Devletin çözülmesi binlerce yıllık Anadolu ve Ortadoğu siyasal tarihinde ve Anadolulu veya başka coğrafyalı Türk siyasal tarihinde sayısız kez karşılaşılmış bir olgu olsa gerek. Belki de devlet kurma pratiklerinin en yoğun yaşandığı bu bölgede çözülüşün çözülenler tarafından sindirilmesi, sineye çekilmesi, kabullenilmesi bu büyük ama eski gerçekten de besleniyordur. Yani; Türkiye’nin 21. yüzyıl başındaki egemen güçleri, defalarca küllerinden devlet doğurmuş dinamiklerin mirasçısı olmakla kendilerini rahatlatıyor olabilirler! Bir olasılıktan söz etmenin ötesine geçip daha iddialı da söylenebilir: Bu dikkate alınmıyor ya da bu tür yeniden doğuş rüyaları görülmüyor ise, egemen güçler açısından ortada ihanetten ve onu tamamlayan derin bir akılsızlıktan başka bir şey kalmayacaktır! Oysa ihanet ve akılsızlık egemen güçlerin bütünü ve tarihselliği söz konusu olduğunda nesnel bir durumdur. İşin öznel kısmında ise, nesnellik karşısında para etmese bile kimi arayışların bulunması kuraldır.
Üstelik rahatlatıcı arayışlar yalnızca egemen güçlerin işine yarar. Elbette çözülüşü emekçi sınıfların sırtına yüklemek açısından… Şu ikide bir tekrarlanan “Bize (Türklere devlete vatana…) bir şey olmaz!” hamasi söylemi, yaşanmakta olan çözülüş sürecini emekçilere kabul ettirmekten ve çaresizliği kanıksattırmaktan başka nasıl bir işleve sahip olabilir? Dolayısıyla rahatlatıcı tarih argümanlarının, gerçekçilik testi karşısında alacağı not bir yana, emekçilere düşman olduğu iyi bilinmelidir.
Emekçileri hareketsiz kılmaktan başka, egemen güçlerin yeniden doğuş perspektifi özü itibariyle saçma. Zira var olduğunu düşündüğüm bu perspektifin güncel politik ayakları hem parçalanmış hem de boşa çıkmış durumda.
Daha açık yazarak devam etmem gerektiğini biliyorum.
Egemen Fraksiyonlar ve Çözülüş
Türkiye Cumhuriyeti çözülürken egemen güçlerin farklı kanatlarının elinde ne tür gelecek perspektifleri vardır?
Kabaca bakarsak; egemen güçler hiyerarşisinde tartışmasız biçimde birinci sıraya kaydedilmesi gereken büyük sermayeyi ayırmak durumundayız. Büyük sermaye içe kapalı, otarşik bir ülkenin mutlak egemeni olmanın kâr getirisinin, emperyalizmle tabiyet ilişkisindeki bir ülkede egemenliği de paylaşmak, hatta aktarmak yoluyla uluslararası sermayenin acentesi olma durumuna göre pek düşük kaldığının farkındadır. Sermaye sınıfı bu ekonomik saptamanın izini sürmektedir ve neyle süslenirse süslensin burada “yerli” bir yeniden doğuş arayışının izine rastlanmamaktadır. Türkiye burjuvazisi, yani merkezinde büyük sermayenin bulunduğu daha geniş bir kapitalist sınıf bloğu, yeniden doğuşu küresel dünyanın herhangi bir yerinde icra edebilir! Haritada doldurduğu hacmin ötesinde bir toplumsal-siyasal-ekonomik formasyon olarak “ülke” kavramı ile bu sınıfın kâr güdülü davranış kalıpları arasındaki ilişkide akılsızlık değil, belli bir akıl ama mutlak bir ihanet var. Burjuvazinin ülke çıkarı kavramıyla arasındaki son biçimsel köprüler, emperyalizmin bugünkü evresinde yıkılmıştır.
Ancak egemen sınıfın sahip olma gereği duymadığı toplumsal sorumluluk siyasal egemen güçler açısından gündeme bir dizi sorun çıkartıyor. Burjuvazisi uluslararası sermayenin acentesi derekesine indirgenmiş bir burjuva siyasetinin üzerindeki baskın eğilim, sömürge valiliği kurumuna dönüşmektir. Oysa Türkiye sömürge valiliğiyle yönetilebilecek sadelikte bir ülke değildir. Bu nedenle egemen güçlerin çeşitli kanatları daha “sorumlu” davranmak yükümlülüğüyle karşı karşıya.
AKP bu nedenle çözülüşü emperyalist merkezle stratejik ittifak olarak lanse etmeye çalışır. Bu nedenle birarada durmak için giderek nedeni kalmayan topluma yeni çimento olarak dinsellik takviyesi yapmaya çalışmakta, daha doğrusu hükümet partisinin dinci kimliği birliği çözülen toplumdaki boşluk karşısında özel bir fonksiyon kazanmaktadır. Lakin bu takviyenin belli bir dozaja ulaşması, üzerinde egemen olunan siyasal yapıyı ve sayesinde iktidar olunan egemenlik mekanizmalarını şiddetli bir değişime zorlamaktadır ve takviyenin kendisi çözülüşün motoru haline gelebilmektedir.1
Zaten bu, çözülüş sürecinin karakteristik özelliklerinden biridir. Yazı boyunca tekrarlanacak bir nakaratı burada ilk defa yazalım: Türkiye’nin egemen sınıfı ve onu temsil eden siyasal iktidarlar, programlarını uygulayamadıkları, yanlış yaptıkları, eksik bıraktıkları için memleket çözülmekte değildir. Tersine, ortada Türkiye kapitalizminin kendince başarısı vardır. Sorun şudur ki, Türkiye’de kapitalizmin başarısı, ülkenin varlığının reddedildiği bir zemine su taşımaktadır!
Renksizleşen burjuva siyasetinin milliyetçi-faşist kanadı müflis bir statükoda direnmenin “boşa çıkmak” anlamına geldiğini biliyor olmalıdır. Söz konusu akımın “direnişini” halk kitlelerine yaymaya bel bağlaması mümkün değildir. Halk kaçkını Türk burjuva siyasetinin her aktörü, düzen siyasetinin genel eğilimlerine oturması gerektiğinin ayırtında olmalıdır. Bu nedenle burjuva milliyetçiliği çözülüşün alternatifi olmak yerine denge unsuru ve pazarlıkçısı olmaya meyletmek durumundadır. MHP budur ve iktidarı istememektedir.
TSK veya AsParti de esas olarak budur. Tarihsel sorumluluğuna paralel olarak biraz daha fazlası… AKP’nin emperyalizm ile geliştirdiği tabiyet ilişkisinin milliyetçilikle, militarizmle bezenmesi zorunludur, dolayısıyla TSK ile AKP arasında bu noktada gerek ideolojik gerek kurumsal bir tamamlayıcılık ilişkisi olarak kurulmak durumundadır. 2008 başlarındaki ortamı veri alırsak, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra AKP ile AsParti arasındaki yıpratma savaşının yerini bu tamamlayıcılığa bıraktığını söylemek mümkün görünüyor. Bu noktada Kürt sorununun vazgeçilmez bir katalizör, doğrudan ABD yönetiminin yönlendiriciliğinin de başlıca dinamik rolünü oynadığını ekleyebiliriz.2
Milliyetçiliğin iki kanadı olarak AsParti ve MHP’nin alanlarında veya kendi altlarında kontrgerilla ve çeteleşme gibi yarı kontrollü odaklar da vardır. Bu alanın zaman zaman “vatansever” sıfatını bol keseden kullanan dernekler biçiminde örgütlendiğini ve kamuoyuna dönük çıkışlar yaptığını görüyoruz. Yine aynı alanın ara ara provokatif eylemler ve cinayetler için kullanıldığını da biliyoruz. Burada doğası gereği hatlar karışık kalmaya devam edecek. Bu kesimlerin kontrol edilmesinde bir ortağın da, doğrudan emperyalist organizasyonlar olduğu eklenmelidir. Emperyalizm, hem alanın iki temel sahibiyle içli dışlıdır, hem de “kitlesel” ve “teknik” boyutlarıyla kontrgerilla çalışmalarının olmazsa olmazı emperyalist bağlantılardır. Türkiye’de burjuva siyasetinde, bir yönlendirme mekanizması olarak yasadışı şiddetten hiç vazgeçilmez. Yasadışılığına karşın kurumsal nitelik taşıyan bu unsura ilişkin, konumuz itibariyle, yani çözülüşe pozitif yorum getirme çabaları çerçevesinde bir spekülasyon yakıştırabiliriz. Kontra milliyetçiliği, o küllerinden doğma anı bir gün gelip çatarsa, bir iç savaş aleti olarak ve yenilik namına etnik Türk faşizmini inşa etmek üzere, bu devinimlere yaslanabilir. Ancak bu alanın emperyalizme doğrudan bağımlı özellikleri, söz konusu olası yeniden kuruluşun çözülüşe karşı herhangi bir köklü çareyi temsil edemeyeceğini de anlatıyor. Bu tür bir olasılık, bugün emperyalizmin himayesinde ve emperyalizme hizmet adına denenen liberalizm-milliyetçilik dengesinin bir momentte çökmesi durumunda, aynı fonksiyonların faşist karakteri belirginleştirilmiş bir seçenekte yeniden üretilmesi anlamına gelir.
