Giriş: Yoksulluk kavramı marksizme içkin mi?
Yazıya başlarken sorulan bu soru kimseyi şaşırtmamalı; genel anlamda yanıtının “hayır” oluşu da… Nedeni ise birincisi, kavramın niteliğinde, ikincisi, marksizmin topluma bakış yönteminde gizli.
İlkinden devam edecek olursak, yoksulluk, özü itibariyle bir göreliliği içerir. Toplumsal ölçekte yapılan üretim sonucu oluşan “toplumsal ürün” den tekil bireylerin aldığı pay, sahip olduğu büyüklüğe göre bireylerin “zengin” ya da “yoksul” olmasını belirler. Veri alınan üretim değil, bölüşüm sürecidir. “Gelir çizgisi” nereden çekilirse çekilsin, altta ve üstte kalanlar kendi içlerinde, bağımsız bir toplumsal dinamik olmak için çok fazla heterojenlik taşıyacaktır. Keza, emperyalist hiyerarşinin hem nedeni hem de sonucu olan ülkeler arası eşitsizlikler de tekil bir ülke için yapılabilecek bu göreli “yoksul” ya da “zengin” tanımının bir başka ülke için hükmünün olmadığını göstermek için yeterlidir.
Marksizmin toplumu kavrayışı ise onu dönüştürmek üzerinden şekillenir. Dönüştürme fiilinin tarihsel öznesi olan toplumsal bölme, herhangi bir göreliliğe yer verilmeksizin tanımlanmıştır: Üretim sürecinin mülksüzleri, yani proletarya.
Bu iki kategori -yani yoksullar ve proletarya- arasında her ne kadar büyük ölçüde kesişmeler yaşansa da ilkinin göreli ve değişken karakteri, marksizmin analiz düzleminde yer bulmasına engel olur. Gerçekten de bağımsız birer kategori olarak “yoksullar” ya da “yoksulluk” üzerine klasik metinlerde herhangi bir analize rastlamak hemen hemen imkansızdır; bir kategorizasyona en çok yaklaşılan nokta ise nispi artı nüfus başlığıdır ki, bu da üretim süreciyle olan ilişkisiyle tanımlanmıştır. Nispi artı nüfus, aktif işgücünün belirli bir anda fazlalık olarak görünen kesimidir. “Nispi” olması da buradan gelir; çünkü toplumun verili ihtiyaçları ve teknik olanakları göz önünde bulundurulduğunda mutlak olarak “fazla” olan bir nüfus ya da işgücü kitlesinden bahsetmek imkansızdır. İşgücünün bir kısmı, sermaye birikim sürecinin belirli bir aşamasında -örneğin devresel bir durgunluk döneminde- artık gerekli olmadıkları durumda fazlalık haline gelebilir. Bu, nispi artı nüfus kitlesinin şişmesine yol açar ya da birikimin hızlandığı ve işgücü ihtiyacının belirdiği bir dönemde nispi artı nüfus kitlesi azalır, hatta başka ülkelerin işgücüne ihtiyaç duyulabilir. Somut ifadesini “yedek sanayi ordusu” nda bulan nispi artı nüfus, üç bölümden oluşur: Dalgalanan artı nüfus, gizli ya da tarımsal artı nüfus ve durgun artı nüfus. Durgun artı nüfus da dahil olmak üzere bu üç bölüm, durağan ve mutlak birer kategori olmaktan uzaktır; sermaye birikiminin işgücü ihtiyacının arttığı atılım dönemlerinde her üç kategori de üretim sürecinde değerlenir. Başta sorulan soruya verilen yanıtın “hayır” olmasının nedeni de burada yatmaktadır: Yoksulluk kategorisinin atfedildiği kesimlerin durumu, bizzat işçi sınıfının sermaye birikim sürecindeki konumunun bir fonksiyonudur. Dahası,
“Yedek sanayi ordusu, duraklama ve ortalama gönenç dönemlerinde faal emek ordusunu baskı altında tutar, aşırı üretim ve coşkunluk dönemlerinde bu faal ordunun isteklerini dizginler. İşte bu nedenle nispi artı nüfus, emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispi artı nüfus, bu yasanın geçerlik alanını, sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içerisinde tutar.”1
Bu yüzden yoksulluk başlığını işçi sınıfının konumundan bağımsız bir kategori olarak ele alan her yaklaşım eksikli olmaya mahkum olduğu gibi, bu başlığa yapılacak aşırı vurgu, işçi sınıfının içinde bulunduğu sömürü koşullarını gölgelemekten başka bir sonuç vermeyecek ve nesnel olarak politik boyutun değil hümaniter boyutun öne çıkmasına neden olacaktır.
