Türkiye’nin gündeminde yer alan bütün önemli siyasi başlıkların emperyalizmle çok güçlü bağları bulunmaktadır. Bu bağları açığa çıkartmak ve daha önemlisi emekçi halkı anti-emperyalist mücadeleye kazanmak çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu nedenle Türkiye Komünist Partisi, uzunca bir süredir tahlillerinde anti-emperyalist mücadelenin sosyalist siyasetin yoğunlaşması gereken alan olduğuna işaret etmektedir.
Böyle bir yoğunlaşmanın olası riskleri, bugün belki de hiçbir tarihsel kesitte olmadığı kadar azdır. Örneğin, ülkenin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi ele alınabilir. Bu başlıkta yükseltilecek anti-emperyalist bir söylemin, yerli sermaye-yabancı sermaye, milli burjuvazi-komprador burjuvazi türü ayrımları çağrıştırması için örneğin, ‘70’lerden daha az neden bulunmaktadır. Çünkü, bugün Türkiye burjuvazisi topyekûn AB’cidir, “küresel piyasalar” içerisinde yer alabilmenin uluslararası rekabete açılmaktan geçtiğine ikna olmuştur, yabancı sermayenin memlekete girmesinin ilerletici olacağına aklı yatmıştır, vs.
Bu önermeye karşı çıkmak ve küçük ve orta ölçekli sermayenin farklı eğilimlerinden, UGİAD’dan veya zaman zaman özelleştirilmelerde aslan payını yabancı sermayeye kaptırdığı için içerleyip ulusal değerlerden bahseden sermayedarlardan söz etmek mümkündür. Ancak, bu sayılanların hiçbiri burjuvazi içerisinde farklı eğilimleri temsil eden bütünlüklü fraksiyonların olduğunu göstermeye yeterli kanıt değildir.
28 Şubat restorasyonu öncesinde, Türkiye burjuvazisi içerisinde emperyalizmle ilişkileri ve emperyalizme bakışı farklı olan kesimlerin var olduğunu öne sürmek için daha fazla inandırıcı sebep bulunmaktaydı. Farklılıklarının ne boyutta olduğu tartışılır bir konu olmakla beraber, islamcı sermayeyle büyük sermaye arasındaki ayrımdan söz edilebilirdi. Ancak önce restorasyonun islamcı sermayeyi önemli ölçüde sindirmesi, ardından da AKP iktidarının islamcı sermayeden geriye kalanları İstanbul burjuvazisi ile uzlaştırması ve bu kesimlere yabancı sermayeyle bağlarını güçlendirme olanakları sunması bu pürüzü de ortadan kaldırmış oldu. O halde bugün Türkiye burjuvazisinin farklı kesimlerinin emperyalizme bakışının önemli bir çeşitlilik göstermediğini öne sürmekte elimiz oldukça rahat bulunmaktadır.
Emperyalizmin yönelimleri ile Türkiye burjuvazisinin yönelimleri arasında bir açı bulunmaması demek, aynı zamanda Türkiye’de sanayileşme-kalkınma gibi kavramların işçi sınıfı dışında bir sahibi kalmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü burjuvazi neoliberal ideolojinin peşinden gitmek dışında bir çıkar yol görmemektedir ve söz konusu ideoloji bu kavramları dışa açıklık ve entegrasyon gibi piyasacı niteliği öne çıkan başka kavramlarla ikame etmiş bulunmaktadır.
Bu koşullar altında, Türkiye sanayisi ne duruma düşmüştür? Türkiye’nin bir sanayi politikası var mıdır? Bu son soruyu daha geniş bir anlatımla, Türkiye kapitalizminin bir kalkınma politikası bulunmakta mıdır diye de sorabiliriz. Ve bütün bu sorulara ek olarak emperyalizme bağımlılığın bunlara verilecek yanıtlardaki yeri nedir? Yukarıda çizilen çerçeveden türetilebilecek bazı sorular bunlar olabilir.
Sanayileşmenin kalkınma açısından önemi nedir?
Bu yazı ‘60’larda veya ‘70’lerde yazılıyor olsaydı, bölüm başlığında yer alan sorunun çağrıştırdıkları bambaşka olacaktı. O dönemdeki tartışmalar, sanayileşmenin kalkınma açısından önemini sorgulamaktan ziyade, azgelişmiş ülkeler açısından tarımla sanayi arasındaki ilişkinin ne biçimde kurulabileceğine odaklanmaktaydı. Tarımdan sanayiye kaynak aktarımı kalkınmanın ilkelerinden bir tanesi olarak görülmekte ancak bu sürecin ne biçimde yaşanması gerektiğine ilişkin farklı görüşler tarımsal yapıların karakteri dönüşümü ve benzeri konularda bazı tartışmalara kaynaklık etmekteydi.
Özellikle son yirmi beş senede ise sanayileşmenin kalkınma açısından önemi olup olmadığı sorusu sanayileşememiş kapitalist ülkelere uluslararası işbölümü içerisinde kendilerine yeni roller bulmalarının vaaz edilmesini çağrıştırmaktadır. Uluslararası işbölümünün kurallarına göre belirli alanlarda uzmanlaşmak ve bu uzmanlıkları uluslararası ticaret deyişiyle “mukayeseli üstünlüğe” dönüştürmek ilke olarak sunulmaktadır.