Burjuva siyasetinin sosyal-demokrat tarafı, CHP ve benzerlerince uzun süredir boş bırakıldı. Bu tercihin sosyal-demokrasinin ve solun tasfiyesine liderlik eden Ecevit-Baykal ekolü tarafından abartılı biçimde hayata geçirildiği doğrudur. Ancak bu abartılı tasfiyeciliğin köklerinin bir saplantıda gizli olduğu sanılmamalıdır. Sosyal-demokrasinin boşta bırakılmasının düğmesine dünya ölçeğinde basılmıştı ve kapitalizm Sovyetler Birliği’nin eksildiği bir çerçevede sosyal-demokrat programların fantezi değilse bile, gereksiz bir dolayım haline geldiğine kanaat getirdi. Türkiye’de bunun devamında, çözülüş sürecinin liberal, entegrasyoncu yasaları bir tasfiyeye açıldı. Ecevit de Baykal da çözülüşün ana aktörü liberal-dinci sağ burjuva siyasetine karşı “milli frenci-dengeci” bir resmi muhalefet rolünün ötesini arzulamadılar. Çünkü sürecin bütünü onları da bağlıyordu ve ülkenin izlediği rotayı kaçınılmaz gördükleri için, gündemlerine alternatif aramak girmedi. Uzun süredir ilk kez 2007 sonu-2008 başında CHP, farklı bir muhalefet konumuna kayma işareti vermiştir. Kendini şimdilik sadece eski bir Kürt raporunun raftan indirilmesi ve Baykal’ın Diyarbakır’a girme çabasında dışa vuran bu yönelimin bir yaratıcılık değil, zorunluluk olduğu görülmelidir. AKP’nin TSK ile ittifak halinde milliyetçilik alanını dolduracağı belirginleşince, CHP de AsParti’nin (ve AKP’nin!) silik bir kopyası olmak yerine, milliyetçilikle altı oyulacak olan “çözülüş reformları”na sahip çıkmaya itilmiş olmalıdır. Sosyal-demokratlığa kendi dinamikleri ve kadro yapısı sayesinde değil, sosyalist solun güçlenmesine karşı önlem olarak kayan bu hareketin arkasında otuz yıla yakın süreye yayılan bir problematik sorunu yatmaktadır. Sosyal-demokrasinin bu dönem oluşan mevcut kadro dinamikleri hareketi demokratik bir sol çizgiye değil sağın türevlerine çekiyor. Bu saptama faşizan ve mafya çağrışımlı Sarıgül muhalefetinden Karayalçın’ın maceralarına ve 10 Aralık liberalizmine kadar bütün odaklara uygun düşmektedir.
Peki CHP’nin çözülüşe karşı bir takviye projesi veya çözülüşün dramatik sonuçlarını geri plana itecek bir yeniden kuruluş programı olabilir mi? Bu sorunun kendisi bile ciddiye alınamaz görünüyor. CHP’nin AKP ile paylaştığı ortak payda sanılandan çok daha geniştir. Genel Başkan Yardımcısı ve sözcü konumundaki (Dışişlerinden yetişen ve kariyerinde NATO Büyükelçiliği de bulunan) Onur Öymen muhtemelen on yıl önceki şu düşüncelerini halen korumaktadır:
“Ekonomik açıdan da Türkiye, eskisiyle kıyaslanamayacak bir konuma gelmiştir. Bugün Türkiye, satın alma gücü esas alınarak hesaplandığında Avrupa’nın altıncı büyük devleti olmuştur. Türkiye son 15 yıllık dönemde Avrupa’nın en hızlı kalkınan ülkelerinin başında gelmektedir…Bugün Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda en ciddi sorun olarak kabul edilen işsizlik alanında Türkiye o ülkelerin çoğundan daha iyi durumdadır. Türkiye’de döviz rezervleri rekor düzeye yükselmiştir. Türk borsası dünyanın en hızlı gelişen borsalarından biri olmuştur…” 3
Dikkat edin: Öymen Türkiye’nin verili güç kaynaklarını anlatırken nüfus, toprak büyüklüğü ve orduya değindikten sonra 1998 tarihli kitabında 15 yıl önceye, yani alenen neo-liberal ve entegrasyoncu ANAP’ın Turgut Özal liderliğinde ve 12 Eylül mirasçısı olarak hükümete geldiği 1983’e referansta bulunuyor. Buradan ne solculuk ne de çözülüşe alternatif çıkar.
Öte yandan sosyal-demokrasinin koltuk değneğinden ibaret bir pozisyona yerleşmesi küreselleşme reformizminin4 daha soldan doldurulmasını olanaklı hale getirmiştir. Yeri gelmişken; emperyalizmin tahsildarı olarak kriz sonrası ülkeye yollanan Kemal Derviş’e reformist kostümü giydirme çabası gülünç bir hatıra olarak kalmıştır. Bu noktada Derviş’i takdim eden Ecevit, liderlik payesi atfeden İsmail Cem ve Meclise taşıyan Baykal’ı gülümseyerek yad etmenin dışında iki şey daha söylenebilir. Birincisi, solun ve dönemin komünist öğrenci hareketinin Derviş’i deşifre etmeye ve yıpratmaya yönelik atağını hatırlatmaktır. İkincisi ise, ABD emperyalizminin bizim sosyal-demokratlarla şakalaşmanın dışında Türkiye’ye Kemal Derviş kimliğinde yaptığı aşağılamadır. 2001 krizinin yaratıcısı emperyalizm, Türkiye’yi -hiç olmazsa ekonomisini- bir sömürge valisi eliyle yönetebileceği mesajını masaya koymuş ve düpedüz Düyun-u Umumiye tarihine göndermede bulunmuştur.
Kaldığımız yere dönersek; Derviş’ten seken küreselleşme reformizmi, sol-liberalizm ve sivil toplumculuğa kalmıştır. Orta sınıf eksenli barış hareketi, AB ile belli bir uyum ve vahşi kapitalizm eleştirisi, küreselleşme reformizminin somutlanması. Ancak bu akımın yeni sosyal-demokrasi olarak bir statü kazandığını söyleyemeyiz. En azından Batı Avrupa’da herhangi bir ülkede parlayan yıldız haline gelmeyen bir akım hakkında konuştuğumuzu unutmamalıyız. Çoktandır ABD uydusu sayılan İngiltere’ye, Almanya ve Fransa5 , kişisel özelliklerine bakarsak neredeyse faşist denebilecek Amerikancı liderlerle katıldı. Bu eksik karşısında sol-liberaller, yakın gelecek için umutlu olamayacaklardır. Batı Avrupa’nın itibarsız akımı reformizmin Türkiye’de bir çıkış yapması için yeterli özel olanaklara sahip olmadığı açıktır. Bu koşullarda sol-liberal akım siyasetin merkezindeki neo-liberalizmin gölgesinde nefes alıp verir durumdadır.6
Sorumuz çözülüş karşısında egemen fraksiyonların pozisyonlarıyla ilgiliydi. Sol-liberalizmi bu kapsama sokmak elbette mümkün değil. Ama yine de sorumuzun ilgi alanını biraz genişletirsek, bugün sivil toplumcu/sol-liberal kesimlerin ülke tarihinde Türkiye Cumhuriyeti ile anılan devrenin kapanmasının kaçınılmazlığını veri aldıklarını ve, eğer olacaksa, iktidar mücadelesiyle ilgili bir siyasal gündemi çözülüşün sonrasına ertelediklerini söylemek mümkün görünüyor.