Elbette yanlış anlaşılmamalı; 150 yıllık tarihi boyunca marksizm, egemen sınıf tarafından “yoksul edebiyatı” yapmakla en sık suçlanan cephedir. Kaba ve cahilce olan, dahası karşı taraftan gelen bu eleştirinin komünistlere yöneltilmesi ise kesinlikle nedensiz değil; çünkü sosyalizm bütünsel bir kurtuluş projesidir. Sosyalist bir düzende her tür tanım ve anlamıyla yoksulluk, yalnızca ders kitaplarında yer alan ve muhtemelen öğrencilerin anlamakta en çok zorlanacakları kavramlardan biri olacaktır.
Öte yandan sosyalizm, bütünsel olduğu kadar siyasi de olan bir projedir. Yoksulluğa son vermenin sosyalizmle özdeş olması, sosyalist siyasetin toplumsal ağırlığı ile de ilintilidir. Bu ağırlığın görece azaldığı dönemlerde, başka sorunlarla birlikte yoksulluğun da kapitalizm içinde çözülebilir olduğu inancının art(ırıl)masının koşulları doğar. Dahası, solun kapladığı siyasi-ideolojik alanın boşalmasıyla, dünya kapitalizminin birtakım açılımlarının getirdiği yıkımın telafi edici öğesi olarak, yoksulluğa ve ona “içeriden karşı” olmaya yapılan vurgu artabilir. Son yirmi yıldır dünya, böyle bir dönemden geçmektedir. Bu yazı ise, içinden geçilen dönemde emperyalizm tarafından üretilen “yoksulluk karşıtı” projelerin niteliğine, oturdukları siyasal-ideolojik bağlama ilişkin bir analizi hedeflemektedir.
Emperyalist “yoksulluk karşıtlığı” nın üretim kanallarını inceleyerek devam edersek, dünya kapitalizminin 1970′ lerle birlikte içine girdiği uzun kriz dalgasının, yeni bir aydın profili yarattığını görüyoruz. Kökleri elbette daha gerilerde aranabilecek olan bu profilin oluşumunda, solun entelektüel alanı terk etmesi, dünya sosyalist hareketindeki geri çekilme, reel sosyalizmin çözülme sinyalleri ve en sonunda çözülmesi vb. bir dizi “negatif sol etki” nin ağırlığı belirleyici oldu. Bugün Porto Allegre’ yi bir kurtuluş modeli olarak görenlerden soldan devşirme sivil toplum teorisyenlerine, bir dönem solun içinde ya da çevresinde yer almış liberal akademisyenlerin neredeyse tamamına, geniş ve amorf bir kesimin sahip olduğu bu profilin iki temel karakteristiğe sahip olduğunu söyleyebiliriz: “Alternatif” olma iddiası ve liberalizm. Örneğin, genel olarak emperyalizm kavramını reddeden ama Bush’ un başa bela olduğunu düşünen (ve tabii Demokrat Parti’ nin şov nitelikli birkaç hamlesiyle büyülenebilecek olan), özelleştirmelerin despot devlet tahakkümüne son verdiğini düşünen ama uluslararası tekellere karşı olan ve sosyal programların destekleyicisi olan bir kesimden bahsediyoruz. Elbette, bu entelektüel kesimin çeşitli gündemler üzerine aldıkları tavırlara ilişkin örnekler çoğaltılabilir ve bahsedilen iki karakteristiğin farklı ağırlıklara sahip olması ölçüsünde bu tavırlar heterojenlik gösterecektir.
Fakat en nihayetinde “alternatif liberalizm” biçiminde adlandırabileceğimiz geniş bir kümede toplanan bu kesimin sol açısından önemi, uzunca bir süredir solun boşalttığı entelektüel alanda -en azından şimdilik- deviniyor olmasından ileri geliyor. Solun toplumsal projelerinin rafa kalktığı bir dönemde, liberalizm kordonuyla düzene göbekten bağlanan bu kesimin “merkez” den uzaklığını -yani kordon uzunluğunu- alternatiflik dozajı belirliyor.
