısından hizmet sektörü alanlarını neredeyse üçe katlarken 1990’ların ortalarından bu yana fark gitgide azalmaktadır. İşgücünün sanayi dallarına göre dağılımına bakıldığında demir-çelik endüstrisi inşaat tekstil ve sentetik madde sanayi; hizmet sektöründe ise sigortasız ve niteliksiz işgücü kullanan marjinal alanlar öne çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi Türk göçmenlerin durumu pek iç açıcı değil. Özellikle AB’nin doğuya doğru genişleme sürecinde Orta ve Doğu Avrupalı işçilerin mevsimlik işçi olarak geçici istihdam sözleşmeleriyle Almanya’ya getirilmesi Türk işçilerini daha ağır bir işsizlik baskısı altında bıraktı. Peki aynı süreç Türk işçilerine de serbest dolaşım şansı vermiyor mu Maalesef ama AB’ye karşı gereken “ödevler” yapılmadı diye değil. Ufak bir tarih bilgisiyle AB’nin Türk işçilerine serbest dolaşım hakkı vereceğini düşünenlere yanıt verelim: 1970 yılında imzalanan Ek Protokol’de Avrupa’da yaşayan Türk işçilerine en geç 1986’ya kadar serbest dolaşım hakkı tanınacağı vaat edilmişti. GB ile güncellenen tartışmada ben şimdiye kadar AB’nin herhangi bir gerekçeli açıklamasına rastlamadım.
Türk göçmenlerin Almanya ekonomisindeki marjinal alanlara kayış gösteren konumuna özellikle 1980 sonları ve 1990 başları itibariyle ideolojik/siyasal alanda da bir gettolaşma eşlik etmektedir. Birinci ve ikinci kuşak işçilerde görülen sendikal örgütlülük ve gerek Alman gerek yurtdışındaki Türkiye soluyla bağlantılar genç kuşak göçmenler söz konusu olduğunda yerini dinci örgütlerin etkinliğine bırakmaktadır. Aslında sayısal verilere bakıldığında Türk işçiler göçmen işçiler içinde sendikal örgütlülük oranı en yüksek olan grup. 1993 yılında yabancı sendikalı oranı yüzde 29.4 iken Türk işçilerde bu oran yüzde 41.7’ye kadar yükseliyor. Özellikle metal işkolu Türk işçilerin en yüksek örgütlülük oranına sahip olduğu sektörlerin başında geliyor. 1994 yılında IG Metall içinde göçmen işçi sayısı 287 bin 781 Türk işçi sayısı 134 bin 438. Bu veriler Türkiye’den bakıldığında şaşırtıcı görünebilir çünkü Almanya’da Türk göçmenler son yıllarda hep gericilik camiler ve Kuran kursları dinci sermaye gibi başlıklar üzerinden gündeme geldi. Doğrudur; başta da dediğimiz gibi gerek devlet gerekse burjuva partileri ve tarikatler eliyle dinci gericiliğin göçmenler üzerinde etkinliği artmıştır. Bunun bir sonucu olarak son beş yılda Türk işçilerin sayısı yüzde 27.3 oranında artarken; sendikalaşma oranı yüzde 12.1’lik bir artışla sınırlı kalmıştır. Bu iki oran arasında şimdiye kadar görülen en büyük farktır.
Dinci gericiliğin Almanya ya da Türkiye’deki tüm işçi sınıfı üzerinde yarattığı ortak ideolojik/siyasal etkiye ek olarak göçmen işçiler üzerinde gettolaştırıcı etkisini görmek için bu sayılar yeterli oluyor. İdeolojik/siyasal süreçlere katılım anlamını da içeren sosyalleşme için kendini bir toplumsal birimin parçası olarak tarif etmek yetmiyor. Aidiyet ilişkisi kurulan birimin bütünle bir etkileşim süreci içinde yer alması gerekiyor; bir katılımdan söz etmek ancak bu sürecin varlığında mümkün oluyor. “Müslüman azınlık” kimliği üzerinden Almanya siyasal yaşamına katılmak neden imkansız olsun Neden bu kimlik bir sosyalleşmenin hareket noktası olmasın Gettolaşma siyasal yaşamın dışında yer almak değil; bu alana yabancılaşmış ve müdahale kanalları tıkalı bir kimlik üzerinden iştirak etmektir. Müslüman azınlık kimliği de göçmen işçilerin kendi nesnelliklerine Almanya işçi sınıfı aidiyetine yabancılaşmalarına neden olmaktadır. Dahası dinci göçmenlerin Almanya’nın kendi yaşadıkları toprakların geleceğine dair hiçbir beklentileri yoktur. İlgi alanları kendilerini doğrudan etkileyen gündemlerle sınırlıdır. Ve tabii “doğrudan etkileme”nin çerçevesini “müslüman azınlık” kimliği çizmektedir. Köln’de toplam 40 bin işçinin çalıştığı Ford fabrikasındaki dinci Türk işçilerine işyerine ilişkin talepleri sorulduğunda montaj hattına daha yakın bir caminin yapılması ve herkesin ortaklaşa ve birlikte kullandığı duşların ve tuvaletlerin kabinlere dönüştürülmesi yanıtı alınmıştır! 14 Dinci gericilik kendini Almanya işçi sınıfının bir parçası olarak görmekten gitgide uzaklaşan Türk göçmenlere cami ve tuvalet vaat etmektedir.