İlke bu olunca ille de sanayileşmek gerekli değil. Mesela Filipinler gibi uluslararası hukuk alanında yetişmiş avukatlar ihraç eden bir ülke olabilirsiniz. Ya da Yunanistan gibi Avrupa’nın turizm cenneti olmaya oynayabilirsiniz. Peki bir ülkenin böyle yollarla kalkınması mümkün müdür? Değildir ve neoliberal ideolojiye göre bu nedenle kalkınma düşüncesi bir kenara atılmalı, ülkeler yüzlerini “küresel rekabetin gerçekleri”ne dönmelidir. Günümüzde burjuvazinin vaazı budur.
Sanayileşmenin kalkınma açısından neden olmazsa olmaz bir koşul olmaya devam ettiğini açıklamak için öncelikle genel hatlarıyla iktisadi kalkınma tanımlanmalıdır. Kalkınma kavramı sürekli bir ekonomik büyümenin yanı sıra ekonomik ve toplumsal yaşamda bir dizi dönüşümün yaşanmasını anlatır ve bu nedenle yalın anlamda ekonomik büyümeyle özdeş tutulamaz. Söz konusu dönüşümler arasında toplumdaki üretim ve tüketim kalıplarının değişmesi, teknolojik ilerleme, toplumun temel kurumsal yapısının dönüşümü ve yaşam standartlarında geniş çaplı iyileşme sayılabilir. Dolayısıyla kalkınma kavramı toplumun genel refah düzeyinin artışını ve toplumsal hayatın dönüşümünü anlatır. Tek başına ekonomik büyümenin böyle sonuçlar vermesi ise zorunlu değildir.
Kalkınmayı tanımlayan bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda sanayileşmenin kalkınma için neden çok önemli olduğu ortaya çıkmaktadır: Sanayileşme bu unsurlardan her birini kesen bir dinamiktir.
Sürekli bir iktisadi büyümeyiemek yoğun tarımsal faaliyetlerden, sermaye yoğun sanayi faaliyetlere ve diğer tarım dışı faaliyetlere geçiş biçiminde tanımlayabiliriz. Dolayısıyla sürekli ekonomik büyüme tarım ağırlıklı bir ekonomiden, sanayi ağırlıklı bir ekonomiye geçişi, yani sanayileşmeyi gerekli kılmaktadır. Sanayi sektörü tarım ve hizmet sektöründe üretkenlik artışının itici gücü olabilmesi dolayısıyla bu dönüşümün motor gücüdür. Tarımda verimlilik artışı tarımsal üretimin kullandığı sınai girdilerin yoğunluğu ile orantılıdır. Benzer şekilde hizmet sektörünün de sanayi ile daha sıkı ilişki içinde olan alanları ekonomik büyümeye daha fazla katkısı olan faaliyetler olmaktadır.
Üretim ve tüketim kalıplarının yapısal olarak değişimi de aynı dönüşüm sürecinin bir ürünüdür. Bir ülke sanayileştikçe yukarıda da belirtildiği gibi sanayide ve sanayi dışı sektörlerde kullanılan üretim yöntemleri ve girdileri daha fazla sanayi ürünü içermekte ve bu da üretim yapılarının bütününün farklılaşmasını beraberinde getirmektedir. Öte yandan sanayileşen bir toplumda tüketilen mal ve hizmetlerin niteliği değişecek, sanayileşme, kentleşme gibi başka sosyal dinamikleri de harekete geçirdiği için tüketim alışkanlıkları yaşam biçimleriyle beraber dönüşecektir.
Teknolojik ilerleme de sermaye yoğun sanayi faaliyetlerin yaygınlaşması, dolayısıyla emek üretkenliğinin artışı ile mümkün olabilir. Sanayi üretimi genellikle ölçek ekonomilerine dayanır. Ölçek ekonomilerinin özelliği büyük ölçekli üretimin daha detaylı bir işbölümünü ve uzmanlaşmayı gerektirmesi, bunların da teknolojik yenilikleri hızlandırıcı bir etkisinin olmasıdır.
Sanayileşmenin önemine işaret eden bu argümanlara karşı son yirmi-yirmi beş yılda gözlenen bir olguya bağlı olarak akla şu soru gelebilir: Sanayileşmiş ülkelerde sanayinin gerek istihdam, gerekse toplam katma değer içindeki payının giderek azalması gelişmenin belirli bir aşamasından sonra hizmet sektörünün daha fazla önem taşıyacağı anlamına mı gelir? Eğer öyleyse bugün azgelişmiş ülkelerin geri kalmışlıklarının avantajını kullanarak ileri hizmet sektörlerinde uzmanlaşmaları bir kalkınma stratejisi olabilir mi?
Her iki soruya da verilecek yanıt olumsuzdur. Çünkü sanayileşmiş ülkelerde sanayiden hizmetlere doğru bir kayışın gerçekleşmesi bu ülkelerin gelişmenin nesnel bir olgunluk düzeyine varmasına değil, dünya kapitalizminin 1970’lerden beri devam eden daralma eğilimli dinamiklerine bağlıdır. Kısaca özetlemek gerekirse;
Sanayiden hizmetlere kayış zorunlu olarak sanayinin rekabet gücünün azaldığını ifade etmez; daha çok iki sektör arasındaki üretkenlik artış hızlarının farklılığına işaret eder. Sanayideki üretkenlik artışının hizmetlere göre daha hızlı olması istihdamın ağırlığının giderek hizmetlere doğru kaymasına yol açmıştır. İstihdamın ağırlığının hizmet sektörüne kaymasının başlıca nedeniyse sanayileşmiş ülkelerde sanayideki üretkenlik artış hızına eşlik eden bir istihdam ve gelir artış hızının yakalanamamış olmasıdır. Yani sanayideki üretkenlik artışlarını ücret artışları ve yeni sektörlerin gelişmesi ile ortaya çıkan istihdam alanları izlememiştir. Bu durumsa ‘70’lerden bu yana devam eden genel depresif eğilimlerin bir sonucudur.
