2002 yılı Nisan ayı itibarıyla ülkemizde ve dünyada kadının durumu nasıl sorusuna yine dünyanın hali neyse, kadının hali de o diye cevap vermek durumundayız. Farklı olması da beklenemez. Kadınlar yine sömürülüyor, eziliyor, aşağılanıyor, ayrımcılığa uğruyor, dayak yiyor, tecavüze uğruyor, yalnızlık ve çoğu kez mutsuzluk içinde yoksulluk çekiyor, işsiz, eğitimsiz. İş hayatına girdiğinde ya da ev dışında çalışmaya başladığında yukarıda sayılan dezavantajlı konumu ve doğum gibi nedenlerle dönemsel olarak iş hayatının dışında kaldığı için kötü ya da niteliksiz işlere razı oluyor, işinde yükselemiyor, sürekli ve istikrarlı olamıyor; sağlıksız, yalnız ya da aile çerçevesi içine sıkışmış bir biçimde annelik yapıyor, çocuklarını koruyamıyor; toplumsal planda müdahale edemediği savaşlar, ölümler ve göçlere şahit oluyor, maruz kalıyor. Değerler sisteminde dengesiz bir konuma sahip (bazen ana, bazen vamp kadın-fahişe, cinsiyetsiz arkadaş, cinsiyeti kabul edilmiş ama artık arkadaş değil, yalnız bırakılmış) gençken tecrübesiz, yaşlandıkça rekabet artıyor ve yerini daha genç olanlar alıyor. Her birinin tanımlanmasında çok çeşitli tartışmalar gizlenen bu listeyi uzatmak mümkün. Yukarıda yapılan Homerosvari bir “gemilerin dökümü” şeklinde sıralanan sorunlar tarih, ekonomi, siyaset, ideoloji, kültür, hukuk, sosyoloji, antropoloji, biyoloji, psikoloji gibi birbirinden farklı alanlara ait. Bu sorunların çözülmesi yönünde adımlar atılabilmesi için toplumsal süreçlerin bütünlüğü içinde tarif edilmesi, bir sınıflandırma ve bazılarının hoşuna gitmese de bir sıralama yapılması gerekiyor.
Birbirinden bu kadar geniş ve farklı alanlara yayılmış bir konuda genel bir kanıya varmak, kapsayıcı bir teori üretmek ya da doğru bir tez ileri sürmek mümkün olabilir mi? Son yirmi yılın post modern dünyasında böyle bir bilgi olamayacağını, genel teorileştirmeler yapılamayacağını, hatta yapılmaması gerektiğini, bilgimizin ve giderek mücadelemizin ancak kısmi ve yerel alanlara ilişkin olarak, kültürel göreliliği öne çıkartarak mümkün olabileceğini düşünenler ciddi bir toplam oluşturdu. Sorun yöntem alanında 1970’lerden itibaren geliştirilen feminist teorilerin “Batı” mahreçli olduğu, Doğulu siyah ya da işçi kadınların deneyimlerini kapsama konusunda sorunlar içerdiği şeklinde dile getirilmekte. 2 Söyleyeceklerimizi sınırlandırmadan, başkalarından öğrenerek, hiç kuşkusuz teorik öncüllerden, gözlem ve deneyimlerimizden hareketle belirli bir mantık dizgesi içinde toparlayarak ve soyutlayarak yine de kimi işe yarar modellere ulaşılabilir. 19. yüzyıldan itibaren böyle çabaların hiç de az olmadığı bir gerçek. Hiç kuşkusuz bu tür genel açıklama tarzı ya da modellerin bizim için yeterli görülmesi ya da ufkumuzu sınırlaması, diğer alanlara ya da ayrıntılara uzanmamak, kendimizi ve bilgimizi diğer alanlara kapatmak yapabileceğimiz en büyük yanlış olacaktır. Ancak dünyayı ve konumuz itibarıyla kadınların içinde bulunduğu mevcut durumu değiştirmeyi, daha iyiye taşımayı hedeflemeyen bir teorik pratiğin hiçbirimizi tatmin etmeyeceği bilinciyle…
Cinsiyetçilik ve cins ayrımcılığı kapitalizmin buluşu değil. Kadının ezilmesi, ayrımcılığa uğraması ve sömürülmesi tarihin bilinen en eski devirlerinden itibaren gözleniyor. Ancak arkeolojik bulgular sayesinde ilkel topluluklarda farklı özelliklere sahip ilişkilerin yaşandığı dönemler de tespit edilmiş. Ana tanrıça kültünün varlığı bir gerçek; ama bunun da ötesinde dünyanın çeşitli yerlerindeki uygarlıklarda, hatta göçebeler arasında ataerkil düzeni önceleyen bir “anaerkil” dönemin yaşandığı ya da kadının toplumsal yaşamda büyük bir önem taşıdığına dair kanıtlar bulunmaktadır. 3 Yarı-yerleşik ya da yerleşik yaşama geçildiği dönemde tarımın kadınlar tarafından icat olunduğu ve bu alana ilişkin beceri ve araçların kadınlar tarafından geliştirildiği genel kabul görüyor. 4 Tarımda sabanın kullanılması ile birlikte erkeklerin bu alanın hakimiyetini de ele geçirdiği, ama asıl ve daha önemlisi toplumsal artığın ve maddi zenginliğin artmasının aile yapısında ve mülkiyet ilişkilerinde bir değişiklik ortaya çıkarması sonucunda kadınların toplumsal statülerinin değiştiği görülmekte. Sözünü ettiğimiz toplumlar artık sınıflı toplumlardır. Dolayısıyla ataerkilliğin özel mülkiyetin, sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla eşzamanlı bir biçimde tarih sahnesine girdiği ve bu uzun dönemden itibaren tarih boyunca hep varolduğu bilinmekte.
Maddi süreçlerin yanı sıra bin yıllar boyunca insan topluluklarını derinden etkileyen mitoloji ve dinde, felsefe ve edebiyatta örneklerini görebileceğimiz farklı toplumsal sistem kurgularında bile sınıflı toplum düzeni esas alınmakta, geliştirilen ütopyaların ufku, mevcut sistemin sınırlarını aşamamaktadır. Mitolojilerde dişilik bazı niteliklere sahip olmama özelliği ile tarif ediliyor, ardından tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla ataerkil sistem kendini pekiştiriyor, kurumlaştırıyor. Kadının, mükemmel olmayan, eksik bir erkek olduğu iddia ediliyor. Toplumsal düzen ya da hiyerarşi içindeki yerleri belirgin, şeylerin evrensel düzeniyle ilgili ve bu yerin değişmesine olanak bulunmuyor. Din düşüncesinin parçaları olarak ruh-madde, ruh-beden hiyerarşik ikiliğinde kadın hep daha dünyevi ve maddi, daha aşağı olan ikincilerle özdeş ve tehlikeli sayılıyor. Erkek zekası üstün ve tanrısal, dişi madde ise değiştirilebilir, biçim verilebilir, durağan olarak görülüyor. Dolayısıyla her üç tek tanrılı dinde de kadın bedeni üzerinde toplumsal denetim kurulması gerektiği, köpek ve ceviz ağacı gibi ne kadar çok döversen, o kadar iyi olacağı, iyi sonuç alınacağı düşünülüyor. 5
Günümüze daha yakın bir örnek olarak gösterebileceğimiz Thomas More’un Ütopya‘sında akrabalardan oluşan, ataerkil bir aile öngörülmekte. Evlenen kızın, kocasının evine gittiği, erkek çocukların ailede kaldığı, en yaşlı erkeğin sözünden çıkılmayan, ailenin başının bunaması durumunda, yaş olarak ondan sonra gelen erkeğin onun yerini aldığı bir düzen düşleniyor. Bu düzende karılar kocalarına, çocuklar ana babaya, gençler yaşlılara hizmet ediyor. Ama zaten yine bir sınıflı toplum öngören bu ütopyada herkese hizmet eden köleler de bulunmakta.
Kadınların ezilmesine karşı çeşitli tekil ve özgün karşı çıkışlar tarih boyunca hep olmuş; ancak sistemli ve kitlesel bir karşı çıkış sanayi devriminin Avrupa’yı köklü biçimde altüst ettiği bir dönem boyunca, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıldan itibaren, birincisi daha çok orta sınıfları etkileyen burjuva feminizmi, diğeri de işçi sınıfı hareketi içinde değerlendirebileceğimiz iki hat boyunca ilerliyor. Her dönemde benzeşmeler ve süreklilikler mevcut, ama yaşananlar ve bu gerçekleri açıklama çabaları farklılaşıyor. Günümüzde de geçerliliğini koruyan, önemi azalmamış, dahası karşılanmamış talepler ve temalar olsa da, bazı dönemlerin özgül koşullarına uyan, bundan etkilenen açıklama biçimleri, dönemin hakim temaları olabiliyor.
Liberal feminizm burjuva devriminin eksik bıraktığı bir alanı doldurmak üzere, önce liberal ve eşitlikçi bir söylemle ortaya çıktı. Kadınlar için yasalar önünde eşitlik istendi. Sorunun eşit bilgi, eğitim, serbest rekabet (pazara eşit bir biçimde girme-çıkma hakkı ve kazanımlarının sonuçlarından eşit bir biçimde yararlanma hakkı) ve demokrasi ile ilgili olduğu düşünüldü. Eşitlikçi feminizmin yasalar önünde eşitlik sağlanması ve kadınları iş yaşamında daha güçlü pozisyonlarda görmek gibi bir isteği vardı. Meslek sahibi güçlü; hakim, savcı, doktor, milletvekili kadın gibi roller toplumsal açıdan da önemsendi. Bu hareket geniş bir kentli orta sınıf kadın kitlesi -ve bazı önde gelen erkekler- tarafından desteklendi. Edebiyat ve siyasette yansımalarını buldu. Diğer önemli akım ise kentlerde biriken ve yoğun bir biçimde fabrika üretimine giren, bunun yarattığı altüst oluşu yaşayan kadın kitleleri ve bu nesnel gelişmenin üzerinde şekillenen siyasal ve ideolojik atmosferde ortaya çıktı. Aşağıda bu iki akımın, daha sonra da 1960ların ortalarından itibaren ortaya çıkan ikinci dalga feminist hareketin sorunu algılayışı ve talepleri üzerinde durulacaktır.
Liberal-eşitlikçi feminizm
Batı ülkelerinde kadının eşitsiz konumuna yüzyıllar boyunca dinsel çerçevede bir karşı çıkış görülüyor. Kadınlar geri bir noktadan, “kadının da insan olduğu”nun kabul edilmesi ve “lanetli Havva imgesi”nin reddedilmesi noktasından hareket ediyorlar. 6 Giderek tanrıyla insan arasına kimsenin giremeyeceği, tanrının kadınlar da dahil her insanda (mikro kozmos düşüncesi) kendini yeniden var ettiği düşünülüyor. Ama bu mücadele toplumsal yapıya iyice nüfuz etmiş ataerkil paradigmayı değiştirmiyor. Tarih boyunca devam eden, her köşede örneklerine rastlanabilen ve hâlâ da bir “leitmotif” olarak devam etmekte olan bir hakim paradigma bu.
Kadınların toplumda eşit hak sahibi bireyler haline gelme mücadelesi 17. yüzyılda başlıyor. Kadınlar süreç içinde eşit vatandaşlık hakları, eşit oy hakkı, fırsat eşitliği, ev kadınlığı, analık gibi cinsiyet rollerinin eşitsizliğe yol açmayacak şekilde düzenlenmesi için çaba gösteriyorlar. Ancak çoğunlukla bu rollerin hangi toplumsal ilişkilerden kaynaklandığı gündeme gelmiyor. Kadınların ezilmişliği yalnızca hukuksal-siyasal, en iyisinden kültürel bir sorun olarak görülüyor ve bu mücadelede veri olarak alınan erkek kimliğine ulaşmak, “kendini kurtarmış kadın” olmak önem taşıyor. 7
Kadınların eşit birer varlık, eşit haklı birer vatandaş olarak kabul edilmelerine yönelik sistemli bir teorik yaklaşım ancak 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkıyor. Feminizm deyimi Britanya’da 1890larda kullanılmaya başlıyor. Bunun olabilmesi için yavaş yavaş da olsa kadının toplumsal yaşamda evlilik dışında bir alternatife sahip olabilmesi, kendi hayatını kazanabilmesi, hareketin de bir anlamda kitleselleşmesi gerekiyor. Gerçi dışarıda hayatını kazanmanın kadınların kurtuluşu için gerekli koşulları çeşitli nedenlerle sağlamaktan uzak olduğu da görülüyor. Yine de ev dışı işlerde ücret karşılığı çalışmak kadınların maddi ve manevi açıdan kendi ayakları üzerinde durabilmelerinin önemli bir ön koşulunu oluşturuyor. Bu nokta önemli, çünkü bu dışarıda çalışırken bir yandan da evdeki işlerin sürmesi kadar kadının ezilmesinin ideolojik ve kültürel uzantılarının iş yaşamında da yeniden üretilmesi ve dışarıda ücret karşılığı yapılan işin kapitalist üretim çerçevesinde gerçekleşmesiyle de yakından ilgili.