Ne Türkiye’de ne de Almanya’da resmi makamların göçmenler içinde etkinlik kazanan dinci gericilikle ciddi bir sorunu bulunmuyor. Türkiye’nin birkaç yıldır Almanya’daki kimi cemaatlerin üzerine gitmesi yanıltmasın. Türkiye devletinin derdi dinci gericiliğin göçmenler üzerinde artan etkisi değil. Gerilimler restorasyonun hedef seçtiği tarikatlerin emperyalizm ile ilişkisinden kaynaklanıyor; göçmenlerle değil. Daha doğrusu dinci örgütlerin etkisi Türkiye’yi üzerine gidilen tarikatlere güç sağladığı ve emperyalizme geniş müdahale olanakları sunduğu için rahatsız ediyor. Nitekim Almanya’daki dinci göçmen tabanın temsiliyetini kazanmak için son yıllarda önemli adımlar atıldı. Şu anda Almanya’da üç büyük dinci kuruluş faaliyet gösteriyor: Birincisi RP-FP çizgisinin Avrupa kolu olan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı (AMGT). AMGT kendine bağlı çalışan yaklaşık 250-300 cami ve derneği ile Almanya’daki en etkili dinci örgütlerden biri. İkincisi Süleymancılar’ın yan kuruluşu olan İslam Kültür Merkezleri. Bu örgüt ANAP ve DYP tarafından da desteklenmektedir ve yaklaşık 150 camiyi kontrol etmektedir. Üçüncüsü ise devlet eliyle 1982’de kurulan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’dir (DİTİB). Bugün devletin gerilim yaşadığı tarikatlerle rekabet misyonu öne çıkan DİTİB Almanya devletiyle resmi anlaşmalar imzalamak yoluyla camileri denetleyebilmek ve kontrolü elinde tutmak çabasındadır.
Dinci gericiliğin etkisi Alevi derneklerinin üzerinde de hissedilmektedir. Türkiye’deki sağcılaşmaya paralel bir süreci Almanya’da da gözlemlemek mümkün. Aleviliğin dinsel bir kimlik olma niteliğini hızla yeniden kazandığı söylenebilir. İlk somut adımı Alevi sermayesinin ve sağının öncülüğünü yaptığı Cem Vakfı’nın Almanya’da da açılmasıyla yakın süreçte atılmıştı. Geçtiğimiz yıl ise 1970 ve 1980’lerde yurtdışındaki devrimci demokrat kanallarla bağlantısı bilinen Alevi Federasyonu Cem Vakfı DİTİB ve Türk Federasyonu (MHP ile bağlantılı bir faşist örgüt) ile işbirliğine gitti.
Dinci gericiliğin yanı sıra faşist hareketin de özellikle genç göçmenler üzerinde geniş bir etkisi var. Türk Federasyonu ve Demokratik İdealist Türk Dernekleri Federasyonu aracılığıyla faaliyet yürüten MHP Almanya’da örgütsel olmaktan çok ideolojik bir güce sahip. Özellikle göçmenlere karşı ırkçı saldırıların yoğunlaştığı dönemlerde yükselişe geçen Türk faşistleri yabancı düşmanlığında Neonaziler’den aşağı kalmıyor. Almanya’daki ırkçı ideolojik formasyonun göçmen saflarını inşa etmek dışında 1980 sonrası sayıları hızla artan siyasi mültecilere ve Türkiye solunun yurtdışındaki kadro ve yapılarına saldırmak gibi bir misyonu da yüklenmiş durumdalar. 1990’larda bu saldırılar daha ziyade Kürt işçi ve siyasi mülteciler PKK’nin Kürt göçmenlere yönelik dernekleri üzerinde yoğunlaşmıştır.