Hizmetlerin büyük bir kısmı ticarete konu olmadığı için hizmetlerin milli gelir içindeki payının artmasına tanıklık eden bir ülke cari işlemler açığı sorunları yaşamadan gelir seviyesini korumak istiyorsa imalat sanayisinde bunu sağlayacak üretkenlik artışları gerçekleştirmek zorundadır. Dolayısıyla ülkelerin makroekonomik dengelerini korumaları ve buna bağlı olarak ekonomik büyümeyi sürekli kılabilmeleri sanayideki performanslarına bağlı olmaya devam etmektedir.
Hizmetler ve sanayi mallar birbirlerini ikame eden metalar olmaktan çok tamamlayıcı metalardır. Hizmet sektörünün ağırlığını oluşturan üretim alanları ‘imalat sanayisine doğrudan bağlı durumdadır.
Bütün bu nedenlerle günümüzde de kalkınmanın şartlarının başında başarılı ve tutarlı bir sanayi politikasıyla sağlanan sanayileşme gelmektedir. Azgelişmiş ülkelerin eşitsiz gelişmenin yarattığı avantajı kullanacakları nokta, sanayileşmiş ülkelerdeki sorunları kendi ekonomilerine taşımak değil, aksine bunlara engel olacak politikaları uygulayacak siyasi iktidarı ve bağımsızlığı tesis etmektir. Başka bir deyişle yapılması gereken dünya kapitalizminin bu ülkelerde biriktirdiği kriz dinamiklerini sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi yoluna kanalize ederek devrimci olanaklara dönüştürebilmektir.
Sanayileşme kendiliğinden sürekli kalkınmayı beraberinde getirir mi?
Bir önceki bölümün başlığında yer alan soruyu bir de tersinden sormak gerekmektedir: Sanayileşmenin her türlüsü kalkınmayı beraberinde getirir mi? Bu soruyu sormamızın nedeni sanayileşmenin sürekli ve dengeli bir kalkınmayı beraberinde getirmesinin izlenen iktisat politikalarıyla çok yakından ilişkili olduğunu vurgulamaktır.
Sanayinin bir önceki bölümde sıralanan kalkınmayla alakalı işlevleri yerine getirebilmesi, sanayi ile diğer sektörler arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna sıkı sıkıya bağlıdır. Sanayinin diğer sektörlerle ve kendi içindeki bağlantılarının zayıf olması halinde yukarıda sıralanan sonuçların bütünüyle ortaya çıkması beklenmemelidir. Azgelişmiş ülkelerdeki sanayileşme deneyimleri bu tür sorunların yaşandığı onlarca örnek sunmaktadır. Bu nedenle çok önemli bir rol devlete ve devletin izlediği sanayi politikalarına düşmektedir.
Kapitalizmin tarihi boyunca azgelişmiş ülkelerin, kısmen de olsa, kalkınabildikleri dönem İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi ile 1970’lerin başları arasındaki dönemdir. Bu sürecin karakteristiği hem yatırımc,ı hem düzenleyici, hem de üretici roller üstlenen “kalkınmacı devlet” anlayışı olmuştur. Sürekli bir kalkınmanın sağlanabilmesi devletin düzenleyici üretici ve yatırımcı işlevlerinin hepsini üstlenmesiyle mümkün olabilmektedir. Bu işlevlerin piyasa mekanizmasına bırakılması akıl dışıdır, çünkü piyasa mekanizmasının içinde faaliyet gösteren ekonomik birimler arasında koordinasyon sağlamak gibi bir özelliği yoktur. Ekonomik birimler arasında önsel bir koordinasyonun sağlanmaması ise çok büyük miktarda iktisadi kaynağın israf edilmesine yol açmaktadır.
Buna ilaveten altı çizilmesi gereken bir diğer nokta, sanayi politikasının bağımsız bir politika alanı olmamasıdır. Sanayi politikası dış ticaret, yatırım, enerji, teknoloji, çevre, istihdam, sektörel politikalar gibi başka politika alanlarıyla birlikte yatay olarak belirlenir. Bütün bu politikaların bütünsel olarak oluşturulabilmesi ve uygulanabilmesi için devletin rol üstlenmesi bir kez daha olmazsa olmaz durumundadır.
Burada “devletin rol üstlenmesi”nden, karar alma süreçlerinin merkezileştirilmesi kastedilmektedir. Kapitalist üretim tarzında devletin piyasa anarşisini denetim altına alma gücü çok sınırlı bir düzeyde kalmaktadır. Dolayısıyla kapitalist bir ekonomi için sanayi politikasının ve paralel iktisat politikalarının uygulanmasının olanakları oldukça kısıtlıdır.
Buna ek olarak, kalkınmanın kimin önceliklerine göre belirleneceği sorusu da gündeme gelmektedir. Dar bir sınıfın çıkarları ve emekçilerin sömürülmesi esası üzerine kurulmuş bir düzenin ne derece başarılı bir kalkınma sağlayabileceğini sanayileşmiş ülkelerdeki emekçilerin durumuna bakarak veya o pek methedilen “Asya mucizeleri”ndeki işçilerin yaşam koşullarına bakarak karar verebiliriz. Başka bir ifadeyle sürekli ve dengeli bir kalkınmayı temin edecek sanayileşme ve sanayi politikaları karar alma süreçlerinin merkezileştirildiği ve toplumun büyük kısmının çıkar ve gereksinimlerine göre belirlendiği sosyalist planlamayla mümkündür.