Kadının, eşitsiz konumunu sistematik biçimde sorgulaması liberalizmle birlikte başlıyor.
“Liberal, eşit haklardan yana olan ilk feminist hareketler, gerek dışsal nitelikteki üretim dünyasını, gerekse içsel nitelikteki aile ve cinsellik dünyasını dönüşüme uğratma zorunluluğu duyulmaksızın kapitalist düzende kadınların konumunda değişiklikler yapılabileceğini sanıyorlardı.” 8
Liberal gelenekte kapitalist düzenin sürmesinde ailenin oynadığı rol gibi öğeler dikkate alınmıyor, akılcı geleneğin özelliklerini taşıyacak “birey olarak kadın”ı tanımlamak gerekiyor. Liberal gelenekte insan özgür, rasyonel düşünebilen, kendine yetebilen kendi başına karar verebilen, kendi iradesiyle davranabilen ve bu davranışlarının, eyleminin sonuçlarına katlanabilme özelliklerine sahip birey olarak düşünülmektedir. 19. yüzyıl feminizmi eşit haklar ve bunun için kadınların da akılcı rasyonel bireyler olduğunun kabul ettirilmesi mücadelesi içermektedir.
Kadınlarla ilgili mücadelelerin, konumlarından kaynaklanan son derece geri noktalardan başladığı unutulmamalıdır. Kadınların tıkılıp kaldıkları evlerden açık havaya çıkıp güçlenmesi ve sağlık kazanması bile bu mücadelenin bir parçası olarak görülüyor. Tabii bu tür kaygılar aristokrat ve burjuva kadınlar için geçerli. Oy hakkı ve eşit haklar bu gelenek içinde önemli talepleri oluşturuyor. Liberal gelenekte insanlığın yarısı olan kadınların durumu, insanlığın ilerlemesi için bir engel olarak görülüyor. Burjuva devrimleri sırasında bile kadınlar bu çerçevenin dışında bırakılıyorlar. “Eşitlik özgürlük kardeşlik” bayrağını yükselten burjuvazi “insan” soyutlamasında geleneksel ataerkil ideolojinin etkisi altında kalarak kadınları dışlıyor. Uğradıkları ayrımcılık nedeniyle kadınların üretime kattıkları kadar ya da eşit işe eşit ücret alamamaları liberal teoriyi zor durumda bırakan bir gerçek. Bu sorunlar, salt iktisadi düzeyde açıklanamayacak ve işgücü piyasasındaki “tam rekabet” varsayımını bozan ayrımcılık, kadınların doğum ve ev işleri nedeniyle işgücü piyasasına “eksik” katılmaları “daha az eğitimli” kaynaklı beşeri sermaye sorunu, kadınlara ait sorunlar gibi algılanan evlilik ve çocuk sorunu olarak sınıflandırılıyor. Yani kısacası kadınlar işgücü piyasasına ilk girişte formel eğitimleri aynı düzeyde olsa bile daha az ücret alıyorlar. Doğumlarla emek gücü piyasasından çekilince tecrübe kaybı oluyor, formel eğitim unutuluyor ya da değişiyor, işe tekrar geri döndüklerinde aşılmış bilgi ve kayıp zamanla yine baştan başlamak zorunda kalıyorlar. Kadınlar ömürleri boyunca çalışsalar dahi yine de daha az çalışmış oluyorlar. Liberal iktisat teorisi bu sorunları tartışmıyor varolan ilişkileri veri alıyor ve insanlar arasında bir çeşit uzmanlaşma olarak görüldüğü için kadınların evde kalmasının alternatif maliyetinin daha düşük olduğu düşünülüyor. Aile gelirlerinin nasıl harcanacağı konusunda da kadınların çocukları olduğunda daha iyi eğitim almaları için mi yoksa kaynakların çocuğa harcanması mı gerektiği tartışmasında, çocuğa harcamanın -ömrü daha uzun olduğu için (!)- daha avantajlı olacağı düşünülüyor. Bunu alternatif maliyetler karşısında rasyonel karar alışlarla şekillenen bir süreç olarak tarif eden liberal teori siyasal açıdan son derece gerici bir nitelik kazanır.
Liberal kurama göre evlilik ve çocuk da rasyonel seçişler ekseninde ele alınmaktadır: Evlilik bir tercih, bir rasyonel seçiş meselesidir. Bu yaklaşım burjuva toplumunda kadınların konumunu bir sorun olarak değil, farklılık olarak görür; bu da eşitsizlikle kastedilen olguyla aynı değildir. Liberal kuramda kadınlarla ilgili hukuksal çerçeve ise yasalar önünde eşitlik ve insan hakları kavramı ile belirlenmektedir. Eğer insanlar doğuştan eşit ve rasyonel bireylerse, eşit olarak ve özgürce iş seçebilmeleri ve özgürce piyasaya girebilmeleri gerekir. İnsanların kendi gelirini elde etme ve istediği gibi harcama özgürlüğü olması gerekir. Yaşam hakkı, mülk edinme, angaryadan korunma hakları ile siyasal ve düşüncesini ifade edebilme hakları bulunmalıdır. Görüldüğü gibi çizilen çerçeve ve siyasal ufuk ne kadar dar da olsa kadınların bu haklardan özgürce yararlandığı günümüzde bile söylenemez. Dolayısıyla kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde üzerinde çalışmayı gerektiren böyle bir alan halen mevcuttur. Ama bu paradigma ile göz ardı edilen diğer önemli bir nokta geniş ufuklu bir kazanımın ya da dönüşümün mevcut düzen içinde sağlanamayacağı gerçeğidir.
Burjuva devrimleri ve ulus devlet çerçevesi kadınlara kendiliğinden oy hakkı vermiyor. Kadınlar bu anlamda oluşan “yurttaşlık” kategorisinin dışında bırakılıyor. Kadın hakları ve kadınlara oy hakkı mücadelesi sosyal siyasal ve ekonomik reform hareketi ile bütünleşiyor. Kuzey Amerikada kadın hakları hareketi aynı zamanda kölelik karşıtı hareketle de iç içe gelişiyor. Geriliğin nedenleri üzerinde düşünülüyor. Eğitimsiz olmak, eşitsizliğin ve adaletsizliğin nedenlerinden biri olarak saptanıyor. Kadınlar, erkeklerin desteğini arayarak eğitim hakkı için mücadele ediyorlar. “Ulusun anaları, ulus devlete, cumhuriyete sadık oğullar yetiştirebilmek için eğitim istiyor.” Bu yaklaşım varlığını ve etkinliğini çeşitli varyantlarıyla günümüzde de sürdürüyor. Kadının özgürlüğü açısından en temel ölçütün seçme hakkının varlığı ve genişlemesi olduğu düşüncesi, birey olma mücadelesinin önemli bir parçası, kadınların saygıdeğer ve üretken bireyler olmaları ve erkeklerin sahip olduğu haklara sahip olma mücadelesi olarak görülüyor.
Liberalizmin rasyonel seçiş, bireysel tercihler ve maliyet/fayda analizleri ile mevcut toplum yapısının ortaya çıkardığı tüm eşitsizlikleri “meşrulaştırmak” mümkün. Bu son derece gerici bir konumlanışa ve “kurtuluş” temasından uzak bir yaklaşıma açılıyor. Ancak liberal düşüncenin “özgürlükçü” temsilcileri de var. Bunlardan konumuzla ilgili olarak anılmayı hak eden biri John Stuart Mill. 19. yüzyıl liberal düşünürlerinden Mill, kadınlarla ilgili düşünceleri ve mücadelesiyle ilginç bir yer tutuyor. Mill gençliğinden itibaren doğum kontrolünü savunmuş daha sonra 1865’te parlamentoya seçildiğinde “İngiliz Kadınlarına Oy Hakkı” hareketinin sözcüsü gibi çalışmıştır. Mill parlamentoda kadınlara oy hakkı savunusu yaparken aynı zamanda yalnızca yasalar önünde eşitliği deği,l toplumsal anlamda tam eşitliği de gündeme getirmiştir. Mill 1869’da Kadınların Bağımlılığı çalışmasında “kadın doğası denilen şey yapaydır” diyor. Aslında liberal hükümetin ve iktidarın toplumsal tabanını genişletmeyi, bu iktidarın sürekliliği açısından önemli bulmakta ve “kadınlara oy hakkı liberal teorinin iç tutarlılığı açısından gerekli” diye düşünmektedir. 9 Mill, erkeklerin kadınlardan basit ve rıza gösterilmiş bir boyun eğme beklediklerini, zorla köle olmalarını değil, gönüllü köle olmalarını istediğini, bu nedenle eğitim olanaklarını kendi amaçları doğrultusunda seferber ettiklerini düşünmektedir. Mill, gerçek bir liberal olarak tahta çıkmak ayrıcalığı dışında tüm görevlerin tüm erkeklere eşit bir biçimde açık olduğunu da düşünmektedir. Bu görüşe göre erkekler açısından her isteyenin servet sahibi olabileceği koşullar sağlanmıştır; siyasal alanda yer alma ya da zengin olmanın önünde ne yasal ne de kamuoyu baskısı türünden engel bulunmaktadır. Hiçbir erkek yasal bir kısıtlamayla karşılaşmaz. Mill’e göre tüm engellemeler kadınlar için geçerlidir. Ne iyimser bir bakış açısı… Ama Mill önemli bir şey daha söyler:
“Oysa iki cinsin doğalarında, günümüzdeki işlevlerine ve konumlarına ayak uydurmalarını zorunlu kılan ve bunun onlara uygun olduğunu söylemeye olanak veren hiçbir şey yoktur” 10
Mill, evlilik sorununa da değinerek toplumsal geleneklerin yarattığı eşitsizlikler dışında evliliğin yasaların tanıdığı tek tabiyet ilişkisi olduğunu söyler. Buna göre yasal köleliğin ortadan kalktığı bir toplumda her evdeki evli kadının dışında yasal köle kalmamıştır. Mill, liberal düşüncenin temelinde yer alan eşitlik varsayımı ile iktidar ve otoriteye hak kazanmanın tek yolunun doğuş değil hak etme olduğunu söyler.
19. yüzyıla gelinceye dek kadınların özgürleşmesi konusunda liberal yaklaşımı zorlayan başka görüşler de dile getirilmiştir. Rousseau, doğa durumunda eşitlik ve doğal özgürlük varolduğunu, yeni ve özgür bir toplum kurulabilmesi için “yeni insan”ın yaratılması gerektiğini söyler. Ancak doğanın bir parçası olarak kadınlar eğitim yoluyla kendilerini “erkekleri beslemek” ve “onlara hizmet etmek” amacıyla donatmalı ve böylelikle doğal amaçlarını gerçekleştirmelidirler. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl romantik akımında kadının yeri, eski altın çağa özlemi yansıtan bir masumiyet ve meleksi temizlikle belirlenmiş, ancak gelişmekte olan kapitalist ilişkilerin ve kurumların bozucu etkisinden eve kapatılarak korunmak istenen bu masum ve kırılgan melek kapitalizmin gelişimi sırasında bozulmayan işbölümüne uygun bir yere yerleştirilmiştir. 11 Bu yaklaşım, birincisi, kadınları geleneksel işbölümüne uygun bir yere koyması, ancak ikincisi, kapitalizmin gelişiminde ortaya çıkan bozulmalardan korumayı amaçlamasıyla karmaşık ve çelişkili bir yapıya sahiptir.