MHP faşist parti NPD ve Hıristiyan Demokratlar ile yakın ilişkisi dışında Almanya devleti ile de dernek faaliyetleri alanında özel izin koparacak kadar “sıcak” ilişkilere sahiptir. Yabancılar Yasası’na göre göçmenlerin siyasi amaçlı dernek kurmalarına izin verilmezken Demokratik İdealist Türk Dernekleri Federasyonu’na devrimcilere karşı tüm organize siyasi saldırı ve provokasyonlarına rağmen göz yumulmaktadır. 1995 yılında PDS’nin dernek hakkındaki soru önergesine dönemin İçişleri Bakanı “Politik bir dernek değildir; Türk folklorünün gelişmesi için faaliyet göstermektedir” yanıtını vermiştir.
Türkiyeli göçmenler ve Türkiye solu
Türkiye solunun Almanya’daki varlığı 1970’lere kadar uzanıyor. Bu dönemlerde Almanya’daki hemen hemen tüm işçi ve öğrenci derneklerinin Türkiye’deki sol partilerle organik ilişkileri bulunmaktaydı.
Avrupa’daki en eski Türkiyeli sol parti olan Türkiye Komünist Partisi (TKP) 1970’lerde hem bir siyasi parti olarak hem de dernekler üzerinden Almanya’da varlık göstermekteydi. DKP ile yakın ilişkilerine rağmen siyasi parti olarak çalışmalarına DKP içinde değil kendi gizli siyasi hücrelerinde devam eden TKP işçiler arasındaki dernek faaliyetlerini ise FİDEF (Federal Almanya İşçi Dernekleri Federasyonu) üzerinden yürütmekteydi.
Türkiye İşçi Partisi (TİP) benzer şekilde kendine bağlı bir işçi derneği (DİBFAK); Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) TDKP-Yurtdışı Örgütü ve Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) aracılığıyla Almanya’da faaliyette bulunmaktaydı.
TİP ve TKP’nin TBKP çatısında birleşmesi ardından iki partinin Almanya’daki göçmen dernekleri de Göçmen Dernekleri Federasyonu (GDF) altında birleştiler. TBKP-GDF arasındaki ilişkiler solun yurtdışı faaliyetlerine ilişkin yeni bir tartışmanın da ateşleyicisi oldu. TBKP parti ve dernekler arası yan örgüt ilişkisine son verileceğini GDF’nin “bağımsız bir kitle örgütü” olacağını ilan etti. GDF için politikada temel ilke “demokratlıktı” ve “hangi politik görüşte olursa olsun Almanya’daki insanımıza hizmet etmek isteyen herkesin bu dernekte yeri vardı” 15 . TBKP’nin Türkiye’de temsil ettiği “yeni vizyon” yurtdışında da siyasal ürünlerini vermekte gecikmedi.
“Aslında yaptıkları TBKP’nin Türkiye için savunduğu ‘Ulusal Uzlaşma’ projesini Avrupa’daki Türkiyeliler arasında gerçekleştirmeye çalışmaktan başka birşey değildi. GDF’lilerin Milli Görüşçülerle SHP’lilerin de içinde yer aldığı ‘Avrupa Türk Toplumu’ (ATT) adlı kuruluşu DYP ve ANAP’lıları da kapsayacak şekilde genişletme çabaları buna bir örnektir” 16 . [SEVİMLİ, İbrahim]
İbrahim Sevimli bu anlayış için “…hayır kurumlarına ve öteki ‘insanımıza hizmet’ örgütlerine dahil olsalar daha hayırlı bir iş yapmış olurlar” derken haklıdır. Ancak Sevimli TBKP’yi eleştirirken “bağımsız kitle örgütü” yaklaşımına halel getirmemeye de özel bir dikkat gösteriyordu. Evet partinin dernekle organik ilişkisinin kesilmesi doğru bir karardı; ancak bunun yolu ideolojik/siyasi ayrımları yok sayan bir işbirliği projesi olamazdı.