Öte yandan, azgelişmiş ülkelerin nasıl bir cendere altına alındıklarını ve emperyalizme bağımlı kalındığı müddetçe sanayileşmenin mümkün olamayacağını bizzat emperyalist ülkelerin sanayileşme deneyimlerine bakarak görmek olanaklıdır. Bu çerçevede Güney Koreli bir kalkınma iktisatçısı “zengin ülkeler nasıl zenginleştiler” sorusuna şöyle yanıt veriyor:
“Bu sorunun cevabı, kısaca, gelişmiş ülkelerin şu an bulundukları yere bugün gelişmekte olan ülkelere önerdikleri politika ve kurumlarla varmadıklarıdır. [Gelişmiş ülkelerin] çoğunluğu sürekli olarak yeni gelişen sanayinin korunması ve ihracat teşvikleri gibi, bugünlerde DTÖ tarafından resmen yasaklanmamışsa bile, hiç de hoş karşılanmayan, uygulamalara, yani “kötü” ticaret ve sanayi politikalarına başvurmuşlardır. [Bu ülkeler] Epeyce gelişene kadar (yani on dokuzuncu yüzyılın sonu yirminci yüzyılın başına kadar) merkez bankaları ve sınırlı sorumlu şirketler gibi “temel” kurumlar da dahil olmak üzere günümüzde gelişmekte olan ülkeler için hayati önemde olduğu ileri sürülen kurumlardan çok azına sahiptiler.”1
Tek tek ülkelerin deneyimlerine baktığımızda örneğin laissez-faire ve serbest ticaret doktrinlerinin beşiği İngiltere’nin on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar kendi sanayisinin gelişimini destekleyen korumacı politikalar izlediğini görüyoruz. Britanya İmparatorluğu ancak 1846 Mısır Yasaları’yla birlikte yani dünya ekonomisinde kendi hegemonyasını kurduktan sonra, resmen serbest ticareti savunmaya başlamıştır. Daha geç sanayileşen Almanya, Fransa gibi emperyalist ülkelerse 19. yüzyılın sonlarına değin kendi sanayilerini İngiliz rekabetinden korumayı ve sömürge pazarlarını genişletmeyi hedefleyen politikalar izlemişler ve serbest ticaret doktrinine kulak asmamışlardır. Benzer şekilde ABD emperyalizmi de gelişmekte olan sanayisini korumaktan geri kalmamış ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar dünyanın en korumacı ekonomilerinden bir tanesi olmayı sürdürmüştür.
19. yüzyıl boyunca ekonomisi daha yüksek bir üretkenlik seviyesine ulaşmış ve daha üstün teknoloji kullanan ülkeler, bu teknolojilerin ülke dışına kaçırılmaması için önlemler geliştirmeye çalışmışlardır. Ancak rakip güçler bu teknolojileri taklit etmek için becerili işçileri ülkelerine getirtmekten, sanayi casusluğuna varıncaya değin birçok girişimde bulunmuşlardır. Bütün bunlar daha geç sanayileşen ülkelerin göreli olarak sanayileşmiş olan ülkelere teknolojik olarak yetişme çabasının örnekleridir. Teknolojilerin karmaşıklaştığı ve taklit edilmesinin zorlaştığı tarihlerde bile geç sanayileşen ülkeler bu amaçla çok uzun süre “fikri mülkiyet hakları” gibi kavramları kabul etmemiş ettikleri örneklerde ise bunlara uymamışlardır.
Dolayısıyla bugün sanayileşmiş olan ülkelerin nasıl sanayileştiklerine ilişkin örnekler, bu ülkelerin bugün bulundukları konuma oturmak için sonradan dünyaya dayattıkları her tür kuralı çiğnediklerine işaret etmektedir. Tarihsel deneyimlere ilişkin bu çok genel aktarımlar bile sanayileşmek için ilk yapılması gereken işin emperyalizmden bağımsızlığın sağlanması olduğuna işaret etmektedir.
Bu nedenle 20. yüzyılın ikinci yarısındaki sanayileşme deneyimlerine bakarak emperyalist hegemonya altında da kalkınmanın olanaklı olduğunu ileri sürmek son derece yanlış olacaktır. Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki geç sanayileşme deneyimleri kısmi bir kalkınmaya yol açmış olmakla beraber, süreklilik arz eden ve dengeli bir kalkınma sağlamamıştır. Ayrıca bu deneyimler iddia edildiğinin aksine başka ülkelerin taklit edebilecekleri belirli bir model de sunmamaktadırlar.
Her bir deneyim kendi içinde farklı siyasi-ekonomik adımlar barındırmaktadır. Genel olarak, Latin Amerika’daki sanayileşmenin ‘50’lerden ‘70’lere değin uygulanan ithal ikameci politikalarla gerçekleştiğini, Güneydoğu Asya’daki sanayileşmeninse dışa dönük bir birikim yapısına dayanan bir deneyim olduğunu söyleyebiliriz.
Örnekler kendi grupları içinde incelendiğinde de farklılıklar son derece belirgin ve büyüktür. Örneğin Tayvan sanayileşmesini küçük ve orta ölçekli işletmelere ve bunların teknolojik becerilerini artıracak ticaret ve kredi politikalarıyla desteklenmesine dayanarak sağlamışken, Güney Kore ihracat teşviklerini ve gümrük kısıtlamalarını kullanarak dev tekellere dayalı bir sanayileşme deneyimi yaşamıştır.2 Dolayısıyla kapitalist dünyanın çıkarttığı geç sanayileşme örnekleri bir model olmaktan da birer başarı öyküsü olmaktan da uzaktırlar.