Doğu Sorunu Bitmiş Miydi?
Yukarıdaki sergilemeyi uzun bir giriş niyetine alabilirsiniz. Burada iki maksadım var. Birincisi yazının ilerilerinde su yüzüne çıkacak olan bir saptama. Adını koyup geçeceğim.
Türkiye’de devletin çözülüşüne ilişkin yaptığımız saptamaya başından beri bir ikilemin sorgulanması eşlik ediyor. Çözülüş bir çöküş biçimini alacak mı, yoksa süregiden çözülüşe burjuvazi ara konsolidasyonlarla müdahale mi edecek* Sergilemenin kabaca gösterdiği fotoğrafta anlamlı bir konsolidasyon programı ve öznesi görünmüyor. Egemen güçler çözülüşü yaratan süreci geri çevirmek veya çöküşün dışında bir mecraya yönlendirmek ehliyetinde gözükmüyorlar. Ellerinden gelen ve şimdilik işe yaramış olan, genel hatlarıyla çözülüşün bedelini emekçilere ödetmekten ibaret.
Bu noktadan sergilemedeki ikinci maksada geçilebilir. Yukarıdaki tabloyu akılda tutarak aşağıda, yazının ve bu bölümün başlığında göndermede bulunulan konuyla bugün arasında kimi bağlantılar kurmayı ve karşılaştırmalar yapmayı deneyeceğim.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarının sömürgeci güçler tarafından paylaşılmasını konu alan Doğu Sorunu’nun 1923’te bittiği söylenir.7 Bir taraftan Kurtuluş Savaşı planlara nokta koymuştur, diğer taraftan da paylaşımcılar cephesi Ekim Devrimi tarafından çökertilmiştir. Bolşevikler Birinci Dünya Savaşı’nı tümden haksız, emekçilerin herhangi bir çıkarının bulunmadığı bir emperyalist gündem olarak değerlendirmişlerdi. Bunun tek uzantısı işçi sınıflarının silahlarını her ülkede kendi egemen burjuvazilerine çevirmesini önermek olmamış, devrimin hemen ardından, Rusya dahil sömürgeci ve emperyalist ülkeler arasında Osmanlı’nın paylaşımına yönelik yapılmış plan ve anlaşmalar, belgelerle kamuoyuna açıklanarak sabote edilmişti.
1923 Lozan Anlaşması ve Cumhuriyet’in kuruluşu, kısa süre öncesine kadar, paylaşım planı çiziktiren emperyalistlerin geri bir denge noktasına mecbur kalmaları anlamına geldi. Doğu Sorunu kapandı. Ya da böyle dendi.
Güvensiz konuşuyorum, çünkü sosyalizme karşı yıkıcı bir mücadele vermekten hiç vazgeçmeyen emperyalistlerin bu geri dengeyi ne ölçüde kalıcı bir yapı olarak kabul ettikleri ayrı bir tartışma konusudur. 1990 sonrasında emperyalizmin ilgili bölgeyi yeniden dizayn etmek için gösterdiği iştaha bakılırsa, sadece sabrettiklerini söylemek yanlış olmaz. Yine de, bu noktayı geçelim. Doğu Sorunu’nun son bulması yönünde ilk işareti veren 1917 Ekim Devrimi’nin 1990’lardaki geri çekilişiyle beraber paylaşım gündeminin raftan indiğine tanık olduk. Bu, Doğu Sorununun canlandırılması olarak adlandırılamaz mı?
Kanımca adlandırılmalıdır. Türkiye egemen güçleri, sürecin denetimini emperyalizmden almaya dönük bir niyet ve yetenekten uzak oldukları için, çözülüşe karşı anlamlı bir konsolidasyon girişiminde bulunamamaktadırlar. Emperyalizmin paylaşım gündemi Türkiye’nin ve bölgenin üstüne çöktüğüne göre en uygun kavram Doğu Sorunudur. Büyük benzerlik, yerel egemenlerin inisiyatifinin de kuşatılmış olması. Eskiden olduğu gibi:
“…‘Enver Harbiye Nazırı olmasaydı, Türkiye Dünya Savaşı’na girmezdi, İmparatorluk yıkılmazdı’ diyenler çoktur. Hala İttihadı Terakki dışındaki bir alternatifin çöküntüyü önleyeceğini ileri süren, bunu ciddi olarak tartışan tarihçilerimiz vardır. Oysa sorun, temelde, bağımsızlık sorunudur. Osmanlı İmparatorluğu savaş başında tüm karşıt iddialara rağmen bağımsızlığını yitirmiş bulunuyordu. Bir yarı sömürge halindeydi. Savaşa girip girmeme, girildiğinde taraf seçme, yöneticilerinin iradeleri içinde, ellerinde olan bir şey değildi. Kısacası Osmanlı Devleti bu savaşa sürüklenmiştir.”8
Tevfik Çavdar’a göre bu kuşatılmışlık ve sürüklenme, yalnızca soyut ve politik denklemlerle icra edilmiyor, düpedüz somut kurgular yapılıyor ve hayata geçiriliyordu: “… İngiltere, Türkiye’nin savaşta tarafsız kalmasını pek istememektedir. Nitekim, Türkiye’nin savaşa girdiği tarihten (30 Ekim 1914) altı hafta önce İngiliz Savunma Bakanlığı, Abadan ve Basra’nın işgali için gerekli emirleri vermiş bulunmaktaydı.” Olup bitecekler önceden neredeyse günü gününe kestirilmese, “İngiliz askeri birliklerinin Türkiye topraklarına girme emri Eylül 1914’te” verilebilir miydi?9
Üstelik burada söz konusu edilen büyük güç, Osmanlıların müttefik adayı değil; karşı cephenin başını çeken ülkedir. Bu mekanizmanın izini dönemin İstanbul’undaki ABD Büyükelçisinin yazdıklarına dayandırır Çavdar:
“Bu iki geminin (Goben ve Breslau) durumu gerçekten ilginçti. Bir kere savaşın başlamasından az önce, Fransız ve İngilizlerin egemenliğindeki Akdeniz’e yollanmış olmaları garipti… Bir hücum halinde nereye kaçabilirlerdi?… İngiltere… Dalmaçya’ya girerek, Avusturya limanı olan Pola’ya sığınma imkanını kapatmıştır. İngiliz donanması aynı zamanda Süveyş ve Cebelitarık’ı da kontrol etmekteydi. Gemilerin kaçabileceği tek geçit (Boğazlar) adeta düzenli olarak kontrol dışı bırakılmıştı.”10
Elbette tarihi komplolarla açıklamayacağız. Mesele Ortadoğu ve Balkanların paylaşımı için gerek koşulun, Osmanlının savaşa girmesi olmasıdır. Bunun nasıl temin edildiğinden daha önemlisi, inisiyatifin elden çıktığı süreç ve bu sürecin dönemin yöneticileri tarafından nasıl algılandığıdır. Örneğin Sadrazam Talat Paşa’nın algılayışı sanırım çok tanıdık gelecektir:
“Bu ülkeyi kendi kaynaklarımızla ayakları üstünde durduramayacağımızın farkındayız. Bu durumda Almanların bize sağladığı gibi teknik ve maddi yardımlardan yararlanmak zorundayız. Memleketimizi yeniden inşa edip, savunabilecek hale gelinceye, kendi kendimize yeterli oluncaya kadar Alman yardımını almaya devam edeceğiz. O gün gelince Almanlara yirmi dört saat içerisinde güle güle deriz.”11
Diğer emperyalistlere karşı kullanılması tasarlanan Almanlara kapının gösterileceği günün gelmemesi bir yana, bu yolla kaçılmaya çalışılan yağmur, dolu değil; sele dönüştü. Bu sonucun niyetlerle veya hatalarla herhangi bir ilgisi ise kesinlikle yoktur. Emperyalizmle bir biçimde pozitif ilişki kurmak bir sınıf refleksidir. İlişkinin geleceğine kimin karar vereceğini ise gerçek güç dengeleri belirler. Osmanlı Devleti denge kavramından bambaşka bir şey anlamış ve yüzeydeki politik dengelerle oynayarak gerçek güç dengelerine meydan okumaya kalkışmıştır. Oysa Osmanlı-Türk geleneklerinde derin bir yeri olan bu oyunun tutmasının koşulları ortadan kalkmıştı. Gerçek güç dengeleri, tarafların iç dinamiklerinde gizlidir. Gerileme ve çözülüş dönemi Osmanlı ülkesinin sahip olabileceği erkin sınırları, yükselen emperyalistlerinkiyle karşılaştırılamazdı. Bu koşullarda denge oyunu politikasını sürdürmek isteyen zayıf taraf, Doğu Sorunu tuzağına kolaylıkla çekildi.