“Devlet Komünizminin parti diktatörlüğünün kitle faaliyetlerini ve taleplerini yan kol örgütlenmesiyle denetim altına almanın sakatlığını nihayet anlamış olmak ne kadar hoşsa bunların yerine ne olduğu belli olmayan bir demokratlık kimliği ile Türk insanına hizmet örgütü önermek de o kadar hoştur” 17 . [SEVİMLİ, İbrahim]
Geleneksel solla derdini kitap boyunca her fırsatta dile getiren İbrahim Sevimli’ye komünist partilerin kendi dışındaki “kitle hareketleriyle” kurduğu örgütsel bağın siyasal yönlendirme ile ilişkisini hatırlatmakla yetineceğim. Çünkü tartışmaya bu noktadan devam etmenin hiçbir anlamı bulunmuyor. Kitapta eleştirilen partilerden ne 1970’lerin TKP’sini ne TBKP’yi komünist parti diye nitelendirmenin imkanı yok; bu bir. İkincisi; yan kol mu bağlı dernek mi bağımsız kitle örgütü mü gibi tartışmalar göçmenlerin nasıl bir siyasal hareket içinde örgütlenmesi gerektiği sorunundan ayrı tartışılamaz.
Özellikle 1980 sonrası sayısı artan Türkiyeli politik mülteciler ile birlikte solda yurtdışı faaliyetlerini “Türkiye görevleri” ile açıklama yaygınlaştı. Buna göre Avrupa Türkiye’deki devrime desteğin sağlanacağı bir mevzi olarak tanımlanıyordu. Bir siyasal hareketin uluslararası faaliyetlerinde kendi ülkesindeki devrime yeni olanaklar yaratmak elbette başlıca amaçlardan biridir. Ancak buradaki şekliyle “Türkiye görevleri”nin enternasyonalizmle ilgisi bulunmuyor. Bu yaklaşıma göre işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi üç alanda sürmektedir: İdeolojik politik ve ekonomik-demokratik. İktidar mücadelesinin neye göre birbirlerinden ayrıldıkları bilinmez bu “alanlar teorisi”nde göçmen işçilere Türkiye’deki mücadelenin “ekonomik-demokratik” alanına Avrupa’dan katılmak düşüyor. Göçmen işçilerin Türkiye’deki “ekonomik mücadele alanında” ne yapabileceğine ilişkin net bir örnek ya da açıklama araştırdım; ama bulamadım. Herhangi bir tahmin de yürütemiyorum. “Demokratik alan”dan kastedilenin ise Türkiye’deki faşizan uygulamalara karşı Avrupa’da eylemler düzenlemek platformlar kurmak olduğu anlaşılıyor. Örneğin F Tipi ve Ölüm Oruçları gündemi üzerine DETUDAK (Devrimci Tutsaklarla Dayanışma Komitesi) tarafından -Alman solunun da desteğiyle- düzenlenen eylemler örnek verilebilir. Benzeri etkinliklerin kimi zaman olumlu ürünler vermesi elbette mümkün. Ancak bunların “Türkiye görevleri” adıyla anılmasını anlamak imkansız. Eğer gerekçesi bu etkinliklerin Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenler tarafından düzenleniyor olmasıysa yaklaşımdaki sorunun tam da burada olduğunu söylemek gerekiyor. Göçmenler sosyalizasyon sürecini Almanya’da yaşamaktadır. Dolayısıyla bir siyasallaşmadan bahsedeceksek bunun asıl alanı Türkiye değil Almanya’dır. Göçmen işçiler mücadele illa ki alanlar üzerinden açıklanacaksa bile Türkiye’deki ekonomik-demokratik mücadelenin bir parçası olamaz. Göçmenler Almanya’daki toplumsal/siyasal formasyonun bir parçasıdır. Aksi bir yaklaşımın göçmenlere gerici bir siyasal söylemle seslenmek dışında şansı bulunmuyor. Örneğin Devrimci Sol Güçler-Yurtdışı imzalı bir bildiride yer alan şu ifadenin dinci bir yayında da aynen kullanılmasında hiçbir sakınca yok: “Ulusal ve toplumsal değerlerimize sahip çıkalım; çocuklarımızı kendi değerlerimize uygun şekilde yetiştirelim”.