Sanayide dışa bağımlılığın sonuçları nelerdir?
1- Kamu bürokrasisinin piyasa ajanı haline getirilmesi ve kalkınma politikalarının tasfiyesi.
Emperyalizme bağımlılığın sanayileşme üzerindeki olumsuz etkisinin günümüzdeki en açık ve doğrudan sonucu devletin kalkınma sürecinde oynaması gereken rolün yadsınması ve kalkınma için gerekli politikaların uygulanmasının olanaksızlaştırılmasıdır.
Neoliberal ideoloji piyasa mantığını engelleyen her türlü kolektif yapının tasfiyesini hedeflemektedir. Bu doğrultuda kalkınma kavramının yerine “verimlilik” geçirilmekte ve verimliliğin artırılmasının tek aracının piyasa mekanizmasının bütünüyle hakim kılınmasından geçtiği öne sürülmektedir. Verimliliğin artırılmasının önündeki en büyük engel olarak da devlet ve bürokrasi hedef olarak gösterilmektedir. Böylece devlet kalkınma politikalarının örgütleyicisi olmak yerine, bu politikaların piyasa mekanizması aracılığıyla tasfiyesinin ajanı haline getirilmektedir. Oysaki yukarıda da değinildiği gibi kalkınmak için gerekli olan sanayileşme ancak iktisat politikalarının merkezileştirilmesi ile olanaklıdır. Dolayısıyla emperyalizme ve neoliberalizme bağlılık sanayileşmek için gerekli en temel ilkenin reddedilmesi anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bu süreçte devletin piyasa ajanı olarak rol oynamasına ve kalkınma düşüncesinden bütünüyle koptuğunu ilan etmesine örnek teşkil etmektedir. Örneğin Devlet Planlama Teşkilatı’nın “Türkiye’nin Sanayi Politikası. AB Üyeliğine Doğru” başlıklı raporunda Türkiye sanayisinin gücünü artırmak için yaptığı öneri şundan ibarettir:
“…mevcut ekonomik program ve yapısal reformlar enflasyonist beklentileri azaltarak süreklilik arz eden enflasyon oranlarını düşürmeyi, ekonominin rekabet edebilirliğini artırmayı, daha etkin kaynak kullanımını piyasa mekanizmasını güçlendirmeyi ve özel sektörün ekonomideki rolünü artırmayı hedeflemektedir.”3
Aslında raporda hedef diye ifade edilenlerin bir sanayi politikası hedefi olmadığını sanırım raporu hazırlayanlar da farkındadırlar. Buradaki derdin AB’nin ilgili mercilerine “bakın bizim bir sanayi politikamız, kalkınma ısrarımız falan yok. O nedenle gönül rahatlığıyla bizi AB’ye alabilirsiniz” mesajı vermek olduğu kesin. Çünkü kalkınma hedefi olan bir ülkenin ilk yapması gereken ülke kaynaklarını emperyalizme peşkeş çektirmemek ve kendi önceliklerine dayanan bağımsız iktisat politikaları geliştirebilmektir.
Kaldı ki “AB’ye uyum” başlığı altında sanayi politikası geliştirmek adına yapılmış/yapılmakta olan yirmi idari düzenlemeden on ikisinin devlet teşvik ve yardım sisteminin tasfiyesi ve özelleştirmelerle ilgili olması da mesajın yukarıda belirtildiği şekilde adrese ulaşmasını sağlamayı hedefleyen pratik adımlardır. Kalkınma ve sanayileşme düşüncesinin tasfiyesinde “AB üyeliğine doğru” başlığının ön plana çıkması da son derece anlamlıdır.
Böylece Türkiye’nin -ve benzer durumdaki başka geri kalmış ülkelerin- herhangi bir yatırım önceliği/planı bulunmamakta, bu öncelikler uluslararası işbölümünün dinamikleri tarafından belirlenmektedir. Örneğin Türkiye’de özel sektör yatırımları en çok tekstil, gıda, kimya ve otomotiv sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. Sanayileşmenin stratejik önceliklere göre belirlenen hiyerarşik bir programa gereksinim gösterdiği hatırlanırsa, özel sektör yatırımlarıyla başarılı bir sanayileşme stratejisinin gereksindiği yatırım alanları arasında bir açı oluşmasının çok muhtemel olduğu da görülecektir. Ekonominin dışa bağımlılığı arttıkça bu açının daha da büyümesi kaçınılmaz olmaktadır, çünkü sermaye birikiminin sağlandığı alanlar uluslararası işbölümü tarafından belirlenen önceliklere göre oluşmaktadır. Dolayısıyla, dünya piyasalarında kârlılığın düştüğü sektörler azgelişmiş ülkelere doğru kaymakta, yüksek teknoloji gerektiren ve yüksek kâr oranlarına sahip sektörler gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmaktadır. Türkiye’de özel sektör yatırımlarının dağılımı bu tespiti doğrulamaktadır.