Durum tanıdıktır. 21. yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti iç dinamiklerinin emperyalizmle ilişkilerinde mutlak bir zayıflık ürettiğini göremeyecek ölçüde kör olamaz. Egemen güçlerin tüm kanatları nesnel koşulları resmetmeye el verecek siyaset deneyimine sahiptir. İşin ilginç yanı bu siyaset deneyimi, daha önce yanlışlanmış olmasına karşın, egemen güçlere hep aynı denge oyununu öğütlemektedir. “İlginç” diyorum, ama yukarıda Osmanlı egemenleri için işaret ettiğim sınıf karakteri bağı bugün geçmişte olduğundan çok daha sıkı. Emperyalizm Doğu Sorunu kartını açtığında, Osmanlı-Türk egemenlerinin sınıf karakteri bağımsızlıkçı bir kopuş denemesine izin vermiyordu; ne İstanbul’da ne de sonra Ankara’da bu açıdan üzerine istenildiği gibi yazılacak bir boş kağıt söz konusu değildi. Ancak egemen güçlerin parçası ve “altyapısı” olan egemen sınıfın çok zayıf olduğu da açıktı. Öyle ki, İttihatçı ve kemalist hareketlerin yerleşik burjuva sınıfların maddi çıkarları doğrultusunda değil, burjuva içgüdüleriyle hareket ettiklerini söylemek yanlış olmaz.12 21. yüzyıl Türkiye’sinde ise gerçek bir egemen burjuvazi ve onun siyasetin bütün dokularına işleyen çıkarları vardır.
Durum tanıdıktır ve ne geçmiş ne bugün için özerklik alanını abartmanın yeri vardır. Bugün Türkiye burjuva siyaseti, özerklik alanını abartarak, belirleyici emperyalist ABD ile ilişkisini stratejik ittifak kavramıyla tarif etme, bağımlılık ilişkilerini ortak düşmana karşı mücadele olarak gösterme ve dış politikadaki taşeronluk konumunu özgün bir nüfuz alanı olarak13 yansıtma çabasındadır. Bu çizgiye burjuva siyasetinin içinden üretilen muhalefet, kural olarak, kapitalist sistem içi ilişkilerin nesnel sınırlarına işaret etmekten ısrarla kaçınır ve konuyu hükümetin başarısızlığıyla açıklar. Yani muhalefete göre denge oyunu daha iyi oynanabilir.
Kanımca aşağıdaki türden soğukkanlı tarih yorumları bile bu yanılgıyı besleme tehlikesini barındırıyorlar:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki iktisadi ilişkiler sistemini ‘yarı sömürge’ olarak nitelendirmek genellik kazanmıştır. Ancak bu yarı sömürgelik; 19. yüzyılın ulusal çıkar çatışması içindeki sistemlerinden birine bağlanarak biçimlenmiş değildi. Denge oyunlarını ustalıkla yürüten Osmanlı diplomasisi gibi, Osmanlı iktisadi ilişkileri de büyük devletler arasındaki çıkar çatışmalarından ustalıkla yararlanmaktaydı.”14
Mesele bu “ustalıklı” pratiğin tarihsel bir açmaz denkleminin kısıtları içinde icra ediliyor olmasıdır. Elbette alternatif Osmanlı-Türkiye toplumunun iç dinamiklerini yok saymak değildir ve aynı tarihçinin şu değerlendirmesi pekala akla yatkındır:
“Ancak meşrutiyet rejimi … bazılarının ileri sürdüğü gibi bir Avrupa reçetesinin eseri değildir, büyük ölçüde Osmanlı kafasının eseridir. Aslında Avrupa, meşrutiyet rejimi ve parlamento ile hiç ilgili değildir. Rusya böyle bir rejimin düşmanıydı. Avusturya da antipatiyle karşılıyordu. İngiltere ve Fransa ise bu rejimi Osmanlılara yakıştıramıyorlardı, hatta parlamentonun kurulup çalışabileceğine bile inançları yoktu.”15
Sorun üç tanedir: Birincisi, verili sistemin içinde kalındığı sürece bağımsız inisiyatiflerin dahi ufkunun önceden belirlenmiş olmasıdır. Sömürgeci veya emperyalist damgalı ilişkilerin içinde kalıcı ve nitelikli bir ilerleme sağlamak, bu anlamda kendi kaderine sahip çıkabilmek mümkün olamamaktadır. Ek olarak, burjuva karakterli bir siyasal çizgi açısından bunun alternatifi de yoktur.
İkincisi, geçmişe atfedilen özerkliğin izdüşümünü bugüne yaymak, kolay ve sık rastlanan bir yöntemdir. Oysa günümüzde emperyalizmin iç dinamikler üzerinde uyguladığı basınç benzersiz boyutlara varmıştır16 ve çözülüş zemini burjuvazi açısından bağımsız inisiyatiflerin kökünü kurutmuştur.
Üçüncüsü; Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti dönemecinde denge oyunu geleneğinin risk alarak uygulandığı bir Kurtuluş Savaşı konjonktürü bulunur. Kemalist önderlik, Batı dünyasından kopuşu arzulamamış ve bu seçeneği bertaraf etmek için elinden geleni yapmıştır. Ancak savaşın araç haline geldiği bir ortam kopuş riskini kaçınılmaz olarak, doğası gereği içinde barındırır. Bu cüreti mümkün kılan faktör ise dış dinamiklerdeki büyük yenilik, yani Ekim Devrimiydi.17 Artık ne Türkiye burjuvazisine manevra alanı hediye edecek bir Sovyet Devrimi var, ne de 21. yüzyıl başında kemalizmin bu sosyalist destekli cüretinin bir benzerinin yenilenme olanağına burjuvazimiz sahip olabilir. Çözülüş Türkiye kapitalizminin iç yapılanmasında kemalizmin tasfiyesi boyutunda hayli yol almıştır.18 Denge oyununa fazla rol atfederek özerklik alanını kalıcı bir karakteristik olarak resmetmek, bu süreci önemsizleştirmek anlamına da gelebilir.
Çözülmenin Dinamikleri
Baştan beri tarif etmeye ve tanımlamaya çalıştığım nesnel kısıtlılık hali soyut bir durum değildir. Türkiye kapitalizmi bu noktaya tasnif edilebilir dinamikler üzerinden gelmiştir. Şimdi de bunlara daha yakından ama özetle bakmanın yeridir.
Çözülüş süreci beş dinamiğe ayrıştırılabilir. Kaba bir kronolojiyi de izleyerek ve evrensel niteliği ağır basanlardan Türkiye’ye özgü yanları öne çıkanlara doğru bir sıralama yaparsak şöyle:
Bir, dünya çapında süre giden neo-liberal politikalar veya yapılanma;
İki, dünya kapitalizmiyle tam boy eklemlenme olarak açabileceğimiz, AB üyelik süreci olarak kodlanan entegrasyon politikaları;
Üç, ideolojik ve siyasal boyutlarıyla bir bütün olarak ulus-devletin krizi;
Dört, dinci gericilik ve Türkiye’nin İslamileşmesi;
Beş, Kürt sorunu ve/veya milliyetçiliği.