Peki bahsedilen bu kesimin toplumsal misyonunu oluşturan öğeler nelerdir? Ya da bir başka deyişle, nedir solun boşalttığı alanda devinmek? Elbette, bu sorunun tam bir yanıtı başlı başına başka bir yazının konusu ve bu yazının kapsamının dışında kalıyor; ancak yazıda ele alınan yoksulluk başlığı çerçevesinde sunulacak birtakım açılımlar, sorunun bütününe ışık tutacağı gibi esas olarak yoksulluk başlığının nasıl bir ortamda, hangi özneler tarafından ve hangi referanslarla tartışıldığına ilişkin önemli bir veri seti oluşturmayı amaçlıyor. Önce, bir alıntı:
“(…) Uluslararası kapitalizmin 80′ li yıllarda gündeme gelen ‘yeniden yapılanma’ sürecinin başındaki ya da ortasındaki niyet ve perspektif çeşitliliği ne olursa olsun, bugün gelinen aşamada kapitalizmin, iyiden iyiye azan piyasacılık ve serbestleştirme tutkularıyla, daha da derinleşen krizlerden kurtulamayacağı, nüfusun daha geniş kesimlerinin yoksullaşmasını önleyemeyeceği, göze daha çok batan eşitsizlikleri törpüleyemeyeceği net biçimde kavranmıştır. Solculardan, sosyalistlerden ve komünistlerden söz etmiyoruz; bu gerçekler, özellikle son birkaç yıl içinde, kapitalizmin ideolojik-politik-ekonomik merkezleri tarafından iyice kavranmış kabul edilmiştir.
“Dünya kapitalizminin geldiği bu noktadan geriye dönmesi ufak tefek rötuşların ötesinde “sosyal devleti” yeniden baş tacı etmesi mümkün değildir.(…)”2
Devam edecek olursak, dünya kapitalizminin girdiği bunalım, dizginsiz bir sömürü ve giderek ivmelenen bir yıkımı da peşi sıra getirmekte. Sistemin bir bütün olarak kırılganlaşmasıyla sonuçlanan bu durum, iki kutuplu dönemde gerek tekil ülkelerin dünya üzerinde, gerekse işçi sınıfının toplumsal alandaki ağırlığı biçiminde tezahür eden siyasal, ideolojik ve ekonomik mevzilerin de emperyalizm tarafından bir bir geri alınması sonucunu veriyor. Bunlar, kapitalizmin önümüzdeki dönemde de artan bir sömürü ve yıkımla yoluna devam etme gayretinin birer göstergesi olarak görülebilir. Ancak tüm bu yıkım ve sömürü sürecinin, en azından görüngüsel düzeyde kendi karşıtını yaratacağı da öngörülmelidir. Ancak solun yokluğunda bu karşıt zemin, yine bizzat kapitalizm tarafından doldurulmaktadır. Bu biçimde dolan karşıt zemin ise emperyalizm açısından bir “telafi mekanizması” olarak işlemektedir. İşleyişin belli ideolojik düğüm noktalarında odaklanarak, ideolojik bakımdan yapılmış “aşırı yatırımlar” halinde sürdüğü bir veridir: Örneğin reel sosyalizmin çözülme sinyalleri verdiği 80′ lerde giderek artan ve ‘90′ larda yeni gözde olmuş sivil toplum örgütleriyle perçinlenen “demokrasi”, “katılım”, “özgür birey” vb. söylemleri; ya da yine, reel sosyalizmin çözülüşü üzerinden çok da uzun bir süre geçmeden yoğunlaşan ve ayyuka çıkan sefalet manzaraları karşısında geliştirilen “yoksulluk karşıtlığı” ya da “işsizlikle mücadele” projeleri… İşte bu “aşırı yatırım” alanlarının, -son iki yılda yaşanan ve açıklanan proje taslakları ile daha uzunca bir süre devam edeceği belli olan prestij kaybını telafi etmeye yönelik uğraşı da hesaba katarsak-, emperyalizmin önümüzdeki dönem açılımlarına iliştirilmiş bir şekilde “yatırım” görmeye devam edeceğini öngörmek zor değil. Arzu edilen konfigürasyona ilişkin bir tasavvur ise örneğin şuna hiç de uzak olmayacaktır: NATO kararlarının sadık bir onay merkezi olarak işleyen ama yapılan bombardımandan sonra olay bölgesine yardım ulaştırmakta gecikmeyen ve hâlâ dünya barışı üzerine söylenebilecek bir şeyler bulan bir BM; ya da kamunun daraltılması gerekliliğine ilişkin rapor üstüne rapor hazırlayan ama işsiz kalan kamu emekçilerini de örneğin “empowerment” ([bireyi] güçlendirme, kendine yeterli hale getirme) içerikli sosyal projeleri ile “kucaklamak” için proje üzerine proje geliştiren bir Dünya Bankası vs… Örnekler çoğaltılabilir; senaryoların bir çadır tiyatrosunu çağrıştırıyor olmasına kesinlikle şaşılmamalıdır. Az önceki örneklerin bizzat kendileri ya da çok benzerleri bugün emperyalist hiyerarşinin içinde yer alan tüm ülkelerde ve tabii Türkiye’ de de yürürlüktedir.