2- Sanayileşme için gerekli stratejileri ve teknolojileri geliştirme becerisinin ortadan kalkması:
Azgelişmiş ülkelerin kalkınma için gerekli teknolojik altyapıyı geliştirme becerisinden yoksun kılınması, bağımlılığın sanayileşme üzerindeki olumsuz etkilerinden bir diğeridir. Sanayileşmenin temel dayanaklarından bir tanesi de ülkenin kendi ekonomik kaynaklarıyla ve kalkınma stratejisi ile uyumlu teknolojileri geliştirebilme yeteneğine kavuşmasıdır. Açık ki bu becerinin kazanılabilmesi yatırım planlarının merkezileştirilmesine ve araştırma-geliştirme programları ile eşgüdümlenmesine bağlıdır. Böyle bir merkezileşme sağlanmadıkça ve AR-GE programları piyasa koşullarınca belirlendikçe bir kez daha bağımlılığın olumsuz etkileri ortaya çıkacaktır. Sonuç, sanayideki yüksek tekelleşme düzeyine karşılık küçük ölçekli işletmelerin yaygınlığını sürdürdüğü düşük teknolojili dolayısıyla düşük katma değer getiren ürünlerin üretiminin yaygın olduğu bir ekonomi olmaktadır. İşte bu nedenle Türkiye ekonomisi ağırlıklı olarak düşük teknolojiye dayalı üretim yapan ve kendi teknolojik tercihlerini yapmaktan aciz bir ülke durumdadır.
Bu durum istatistiklere de çarpıcı biçimde yansımaktadır. 2001 yılında imalat sanayisi ihracatının yüzde 64’ü düşük, yüzde 26’sı orta teknolojili mallar alanında gerçekleşmiştir. Yine Türkiye ekonomisinde KOBİ’lerin yaygınlığı sürmekte ve bu bir marifet gibi sunulmaktadır. Tüm ‘imalat sanayisi işletmelerinin yüzde 99,6’sı (2000 yılı verisi) KOBİ statüsündeyken bu işletmelerin istihdam içindeki payı yüzde 64’te, toplam ‘imalat sanayisi katma değeri içindeki payı ise yüzde 36’dadır.4 Bu veriler ekonomideki tekelleşme düzeyine işaret ettiği gib,i azgelişmişliğin tipik bir başka göstergesi olan küçük ölçekli işletmelerin yaygınlığını sürdürmesi olgusuna da çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir.
AKP hükümeti, Bölge Kalkınma Ajansları tasarısıyla Türkiye’nin “kalkınma stratejisi”nin KOBİ’leri temel alacağını, yani düşük ücrete esnek istihdama düşük teknolojiye dayalı dışa bağımlı ve taşeron bir “kalkınma yolu”nda ilerlemekte olduğunu teyit etmiştir. Kalkınma Ajansları kamu statüsü net bir biçimde tanımlı olmayan anayasal konumu belirsiz uluslararası anlaşma yapma yetkisine sahip özerk oluşumlardır. Bu oluşumlar ülke çıkarlarını erozyona uğratmayı hedefleyen yerelleştirme saldırısının uzantılarıdırlar. Öngörülen ise bir sanayileşme ve bölgesel kalkınma stratejisinden ziyade, KOBİ’lere dayalı bir yerelleştirme operasyonudur.
3- Sanayisizleşen ve düşük kapasite kullanım oranlarıyla çalışan bir ekonomi:
Emperyalizme bağımlılığın bir başka sonucu sanayisizleşme ve düşük kapasite kullanım oranları olarak kendisini göstermektedir. Emperyalizme bağımlılık kimi sektörlerin ortadan kalkmasına (örnek Türkiye’de kağıt üretimi), dışa bağımlı kalınarak sermaye birikiminin sağlandığı diğer sektörlerde de düşük kapasite kullanım oranlarına yol açmaktadır. Düşük kapasite kullanım oranları genellikle sağlanan birikimin ithal girdi makine ve teçhizat kullanmasına bağımlı kalmasının bir sonucudur. İthal girdiye bağımlı sermaye yurtdışındaki üretim dalgalanmalarına karşı kendini korumak üzere atıl kapasite birikimi yoluna gitmektedir. Aşağıdaki tablo Türkiye imalat sanayisinde bu durumu özetlemektedir:
Tablodan da görüldüğü gibi kapasite kullanım oranları katma değer artış hızındaki dalgalanmalardan çok fazla etkilenmemekte ve sürekli yüzde ‘70’ler civarında dolaşmaktadır. Ayrıca imalat sanayisi ithalatı ihracata göre büyümedeki dalgalanmalara karşı daha duyarlıdır. Dolayısıyla büyümenin ithalatı artırıcı etkisi ihracatı artırıcı etkisinden daha büyük olmaktadır. Dışa bağımlı ve özel sektöre dayalı sanayileşmenin kaçınılmaz sonuçlarından bir tanesi bu tip bir yapıdır.
Tablo: İmalat Sanayi Temel Veriler
4- Büyümenin gelir ve istihdam etkisinin zayıf olması:
Türkiye ekonomisi 2001 krizini takip eden üç yılda ortalama yaklaşık yüzde 8 büyümüş olmasına karşın resmi istatistiklere göre bile işsizlik oranı yıllık ortalama yüzde 10’un üzerinde seyretmiştir. Buna eksik istihdam oranı da eklenince yıllık ortalama yüzde 16’ya yaklaşılmaktadır. Kentli genç nüfus arasındaki işsizlik ise DİE verilerine göre bile yüzde 26 dolayındadır. Sanayi sektöründe üretilen katma değerin büyüme hızı 2004’te 2002 seviyesinin yüzde 9 üzerinde olmasına rağmen, istihdam artış hızı ancak yüzde 15 üzerine çıkmıştır. Sanayi sektörleri aynı dönemde toplam yüzde 25 büyümüş, ancak toplam istihdamı sadece yüzde 7 artırabilmiştir.