Batı ülkelerinde, aydınlanma hareketi ve burjuva devrimleri sürecinde kadına aile ve özel alanda “doğal” görev ve sorumlulukların yanı sıra bir de toplumsal alanda fedakârlık ve sorumluluk yüklenmiştir. Bu süreçte herkes “doğal” siyasal haklarının peşindeyken kadınların kendi aşağılanmış ve ikincil konumlarını “doğal” görmeleri, üstelik eş ve ana olarak devrime hizmet etmeleri gerektiği düşünülmüştür.
Genel oy hakkı, gizli oy, oy vermek için belirli bir mülk sahibi olma şartının kaldırılması, eşit seçim bölgeleri için mücadele 19. yüzyıl başında Britanyada belirli bir toplumsallık kazanan Çartist hareketin (1836-1848) hedefleri arasında yer almıştı. Ama kadınların oy hakkı elde etmesi için neredeyse yüz yıl geçmesi gerekti. Britanyada genel oy 1884’te, kadınlara oy hakkı ise 1928de kabul edilmiştir. Türkiyede de kadınlar uzun bir mücadele ve gelişmenin ardından seçme ve seçilme hakkını 1934 yılında kazanmış ve 1935 yılı yasama döneminde 18 kadın milletvekili ile yüzde 4,6’lık bir temsil oranı sağlanmıştır. Elbette kadın başbakan ve içişleri bakanı çıkartan ülkemizde mecliste temsil açısından bu yüksek orana cumhuriyet tarihinde bir daha hiç ulaşılmamıştır. 12
Sosyal devlet düzenlemeleri
Piyasaların liberal teoride varsayıldığı gibi mükemmel çalışmaması tam tersine aksaklıklar içermesi ve eşitsizlikler üretmesi bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik bazı “telafi edici” sosyal haklar gündeme getirilmesine neden olmuştur. Kadınların tüm yasal hakları verilse bile bu hakların eşit olarak kullanılamadığını tespit eden eşitsizlik ve ayrımcılık üzerinde duran daha çok sosyal demokrat reformist politikalardır bunlar.
Kadınların ezilme ve sömürülmelerinin daha çok eğitimsizlikten azgelişmiş ülkelerde ya da yörelerde oturmaktan bölgesel farklılıklardan kaynaklandığı düşünülmüş ve bu dezavantajların ortadan kaldırılması için çeşitli çalışmalar sürdürülmüştür. Ancak kadınlara yönelik sömürü ve ayrımcılığın şiddetin yalnızca eğitimsiz ya da kırsal kesimde değil en gelişmiş ülkelerde kapitalist metropollerde de yaşandığını asıl sorunun kadının bu şekilde yaşamasından yararlanan “sistem” olduğu düşünülmemektedir. Telafi edici haklar aranışı içinde çeşitli “lokal” çalışmalar sürdürülmektedir. Bu tür çalışmalar çoğu zaman kulüp ya da yardımlaşma derneği faaliyetlerine dönüşmüştür. En iyi durumda kadınlara okuma-yazma ya da biçki-dikiş kursları düzenlenmekte yasalarda ve çalışma yaşamında eşitlik konularında çalışmalar yürütülmekte hatta toplu resmi nikahlar kıyılmaktadır.
Kadınlar için işe alınmada ücrette eğitim ve siyasi katılımda eşitsizlik karar alma ve yönetim pozisyonlarından uzak olma/dışlanma aile içinde karar almada eşitsiz bir konum mesleki alanda bazı mesleklerin kapılarını kapaması daha düşük statülü işlerde çalışma daha az gelir elde etme aynı pozisyonda daha az hakka sahip olma eğitim yükseldikçe farkların azalacağına artması kadınların belirli meslek sektör ya da iş kademelerinde yığılması gibi sorunlar saptanmaktadır. Bunlar piyasaların hiçbir zaman tam rekabetçi olmadığını aksine bölünmüş ve parçalanmış işgücü piyasalarının varlığını işaret etmektedir. Eşitsizliklerin telafisine yönelen kimi zaman kota ve pozitif ayrımcılık uygulamalarıyla eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bu politikaların geçtiğimiz on yıllarda özellikle Batı ülkelerinde kimi kazanımlar sağlamış görünmekle birlikte önemli açmazları bulunmaktadır. Sosyal demokrat hükümetler döneminde elde edilen kimi haklar ve kazanımlar sosyal devletin kriz koşullarında gerilediği 1980lerden itibaren korunamamış rekabet ve kıskançlık gibi faktörler kazanımların yerleşiklik kazanmasının önüne geçmiştir. Üstelik en gelişmiş Batılı ülkelerde bile kadınlar arasında farklı çıkar grupları bulunduğu tespitiyle kazanılmış haklarda farklılaşmanın giderek arttığı da dile getirilmektedir. 13 Toplumsal değişmenin kadınlar üzerindeki politik ve ekonomik etkileri görmezden gelinerek kişiler arasındaki ilişkiler düzeyiyle sınırlı bir ideolojiye ağırlık verildiği dile getirilmektedir. Britanya gibi ülkelerde on yıllar boyunca yapılan çalışmaların sonucunda feminizmin bir özgürlük hareketi olarak öldüğü ve yerini siyah kadınlar da dahil olmak üzere orta sınıf kadınların “kariyer feminizmine” bıraktığı dile getirilmektedir. Sonuçta telafi edici haklar mücadelesinde kimlik politikalarını öne çıkartan nesnel kazanımların değil düşünce bilinç ve kimliğin her tür politikanın hedefi ve amacı olarak kabul gördüğü eleştirisi yapılmıştır. Telafi edici önlemler yerine eşitsizliklerin nedenleri üzerinde durmak ve bu nedenleri toplumsal düzeyde ortadan kaldırmak daha köklü dönüşümlere yol açacaktır. Sorunun bu boyutuyla ele alınması ise bütünlüklü bir toplumsal dönüşüm ihtiyacını gündeme getirmektedir.
Bu bölümü kendinden önceki ve sonrakiler arasında bir bağlantı kayışı oluşturan Simone de Beauvoir ile bitirmek istiyorum. Simone de Beauvoir liberal gelenekten olmakla birlikte güçlü bir sesle yazılmış eserleriyle kadınlarla ilgili yazının feminizmin kurucu öğelerinden biri olarak değerlendiriliyor. Beauvoir varoluşçu felsefenin etkisi altında kendini güçlü bir “birey” olarak kurmak gerektiğini düşünüyor. Aslında liberal aydınlanmacı ve sol akımla radikal feminizmin gelişmesi arasında bir geçiş halkası oluşturduğunu söylemek mümkün.
Simone de Beauvoir 1949da yazdığı İkinci Cins‘te kadının ikincil konumunu içselleştirdiğini söyler. Kadının sosyal ve doğal konumu hakkında “kadın doğulmaz sonradan olunur” diyerek kadınlığın biyolojik temelli ve doğuştan değil öğrenilmiş bir rol bir konum olduğunu ileri sürer. Kadınlığa biyoloji psikoloji yeniden üretim ekonomi gibi alanlarda bir yorumlama açısı olarak bakar. Kendini biyolojik farklılıktan uzaklaştırarak azat ederek kadınsılıktan uzaklaştırarak kadınlığı ve bedeni kadınsı bilinçaltını öne çıkartan çağdaşı bazı feministlerden ayrılır. De Beauvoir kadının ikincil konumunun geleneksel kadınsılığın aşılması ve erkek rolünün benimsenmesi ile ortadan kalkabileceğini düşünür. Kadınların evlilik ve anneliğin bilinen normal sınırları cenderesi içine girmeden ve aynı zamanda yalnızlığa ve bekarlığa mahkum olmadan farklı ve bağımsız bir yaşam sürdürebileceklerini ileri sürer. Ancak bu tüm kadınlar için önerilebilecek gerçekçi bir model olmadığı gibi zaten bu tür ilişkiler içine batmış bulunan okuyucularına çağdaşlarına davranış ve yaşam hakkında bir alternatif sunmaktan da uzaktır. De Beauvoir kadınlarla ilgili konularda bir orta sınıf aydın olarak Batı yanlısı ve Batılı değerlerin savunucusu iken genel siyasal tutumunun düzenin değişmesinden yana ve emperyalizm karşıtı niteliği bir çelişki olarak görülmüştür.
De Beauvoir mevcut topluma uyumdan yana değildir; kadınların “özgürlük” ve “seçme” şansını kullanmaları gerektiğini düşünmektedir. Kadının seçme özgürlüğünü sağlayacağını düşündüğü kürtaj ve doğum kontrolü gibi konularda odaklanarak kendinden sonraki feminist harekete önemli hareket noktaları bırakmıştır. De Beauvoir şöyle demektedir: “Kadın için önemli olan kendini kadın olarak onaylamak değil tam ve eksiksiz bir insan olarak kabul edilmektir.” 14 Dikkat edilirse bu düşünce de liberal feminizmin yüzyıllar boyunca kadının tam ve eksiksiz bir insan olarak kabul edilmesi isteğinin hâlâ gerçekleşmediğini gösteriyor ve bu mücadelenin de bir devamı sayılabilir.
Radikal feminizm
19. yüzyıl boyunca liberal burjuva eşitlikçi feminizm ve sosyalizm çerçevesinde ilerleyen kadın hareketleri ile 1960’ların ikinci kuşak diye adlandırılan “yeni” feminizmi arasında büyük farklılıklar var. 1960’lar ve sonrasında ortaya çıkan kendi içinde çeşitlenen feminist hareket kentli eğitimli burjuva bir kadın hareketi olarak yükseliyor. Feminizmin ikinci dalgasının 1960larda ortaya çıkması ya da bir “patlama” yaşaması savaş sonrası koşullarda 1950ler boyunca kadınların yaşamlarını öylesine anlamsız ve hedefsiz kılmış öylesine zor katlanılır hale getirmiş ki bu ailelerin çocuklarının patlaması kaçınılmaz olarak görülüyor. Bu dönem için içeriden yapılan ve aynı zamanda 1968 ruhunu da içeren bir eleştiri şöyle:
“Herşeyi şimdiden değiştirmeye harcanan enerji ve iyimserlik alternatif yapıların toplumun tümünü kapsayıp değiştireceklerine inanıldığı ölçüde hem naif hem de yanlıştı.” 15
Kadınları ayrı bir sınıf olarak gören radikal feministlerin talepleri varolan düzende erkeklerle birlikte ve onlarla eşit bir konumda yer almak değil. Eşitsizliğin köklerini yeniden üretim ilişkileri ve ailede arıyorlar. Cinsiyete dayalı işbölümünün tarihte varolmuş ilk işbölümü olduğunu bundan kaynaklanan egemenlik ilişkilerinin de ilk sınıf ayrımını oluşturduğunu ileri sürüyorlar. Ataerkil bir düzenin ilk işbölümünden bu yana farklı üretim tarzlarının yanı sıra ve onlardan bağımsız olarak sürdüğü ve bu ilişkinin ilk olmanın yanı sıra en yaygın en derinde yatan egemenlik ilişkisi olduğu düşünülüyor.
Feminizmin ikinci dalgası 1963’te Betty Friedanın Kadınlığın Gizemi kitabı ile başlatılır. 16 Bu kitap beyaz heteroseksüel orta sınıf Amerikan kadınının hayal kırıklıklarını anlatıyor. Doktor eşleri örnek verilerek banliyöde orta ve üst orta sınıf eve kapatılmış özensizce ele alınan yalnız kadını üstelik kadınların bu rolü ne denli benimsemiş olduğu anlatılıyor. Radikal feminizmde hakim kurumsal ve kültürel biçimlere karşı çıkılıyor. Eşitsizliğin erkekle kadının yaratılışındaki farklılıktan doğduğu kadının üremedeki rolünün önemli olduğu düşünülüyor. Birçok yazar ataerkilliği kökenden bağımsızlaştırarak temeli olmayan ve yalnızca psikolojik açıklamalara dayanan bir ideolojik işleyişe indirgiyor.