İşte, alternatif liberalizmin toplumsal misyonuna yönelik sorduğumuz sorunun yanıtı da emperyalizmin “aşırı yatırım” ına maruz kalmış ve doğası gereği “hassas” olan bu başlıklara ilişkin yeniden üretim sürecinde şekillenmektedir. Özetle, emperyalist merkezlerde ve işçi sınıfına saldırı niyetiyle oluşturulan ve en genel haliyle “sosyal proje” olarak nitelenebilecek birtakım politikalar, alternatif liberal kütle tarafından “alternatif” bir kanalda yeniden üretilmekte ve bu yolla, “alternatif” kanaldan gelen meşruiyeti de arkasına alarak daha da güvenli bir biçimde ilerlemektedir. Geçmeden önce, yalnızca yöntemle ilgili olası bir sorunu bertaraf etmek için son bir noktaya değinmekte fayda var: Emperyalizmin bahsedilen “sosyal” politikalarının onay mercisi durumundakilerin mutlaka ve mutlaka “emperyalist merkezlerle gizli bağlantıları olan ajanlar” olmaları gerekmiyor. Hatta böyle bir “ajan” kümesinin ihmal edilecek denli küçük olması da kimseyi şaşırtmamalı; çünkü kapitalizmin ideolojik kanalları bu kadar sade bir işleyişe sahip değil. Bu yüzden, emperyalizm tarafından önerilen projenin -oturduğu bağlam göz önünde bulundurulmaksızın- meşruiyeti bir kez veri alınınca, onun meşruiyetini artıran üretimin ne niyetle yapıldığı önemini kaybediyor; katkının “gerçekten iyi niyetle”, “samimiyetle”, “toplumsal alana olası pozitif çıktıları gözetilerek” yapılması bir noktadan sonra anlamsızlaşıyor. Dahası, ideolojik alandaki dinamikler birtakım ajanlar tarafından yönlendirilseydi, solun işi de sanıldığından çok daha kolay olurdu.
Yoksulluk başlığına ilişkin bir onay ve ideolojik icazet mercii olarak işlev gören alternatif liberalizme dair çizilen bu çerçeveden sonra “yeni yoksulluk” başlığına dönebiliriz.