Bu veriler büyümenin itici gücü olan sanayinin dışa bağımlılığı nedeniyle iç bağlantılarının zayıflaması sonucunda güçlü bir istihdam ve gelir etkisi yaratamadığına işaret etmektedir. Burada sanayi üretiminin yoğunlaştığı alanların uluslararası işbölümü tarafından belirlenmesi dolayısıyla gelir ve istihdama olan etkisi daha güçlü olacak bir bütünlükte sermaye birikiminin sağlanamıyor olmasının önemi büyüktür. Daha teknik bir ifadeyle, yatırımların gelir üzerindeki çarpan etkisi ithal girdi kullanımının büyüklüğü nedeniyle dışsallaşmakta ve yeterli büyüklüğe ulaşmamaktadır.
Ayrıca sanayinin yabancı girdilere bağımlı olması, hızlı büyüme dönemlerine cari açığın ve buna bağlı dış finansman ihtiyacının artmasına neden olmaktadır. Türkiye ekonomisinde elektronik, kimya, otomotiv gibi ihracata öncülük eden sektörler en yoğun ithal girdi ve makine kullanan sektörlerdir. Örneğin 2000 yılından bu yana en çok ihracat yapan sektör olan makine-ulaşım araçları sektörü 45 yılda yaklaşık 42 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirmesine karşın, yaklaşık 865 milyar dolar tutarında ithalat gerçekleştirerek net ithalatçı bir sektör olmuştur.5
Türkiye ekonomisinde net ihracatçı olan sektörler arasında ise hazır giyim, gıda, dokuma ve demir-çelik yer almaktadır. Erdemir’in özelleştirilmesiyle demir-çelik sektörünün de bu listeden çıkacağını öngörürsek, Türkiye’nin gömlek ve çikolata ihraç ederek kalkınmak gibi akla ziyan bir “kalkınma stratejisi”ne sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Özel sektöre ve yabancı sermayeye dayanarak sanayileşilebilir mi?
Bu tablo karşısında Türkiye’nin sanayi politikası özel sektörü güçlendirmek, piyasayı güçlendirmek ve ülkeye daha fazla yabancı sermaye çekecek “tedbirler” almak biçiminde özetlenmektedir. Aslında bu sayılanlar sanayileşmeyi sağlayacak olsaydı Türkiye’nin ‘90’lı yılların sanayi mucizesi olması gerekirdi. Oysaki olmadı…
Türkiye’nin özel sektör eliyle sanayileşebileceğini öne sürenler, temel istatistiklerden dahi bihaberler. Zira, imalat sanayisinde üretimin yüzde 80’inden fazlası zaten özel sektör tarafından gerçekleştiriliyor. Gayrisafi sabit sermaye yatırımlarının ise yaklaşık yüzde 95’i özel sektör tarafından yapılıyor. Türkiye’de devlet, yıllar önce sanayiye dönük yatırım yapmayı bırakmıştır. Özel sektör sanayileşmenin motoru olabilseydi, özellikle ‘90 sonrası Türkiye’nin büyük bir sanayileşme atağına başlamış olması gerekirdi.
Doğrudan dış yatırım girişiyle sanayileşeceğimizi öne sürenlere ise şu veri hatırlatılabilir: Seydişehir Alüminyum Tesisleri yaklaşık 250 milyon dolar gibi bir paraya özelleştirildi. Oysaki sahip olduğu 40 milyon tonluk boksit yatakları tesise bağlı bulunan ve özelleştirme paketinde yer alan Oymapınar Barajı ve Antalya Limanı ile birlikte bu tesisin piyasa değeri yaklaşık 17 milyar dolar, dolayında. 2003 sonu itibarıyla Türkiye’de bulunan doğrudan dış yatırım stoku 18 milyar dolar civarındaydı. Yani sadece Seydişehir tesislerinin peşkeş çekilmesi ile yabancıların on yıllardır Türkiye’ye getirdikleri kaynak büyüklüğündeki değerimiz sermayeye transfer edilmiştir.
Seydişehir yabancılara satılmadı denilebilir. Doğrudur, ancak özelleştirmeler yoluyla on yıllardır onlarca kamu tesisi yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmiştir. Sadece bu yolla yerlisiyle yabancısıyla sermayeye aktarılan kaynaklar bile Türkiye’nin bugün olduğundan çok daha güçlü bir sanayiye sahip olmasına yardım edebilirdi. Örnek bu noktaya işaret etmektedir.
Türkiye’nin yabancı sermaye girişleriyle kalkınamayacağını IMF. UNC.TAD gibi kurumların raporlarının satır aralarında bile yazmaktadır. Bu kurumların sunduğu verilerden dahi izlenebileceği gibi azgelişmiş ülkeler kendi piyasalarına yüksek reel faiz pahasına çektikleri sermayenin yaklaşık üçte birini Merkez Bankaları’nın kasalarında rezerv olarak tutmak durumunda kalmaktadır. Bunun nedeni spekülatif amaçlı sermaye hareketlerinin döviz kurları üzerinde yaratacağı baskıya karşı önlem alma ihtiyacıdır. Merkez Bankaları’nın tuttuğu rezervlerin önemli bir kısmının dolar cinsinden olduğu düşünülürse bu yapı sayesinde ABD emperyalizmi dış finansman ihtiyacını önemli ölçüde karşılayabilmektedir. Bu nedenle, net sermaye girişlerinin üçte birlik kısmının yatırım finansmanıyla yani reel sermaye birikimiyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Ayrıca kısa vadeli sermaye akımları, yani sıcak para girişi, göreli yüksek reel faize yönelmekte ve böylece azgelişmiş ülkelerdeki yatırım eğilimini olumsuz etkilemektedir. Sıcak para girişi kısa vadede hızlı bir döviz birikimi sağladığı için yerli paranın aşırı değerlenmesine yol açmakta ve bu da ithal mallarını ucuzlatıp ihracatı pahalı kıldığı için azgelişmiş ülkelerin cari işlemler açığını büyütmektedir. Bu nedenle net ihracatçı sektörler daha da gerilemekte ve ithalat artmaktadır. Dolayısıyla sağlanan ekonomik büyüme dışa bağımlı olmakta ve döviz kuru ile reel faizler arasındaki denge bozulduğu anda yaşanan sermaye kaçışları krizlere yol açmaktadır.