Fransız radikal feministleri kapitalizm öncesi eve dayalı ekonomide ev emeği ile kapitalizm bağlamında ev emeğinin aynı ataerkil düzenin temelini oluşturduğunu düşünüyorlar. Bu açıdan ataerkillik tarih ötesi değişmez bir sistemin her şeyden bağımsızmış gibi varlığını sürdürmesi olarak ele alınıyor. Oysa ki ataerkil ilişkiler farklı toplumsal ilişki biçimlerinde dönüşerek ve o biçimlere uyum sağlayarak yapının özgüllüğünü taşıyor. 17 Christine Delphy kadınların ezilmesinin maddeci bir tahlilinin temellerinin ortaya konması gerektiğini ileri sürüyor. Ailenin ekonomik işlevinin göz ardı edildiği kadınların ev içinde harcadığı emeğin karşılığı ödenmemiş maddi bir üretim olduğu ileri sürülüyor. Marksist tahlilde ailenin ekonomik işlevinin göz ardı edildiği söyleniyor. 18
İkinci kuşak feminist harekette patriarkanın her yerde bulunduğu mevcut siyasi örgütlerin kadın için uygun olmadığı kadınların farklılığının özgürlüğün kültürel politikasının merkezinde yer alması gerektiği gibi temalar görülüyor. İkinci dalga 1960ların ortaları ile sonlarında ortaya çıkan sol toplumsal hareketlerle bir arada gelişiyor. İlk kuşağın kadın hakları mücadelesini paylaşırken bir yandan da sınırlarını genişletiyor. Asıl ilgi alanı siyasetten ve üretimden yeniden üretim meselesine kadınların cinsel farklılık ve cinsellikle ilgili baskı deneyimlerine kayıyor. Buradan da dil ve kültür düzeyinde araştırmalara geçiliyor. Cinsel farklılığı yarattığı düşünülen sosyal ve ekonomik koşullardan biyolojiye deneyim söylem (dilsel fark) ve bilinçaltına doğru uzanan bir açıklama zinciri oluşuyor. Beauvoir kadınların “gettolaşması”na karşı çıkarken yeni kuşak radikal feministler erkeklerin tümüyle dışlandığı bir ortamda lezbiyenliği gerçek ya da siyasal anlamıyla savunuyorlar.
Aydınlanma çağının doğaya sanayie bilime ve akılcılığa dayanan değerleri kapitalizmin gelişimi ve burjuva toplumunun yarattığı eşitsizlikler sömürü ve yabancılaşma emperyalizm ve savaşlar ile güven ve inanılırlıklarını kaybettikçe bu değerlerin kendisinden de uzaklaşılıyor. Aydınlanmacılık karşıtlığı giderek “insan aklının üstünlüğü ve gerçeğin tüm diğer yönlerine hükmetme hakkı olduğu iddiası mutlak kibire ve küstahça gurura hatta tek bir türün -erkeklerin- şovenizmine götürür” düşüncesine dönüşüyor. 19 Feminist harekette eşitlik amacını reddeden ve “kadınsı” değerleri öne çıkartan bir yaklaşım gelişiyor. Kapitalizmin yarattığı silahlanma savaşlar ve sömürünün olumsuz özelliklerinin yanı sıra “aklın” kendisinin bile “erkek” değerler taşıdığı söyleniyor. Bilimin “erkeksiliği” karşısına “yeşil ve kadınsı” bir tutum konuluyor.
Post modern feminizm açıklayıcı bir genel teoriyi reddediyor bunun yerine çoğulculuğu ve “fark”ı koyuyor. Kadınların deneyimleri erkeklerden farklı olduğu için algısal ve duygusal yaşantılarının da farklı olduğu ileri sürülüyor. Erkek söylemde kadın daha zayıf kararsız önemsiz konularda odaklaşan ciddiyetsiz havai ve kişisel duygusal tepkilerini öne çıkartan olarak görülüyor. Dil “erkek” olarak kabul edilince kadınlar erkeklerin diliyle konuşmayı reddediyor ve giderek Simone de Beauvoirın kadını “öteki” olarak gören yaklaşımını tersyüz ederek “öteki” olmaktan kurtulmayı değil ötekiliğin dışsallığın ve kenarda oluşunun avantajlarını öne çıkartan bu konumun tadının çıkartılacağı şenlikli tutumlar savunuluyor. Bu konumun kadının geride durarak hakim kültürün herkese empoze etmeye çalıştığı mevcut normları değerleri ve pratiklerini eleştirmesini olanaklı kıldığı düşünülüyor. Bize empoze edilen dilin dışında bir gerçeklik ya da kimliğin mümkün olmadığı savunuluyor. 20 Öteki olmak açıklığı çoğulculuğu başkalığı ve farklılığı ifade etmeye olanak sağlayan bir varolma düşünme ve konuşma biçimi olarak algılanıyor. Eşit değiliz farklıyız ve öyle kalmak istiyoruz deniyor. Böylece söyleyecek bir şeyi olmayan kadınlardan bir şey söylemek istemeyen kadınlara geçilmiş oluyor. Bu da mevcut durumun kutsanması anlamına geliyor.
1968 sonrasında örneğin Fransız feminizmi devrimci feminizm sendikalist feminizm ve eşitlikçi feminizm olmak üzere üç kanal üzerinden ilerliyor. İlk grup için kadınların bağımsız biçimde örgütlenerek kadın politikası yapmaları ve kadınlığın yalnızca ortaya konması değil değer kazanması söz konusu oluyor. Devletle ya da resmi kurumlarla ilişkisi olmayan bu anlamda daha bağımsız ve anarşist bir yol izleniyor “büyük politika”ya bulaşılmayarak sembolik ve “görkemli” eylemler düzenleniyor. 21
1960 ve 1970’lerin feminist hareketi kendi içinde pek çok ayrım ve dolayısıyla pek çok farklı örgütlenme üretmiştir. Feminizmin mevcut düzenin sınırlarını zorlayacak ve köklü değişimler öngören biçimde devrimci mi olacağı yoksa zorunlu olarak reformist bir konum mu alacağı tartışılmış ve bu tartışmadan farklı konumlanışlar ortaya çıkmıştır. Farklılığın temele ilişkin ve psikoanalitik tanımından hareketle ayrılıkçı politikalar önerilmiş ya da sınıf ve cinsiyet temelli baskılara karşı sol siyasi teori ve politikaya doğru yakınlaşan bir yol izlenmiştir. Bu konumlanış kadınlarla erkekler arasında biyolojik temelli değil sosyal olarak yeniden inşa edilmiş farklılığa dikkat çekmiştir. Kadınların ezilmesi ve sömürülmesinin maddi temelleri bulunduğunu ısrarla vurgulayan ve patriarkayı birincil sosyal ilişki olarak tarif eden radikal feminist bir konumlanış ile feminizmi sınıf analizi ile bütünleştirmeyi hedefleyen sınıf temelli bir konumlanış da ayrışmıştır. Toplumsal değişimde leninizmin esas aldığı öncülük rollerine sınıf sömürüsünün tüm baskıların kaynağı olarak algılanması ve cinsel baskının ikincil önemde görülmesine karşı çıkmışlar kendiliğinden hiyerarşik olmayan ve özyönetimci örgütlenme biçimlerine yönelmişlerdir. 1980’lerde bu hareketler genel olarak güç kaybetmiştir. Her biri kendi içinde kadın hareketine bakışını yeniden gözden geçirmiş bir kısmı mevcut yapı içinde yer edinirken bir kısmı da Yeşiller Hareketi gibi daha geniş bir çerçevede karma örgütler içinde yer almıştır.
Fransa’da 1945 sonrasında sendikal hareket içinde kadınlar için eşitlikçi bir konum benimsenmiştir. Kadınların çalışma yaşamında eşit biçimde yer alması ve aynı zamanda çocuk sahibi olmayı birlikte götürebilmesi için çeşitli koruma önlemleri geliştirilmiştir. 1970’lerden itibaren kadın işçilerin yalnızca işyerlerinde değil, toplumsal planda daha çok haklarla donanmış daha itibarlı bir yer edinebilmesi için görece daha radikal ve “kadına özgü” talepler öne çıkmıştır. Sendikal yaklaşımlar 1980’lerle birlikte sosyal devletin küçülmesiyle ortaya çıkan hak kayıpları ve solun gerilemesi ile daha “eşitlikçi” bir hal almıştır. 1980’lerle birlikte sendikal alanın dışında eşitlikçi feminizm diye adlandırılan ve kökleri hayli eskilere dayanan ana kol kadına ilişkin toplumsal eşitsizliklerin bu konuda “doğru düşünen” kadın ve erkeklerin özellikle karma örgütler içinde harekete geçmesi ile sağlanabileceği görüşünü sürdürmüş ve bu dönemde güç kazanmıştır. Bu kesim geniş bir adlandırma ile Kadın Kurtuluş Hareketi’nin kadın hakları için ayrık örgütlenme gerekliliği savunusundan farklı olarak karma örgütler ve Partiler içinde mücadele etmeyi sürdürmüştür. Fransa’da 1980’lerde Mitterand hükümeti döneminde Yvette Roudynin üstlendiği Kadın Hakları Bakanlığı kurulmuş bu tür olanaklar eski dönemin kadın aktivistlerinin devletle ortak çalışmalara yönelmesine ve hatta giderek bu alanda bir kariyer elde edip daha “düzen içi” hale gelmelerine neden olmuştur. 22
Sosyalist harekette kadınlar
19. ve 20. yüzyıl boyunca kadınların üzerlerindeki baskılardan kurtularak özgürleşmesinin, daha eşitlikçi ve daha özgür bir toplumsal düzenin yaratılması mücadelesi içinde yer almalarıyla mümkün olacağı düşüncesi önemli bir yer tuttu. İşçi sınıfı hareketinin bu iki yüzyıl boyunca kadınlarla ilgili olarak savunduğu yöntem kadının toplum içindeki yerini belirleyen en önemli faktörün sınıfsal konumu olmasıdır. 19. yüzyıl başlarından itibaren ilk sendikal hareketler kadın ve çocuk emeğinin sınırlandırılmasını, aynı zamanda iş ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve iş saatlerinin azaltılması ve giderek 8 saatlik işgünü talep etmişlerdir. Hiç kuşkusuz kadınlar 1789’da olduğu gibi 1830 ve 1848 devrimlerinde de yer almışlardır. 1840’lardan itibaren marksistlerin ısrarla ve tutarlılıkla ileri sürdüğü tez, kadınların kurtuluşunun insanlığın kurtuluşuyla birlikte gerçekleşeceği düşüncesi olmuştur. Marksistler kadınların kurtuluşunun cinsiyete ırklara ya da sınıflara bölünmemiş, bu bölünmeler üzerinden kurulan baskılarla çarpıtılmamış ya da engellenmemiş bir toplumun yaratılması mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceğini ileri sürerler. Bu düşünce ve pratikler daha sonraki dönemin feminist hareketlerini de düşünsel açıdan derinden etkilemiştir.
İşçi sınıfı hareketinin “kadın sorunu”na yaklaşımları, kendi içinde tarihsel dönemeçlere ve farklı deneyim ve anlayışlara göre farklılıklar gösterir. Marx ve Engelsin yaşadığı dönemle 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren İkinci Enternasyonal çerçevesinde yürütülen “reformist” mücadele ve sendikaların ortaya attığı talepler, Sovyetler Birliği ve sosyalist deneyimlerde ortaya çıkan olumlu uygulamalar ile sorunun sosyalist kuruluşlarda da çözümlenmediğini, dolayısıyla farklı bir teorizasyona gidilmesi gerektiğini ileri süren yeni sol/sosyalist feminist yaklaşımlar benzer teorik varsayımlarla hareket etmekle birlikte birbirinden hayli farklı talepler ortaya koymuştur.
Marksistlere göre tarihin temel hareket unsuru üretim ve sosyal yaşamın yeniden üretimi sağlayan maddi güçler, üretim ilişkileridir. Kapitalizm öncesi dönemde üretim alanı ev ve çevresi iken kadının toplumsal rolünün daha değerli olduğu, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle temel üretim alanı ev dışına taşınca kadının bu konumunu kaybettiği bir tarihsel deneyim olarak kapitalizmin gelişim koşullarının incelenmesi sonucu ortaya konulmuştur. Marx, işbölümünün köklerinin aile içinde cinsiyet ve yaş farklarının neden olduğu sadece fizyolojik temelde ortaya çıkan doğal işbölümünde görülmesi gerektiğini söyler. Marx kapitalist toplumda ortaya çıkan sömürü ve yabancılaşmanın tersine, insanların emeklerinin ürünüyle daha bütünsel bir ilişki kuracağı, sınıflara bölünmemiş, yabancılaşmanın ortadan kalktığı bir sınıfsız toplum kurgulamaktadır.