Neo-liberal yapılanma, yeni Doğu Sorunu ile ilgili sınırlı bir kaynağa sahip değil. Tersine evrensel bir yayılım alanına sahip. Kapitalizmin, dünya çapında girdiği krize karşı 1970’lerde geliştirdiği önlemler giderek bir program bütünlüğüne kavuştu. Türkiye bu treni Latin Amerika ve Uzakdoğu örneklerinin ardından 24 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 momentlerinde yakalamıştır.19 Burada tek bir noktaya işaret edeceğim. Türkiye’de mevcut gidişatı parçalı eleştirilerle göğüsleyebileceklerini sananlar, ülkenin yıllar yılı içe kapalı kalmasından, Batı ile mesafenin açılmasından dem vururlar. Sanki arzulananlar, programlananlar hayata geçirilemediği, geç kalındığı için sorun çıkmaktadır. Oysa Türkiye neo-liberalizm trenine pek gecikmeden atlamıştır, bu bir. İkincisi de, sorunlar eksikliklerden değil, tersine neo-liberal programın uygulanmasından doğmaktadır.
Sonraları “küresel” rütbesiyle onurlandırılan entegrasyon, neo-liberal yapılanmanın devamında, ama bazı coğrafyalar için gündeme geldi. Örneğin neo-liberal politikalarla açlığa, salgın hastalıklara, akıl almaz bir yoksulluğa sürüklenen Afrika kıtasının büyük bölümü ile “bütünleşmek” isteyen bir dünya kapitalizmi, en azından henüz, mevcut değil. Afrika içerilmemekte, dışlanmakta ve soyulmaktadır. Kıta büyüklüğünde bir başka örnek ise Çin’dir. Dünya kapitalizminin, Çin’in liberalleşmesini aceleci bir entegrasyona zorlamamasının nedeni de, bu ülkenin siyasal dinamiklerinin ele avuca gelmez durumu olsa gerek.
Türkiye’ye gelirsek; tarih neo-liberal politikalarda göstermediği açığı, entegrasyon denince vermiştir. Ancak gerek emperyalist sistemin karar vericileri, gerekse Türkiye egemen güçleri açısından bu anlaşılır bir durumdu. Sanırım, emperyalizm, 1980’lerde reel sosyalist ülkeleri geriletme ve çözmeye, 1990’larda ise parçalamaya, ilhak etmeye ve sosyalist mirası yıkmaya dönük uğraşından başını kaldıracak durumda değildi. Türkiye kapitalizmine ihtiyaç duyduğu kanlı darbe için destek verilmiş olması yeterliydi. Zaten Türkiye’nin hale yola koyması gereken iç kriz dinamikleri vardı. Türkiye 1980’lerin ortalarında Kürt ulusal hareketi, sonlarında işçi hareketi, 1990’larda da İslamcı hareket tarafından zorlandı. Üstelik ortada, yukarıda değindiğimiz 1923 dengesiyle belirlenen bir iç yapılanma vardı ve dönüşümün önündeki pürüzlerin temizlenmesi için sadece zaman değil, kimi şoklar ve belli bir altyapının kurulması da gerekiyordu. Ekonomik krizler; şok, her alanda inisiyatifin emperyalizme geçmesi; altyapı anlamına geldi.
Üçüncü başlık, “ulus-devletin krizi”nin siyasal alanda evrensel bir geçerliliği olmadığının altını çizmeliyiz. Bugüne dek emperyalist ulus-devletlerin20 önem yitirdiklerine dair bir saptamaya, dahası çağın gereği olarak yitirmeleri gerektiğine ilişkin -fantezinin ötesine geçebilen- bir iddiaya rastlanmadı. Ulus-devletin krizi emperyalist entegrasyon politikalarının bir ürünüdür. Krizden kaçan dünya kapitalizmi çözümü siyasal ve hukuksal olarak uluslara bölünmüş bir dünyaya sığdıramadı ve eski yapıları hırpalamaya başladı. Bu süreç reel sosyalizmi de hırpalamıştır; ama asıl, reel sosyalizmin himayesi ortadan kalkınca dağılma başlamıştır. Bu emperyalist-kapitalist dünya sisteminde piramidin tepesinden aşağı inildikçe etkisi hissedilen bir süreçtir.
Ancak siyasal yapılar alanının dışında rüzgarın daha evrensel nitelik kazandığı doğrudur. Emperyalist ideoloji, merkez üslerdeki halkların ulusal egemenlik kavramını hak ettiğini, ama dünyanın bir dizi topluluğunun söz konusu merkezlerden gelen komutlar karşısında bir onay merciine bile sahip olmaya hak taşımadıklarını alenen iddia edemezdi. Ulus-devlete yönelik saldırının bağımlı ülkelerle sınırlı olması gerektiği yolunda bir ifşaat, herhangi bir ideolojinin taşıması gereken genel geçer niteliğe veya görüntüye aykırıdır. Üstelik ulusun yerini bir insanlık bütünleşmesinin alacağı fikri, çok kısa bir süre içinde dinsel ve etnik cemaatçilikle değiş tokuş edildi. Bu akımlar da ulusları yıpratan sürecin aktif unsurları olarak örgütlendiler. Emperyalizmin genel bir gericileşme eğilimi olduğunu saptayan yüz yıl öncesinin marksistlerini doğrularcasına, her dinde tarikatlar, her ülkede bölgecilikler serpildi. Yugoslavya’yı, Sovyetler’i bugünkü duruma sürükledikten sonra bu parçalanmanın frenine basmak mümkün olamazdı. Ulus-devletin krizinde insanlığın bütünleşmesinin filizlerini görenler çok yanıldı.
Çünkü milliyetçilik iki kanaldan tahkim edilmiş olarak yaşamını sürdürdü. Birincisi, emperyalist merkezlerin siyasal ve askeri anlamda, milliyetçiliği (bir eğilim olarak ırkçılıkla sulayarak) güçlendirmesidir. İkincisi ise, dünya sisteminde ağırlığın, emperyalizmin egemenlik tezinin karşısına denge oyunlarıyla ve pazarlıklarla çıkan egemen ulus-devletlerden şirkete benzeyen ve ulus öncesi etnik ve dinsel kimlikleri restore eden devletçiklere kayması ve yenilerin eskilere oranla çok daha bağnaz ideolojiler salgılamalarıdır.
Bir kez daha; dinci gericilik, yarım eleştirmenlerin sandığının tersine, kapitalist Türkiye’nin yapamadıklarının, eksik bıraktıklarının değil, elden geldiğince ilerlettikleri neo-liberalizm ve entegrasyon politikalarının kaçınılmaz parçası olarak yükseliştedir. Cemaatçi AKP’nin sermayenin temsili ve emperyalizm yanlılığında da başı çekmesinde herhangi bir tutarsızlık yoktur.
Bu noktada bir parantez açacağım. Neo-liberal politikaların devlet-toplum bağında çözülmeyi tetiklediğini saptamak gerekir: “Türkiye’de çok partili rejimle birlikte, kitlelerin, sunulan ideolojilerle ilişkilenmelerinde en önemli aracılığı siyaset, daha doğrusu ‘devlet politikaları’ yapmıştır. Bundan kastedilen, uygulanan yatırım politikaları, açıklanan taban fiyatları, tarımsal girdi maliyetleri, ücret ve istihdam politikalarıdır. Türkiye’de devlet, bu politikaları az çok kendi tercih ve kararlarıyla, belirli dengeleri gözeterek uygulayabildiği sürece kitleleri belirli ideolojik sınırlar içinde ve siyasetle ilişkili tutabilmiştir. Ancak bugün söz konusu politikalar, ‘popülizm’ umacısıyla her önüne gelen tarafından karalanmaktadır.”21 Burjuva devletin kitlelere egemenliğini meşru göstermesinin bilinen yolu yukarıda örnek verilenlerdir; okullardır, hastanelerdir, emeklilik sistemidir. Kapitalizm devleti bu alanlardan çekerek, aslında sistemin meşruiyetini ve devletin egemenliğinin temellerini de geri çekmiş olmaktadır.