Son olarak, AB ile entegrasyonun sağlayacağı yabancı sermaye girişleri ile Türkiye’nin sanayileşeceği iddiasına göz atalım. Eğer bu iddia doğru olsaydı Gümrük Birliği sonrasında Türkiye’nin müthiş bir sanayileşme hamlesi başlatmış olması gerekirdi.
Örneğin, AB ile entegrasyonun Türkiye’nin AB ile olan dış ticaretinde bir patlama yaratacağı ve bunun ihracata yönelik sanayi kollarını olumlu etkileyeceği ileri sürülmektedir. Oysaki resmi verilere dayanarak bakıldığında bile Gümrük Birliği sonrasında AB ile olan dış ticaret açığımızın aşağı yukarı sabit kaldığı görülmektedir: Türkiye, 1995’te 59 milyar dolar açık verirken 2002’de 5 milyar dolar açık vermiştir.6 Dolayısıyla GB’nin Türkiye’nin dış ticareti üzerinde olumlu etkisi olduğu doğru değildir.
GB ile AB teknik mevzuatına uyumun teknolojik gelişimi hızlandırdığı ve ürün kalitesini yükselttiği öne sürülmektedir. Oysa düşük ve orta teknolojili üretimin toplam içindeki payı 1996’da yüzde 952 2000’de ise yüzde 95’1 olmuştur.7 Dolayısıyla “AB ile entegrasyon” Türkiye sanayisini teknolojik olarak da ileri çekmemiş, ticaret desenini de farklılaştırmamıştır.
Öte taraftan, “entegrasyon” söylemi kullanılarak dönüştürülen kamu yönetimi anlayışı memleket kaynaklarının yabancılara peşkeş çekilmesinin önünü tamamen açmış bulunmaktadır. Söz gelişi 2003’te yürürlüğe giren Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile yabancıların mülkiyetinde bulunan şirketlerden elde ettikleri kâr ve temettü gelirlerinin ve şirketin satılması halinde elde edilen sermaye payının yurtdışına transferi serbest bırakılmış, yabancıların gayrimenkul ediniminin önü açılmış ve uluslararası tahkim ve kamulaştırmaya karşı güvence konularında anayasal destek sağlanmıştır. Bu durumda herhangi bir KİT’i özelleştirme yoluyla ele geçiren yabancı bir kapitalist söz konusu işletmenin gayrimenkullerini ve arazisini satışa çıkartabilir ve elde ettiği geliri yurtdışına transfer edebilirken, aynı alanda yurtdışında üretim yapan kendi işletmesinin mal ve hizmetlerini Türkiye’de pazarlayabilir.
Son soru: Sanayi işçisinin önemi kalmadı mı?
Türkiye sanayisizleşirken, enformel çalışma biçimleri giderek yaygınlaşırken, kent ve kır yoksullarının sayısı günbegün artarken sanayi işçisinin siyasi önemi üzerinde ısrar etmek ne kadar doğrudur? Kanımca sanayi işçisi, hiç değilse, buraya kadar anlatılmak istenen gerekçelerle önemini korumaktadır.
Sanayi, sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı ve her şeye rağmen iktisadi artığın önemli bir kısmının üretildiği bir alan olmaya devam etmektedir. İmalat sanayisinin toplam istihdam içindeki payı 2002’de yüzde 19,5’ken üretilen toplam katma değer içindeki payı yüzde 27 toplam ihracat içindeki payı yüzde 93, ithalat içindeki payıysa yüzde 82’ydi. Dolayısıyla Türkiye işçi sınıfının beşte biri katma değerin yaklaşık üçte birini üretmekte ve dış ticaretinse beşte dördünden fazlasının gerçekleştirildiği bir sektörde çalışmaktadır.
Ayrıca, sınıfa saldırıların emperyalizmle olan bağları özellikle sanayi alanında son derece güçlü ve belirleyici durumdadır. Bu nedenle Seydişehir, SEKA, Tekel, Telekom, Tüpraş, Erdemir işçilerinin fabrikalarını vatanla özdeşleştirmeleri ve “vatanı sattırmayacağız” sloganını yükseltmeleri son derece önemlidir. Sanayi işçisi emperyalizme karşı yurtseverlik bayrağının taşınmasında işçi sınıfının bütününe öncülük edecek güç olacaktır. Türkiye sanayi işçisi bu bayrağı taşıyacak birikime sahiptir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ha-Joon Chang, Kicking Away the Ladder. Development Strategy in Historical Perspective, Anthem Press, 2001, Londra.
- Sanjaya Lall, “Selective Industrial and Trade Policies in Developing Countries: Theoretical and Empirical Issues”, QEH Working Paper Series, 48 2000.
- Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Sanayi Politikası. AB Üyeliğine Doğru 2003, s.10.
- DPT, Türkiye Sanayi Politikası… s. 4
- Ege Bölgesi Sanayi Odası, Türkiye’nin Dış Ticaretinin Sektörel Analizi, 2000-2004.
- Dış Ticaret Müsteşarlığı verisi.
- DPT, Türkiye Sanayi Politikası…