Emperyalizm ve yoksulluk
Emperyalist merkezlerin yoksulluk sorununun aciliyetini keşfedip “çözüm” e yönelik proje tasarımları, daha öncesinde de belirtildiği gibi, ‘70′ lerin sonlarına uzanıyor. Ancak konu üzerinde somut maddi destekli ve merkezi bir programa alınan ve hatta hükümetlerin programlarına bile girebilen projelerin üretimine baktığımızda, 90′ lı yıllardan itibaren bir yoğunlaşma fark ediliyor. Bu yoğunlaşmanın temelde üç nedeni var: Birincisi, atılan her tarihsel adımın sonuçlarının belirli bir gecikmeyle gözlenmesinden kaynaklanıyor. Kapitalizmin kriziyle birlikte, sermayenin emek cephesine saldırı niteliğinde aldığı önlemlerin esas etkileri, ‘90′ larla birlikte gözlenmeye başlanmıştır. Thatcher ve Reagan ikilisinin senkronize ve radikal bir biçimde aldığı önlemlerin toplumsal çıktıları, 90′ lı yıllarla birlikte acil bir sorun olarak gündeme alınmıştır. İkincisi, reel sosyalizmin çözülüşüdür. Dev sosyalist blokun 1989 ile birlikte yaşadığı çözülme, planlı bir ekonomide insanca koşullarda yaşayan on milyonların birkaç yıl içerisinde kapitalizmin barbar yüzüyle tanışmasına neden olmuş, yalnızca birkaç yıl içerisinde on milyonlarca insan işsizliğin ve açlığın pençesine düşmüştür. Elbette, sermaye açısından ilgilenilmeye değer olan eski sosyalist toprakların milyonlarca yurttaşının içinde bulunduğu durum değil, bu kitlelerin kapitalist sisteme bir kriz dinamiği olarak devrolmasıdır. Üçüncüsü ve -diğer ikisini de belli açılardan kapsadığı için- en önemlisi ise, yukarıda da açıklandığı üzere, yoksulluk karşıtlığının, emperyalizmin dengeleyici unsurunun ortadan kalktığı tek kutuplu dünyada izleyeceği yolda en azından bir söylem olarak yanında bulundurması gereken bir enstrüman olmasıdır.
Yoksulluk karşıtı söylemin uluslararası düzlemde sermaye adına sahiplenicisi ve ana proje üreticisi ise baştan beri “kalkınma” kavramına yaptığı vurgu, uluslararası bir otorite olarak sermayeye yön gösterici yanı ve görece daha az kirlenmiş sicili gibi nedenlerden ötürü Dünya Bankası oldu. Elbette bu, Dünya Bankası’ nın tek başına inisiyatif alması biçiminde okunmamalı; her zaman -örneğin bölgesel birlikler gibi- birtakım başka destekçiler de sahnede yer aldı ve almaya devam ediyor ancak Dünya Bankası sahip olduğu merkezi konumla, yoksulluk karşıtı söylemin üretilmesinde her zaman daha yetkin bir merci oldu. Burada, Dünya Bankası’ nın geçmişine ve sahip olduğu misyona bakmakta fayda var. Dünya Bankası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist kampın ekonomik gelişimini kontrol altında tutmak ve yönlendirmek için bizzat ABD öncülüğünde kurulan Bretton Woods sisteminin üç “kardeş”3 kurumundan biri olarak, Sovyetler Birliği’ nin ileride ulaşacağı ekonomik güç de öngörülerek henüz savaşın devam ettiği 1944 yılında kuruldu. Bretton Woods sisteminin diğer iki kurumu ise; Uluslararası Para Fonu (IMF) ve sonradan Dünya Ticaret Örgütü’ ne evrilecek olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)’ dır. Diğer iki kurumla belirli bir işbölümü gözetilerek faaliyet gösteren Dünya Bankası, kapitalist kampın ithal ikameci bir birikim dönemi yaşadığı 1945-73 döneminde, kapitalist kalkınma vurgusunun taşıyıcısı olmuştur. ABD dışındaki ülkelerde, o ana kadarki sermaye birikiminin önemli ölçüde tahrip olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarının ertesinde yaşanan büyüme döneminde, Dünya Bankası etkin bir rol oynadı. Azgelişmiş ülkelere finansal kaynak ve proje sunarken, bir yandan finans tekellerinden borçlanarak finansal sistemin gelişmesine yardımcı oluyor, bir yandan da elde ettiği bu kaynakları az gelişmiş ülkelere proje bazlı krediler biçiminde dağıtıyordu. Kalkınma adı altında üstlendiği misyon, azgelişmiş ülkelerde devlet eliyle özel sektörün geliştirilmesinin destekleyicisi ve emperyalizme entegrasyonunun bir aracısı olmaktan başka bir şey değildi. ‘70′ lerle birlikte gündeme giren kriz, Dünya Bankası’ nın misyonunda da değişikliklere yol açtı. İthal ikameci birikim terk edilirken kalkınma söylemi rafa kalkıyor, azgelişmiş ülkeler finansal serbesti ile birlikte gelen para politikaları ile tanışıyordu. Uluslararası alanda sermaye birikiminin girdiği bu yeni dönemde, Dünya Bankası’ nın finansal misyonunu geri plana düşerken, IMF bir borçlanma aracısı ve emperyalizme “yapısal uyum” un denetçisi olarak ön plana çıktı. 80′ lerin sonlarına doğru iyice biçimlenen bu yeni işbölümüne göre IMF, finansal sistemin yapılandırılmasını merkeze koyup para politikalarını ve finansal yeniden yapılanmayı denetlerken, Dünya Bankası bütçenin finansla ilgili kısmının dışındaki kalemlere yoğunlaştı. Vergilerden kamu yatırımlarına, sosyal güvenlik harcamalarından tarımsal destek politikalarına kadar geniş ve daha “sosyal” bir alanla temas eden Dünya Bankası’ nın gerçekten zorlu bir misyon yüklenmiştir; çünkü bu misyon, en genel haliyle, devlet elinde toplanan artı değerin sermaye sahiplerine kanalize edilmesinin yeni yollarını bulmak ve uygulamaları denetlemekten ibarettir.