Kapitalist ilişkilerin gelişimi kısa bir tarihsel dönem içinde olmamıştır. Ücretli işçilik ve meta üretimi, oluşum halinde kapitalist ekonomi sanayi devriminden yüzyıllar önce başlamıştır. Sanayi öncesi toplumlarda ölüm oranlarının yüksek, yaşam beklentisinin düşük olduğu bir ortamda evlerde çocuk sayısı fazla, ailenin yapısı ise ana, baba ve çocuklar ile akrabalar yardımcılarla genişletilmiş bir yapıya sahiptir. Evde dokumacılık ve yün eğirme gibi işler yaygındır. Bu arada çocuklara bakılır, diğer ev işleri de yapılır. Çocuklar işi erken yaşlarda öğrenir ve çalışmaya çok erken yaşlarda başlar. Bu işler ücret karşılığı ya da daha çok parça başı hesabı piyasa için yapılmaktadır. Ücretlerin çok düşük olduğunu belirtmek gerekmektedir. Daha sonra “eve iş verme” (putting out) sistemi olarak adlandırılan bu yöntemde üretim aracı olarak kullanılan dokuma tezgahları aileye ait olabileceği gibi hammaddeyi evlere dağıtan sermaye sahibine de ait olabilir. Kadınlar için evlerde yapılan dokumacılık ya da eğirmenin yanı sıra tarım işçiliği ve hizmetkarlık da yaygın işlerdir. Tarım işçiliği denildiğinde süt ve süt ürünlerinin işlenmesi gibi çiftlik işlerinde kadınlar daha çok çalışmıştır. Ama bir noktadan sonra tarımda kapitalistleşmenin artması ve çitleme yoluyla bu tür işlerin azalmasıyla proleterleşme ve ailenin tüm gelirinin ücrete bağlı olma oranı artmıştır. Ailede herkes çalışmaktadır. Ücretli işçilik giderek daha geniş bir kesim için küçük mülkiyetlerini destekleyen gelir olmaktan çıkıp yegane gelir kaynağına dönüşmüştür. 23 Kadınlar kapitalist ilişkilerin yaygınlaştırdığı makineleşme ile önceleri yalnızca erkekler tarafından yapılabilen işleri kolaylıkla yapmaya başlamışlar, böylece hem ücretli emek gücü olarak emek gücü piyasalarına katılmış ama hem de evde çalışmaya devam etmişlerdir. Tüm bu deneyimler aslında kapitalist ilişkilerin en ileri olduğu ya da ilk yaşandığı Batı ülkelerinden, hatta Britanya’dan gelmekte, azgelişmiş yörelerde daha geç ve daha eşitsiz bir biçimde yaşanmaktadır.
Kapitalist üretimin ve fabrika sisteminin gelişmesi ve genişlemesiyle mekanizasyon artmış, işçiliğin vasıfsızlaşması ile proleterleşme ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler sonucu “eski, mutlu düzen”in bozulması tepki hareketlerine yol açmıştır. Örneğin bir makine kırıcılık hareketi olarak Ludit hareket buna örnek verilebilir. Aynı dönemde sorun olarak görülen bu gelişmelerin değerlendirilmesine ve farklı toplum düşüncelerinin, ütopyaların geliştirilmesine tanık olunur. 19. yüzyıl başlarında ütopyacı sosyalistlerden Fourier’ye göre dünyanın sosyal durumu utanç vericidir, felaketlerle doludur yürekler acısıdır. Fourier kadınların bir çok şeyden yoksun olarak yaşadığını, yeteneklerini geliştirme olanağı bulamadığını tespit eder. Birincisi kadının toplumsal konumunun diğer toplumsal ilişkilere bağlı olduğunu, ikincisi bu konumun diğer toplumsal ilişkilere bağlı olarak değiştiğini ileri sürer.“İlerlemeler ve devir değişmeleri hep kadınların hürriyete doğru ilerlemeleri yüzünden, çöküntüler ise, kadınların hürriyetinin azalması yüzünden olur.” 24 Toplum yaşamında, üretimde kadınla erkek eşit olarak birlikte çalışmalıdır, diye düşünmektedir. Fourier’ye göre eğer bu değişimin nasıl gerçekleştiğini saptayabilirsek, kadının konumunun gelecekte nasıl farklı olacağını hayal etmemiz kolaylaşır. 25 Ayrıca cinsler arasında tam eşitliği ve kadının ekonomik bağımsızlığını savunan Fourier, kadının özgürleşme mücadelesinin zayıflığa, zorbalığa karşı olduğunu, kadının kurtuluşunun genel kurtuluşun -insanlığın kurtuluşunun- doğal ölçütü olacağını da söylüyor. Böylece insanların kendilerini bütünüyle geliştirebilecekleri bir toplum düşü kurulmaktadır. Böyle bir toplumda çocukların yetiştirilmesi bireylerin değil, topluluğun görevi haline gelecektir. Fouriernin ütopyasında kadının eğitiminin amacı ev içindeki görevlere yönelik değil topluluğun sosyal ve siyasal yaşamına katılımına yöneliktir. Bu ütopyacı düşüncelerin kadınların o dönemde içinde bulunduğu kötü konumu saptamak ve bunu değiştirmek için toplumsal yapının değişmesi gerektiğini söylemek gibi önemli bir yaklaşım tutarlılığı bulunmaktadır.
1830’larda Saint-Simoncu, Owenci ve Fourierci görüşler toplumun geniş kesimlerinde değil, ancak sınırları aşan bir şekilde Fransa, Britanya ve Kuzey Amerika’da belirli çevrelerde etkili olmuş, hatta bazı somut denemelere konu oluşturmuştur. 1840’larda ise sosyal devrim ve kadının kurtuluşu arasında bağlantı kurulması daha yaygın bir hale gelmiş, dolayısıyla kadının kurtuluşu ile sosyalizm düşüncesini bir araya getiren, bunu da işçilerin hakları ve kurtuluşu mücadelesi ile birleştiren bir ana akım ortaya çıkmıştır. Bu dönemden itibaren kadının kurtuluşu ya da özgürleşmesi mücadelesinin temel olarak iki ana akım halinde ilerlediği, birincisinin daha sonra kendi içinde çok çeşitlense de feminizm diye adlandırılan bir ana akıma, diğerinin ise marksist düşünce ve örgütlenmeler olarak tarif edebileceğimiz, kadının kurtuluşu mücadelesini toplumsal devrim düşüncesi ile birlikte kurgulayan bir diğer ana akıma tekabül ettiğini belirtmek gerekiyor. 1840’lardan itibaren düşünceleri olgunlaşan Marx ve Engels ve daha sonra da marksistler genel olarak kadın meselesine tarihsel gelişimi içinde, tarihsel bir perspektifle bakılması gerektiğini söylemişlerdir. Toplum içinde bir değişiklik ama daha önemlisi, toplumun değişmesi istenmiştir.
Engels 1845 yılında yayımlanan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu isimli kitabında sanayi devrimi sırasında Britanya’da emekçi ailesinin yaşama, barınma, sağlık ve çalışma koşullarıyla ilgili önemli veriler ortaya koyar. Makine kullanımının sağladığı olanakla ücretleri düşürmek için burjuvazinin üretimde kadın ve çocuk emeği kullandığı, -el tezgahında çalışan pamuk dokumacılarının haftada 10 şilin kazandığı- rekabetin kıyasıya yaşandığı bir ortamda ailenin her üyesi çalıştığında bir işçinin daha az ücretle geçirebildiği ileri sürülür. Bir örnek vermek gerekirse, erkek işçilerin hızla işten atılmakta olduğu 1839 yılında Britanya’da fabrika işçilerinin yarısı 18 yaş altında ve yarısından fazlası kadındır. Pamuklu dokuma fabrikalarında çalışanların yüzde 56’sı, yünlü dokumada çalışanların yüzde 69,5’i kadındır. Engels bu çalışmasında sosyal düzenin işçi için aile hayatını hemen hemen olanaksızlaştırdığını, tüm aile fertlerinin çalışmak zorunda olduğu bir ortamda evde rahat ve huzur kalmadığını, aileden vazgeçilmediğini ama aileye karşı sorumlulukların da yerine getirilemediğini anlatır. Birçok yerde kadının çalışmasının aileyi çözmediği, ancak aileyi kadının geçindirir hale geldiği anlatılır. Engels burjuvazinin onlarda hala cinsel ahlak ve iffet aramasını gülünç bulur. 26
Engelsin 1884 yılında yayınlanan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni çalışması Kuzey Amerika yerlileri üzerinde çalışan bir antropolog olan Morgan’ın 1871’de yayınlanan Eski Toplum kitabını tanıtmak için başlanmış bir projedir. Bu kitapta yabanıl ve barbar kültürlerde kadının özgür ve değerli olduğu, avcılıktan hayvancılığa geçişte erkeğin sürüleri mülk edinmesi ile artı değerin ortaya çıkması ve soy zincirinin anadan babaya geçmesi ile ataerkil ailenin oluştuğu anlatılıyor. Analık hukukunun yıkılması, kadın cinsinin tarihsel yenilgisi olarak görülüyor. Tek eşliliğin sadece kadın için var olduğu, mirasın babası kesinlikle bilinen çocuklara geçmesi için ailenin erkek egemenliği üzerine kurulu olduğu anlatılıyor. Tek eşli evliliğin servetin bir elde toplanması ve bu serveti erkeğin kendi çocuklarına bırakma isteğinden doğduğu anlatılır. Engels, tek eşli evliliğin iktisadi temelleri ortadan kalkınca da yok olmayacağını, tarafların eşit olacağı tek eşli evliliklerin hakim olacağını, ancak bunun nasıl olacağına gelecek nesillerin karar vereceğini söyler. 27
Engels’in çalışması 19. yüzyıl başlarını, sanayi devrimi dönemini kapsayacak şekilde burjuva toplumunun ve burjuva ailesinin eleştirisini içermektedir. Bir benzetme ile erkek burjuvazidir, karısı proletaryayı temsil eder. Engels’te artı değer ile erkek egemenliği ilişkilendirilmiştir. Gelecek kuşaklara bırakacak bir miras olmadığı için aşkın yalnızca ezilen sınıf, proletarya içinde yaşanabileceği söylenir. Bu durumda kadın üretimde yer alınca, emek pazarına çıkınca, erkek egemenliği de yok olur.
Engels’in gözlemlere dayandırdığı örneğin aileye ilişkin kimi analizlerinin kapitalizmin gelişimiyle birlikte doğrulanmadığı biliniyor. Döneme ilişkin doğru gibi görünen bu gözlemler aslında işçi sınıfı ailesi ile burjuva ailesini karşılaştırma ve burjuva ailenin açmazlarını sergileme amacı taşıyor. Bu yanlışlanma sınıf mücadelesinin yalnızca üretim ilişkilerinin değil, düşünsel, kültürel ve ideolojik alanlarda da sürdürülmesi gerektiğini ortaya çıkartıyor. Engels cinsel aşkın ancak ezilen sınıflar içinde, proletaryada var olabileceğini, burjuva evliliğinin çıkara dayanan bir yalan ve aldatmacadan, bir iktisadi ilişkiden ve mirasa yönelik bir düzenlemeden ibaret olduğunu söylüyor: Engels burjuva ahlakına ilişkin olarak şu hatırda kalan görüşü Fourier’den aktarmaktadır: “İki fuhuştan bir ahlak çıkıyor.” 28 Miras yoksa erkek egemenliğinin de söz konusu olamayacağını söylüyor. Modern karı-koca ailesinin kadının evrensel köleliği üzerine kurulu olduğunu söylüyor. “Aile içinde erkek burjuva, kadın proleter” analojisi de Engels’e aittir. Yasal eşitliğin yanı sıra kadının baş hizmetçi olmaktan çıkarak toplumsal üretime girmesi ve karı-koca ailesinin toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkması gerektiğini düşünüyor.