Neo-liberalizmi ve entegrasyon tercihlerini, sistemik olarak, düzenin kapitalist karakteriyle aralarındaki zorunluluk ilişkisi içinde görerek karşılarına almayan yarım eleştirmenler, bu politika değişimini eleştirebilmekte ve sosyal devleti geri çağırabilmektedirler. Bu kesimlerin bir bölümünün konumlarını tutarlı hale getirmeleri ve bir kopuş yaşamaları, “tam eleştiri”nin gücü ve etkinliğine bağlı olarak mümkündür. Ancak bunların bir diğer bölümünün yalnızca, eski egemenlik mekanizmalarının boşa çıkmasından dertlendikleri de bilinmelidir.
Şimdi, son değindiğimiz dinci gericilik faktörüne yeniden bağlanabiliriz. Devletin sosyal boyutunun öncelikle tasfiyesinin düzen açısından ortaya çıkardığı boşluğa iki derecik akmaktadır. Biri, AB, modern büyük sermaye ve kamunun -ne kadar piyasalaşırsa piyasalaşsın- yerel yönetimler gibi kitlelere daha yakın konumlanan kollarının “sivil toplum” organizasyonudur. Bu alan, daha seçkinci, sembolik ve vitrine dönük bir nitelik kazanmıştır; dolayısıyla kitlelere de “erişimi güç” izlenimi vermektedir. İkincisi ise tarikat, vakıf ve yardım kuruluşları tarafından organize ediliyor. Kuşkusuz bu devinim sadece sosyalist devletin vaat ettiği geleceğin değil, kapitalist sosyal devletin hatırasının bile yakınından geçemeyecektir. Ancak (burjuva) ulus-devletin egemenliğinin anlamlandırıldığı bir toplumsal ilişkinin yerini hızla cemaatlere, dine bırakması ilginçtir. Burada dinci gericilik toplumsal örgütlenmesiyle eski yapının çözülmesini hem hızlandırmakta hem de bunun bir çöküşe dönüşmesine karşı önlem haline gelmektedir. Açtığımız parantezi kapatıyoruz.
Süreç genel olarak emperyalist-kapitalist sistemin içindeki tek yönlü bağımlılık ilişkisini güçlendirmiş, dış dinamik iç dinamikler üzerinde ağır bir basınç oluşturmuştur. Ancak sürecin bağımlı ülkelerde mutlak ve genel bir çözülme anlamına geldiği iddia edilemez. Egemenliğin paylaşıldığı/devredildiği bir dönemde neo-liberal yapılanma ve uluslararası entegrasyonun, genel olarak bağımlılığın artması ve içerde ve dışarıda özerklik alanının daralmasının ötesinde, belirli bir ülkeyi veya ülkeleri çözülmeye sürüklemesi için daha bölgesel veya o ülkeye özgü gerekçelerin de varlığı gerekir. Türkiye’nin yönünü buraya çeviren temel gerekçe, stratejik önem diye pazarlanan coğrafi konumlanışın, geçmişten bu yana, sömürgecilik ve emperyalizm açısından hep bir paylaşım konusu olmasıdır. Bu bölgede denge politikaları sayesinde ayakları üzerinde durmak, tanımı gereği iç dinamiklerde değil, dışsal yani rastlantısal kaynaklarda garanti aramak anlamına gelir. Türkiye dünya kapitalizmiyle ilişkisine, yarışamayacak kadar geriden başladığı için, paylaşım gündeminin öznesi değil; nesnesi olmaktan kurtulamayacak, bu anlamda kapitalizm içi bir çözüm üretemeyecektir. Türkiye’de paylaşılma gündemini reddedebilecek bir düzenin biricik güç kaynağı geniş emekçi kitlelerin politik örgütlülük ve hareketliliği olabilir. Kapitalizmin ötesine bakmak istemeyen bütün bağımsızlıkçı çözülüş eleştirileri yarım ve sahtedir. Daha önce not ettiğim gibi, ne yeni Doğu Sorunu bir kez daha Ekim Devrimi’ne denk gelebilir, ne de kapitalist Türkiye’nin gördüğü en radikal bağımsızlıkçılık olarak kemalizmin bugünkü tasfiyeyi atlatabilir… Üstelik bu ikisinin bir arada hayat bulması gerekmektedir!
Kürt dinamiğini çözücü eksenden uzaklaştırmak ise kapitalizm koşullarında tümden olanaksızdır.
Sonuç Yerine Kürt Denklemi
Yaşadığımız bir Doğu Sorunu ise, bir yüzyıl önce Osmanlı’nın dağıtılmasında temel rolün yüklendiği Hıristiyan halkların misyonu Kürt ulusallığına devrolmuş demektir. Bu noktada ilericiler ve emekçilerin çıkarları merceğinden bakanlar açısından Kürt sorununa nasıl çözüm bulunacağı sorusu, öncelikle bu misyonu devre dışı bırakmanın yolunu göstermelidir. Emperyalizmin bu konuma yerleşen Kürt toplumuna kimsenin veremeyeceği kadar “demokratik” hak ihsan etmesinden daha normal bir şey olabilir mi? Her ne kadar emperyalizm, verdiklerini kanla, canla geri tahsil etmesini bilse de…
Soruna Kürtlerin ulusal-demokratik hakları merceğinden bakanlar, emperyalizmle girilen ilişkinin ayrılmaz öğesi olarak bağımlılığın bu hakları biçimsel hale getireceğini görmezden, anlamazdan gelecekler ya da kendilerinde bu olasılığı -başlarına gelene kadar- alaya alma hakkı göreceklerdir. Doğu Sorunu’na atıfta bulunduk; emperyalizm 20. yüzyıl başında Anadolu Rumlarının ve Ermenilerin büyük göçüyle zerre kadar ilgilenmiş midir? Emperyalizmin, yollarını Osmanlıdan veya Türk halkından ayırmaya ikna ettiği Arap halkları tahmin edilemeyecek ölçüde parçalanmaya tabi tutulup manda rejimlerine layık görülmemişler midir?
Kürt denkleminin birinci parçası budur. Ulusal-demokratik haklar, emperyalizmin elinde bütün gelecek belirsiz olsa da, güncel tabloya bakıldığında gelişmektedir.
İkinciyi hemen yazalım. Emperyalizmin vaatlerde bulunduğu Kürt kitleleri karşısında Türkiye egemen güçleri, ulusal-demokratik hakların geliştirilmesi anlamında olmasa da, eski konsepti terk etme ihtiyacıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Türk usulü asimilasyon diyebileceğimiz eski konsept, Kürt toplumunu yalnız bırakmaya dayanır. Genel olarak kapitalist asimilasyon, tersine, kapsamaya ve ayrıksı nitelikleri önemsizleştirmeye öncelik verirken, Türkiye Kürtlerini okulsuz, yolsuz ve eski egemenleriyle baş başa bırakarak, değişene veya sonsuza kadar önemsizleştirmeyi denemiştir. Bu denemenin yalnızca bir şovenizm rekoru olarak kayda geçirilmesi, bu anlamda bir saplantı sayılması ise yanlış olur. Türk milliyetçiliğinin birlikte yaşayan toplumları Türk kimliğine kazanmak için yeterli cephanesinin bulunmamasıdır sorunun kaynağı.
İçinde bulunduğumuz dönemde yeni bir cephanelik keşfedilmiş değildir. Ama misyonu Türk ulusal kimliğinden, Türk milliyetçiliğinden başkaları devralmaktadır: Bir yandan sermaye sınıfı bir burjuvalaştırma programını ilan etmiştir, diğer yandan bir dinselleştirme planı başlatılmıştır. Kuşkusuz bu ikili, Türkiye’de başka bir devlete, egemen güçler bloğuna “rağmen” faaliyet yürütmüyorlar. Tersine, en “milli” kesimler onlardan, burjuvazi ve tarikatlar ise süregiden askeri operasyonlardan hayli memnun görünmektedirler.
Sonuç sol ve emekçiler açısından ikilidir. Bugün solun Kürt sorununun çözümü adına ve Kürt halkına hitaben, demokratik ulusal haklar ihalesine katılması saçmadır. Sol, kuşkusuz ve tereddütsüz bütün hakların savunucusu ve takipçisi olacaktır; ancak bu, sol siyaset için bir güçlenme kanalını temsil edemez.