Bu çarpıklığın nedenini Sevimli’nin iddia ettiği gibi partiyan kol anlayışıyla açıklamak aslında bir yere kadar mümkün. Çünkü Türkiyeli partiler kendilerine bağlı dernekler örgütlerken bunu büyük oranda Türkiye’deki mücadelenin bir bileşeni olunduğu yaklaşımıyla yapıyorlar. Yine bu yüzden asıl tartışılması gereken siyasal yaklaşım. Sevimli 1973 yılında Ford’un Köln’deki fabrikasında gerçekleşen bir grevde hiçbir Türkiyeli partiyle ilişkisi olmayan göçmenlerin etkin katılımını örnek gösteriyor ve Türkiye solu olarak ayrı örgütlenenlerin grevlerde hiç görünmediğinden bahsediyor. Yine aynı yıllarda özellikle Ford gibi büyük işletmelerde Almanya Komünist Partisi’ne (KPD) bağlı Devrimci Sendikal Muhalefet ile birlikte pek çok göçmen işçinin grevlere katıldığı biliniyor. Yani göçmenlerin Alman işçi sınıfı hareketi ve sol hareket içinde yer alması gerekliliği tartışma götürmez bir doğru. Ancak İtalyan Komünist Partisi’nin geniş bir etkiye sahip olduğu İtalyan göçmenler de aynı grevlerde en önde yer alan göçmen gruplarından birini oluşturuyor. Dolayısıyla göçmenlerin geldikleri ülkenin Komünist Partisi ile ilişki içinde olması Almanya’daki sınıf mücadelesine katılmasını engellemiyor. Buna dayanarak komünist partilerin kuracakları dernekler aracılığıyla göçmenleri Almanya sınıf mücadelesine katmaları gibi bir girişim anlamlı olur mu Sorunu bu kadar genel düzeyde formüle etmenin yararı olacağını düşünmüyorum. En fazla bu görevin -özel bir olanak söz konusu değilse- asıl olarak Alman komünistlerine düştüğü söylenebilir.
Yeni bir enternasyonalizm ve göçmen işçiler
Göçmen işçilerin siyasal ve örgütsel anlamda Almanya işçi sınıfının bir parçası haline getirilmesi gerektiğinden bahsettikten sonra göçmen işçileri enternasyonalist mücadelenin teması olarak sunmak bir çelişki olmuyor mu
Enternasyonalist mücadelede uluslararası düzeyde ortak bir temadan hareket edildiği doğrudur. Enternasyonalizm gönül bağının ötesinde gerici emperyalist saldırganlığın uluslararası alanda örgütlülüğüne devrimci güçlerin uluslararası alanda karşı koyma ve saldırma zorunluluğuna dayanır. Buradan çıkan ikinci doğru enternasyonalizmin temel bileşenin anti-emperyalizm olduğudur. Emperyalizm tanımı gereği uluslararasılığı ifade etse de kendini ulusal ölçekte dışa vurur. Emperyalizmin kendini ulusal ölçekte somutlayan saldırılarına karşı enternasyonalist mücadele saldırı ve karşı saldırının uluslar arası boyutuna dayalı bir siyasal formülasyonla örülür. Küreselleşme karşıtlığının enternasyonalist bir mücadele olamaması ve apolitizmi emperyalizmin kendini dışavurduğu alanı boş bırakarak uluslararasılığını siyasal bir formülasyona dayandırmamasıyla yakından ilgilidir. Göçmen işçiler küreselleşme karşıtı eylemlerin enternasyonalist dayanışma sanıldığı bir dönemde enternasyonalizmin anti-emperyalizm ile yeniden üretilebileceği dinamikler taşımaktadır.
Bu çerçeveden hareketle göçmen işçilerin enternasyonalist dayanışma açısından taşıdığı başlıca dinamikleri sıralayabiliriz:
Emperyalist aşamanın ideolojik/siyasal bir çürüme anlamına geldiğinin en açık kanıtlarından biri Avrupa toplumlarında görülen yaygın ırkçılıktır. “Blokların ve ulusal sınırların ortadan kalkmasıyla evrensel bir kültüre/kardeşleşmeye gidiliyor” söylemine henüz geçtiğimiz haftalarda İngiltere sokaklarının gölgesi düştü. Emperyalizmden kaynaklanan eşitsizliklerin kurbanı olan göçmen işçiler sadece göç ederken değil; göç ettikleri yerde yaşarken de emperyalist kirlenmenin en doğrudan muhataplarından biridir.