Engels’e yönelik eleştiriler arasında işçi sınıfı ailesinin burjuva evliliği ve ailesine bir alternatif oluşturma özelliği taşımadığı, onun da içinde yer aldığı sistemin bütün bozulmalarını içerdiği, kapitalizmin dönemsel refah dönemlerinde orta sınıf ideolojisiyle benzeştiği yer almaktadır. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte işçi ailesinin tüm fertleriyle üretim sürecine çekilmesi, burjuva ailenin çöküşünü hazırlamadığı gibi, çekirdek aile bir kurum olarak daha da dayanıklı hale gelmiştir. Sadece Engels’e mal edilemeyecek genişlikte bir marksist ekol tarafından savunulan şu görüşe bakalım: Kadınların kurtuluşunun tüm kadın cinsinin sanayiye girişi ile mümkün olacağı önermesi. Bu varsayımın kapitalizm içinde kalındığında gerçekleşmesi mümkün değildir. Birincisi içine girilen alan, tümüyle emek sömürüsüne dayanan yabancılaşmış emek dünyasıdır. İkincisi, kadınların tümü emek süreçlerine kesinlikle dahil edilmemekte edildiklerinde de bu süreçlerde yer alma biçimleri, tek başına, siyasal ve ideolojik, başka mücadele alanları devreye girmeden kurtulmalarına izin vermemektedir. Kadınlar ya kadın işleri denilen ev işlerinin uzantısı işlerde çalışmakta, bazı iş alanlarına sokulmamakta ya da emek süreçlerinde sürekli değil, geçici görülmektedirler.
Kapitalizm sınıflar ve sınıf farklılıkları netleştiği zaman, devrimci döneminde alaşağı ettiği sınıfın kendinden önceki üretim tarzlarının geliştirmiş olduğu kurumlarını, her tür ezme, sömürme ve ayrımcılık ilişkilerini, dini, aileyi, köleliği, kendi yapısına adapte ederek, kendi bünyesine uydurarak kullanıyor. Kadınların ezilmesi ve sömürülmesi açısından çekirdek aile önemli bir örnek oluşturuyor. Ana, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile kapitalizmin bir “mucizesi”. Hem bir tüketim, hem de bir “tasarruf” birimi. Son derece esnek bir yapısı var ve gerektiğinde, kapitalizmin büyüme dönemlerinde tüketimi artıracak şekilde yapılandırılırken; daralma, işsizlik dönemlerinde ev ekonomisi mucizesi sayesinde ücretleri daha da düşük tutmanın bir aracı halini alabiliyor. Kadınlar emek gücü piyasalarında da özgür emekçiler olarak değil, daha çok erkeklerin ekonomik bütünleyicileri olarak yer alıyor kazandıkları ücret ev ekonomisine bir “katkı” olarak görülüyor. Özellikle kriz dönemlerinde, ücretlerin düştüğü dönemlerde, bu kazanç evi geçindirebilecek düzeyde olmuyor. Hane halkından çalışan kadın, erkek ve çocuk tümünün toplam ücretleri bir evi döndürmeye yetmiyor. Günümüzde görüldüğü gibi işsiz çocuklar ve onların ailelerini de yanına alarak genişleme kapasitesine sahip.
Engels sonrası tartışma İkinci Enternasyonal partilerinin en önemlisi Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ve onun çevresinde yeşeren işçi sınıfı mücadelelerinin ortaya koyduğu ilke ve talepler çerçevesinde yürütülüyor. Partinin kuruluşunda yer alan August Bebel kadınlarla ilgili olarak düşünmüş ve yazmış, partinin sol kanadında yer almış bir marksisttir. Bebel kadınların iş yaşamına girmelerinin sorunu çözmediğini, rekabeti artırarak ücretleri düşürdüğünü söylemiştir. Bebel eşit oy hakkı ve siyasal haklar için mücadele eden burjuva süfrajetleri, kadınla erkek arasında kanunen eşitlik sağlasalar bile, evliliğin ortaya çıkardığı cinsel tutsaklığı, fuhşu, kadının ekonomik bağımlılığını ve sömürülmesini bu düzen içinde ortadan kaldıramaz diyor. Kadınların iki tür tutsaklık içinde yaşadıklarını, ekonomik olarak erkeğe bağlı iken bunu kırıp çalışma yaşamına girince de sermayenin tutsağı olduklarını söylüyor. Çözüm düzenin değişmesinde, kişisel mülkiyetin ortadan kalkmasında görülüyor. Düzenin değişmesi için de kadınların kendi cinslerine mensup burjuva kadınlarla değil, kendi sınıflarına mensup erkeklerle birleşmesi gerekir. Bebel her iki cinse de özgürlük ister. Kadının emekçi olarak sömürüldüğünü iddia ederken, bu kişisel mülkiyet dünyasında cinsel bir yaratık olarak da baskı altında tutulduğunu kabul etmek gerekir der. 29
İkinci Enternasyonal partilerinde daha çok sömürünün sınırlanması doğrultusunda çalışmalar görülür. Bu çalışmalarda ev işleriyle ilgili alanın ihmal edildiği, daha çok bir emekçi olarak kadın hakları üzerinde durulduğu; diğer yandan kadın ve çocuk emeğinin yıpratıcı sanayi işinden geriye, eve çekilmesiyle işçi sınıfı ailesinin korunması amacıyla ailesinin geçimini kolaylaştırmak amacıyla evin babasına “aile ücreti” talebi çok tartışma konusu olmuştur. Gerçekten de sosyalistler kadınların gece çalışmasının engellenmesi için çalışma yapmış, 1906’da çıkan bir yasa ile bu kabul edilmiştir. 1908 yılında on kişiden fazla işçi çalıştıran fabrikalarda kadınların çalışma günü 10 saatle sınırlandırılmıştır. Kadınların doğum öncesi ve sonrası 8 hafta işten uzak kalmaları kabul edilmiş, kömür ve yapı işlerinde çalıştırılmamaları sağlanmış, gündüz bitmeyen işleri eve götürmeleri yasaklanmıştır. Bütün bunların “reformist” talepler olduğu düşünülebilir. Çünkü “kadının yeri evidir” düşüncesi bir orta sınıf ideolojisi ürünüdür ve hayatın yeniden üretilmesine katılma karşısında ailenin ve ev yaşamının erdemlerinin yüceltilmesi, siyasal bakımdan hemen hemen her zaman gerici bir niteliğe bürünmektedir. Orta sınıf değerlerine göre cinsler arasındaki eşitsizlik ve ayrımlar “doğal” “biyolojik” ve “daimi” sayılmaktadır; ancak düzenleyici önlemler öngörülebilir. Aynı şekilde “annelik”in ya da mevcut kültürün tersine çevrilmesinden başka bir şey olmayan kadın kültürünün yüceltilmesi de sonuçta gerici bir tutumdur. Kadınlar da gerçek dünyanın, kapitalizmin ve uğradıkları baskıların etkisiyle bozulmaktadır. İdeal bir “kadın” kültürünün olabileceği düşüncesi ya da kadınlığın ülküleştirilmesi saçmadır. Kapitalizm toplumsal üretimin koşullarını belirlediği gibi ideolojik ve kültürel araçlarla insanların, ailelerin ve küçük toplulukların da kendilerini yaşamın her alanında özgürce yeniden üretebilmelerinin önüne geçer, böyle bir olanak yaratmaz. Yine de bunlar günümüzde işçi sınıfının daha “insani” koşullarda çalışmasına olanak sağlayan, hatta bazıları giderek kaybolan kazanımlardır.
19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyıl başlangıcında etkin olan bir başka marksist Clara Zetkin, kadın sorununun reformlarla çözülemeyeceğini, bunun büyük toplumsal sorunun bir parçası olduğunu söyler. Çünkü kadın işgücüne katılmakla kapitalist sömürü sistemine de girmektedir. Onunla mücadele ederek özgürleşebilir. Zetkin kadınları proletaryanın kapitalizmin iktidarına karşı mücadele edebilecekleri tüm örgüt ve organlarda, işçi sınıfı partilerinde mücadeleye çağırmış “iktidara karşı iktidar” istemiştir. 30 Zetkin diğer yandan proletarya devriminin kadınlar olmadan başarılamayacağını söyler. Ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ile kadın toplumda eşit haklı ve özgür bir birey olabilir. Zetkin’e göre işçi sınıfı partisinin kadın çalışması işsizlik teması ile başlamalı, kadınlar ayrı, özel birimlerde çalışmamalıdır. Kadınlar eşit hak ve yükümlülükler ile üretken alanlarda görevlendirilmeli, yerel örgütlere sokulmalı, partide eğitilmeleri ve yükselmeleri için yer açılmalıdır. 31 Zetkin komünist partilerinde kadınlara ayrı bir önem verilmesi gerektiğini ve bu konuda çalışma yürütülmesi gerektiğini düşünmüş, kadınları uluslararası düzeyde bir araya getirecek güçlü bir uluslararası kadın hareketi yaratmak gerektiğine inanmıştır.
Marksistlerin eşit haklar mücadelesi ve demokrasi mücadelesini önemsemediği doğru değildir. Ama bu eksikliklerin burjuva devriminin tamamlanmamış yönlerine işaret ettiği vurgulanır ve bu koşullar altında tamamlanması olası görülmez. Dolayısıyla burjuva yasallığı altında kazanılabileceklerin mutlaka bir sınırı olacaktır. Marksistler kapitalist toplumda “eşitliğin” sınıfsal eşitsizlik ve sömürü üzerine kurulu olduğunu düşünmektedir. Liberalizmin “yasa önünde eşitlik” ilkesi, ancak pazara çıkıp emek gücünü satmak ya da “aç kalma, masal dinleme ya da isyan etme” özgürlüğü olarak görülmelidir. Eşitlik ülküsünün hem kendisi, hem de sınırlılıkları akılda tutulmalı ve eşitliğin ötesine geçmek gereklidir. 32 Kapitalizm eşit gelişmediği, bölgesel (aynı ülke içinde ya da dönemsel krizlerin yansıyışının yarattığı eşitsizlikler) ve dönemsel eşitsizlikler gibi başka eşitsizlikler ortaya çıkarttığı da söylenmelidir. Eşitlikte bir başka yön, erkeğin yaptığı her şeyi kadın da yapar – kadının yaptığı her şeyi erkek de yapar yaklaşımıdır. Ama eşit olarak yapılmak istenenler şu anda yapılmakta olanlar mıdır? Yani sömürüde, askerlikte, aşırı çalışmada, rekabette, streste, işsizlikte, yoksullukta, açlıkta mı eşitlik istenmektedir?