Türkiye’de düzenin Kürt konseptine getirdiği yarı utangaç değişim karşısında ise solun önündeki biricik yol, Kürt sorununun bir emekçi sorunu olarak kavranmasıyla açılabilir. Sol, işbirlikçi bir burjuva sınıf yaratma ve toplumun tamamını dinselleştirme rotasının karşısına ulus ve demokrasi kavramlarının çizdiği bir çerçeveyle çıkamaz. Zaman, Kürt emekçilerinin çıkarlarının Kürt zengin sınıflarından, “Kürtçe dostu” emperyalistlerden ve dinci gericilikten bütünüyle ayrı olduğunu ilan etmenin, işlemenin ve ortak sınıf çıkarlarını inşa etmenin zamanıdır.
“Kürt ulusal-demokratik hakları” mücadelesinin Türkiye özgüllüğünde emekçi sınıfların ve solun çıkarları ve mücadeleleri ile arasındaki mesafe, son zamanların sorunu olarak da görülmemelidir. “Kürt ulusallığı” doğuşundan beri bu açıdan solla sorunludur!
Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme karşı bir mücadelenin ürünü ve imparatorluk düzenine göre bir burjuva-tarihsel ilerleme olarak ortaya çıkmasının ardından, Kürt ulusallığının bu ürünle yapısal, nesnel bir çıkar farklılaşması içine girmesidir. Türkiye’de sol siyaset (ve işçi sınıfının çıkarları), söz konusu tarihsel ilerlemenin ötesine bakarken, Kürt ulusallığı kah kapitalizm öncesi bir sınıf karakterine dayanması, kah dinsel ideolojilerin baskınlığı nedeniyle restorasyoncu, geri dönüşçü bir pozisyon almıştır. Bu durum 1920’lerden 1960’lara kadar hiç değişmemiştir.
İkinci açı, bununla bağlantılı olan ve sol ile işçi sınıfı açısından, belki ilkinden daha büyük değer taşıyan Sovyet faktörüdür. Sol, 1920’lerde tek ülkede sosyalizmin korunmasından yana ve dolayısıyla Anadolu coğrafyasında, Sovyetler Birliği’nin çevresindeki emperyalist kuşatmayı kıran veya yumuşatan yeni siyasal yapıyla bu açıdan pozitif bir ilişki içindedir. Kürt ulusallığı bu faktör açısından da sorunludur. Bu durum da 1920 ve 1930’larda baskındır.
Doğu Sorunu’nun yeniden boy atması, Kürt ulusallığının sol ve işçi sınıfı ile 1960’larda girdiği ittifak ilişkisinin zeminini tasfiye etmiş bulunmaktadır. Tarihsel doğrultusu bir kez daha farklılaşan iki dinamik arasında ittifak bir hayaldir.
Ancak çıkış yolu vardır. Türkiye işçi sınıfı, en fazla Türklerden ve Kürtlerden oluşmaktadır. Bu iki unsur tek bir toplumsal sınıfı birlikte oluşturmaktadır.
Ya bu ortaklık bir örgütsel, siyasal birliğe dönüştürülecektir, ya da Kürt faktörü Türkiye’de sadece bir çözülme dinamiği olarak işlev görmeye devam edecektir. Çok zamandır söylüyoruz: Emperyalizme karşı ülkesine sahip çıkamayan bir işçi sınıfının iktidar mücadelesinde iddiası olmaz. Bu doğru, hem Türk hem Kürt emekçilerini birlikte vurur. Çare Kürt ulusal dinamiğini sınıflara ayrıştırmaktır. Daha doğrusu, bu yönde burjuvazinin yürüttüğü operasyona gerekli yanıtı vermektir. Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte geliştirecekleri sınıf kimliği ulusal ayrımcılıklara ihtiyaç duymayacaktır. Ve bu ortak kimliğin önde gelen koşullarından biri milliyetçiliklerin bilinçli bir mücadeleyle kapı dışarı edilmesidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Dinamik bir uluslararası çevrede kendileri de dinamik bir değişim süreci içinde bulunan toplumların önünde temelde üç farklı psikolojiye dayanan üç farklı alternatif vardır: Birincisi, kendi dinamizmini sınırlayan statik bir tavrı benimseyerek uluslararası yapının dinamizminin geçmesini beklemek ve bütün tanımlama ihtiyaçlarını uluslararası sistemin istikrara kavuşmasına kadar ertelemektir. Eğer bir toplum kendi dinamizmini yönlendirme konusunda özgüvene sahip değilse, kendi dinamizminden korkuyorsa ve kendisini bu nedenle statik tanımlamalar içinde tutmaya çalışıyorsa bu yolu tercih edecektir… İkincisi, kendi dinamizminin odaklandığı güç unsurlarını anlamlandırmaksızın uluslararası dinamizmin akışına kendini kaptırmaktır… Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girmektir.” AKP yönetiminde dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu üçüncü seçeneğin teorisini yapmakta veya duasını etmektedir. (Stratejik Derinlik, Küre yayınları, 19. baskı, Kasım 2004 [1. baskı Nisan 2001], s. 10)
- AKP döneminin iki Genelkurmay başkanı Özkök ile Büyükanıt arasındaki fark hakkında çok spekülasyon yapıldı. Özkök’ün AKP’nin cumhurbaşkanı adayı olabileceğinden, Büyükanıt’ın laik ve bağımsızlıkçı bir kopuşa önderlik edeceğine kadar… TSK’nın ne AB karşıtlığı ne de ABD karşıtlığı bırakıldı. Düpedüz iftira! Son dönemde bu edebiyatın hayli zayıf düşmesini Büyükanıt’ın arınma çabasından ziyade Türkiye’nin iplerinin emperyalizm tarafından daha sıkıştırılmış olmasına bağlamak gerekir. Bu arada not edilmelidir. Büyükanıt masallarına sergilenen karşı duruşun adresi 2006 Mayıs’ında yayına başlayan günlük soL olmuştur.
- Onur Öymen, Türkiye’nin Gücü, AD Kitapçılık, İstanbul, Ekim 1998, s. 357
- “ ‘Küreselleşme reformizminden’ kastedilen, vahşi kapitalizm de denilen tam boy piyasacılığa ve dizginsiz liberalizme belirli sınırlar getirilmesi ve buralarda kimi rötuşlar yapılmasıdır. IMF ve Dünya Bankası politikalarına yapılacak ‘balans ayarı’ da buna dahildir. Altını özellikle çizmek gerekir: Bu, ne sosyal devlet anlayışına geri dönüş, ne de sosyal-demokrasinin yeniden gündeme gelmesidir; gündemde olan, başına bu kez ‘sosyal’ sözcüğü getirilen ve kimi kamusal hizmet alanlarında sınırlanan piyasa mekanizmalarının ‘özerkleştirme’, ‘yetki devri’ ve ‘yerelleştirme’ uygulamalarıyla takviye edilmesi, bir de ‘yoksullukla mücadele’ başlığının eskisine göre biraz daha öne çıkartılmasıdır.” (Metin Çulhaoğlu; “Sosyalist Hareketin İdeolojik Gündemi”, Gelenek 76, Ocak-Şubat 2003 içinde, s.25-26)
- Almanya’da Angela Merkel 2005 sonunda, Fransa’da Nicholas Sarkozy ise 2007 baharında iktidara geldiler. Her iki liderin Amerikan tarzını kendi toplumsal ortamlarına veya “dillerine” tercüme etmekte olduklarını söyleyebiliriz. Merkel besbelli Alman soğukluğuyla resim çektirmekte ve Nazi çağrışımlarıyla yabancı düşmanlığını resmi ideoloji mertebesine taşımaktadır. Devlet başkanlığı öncesinde yürüttüğü bakanlık görevinde göçmen kent yoksulu ayaklanmasına yaklaşımıyla Alman muadilinden geri kalmayan Sarkozy ise Orta Avrupa Yahudi kökenini geride bıraktığını ve artık bir Akdenizli olduğunu “içki” ve “kadın” başlıklarında kanıtlamıştır.