Emperyalizmin yarattığı ülke içi eşitsizliklerin de başlıca kurbanlarından olan göçmen işçiler özellikle Almanya kapitalizminin sancılı geçen yeniden yapılanma sürecinde önemli saldırılara maruz kalmaktadır. Emek cenneti olduğu iddia edilen Avrupa kapitalizminin sicilini görmek için göçmen işçilerin çalışma koşulları ve sosyal haklarına bakmak yeterlidir.
Orta ve Doğu Avrupalı göçmenler sosyalist bloğun çözülmesiyle dizginsizleşen emperyalist saldırganlığın maliyetinin bir belgesidir. Mevsimlik sigortasız ve esnek çalışmanın yaygın olarak görüldüğü eski sosyalist ülke işçilerinin durumu bu ülke insanlarının AB rüyasını söndürecek karanlıktadır. “Ait oldukları modern ve demokratik Batı Avrupa”ya dönen Doğu Avrupalılar pek misafirperverce karşılanmamıştır.
Göç olgusunun tek başına kendisi bile emperyalist kirliliği anlatmaya yetmektedir. Çünkü göç insanların kendi ülkelerinde yaşama ve çalışma haklarının ellerinden alınmasıdır. Emperyalizmin bir ülkenin okumuş insanlarına el koymasıdır.
Göç emperyalist ikiyüzlülüğün bir dışavurumudur. Kendine sınırlar kalkıyor demagojisiyle Uluslararası Tahkimi MAI’yi uygun bulan uluslararası sermaye göçmenlere Schengen’i reva görmekte ve aynı sınırlarda göçmenlerin üzerine devriyeleri salmaktadır.
Avrupa’da enternasyonalist dayanışmanın göçmen işçilere ihtiyacı olacaktır. Küreselleşme sayesinde emek de “küresel mücadele” olanağı buldu diye değil. Küreselleşme karşıtlığının kafaları bulutlandırdığı bir dönemde küreselleşmenin emeğe karşı emperyalist saldırganlık olduğunu ispat ettiği için… İstikametin Emeğin Avrupası değil Emek Hapishanesi olduğunu deşifre ettiği için… Geçen yüzyılı Halklar Hapishanesini yıkarak selamlamıştık. Yoldaşça selamların küresel değil sosyalist Avrupa yolunda karşılık alabileceğini gösterdiği için…
Dipnotlar ve Kaynak
- HOFBAUER Hannes “Sınırda Göçmen Avı Unser Zeit 25.07.1998.
- BÜYÜKUSLU Ali Rıza “Global Esneklik Çerçevesinde İşsizlik Avrupa’da İstihdam ve İşgücü Pazarı Sorunları” İktisat Dergisi Ağustos-Eylül 1997 S.370-371 s.17.
- ÖZEL Mustafa “Avrupa’nın Entegrasyonu Sürecinin Çelişkileri” İktisat Dergisi Ocak 2001 S.409 s.65.
- OKYAYUZ Mehmet Federal Almanya’nın Yabancılar Politikası Doruk Yayınevi 1999 s.91.
- BİRİNCİ Yüksel “Globalleşen Dünyada Emek Piyasası” İktisat Dergisi Temmuz 1997 S.369.
- TUNA Ender “Yeniden Yapılanma ve Sendikal Politikalar” İktisat Dergisi Ağustos-Eylül 1997 S.370-371 s.53
- OKYAYUZ Mehmet a.g.e. s.129.
- ÖZEL Mustafa a.g.m. s.67.
- ÖZBUDUN Sibel “Etnikleşen Yoksulluk Faşizm ve Çokkültürcülük Üzerine” Özgür Üniversite Forumu S.13 s.107.
- ÖZBUDUN Sibel a.g.m. s.117.
- JELPKE Ulla “PDS İçinde Sığınma ve Göç Politikası Tartışmaları” Junge Zeit 17.11. 2000
- “Mümkün Olduğunca Genişletmek Gerekir mi” Unser Zeit 22.11.2000.
- a.g.m.
- MARTIN Philip “Bitmeyen Öykü: Batı Avrupa’ya Türk İşçi Göçü” Uluslararası Çalışma Örgütü 1991 s.88.
- SEVİMLİ İbrahim Uzun Bir Göç Öyküsü Belge Yayınları 1993 s.178.
- SEVİMLİ İbrahim a.g.e. s.177.
- a.g.e. s.178.