Kadınlarla ilgili düzenlemeler konusunda en geniş kapsamlı ve en önemli örnek hiç kuşkusuz Sovyetler Birliğinin yarattığı deneyimdir. Lenin, evlilik ve cinsel ilişkiler alanında proleter devrime uygun bir devrim gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. İnsanları burjuva evliliğin pisliklerinden kurtarmak istemiştir. Bu anlamda neyi yıkmak gerektiği bilinmekte, ama yerine ne konacağı tam olarak bilinmemektedir. 1917 Ekim Devrimi sonrasında ilk yasal düzenlemelerden biri kadınlarla ilgilidir: Cinsler arası tüm eşitsizlikler yasalarda kaldırılır, her alanda eşit hak ve sorumluluk tanınır. Sovyetler Birliği’nde kadınlar eğitim, iktisat, kültür ve siyasette eşit hak ve fırsat eşitliğine sahip olmuştur. Kadına eşit iş, eşit ücret, eşit dinlenme, toplumsal güvenlik ve eğitim olanağı sağlanmıştır. Kadınlar ülkeyi yönetirken hızla öğrenmişlerdir. Dini evliliğin kaldırılmasıyla kadın evlilik içinde de eşit konuma getirilir. Çocuklardan her iki eş de sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getiremedikleri durumda devlet bu sorumluluğu üstlenir. Kimse kimseye “bakmak” zorunda değildi,r boşanma kolaylaştırılmıştır, kürtaj yasal ve ücretsiz hale getirilmiştir. Bekar kadınların çocukları da eşit haklara sahiptir. Sovyet deneyimi kadınların parayla satın alınamayacağı, gerçek aşk dışında hiç bir nedenin bir kadınla bir erkeği bir araya getiremeyeceği koşullar yaratmaya çalışmıştır. 33
İkinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon kişinin öldüğü Sovyetler Birliği’nde erkek nüfus ciddi biçimde azalmış 1944’te çıkartılan Evlilik ve Aile Yasası ile boşanma zorlaştırılmıştır. Yasa 1966’da yeniden düzenlenmiştir. Erkek ve kadın nüfusunun eşitlendiği 1970 yılında çıkan yeni yasa ile çocuksuz çiftler mahkeme kararı olmadan ayrılabilir hale gelmiştir. Aynı yıl kadınlar işgücünün yüzde 50,5’ini oluşturmuştur ve 50 yaş altında okur-yazar olmayan kadın kalmamıştır. 34 Kazanımlarıyla bu örneğin önemsiz olduğunu hiç kimse söyleyemez. Ancak yeni insanın yaratılması mücadelesinin uzun erimli bir iş olduğunu, sürmesi gerektiğini gösteren bir ders vermektedir. Bin yılların insanlığın kolektif hafızasına kazıdığı kimi yerleşik “yanlış”lardan kurtulmanın sadece maddi düzenlemelerle değil, siyasal, ideolojik ve politik mücadeleyle kültürel dönüşümlerle mümkün olacağını akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Sosyalist feminizm
Sosyalist feminizm 1960’ların sonu ve 1970’lerde feminizmin ikinci dalgasının özellikle Britanya’da önemli bir akımı. Marksizmin sınıf analizini kadın tarihine, kadınların maddi ve ekonomik baskı altında kalışına uyarlamaya çalışıyorlar. Aile ve ev içi emeğin oluşumu ve cinsler arası işbölümünün yeniden üretim süreçleri, toplumsal cinsiyetin oluşumu ve ekonomik ilişkileri üzerinde duruluyor. Klasik marksist metinlerde ve solun geçmiş politikasında kadınlar konusunda bir boşluk olduğu düşüncesinden ve daha çok sol örgütlerle “reel sosyalizm” deneyimlerinde yaşananların kadınlarla ilgili sorunlara çözüm bulmakta geri kaldığı noktasından hareketle şekilleniyor. Sosyalist feminizm, sosyalizm ve feminizm arasında bir orta yol olarak düşünülmüyor. Cinsiyet ayrımı kapitalizmin zorunlu bir sonucu olarak görülmüyor, ama kurulmuş biçimleriyle kapitalist toplumlar cinsiyet ayrımına dayalı. Dolayısıyla kapitalist sisteme karşı çıkmadan bu ayrıma karşı çıkmak çok güç olarak görülüyor. Feminizm, sosyalizm gibi bütünsel bir toplum projesi, toplumun bütününü değiştirmeye yönelik bir çaba olarak algılanmıyor.
Sosyalizmin erkek egemenliğine son vermek için bir ön koşul olduğunu düşünüyorlar. Buna ulaşmak için bağımsız bir kadın hareketinin önemine vurgu yapılıyor. “Kişisel olan siyasaldır” sloganı ile sosyalist toplumda da bağımsız bir feminist hareketin varolması, kadınların feminist bilince sahip olması gerektiğini söylüyorlar. Kadınların ezilmişliğine bakılırken klasik marksist gelenekte tüm kadınların ortak ezilmişliğinin, işçi sınıfı ailesi içinde cinsiyete dayalı işbölümünün sorgulanmadığını tespit ediyorlar. Kadınların özgül bir toplumsal grup olduğunu, ama bir sınıf olmadığını ileri sürüyorlar. Tüm kadınların ortak ezilmişliğini açıklayacak bir kaynak, özgül bir nitelik aranıyor. Bir yandan bütün kadınların ortak ezilmişliğini açıklayan, öte yandan bu kadınlar arasındaki sınıfsal, ulusal vb. farklılıkları kucaklayan maddi temel yeniden üretimde bulunuyor. Yeniden üretim alanı evi, aileyi ve çocukları da içine alacak şekilde tüm kadınların ortak ezilmişliğini en genel düzeyde açıklayacak bir temel olarak görülüyor. 35
Ev içi emek tartışmasını başlatan Margaret Benston kadının ikincil konumunun maddi bir temeli olduğunu, ancak bu maddi temelin kadının ezilmesini mümkün kılacak şekilde ev içi emekle ilişkili olduğunu söylemektedir. Kadının evde sürdürdüğü karşılığı ödenmemiş çalışma, kapitalizmin işine gelmektedir. Dolayısıyla ücret evde çalışan kadının karşılığı ödenmemiş, görünmeyen emeğini de içerecek şekilde iki kişinin emeğinin karşılığı olmaktadır. 36
Sosyalist feministler bazı feminist yaklaşımların tarihsel olmayan yöntemine karşı, yeniden üretim süreçlerinde kadınlar üzerinde oluşan yapısal kontrol ve patriarkanın bu sürece etkilerini inceliyor. Klasik metinlerle ilgili olarak Engels’in kapitalizm öncesi toplumlarda kadının konumuna kapitalizm koşullarının gözlüğüyle baktığını sorunu kadınların toplumsal üretime katılıp katılmaması olarak yorumladığını düşünüyorlar. Kendileri ise, kapitalizmin çok öncesinden bu yana süregelen erkek egemenliğinin, kapitalizmde büründüğü özgül biçimin ne olduğu ve bu egemenlik biçiminin temelini yalnızca ekonomik ilişkilerin mi oluşturduğunu erkek egemenliğinin varlığını hangi kurum ve ilişkiler aracılığıyla sürdürdüğünü araştırmak gerektiğini düşünüyorlar. Kimi sosyalist feministler ataerkil düzen kavramını radikal feministlerden devralıp bununla kapitalist ilişkiler arasındaki bağıntıyı araştırırken, kimileri bu kavramı yadsıyarak üretim ilişkileri ile yeniden üretim ilişkilerini bir bütün içinde anlamaya çalışıyor. Diğer bazı sosyalist feministler aile ile ekonomik ilişkiler ayrışınca evde toplumsal ilişkiler alanı dışında kalan bir öznellik alanı oluştuğunu, bunun kapitalizmin yarattığı bir olgu olduğunu düşünerek kadınların günümüzde konumunu belirleyenin hem üretim ilişkileri (üretici olarak kadın) hem de (biyoloji-annelik) yeniden üretim ilişkileridir diye düşünüyorlar. Kadının ezilmesinin kapitalizmdeki temelini bu iki yönün birbiri ile olan ilişkilerinde aramak gerekir diyorlar. Sosyalist feministlere göre kapitalizmin bir gerekliliği olan bölünmüş emek gücü kitlesi ile geçmişten devralınan cinsiyet ayrımı, kapitalizmin kuruluş sürecinde iç içe giriyor. Sosyalist feministler ilk işbölümünde biyolojik farklılıkların etkisi olmuşsa da bunun etkisinin tarih içinde giderek azaldığı ve cinsiyet ayrımlarının giderek daha arı bir biçimde toplumsal temele dayandığını ileri sürüyorlar.
Sonuç
Marksistler toplumsal gelişmeyi ve değişmeyi açıklama konusunda genel bir teorinin mümkün, gerekli ve vazgeçilmez olduğunu düşünmekte, toplumsal dinamikleri ve değişmeyi bir genel teori ile açıklamaya çalışmaktadırlar. Marksizm kadın sorununa ilişkin yeterli teorik araçlara ve pratik deneyim birikimine sahiptir. Marksistler genel olarak kadın sorununa tarihsel açıdan, burjuva toplumu içinde almış olduğu biçimlerin eleştirisinden hareketle ve bir devrimci “dinamik” olarak yaklaşmakta, sorunu bireysel ya da biyolojik değil, toplumsal ölçekte ele almaktadır. Soruna cinsiyetler arası farklılık olarak değil, toplumsal cinsiyet kavramının açıklayıcılığı çerçevesinde yaklaşmaktadır. Kadın sorununun yalnızca maddi süreçler açısından değil, işçi hareketi içinde bir ideolojik ve kültürel mücadele alanı olarak ele alınması gerekmektedir. Emekçi kadınların örgütlenmesi ve bu örgütlü mücadelenin özgürleştirici etkisi üzerinde durulmalıdır.
İçinde yaşadığımız toplumda kadınlar homojen bir grup oluşturmuyor; dolayısıyla sınıfsal farkları ile ortak ezilme/sömürülme biçimleri tarif edilmelidir. Dikkat edilirse ortak alanı oluşturan aile ve ev içi işlerin yerine getirilmesi de farklı sınıflarda farklı biçimler alabiliyor. Üst gelir gruplarına ait evlerde ev işleri kısmen ücret karşılığı çalıştırılan kadınlar tarafından yapılıp, kısmen de ev dışından, piyasadan profesyonelce satın alınmakta, dolayısıyla ev işi dediğimiz şey ve bunun algılanışı bile sınıfsal farklılıklar barındırmaktadır. Ailenin toplumsal bir birim olarak değerlendirilmesi konusunda ise marksist yazında oldukça ufuk açıcı önermeler mevcuttur.
İçinde yaşadığımız toplum bir sınıflı toplum; kapitalist bir toplum; bir burjuva toplumu. Bir sistem olarak kapitalizm varlığını sürdürmek için bu sömürü ve ezilmeyi sürdürmek zorundadır. Kapitalizmde kadının sadece sömürülmesinin değil, ezilmesinin ve ayrımcılığa uğramasının sistemin işleyişiyle ilgili maddi bir temeli vardır. Kadın emeği birincisi emek süreçlerine girişinde işgücünü sayıca artırdığı için işsizliği de artırmakta ve bu da çalışanların ücretleri üzerinde bir baskı oluşturmakta, ücretleri düşürmektedir. İkincisi daha düşük ücretle çalıştığı için maliyetleri düşürmekte, üçüncüsü, asıl işi “ev işi” olarak görüldüğünden, kolayca eve geri yollanabilmekte, üstelik bu durumda işsiz de sayılmamaktadır. Ve son olarak bu konumuyla kapitalizmin krizine yanıt olarak ortaya çıkan, 1980 ve 1990’ların popüler deyişiyle “esnek” bir emek gücü oluşturmaktadır. Hatta “esnek üretim” tersinden “dişi işgücü” diye bile adlandırılmaktadır. Savaşlar sırasında işgücüne çağırılan, savaş sonrası eve yollanan (evim güzel evim ideolojisi) böyle büyük bir grup olarak esnek ve örgütsüz işgücü, yedek sanayi ordusu başka nereden bulunabilir? Kadınlar ayrıca kadınlık kalıpları içine hapsedilerek bağımlılık konumlarını içselleştirmekte, incelik, duyarlılık, güzellik, kısaca “kadınsılık” kavramı boyun eğmenin doğal olduğuna inanmamızı sağlayan uygun bir araç olarak kullanılmaktadır.
Çekirdek aile hem tüketimi artıran, hem de kriz zamanlarında “tasarruf” sağlayan bir birim olarak kapitalizmin sonsuz derecede işine gelen bir birim olarak varlığını inatla sürdürmektedir. Kadınlar sadece evlilik ilişkisi içinde değil, boşandıklarında bile “aile” meselesinden kurtulamamakta, ya muhafazakar toplumsal kalıplar ya da ayrı bir ev açmaya ekonomik güçlerinin yetmemesi nedeniyle baba evine dönmek zorunda kalmakta, kapitalizmin son derece işlevsel bir birimi olan “çekirdek aile” içinde yaşam mücadelelerini sürdürmektedirler. Kapitalizmde dolayısıyla üretim, ve yeniden üretim yani ev içi emek birbirinden ayrı değil, bir bütün olarak sistemin devamını sağlayan bir yapı göstermektedir. Kadının evde harcadığı emek, üretken bir emek değil, daha çok emek sömürüsünü mümkün kılacak tarzda emek, gücünü bir sonraki iş gününe hazırlayan gerekli ve sürekli, yorucu ve yıpratıcı bitmeyen emekliliği olmayan bir emek türüdür. Bu emek sadece temizlikten, yiyecek ve giyeceklerin hazırlanmasından ibaret değildir. Kapitalizmin “yabancılaşmış” dünyasında insanların dayanma gücünü artırmak için gerekli duygusal ve manevi tatmin ve rahatlama da evde gerçekleştirilmektedir. Aslında kapitalizmde ev içinde yapılan tüm işler, ev dışında da profesyonel olarak yerine getirilmektedir. Yemek de, çamaşır ve ütü de, çocukların bakımı ve eğitimi de, yaşlıların bakımı da ev dışında yerine getirilebiliyor. Temizlik işleri de aynı şekilde profesyonel olarak satın alınabiliyor. Ancak bütün bunların piyasa koşullarında ve kapitalizmin “kâr” güdüsüne göre düzenlenmiş olmaları, onları “satın alma”yı zorunlu kılıyor. Buna da gücü yetenler son derece az sayıda insan oluyor. Bu tür işleri yapanlar bir yana ücretliler ve orta sınıfın büyük bir bölümü, bu hizmetleri dışarıdan satın almak yerine ufak yardımlarla kendisi yerine getiriyor.