- Bu yazı yazılırken yeni YÖK Başkanının üniversite eğitiminin piyasaya teslim edilmesine yönelik çıkışı, ama daha önemlisi Murat Belge (“YÖK Başkanı ve Paralı Öğrenim”, Radikal, 12 Ocak 2008; ve Baskın Oran’ın (“Koyu Ezberlerden: Bedava Üniversite”, Radikal İki, 13 Ocak 2008) aynı çıkışa eklemlenmeleri geldi. Bu konuda 15 Ocak tarihli soL gazetesine bakmakta yarar var: http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=27700
- Ne zaman başladığına ilişkin bir tartışma ise bu yazının amaçları açısından fazla akademik kalacaktır. Yine de bir hatırlatma notu düşmekte zarar yok: “1830’larda Avrupa’nın diplomasi çevreleri Navarin (Yunanistan’ın Mora Yarımadası’nın batı kıyısındaki bu kentin limanında Britanya, Fransa ve Rusya’nın müttefik deniz güçleri Osmanlı-Mısır donanmasına ağır bir saldırı düzenlemişti) olayını ağır bir siyasi hata olarak niteliyorlardı. Bu dönemde Osmanlı devletini paylaşmak büyük devletler arasında söz konusu da değildi. Gerçi ‘Doğu sorunu’ Napolyon’un Mısır istilasından beri Avrupa diplomasisinin moda bir terimiydi, fakat Rusya Çarlığı’nın güneyindeki büyük ve güçlü değilse de, güçlüce bir imparatorluğun varlığından kimse şikayetçi değildi…Doğu sorunu şüphesiz ideolojik ve dini kökleri itibariyle bu kadar yeni değildir. Türklerin Küçük Asya’da ilerlemeleri ve Avrupa’ya ayak basmalarıyla varolan bir Avrupa sorunudur. XI. asırdan itibaren artık Türk İslam dünyası ve genişlemesiyle özdeşleştirilen bir kimliktir.” (İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil yayınları, 3. baskı, İstanbul, 1995, s. 100)
- Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, Gelenek Yay. 2. baskı İstanbul, Haziran 2000, s. 155
- Çavdar, age, s. 158
- Henry Morgenthau’dan (ABD’nin İstanbul Büyükelçisi, 1913-1916) aktaran Çavdar, age, s.160
- Aktaran Çavdar, age, s. 156-157
- Burada basit bir gelişmişlik karşılaştırmasından fazlasını kastediyorum. Tarih Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti dönemecine yaklaşırken mevcut cılız sermaye birikiminin çok önemli bir bölümünün, kaderini bu akıştan ayıran Hıristiyan kökenli burjuvaziye ait olduğu unutulmamalıdır. Kuvayı Milliye hareketinin toplumsal temelini oluşturan Anadolu eşrafı, olsa olsa, olası yeni düzenin “burjuvazi adayı” olarak görülebilir.
- AKP danışmanı Davutoğlu, burada kastedilenin tamamen farkındadır: “Türkiye İslam Dünyası ile olan ilişkilerini yukarıda çerçevesini çizdiğimiz uluslararası konjonktür içinde yeniden değerlendirmek zorundadır. Türkiye’nin her vesile ile zikredegeldiği gibi Doğu ile Batı, Asya ile Avrupa arasında kültürel, siyasi ve ekonomik bir köprü rolünü oynayabilmesi için her iki taraf nezdinde de özgüvene dayalı güçlü bir kültürel aidiyet hissi, istikrarlı bir tavır, psikolojik reflekslerden uzak ağırbaşlı ve rasyonel bir duruş belirlemesi gerekir. İslam Dünyasına yönelik muhtemel tehdit senaryolarını Batı’ya, Batı’nın stratejik argümanlarını Doğu’ya taşıyan bir görüntü konjonktürel getiriler sağlasa da, kalıcı ve saygın bir uluslararası konum elde edilmesini imkansız kılar.” (Davutoğlu, age, s. 262) Yazarın yazdıklarına inandığını varsayarsak AKP pratiğinin önceleri “konjonktürel getiriler”le eğlendiğini, giderek bunlara fit olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
- Ortaylı, age, s. 202
- Ortaylı, age, s. 240
- “Daha önceleri ‘dış politika’ veya ‘dış ilişkiler’ başlığı altında ülkedeki ideolojik ve siyasal dinamikleri daha sınırlı ve dolaylı biçimlerde etkileyen süreçler, 1990’larla birlikte ülkeye daha fazla içselleşmiş, ‘dış ilişkiler’ içerdeki ideolojik ve siyasal süreçlerin doğrudan etmeni haline gelmiştir.” Metin Çulhaoğlu, “Devletin Çözülmesi, Mevcut Durum, Olasılıklar ve Görevler, Gelenek 94, Şubat 2007, s.51
- Konuya daha önce Gelenek’te bolca değindiğimiz için tekrar etmiyorum. Bir yıl arayla yayınlanmış iki Gelenek yazısını hatırlatmadan geçmeyeyim: Kemal Okuyan, “Çözülüşten Vazife Çıkarmak”, sayı 89, Eylül 2006 ve Aydemir Güler, “Devrim Ne Yana Düşer?”, sayı 97, Kasım 2007.
- Burada da “suçun” AKP’ye yüklenmesi haksızlık olur. Bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyeti, yukarıda ara ara değindiğim akademik kimlikli “başdanışman”ın şu kemalizm eleştirisini benimsediğini,–sadece ilk akla gelen ve en açık örnekleri söylersek- Kore ve Kıbrıs’ta, NATO üyeliğinde ve asker verdiği çeşitli uluslararası misyonlarda defalarca ve çeşitli düzen partileri eliyle göstermiştir: “Yeni devletin bütün uluslararası mesuliyet ve iddialardan soyutlandığını ilan eden bu deklarasyon iki temel unsuru ihtiva ediyordu: (i) Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine Misak-ı Milli sınırlarını ve ulus-devleti müdafaa stratejisi, (ii) yeni Türk devletinin yükselen Batı eksenine alt ya da muhalif değil, bu eksenin bir parçası olması… Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh, Cihanda sulh’ ilkesinde ifadesini bulan bu yeni yaklaşım, barış-eksenli idealist bir uluslararası ilişkiler çizgisini gösterme yanında sömürgeciliğin zirveye ulaştığı uluslararası konjonktürü göz önüne alan ve bu çerçevede sömürgeci sistemik güçlerle çatışmaktan kaçınan realist bir dış politika tavrını öne çıkarmaktaydı.” (Davutoğlu, age, s. 69) Hamaseti bırakıp elini vicdanına koyan her “kemalist”, bu satırların altına –tabii yazarının kim olduğunu söylemezseniz- imza atacaktır. Mustafa Kemal’le ilgili duygu farklılıklarını ise kendilerine saklayabilirler.
- Bundan dokuz yıl önce, Son Kriz adlı kitap çalışmamda 12 Eylül darbesinin, 24 Ocak kararlarının uygulanması için gereksinilen siyasal koşulları yaratma çabasına indirgenmesini eleştirmiştim. 12 Eylül ekonomi alanının ötesine geçen bütünlüklü bir karşı-devrimdir. Ancak elbette Türkiye’de neo-liberal yapılanmanın yola koyulabilmesi için emekçi ve sol hareketlerin dağıtılması, toplumun bir cendereye alınması gerekiyordu. Aynı bizden önceki örneklerde olduğu gibi.
- Burada, söz konusu devletlerin tek-uluslu olarak mı yoksa çok-uluslu olarak mı tanımlanmalarıyla ilgili detaylarla ilgilenmeyeceğim; yalnızca modern burjuva ulus-devlet modeline uygun yapılanmış olmalarından söz ediyorum. Bu noktada tek-uluslu Almanya ile çok-uluslu ABD arasında bir fark bulunmuyor. Ulus öncesi etnik ve dinsel formasyonlara geri dönme eğiliminin yükseldiği şu içinde bulunduğumuz tarihsel evrede, yani gerçek hayatta bu tanımların ne anlama geldikleri ya da “kaç para” ettikleri ise bir başka konu.
- Metin Çulhaoğlu, “Devletin Çözülmesi: Mevcut Durum, Olasılıklar ve Görevler”, Gelenek 94, Şubat 2007, s. 50.