Kapitalizm dönemsel olarak farklı uygulamalara da yöneliyor. Örneğin sosyal devlet uygulamalarının genişlediği dönemlerde bu hizmetlerin pek çoğu, hem de ücretsiz ya da az ücretli olarak daha geniş kesimlere ulaştırılabiliyordu. Tüm bunların işçi sınıfının mücadeleleri, sosyalist sistemin varlığının yarattığı maddi ve psikolojik, ideolojik baskı ile yakından ilgisi vardı. Ama kapitalizmin kriz ve daralma dönemlerinde, sağlık harcamalarının kısıldığı zamanlarda, doğumların bile evde yapılmasının propagandası yapılabiliyor. Bunlar “geri alınan” kazanımlar oluyor. Geri vermemek ise bir mücadelenin hedefini ve konusunu oluşturuyor. Dolayısıyla sosyalistlerin programlarına aldıkları, ev işlerinin toplumsal olarak üstlenilmesi talebi bu kısmi kazanımlardan çok farklı bir şey.
Marksist bakış açısının yalnızca işçi sınıfı kadınlarını temel aldığı, orta sınıf kadınların sorunlarına değinmediği ve eğilmediği ileri sürülmekte. Marksistler kapitalist toplum yapısı içinde yaşayan tüm insanların bu düzenden zarar gördüğünü, ancak çok küçük bir kesimin düzenin kaymağını yemekte olduğunu, geri kalan tüm katmanların düzenden şu ya da bu şekilde zarar gördüğünü düşünür. Özellikle kaygan bir zeminde yer alan ve sınıf atlama hayaliyle oyalandığı halde çoğu durumda ekonomik pozisyonu itibarıyla işçi sınıfına yaklaşan -düşen- orta sınıflar marksistlerin ilgi alanı olmak durumundadır. İdeolojik ve politik açıdan da kaygan bir zeminde yer aldıkları düşünüldüğünde bu kesime yönelik olarak ideolojik ve politik bir mücadelenin yürütülmesi hep gündemde olmalıdır. Ama şu da bir gerçektir ki, günümüzde ayrımcılıktan tüm kadınlar payını alıyor olsa da, burjuva kadınlarla proleter kadınların aynı baskıyı, sömürü ve ezilmeyi gördüğünü söylemek doğru değildir. Mevcut baskı ve ezilme, sömürü erkeklerin ya da tekil insanların niyetlerinden bağımsız, kapitalizmin yarattığı siyasal, sosyal ve ekonomik yapıların bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Sorunlara yalnızca kendi durduğumuz yerden kendi deneyimlerimizden hareketle yaklaşmak yetersiz kalmaktadır. Daha genel, tarihsel bir çerçevede deneyimlere bütünlüklü olarak bakabilmek gerekmektedir. Bu teorik çabalar için de böyledir. Aksi yalnızca betimleyici bir yaklaşım ya da “iç dökme” olabilir. Bunun da bir anlamı vardır, ancak düşünceleri sistematize etmek ve deneyimleri ortaklaştırmak, bir anlamda genelleştirmek de gereklidir.
İki görev aynı anda önümüzde duruyor: Birincisi sistemin ve toplumun değişimi için bir devrimci dönüşüm için mücadele etmek; ikincisi bu devirde ve bulunduğumuz yerde yaşayan insanlar olarak yaşamlarımızı ve ilişkilerimizi ütopyalarımıza uyumlu kılmaya uğraşmak. Bu anlamda mükemmel olmamıza olanak yok; kapitalizmin ve burjuva egemenliğinin, egemen ideolojinin yaraladığı insanlarız ne yazık ki. Ama her an tartışıp birbirimizden ve başkalarından yeni ve doğru şeyler öğrenerek kendimizi ve ilişkilerimizi geliştirmeye çalışabiliriz. Bütün bu çabalar post modern feminizmin öngördüğü gibi birbirinden ayrı, yalıtılmış ve farklı talepler etrafında şekillenmiş ayrık mücadelelerden farklı olacaktır. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve toplumsal alanda maddi ve ideolojik/kültürel köklü dönüşümler ile kadınların ezilmesinin ortadan kaldırılmasına yönelik önemli bir adım atılmış olacaktır. Dünyanın farklı bölge, farklı kültür ve gelişme düzeyindeki toplumlarında yaşayan kadınlarla ilgili olarak buralı insanların ürettiği bilgi bütününü keşfederek yorumlamak ve anlamak elbette gereklidir. Ama yerelliğin ve farklılığın vurgulandığı her çalışma aynı zamanda bütünle bağları kurulmuş, “evrensel”, “kapsayıcı” ve “ortak” olanın, ortak hedefler için mücadelenin önüne engeller çıkarır. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye toplumunda farklılıkların çok olduğunu biliyoruz. Ama bu farklılıkları kimlik politikalarıyla vurgulamak yerine, olumsuz koşulları ve ilişkileri değiştirme doğrultusunda birlikte hareket edebilecek bir dinamik içinde birleştirebilmek önemli gibi görünüyor.
İçinde yaşadığımız ülkenin somut sınıflar mücadelesinin gidişatına, kültürüne ve geleneklerine bağlı olarak kadınlarla ilgili somut politikalar talepler, taktikler geliştirilebilir. Mevcut geri konumu değiştirmek için farklı mücadele yöntemleri tercih edilebilir. Ancak sosyalist hareketin kendi mücadele tarihi içinde ufuk açıcı ve zenginleştirici bir deneyim birikimi vardır. Ayrıntılı olarak ele alınmayı hak eden ve uzun bir tarihe sahip benzer bir birikim Türkiye’de de mevcuttur. Üstelik bu birikimin yalnızca işçi sınıfı kadınlarının dönemsel ve sendikal taleplerinden ibaret sanılmaması gerekmektedir. 37
Bütün bu söylenenlerden ne yapılmalı sorusuna dair çeşitli sonuçlar çıkartmak mümkündür. Ama en önemlisi daha ayrıntılı düşünce ve araştırma ürünlerinin ortaya konulmasıdır. Zaten bu yazının amacı da konuyla ilgili merak ve araştırma isteği uyandırmak neler yapılabileceğine dair birlikte düşünme sürecine bir küçük katkı koyabilmektir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Değerli hocam Tülay Arın’a epey gecikerek de olsa teşekkür etmeyi borç biliyorum.
- Bkz. ÇAKIR Serpil – AKGÖKÇE Necla (Yayına hazırlayanlar), Farklı Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, Sel yay., İstanbul 1996.
- BERKTAY Fatmagül, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis yay., İkinci Basım, Eylül 2000, s.38-41.
- Kadınların geliştirdiği araçlar, alet edevat konusunda ilginç notlar için bkz. LeGUIN Ursula K, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, özellikle “Çuval Kuramı ve Kurgu”, Metis yay., haz. Deniz Erksan, Bülent Somay, Müge Gürsoy Sökmen, Mayıs 1999.
- Kadının tek tanrılı dinler karşısındaki konumuyla ilgili bkz. BERKTAY Fatmagül, a.g.e.
- BERKTAY Fatmagül, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.1, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, İletişim yay., İstanbul 2001, s.348-349.
- SAVRAN Gülnur, “Feminizmler”, Yapıt, Şubat-Mart 1985, S.9, s.5-25.
- Bkz. ROWBOTHAM Sheila, Kadının Bilinci Erkek Dünyası, çev. Şükrü Alpagut, Payel yay., Mayıs 1987, s.19.
- MILL John Stuart, “Kadınlarin Köleleştirilmesi”, Feminizm: 19.Yüzyıl Klasiklerinden Seçmeler içinde, çev. Şirin Tekeli, Afa yay., Temmuz 1987, s.53-72.
- MILL, a.g.m., 1987, s.62.
- ROWBOTHAM Sheila, Women, Resistance and Revolution, Pelican Books, 1975, s.38.
- Türkiye’de kadın hakları mücadelesinin kökenlerine ilişkin önemli bir çalışma Serpil Çakır’ın kadın hakları mücadelesini Cumhuriyet öncesi Birinci Meşrutiyet döneminden itibaren izlediği Osmanlı Kadın Hareketi’dir (Metis yay., Mayıs 1994).
- BOURNE Jenny, “Çıkar Koruma Politikası”, Kadın Hareketinin Kurumsallaşması: Fırsatlar ve Rizikolar, çev. Meral Akkent, Metis yay., Kasım 1994, s.68.
- Akt.ROMERO, Christiane Zehl, Simone de Beauvoir, Alan Yay., Ağustos 1990, s.133.
- SEGAL Lynn, “Aileyi Parçalayacak Mıyız?”, Toplum ve Bilim, Bahar 1988, No.41, s.83.
- FRIEDAN Betty, Kadınlığın Gizemi, Çev. Tahire Mertoğlu, E yay., Ekim 1983.
- SAVRAN, “Feminizmler”, Yapıt, Şubat-Mart 1985, S.9.
- DELPHY Christine, Baş Düşman: Patriyarkanin Ekonomi Politiği, Saf yay., Birinci Basım, Kasım 1999.
- DONOVAN Josephine, Feminist Teori, İletişim yay., İkinci Baskı, İstanbul 2001, s.19.
- TONG Rosemarie, Feminist Thought, Westview Press, ABD, 1989, s.217-220.
- JENSON Jane, “Representations of Difference: The Varieties of French Feminism”, New Left Review, Mart-Nisan 1990, No.180, s.131-132.
- Fransa’da 1980’lerde hükümetler düzeyinde kadınlarla ilgili düzenleme ve talepler için bkz. SIRKIS Luce, “Özerk Kadın Hareketi ve Kurumlar”, Kadın Hareketinin Kurumlaşması içinde, s.48-53.
- GITTINS Diana, Aile Sorgulanıyor, çev. Tuna Erdem, Pencere yay., 1991, s.31.
- LOUIS Paul, Fransız Sosyalizmi Tarihi (1789-1950), çev. Şerif Hulusi, Dördüncü yay., İstanbul 1966, s.58.
- Akt. ROWBOTHAM Sheila, Women Resistance and Revolution, Pelican Books, 1975, s.50-51.
- ENGELS Friedrich, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev. Oktay Emre, Sosyalist yay., Ekim 1994, s.181 ve 196.
- Bkz. ENGELS Friedrich, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, çev. Kenan Somer, Sol yay., Yedinci Baskı, Ekim 1979, s.95-96.
- ENGELS, a.g.e., 1979, s.95.
- BEBEL August, Kadın ve Sosyalizm, çev. Sabiha Zekeriya Sertel, Toplum yay., İstanbul, Eylül 1978, s.107.
- ZETKIN Clara, “Komünist Partisi ve Kadın Sorunu (1920)”, Kadın Sorunu Üzerine, İnter yay., s.285.
- ZETKIN, a.g.e., s.274-275.
- Eşitlik sorununun tartışılması açısından bkz. MITCHEL Juliet – OAKLEY Ann, Kadın ve Eşitlik, Pencere yay., Çeviren ve yayına hazırlayan: Fatmagül Berktay, İkinci Baskı, İstanbul, Ocak 1992, s.49.
- Bkz. GEORGE St. George, Sovyetler Birliği’nde Kadın, El yay., Çev. S. Özbudun – O. Yener, Aralık 1987, s.222-229.
- GEORGE, a.g.e., 1987, s.142.
- SAVRAN Gülnur, “Sosyalist-Feminizm Olanaklı Mı?”, 11.Tez, Kasım 1985, S.1, s.142-143.
- BENSTON Margaret, “The Political Economy of Women’s Liberation”, Monthly Review, 1969, C.21, s.41.
- İlerici Kadınlar Derneği kadın hareketini 1980’lerde başlatanlara karşı 1970’lerde yaşanan farklı özelliklere sahip önemli bir deneyim olarak görülmektedir. Bkz. Emel Akal Aslan, “Kadın ve Siyaset, Aykırı Bir Örnek: IKD”, Yerli Bir Feminizme Doğru içinde, Sel yay., Ekim 2001.