Sosyal alanda yıkımdan başka sonuç vermeyen bu politikaların uygulanabilmesi ise asgari düzeyde de olsa toplumsal bir meşruiyet gerektiriyordu. Bu meşruiyetin yaratılmasının en önemli ayağı ise 80′ lerin sonuyla birlikte, “yoksulluk karşıtı” bir söylemin geliştirilmesi oldu. Ancak elbette bundan, kurumun “teorik-ideolojik üretim birimleri kurup belirli aralıklarla yayın yapması” gibi mekanik bir sonuç çıkarılmamalı; daha önce de bahsedildiği gibi işleyiş bu şekilde gerçekleşmiyor. Bugün bile, bizzat kurum tarafından hazırlanan metinler incelendiğinde gelir dağılımı, çocuk ölümleri vs. gibi birtakım göstergelerin alt alta sıralanıp, rakamların bile açıkça belirttiği yıkım ortaya konduktan sonra da Banka’ nın resmi “işbirlikçileri” ile gerçekleştirdiği projelere ilişkin birtakım özetlere yer verildiği görülmektedir.
İşte bu noktada devreye alternatif liberal üretim girmekte emperyalizmin “yoksulluk karşıtlığı”ndan umut üretebilen ya da bir başka deyişle “yoksulluk karşıtı” söyleme meşru bir zemin sağlayan en önemli teorik-ideolojik kanal olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ise her şeyden önce bir “yeni yoksulluk” tanımlanarak ya da diğer bir deyişle yoksulluk olgusu yukarıda özetlenen işçi sınıfı eksenli toplumsal bağlamına yabancılaştırılarak yapılmaktadır.
Yoksulluk ve “yeni yoksulluk”
Alternatif liberalizm tarafından geliştirilen yoksulluk ve “yeni yoksulluk” tanımları, her şeyden önce, analiz düzlemi olarak üretim yerine bölüşümü veri aldığı için, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanların dışındaki toplumsal kesimler “yoksul” dur. Tanım böyle yapılınca, işçi sınıfı kategorisi ortadan kaybolur ve yerini işsizlerle birlikte yer aldığı yoksul kategorisine bırakır:
“Yoksulluk, üretimin asli bilgisinden giderek uzaklaş(tırıl)an, kopan, üretici işlevleri -makinalar, aletler geliştirildikçe- daralan, niteliksizleşen ve hatta gereksiz hale gelen, yerleri otomatizasyonla, robotlarla doldurulabilir olan, dolayısıyla da sürekli işsiz veya işsizlik tehdidi altında yaşayan kesimlerin “durumu” olmaya başlar. (…) Dolayısıyla yoksulluk, en alttakilerin terk etmelerine asla izin verilmeyen üretici işlevlerinin onları mahkum ettiği bir durumdur kural olarak. “4
Yoksulluk o kadar güçlü bir belirleyicidir ki, etki alanındaki kitlelerin tüm toplumsal hareketini kısıtlar. Değil siyasi bir tepki, örneğin sendikalar yoluyla verilebilecek bir kendiliğinden tepki bile yoksulluktan kaynaklanan acz içinde boğulur:
“Alt sınıfların, yoksulların, yoksulluk tehdidine maruz kesimlerin kapitalizm koşullarında oluşturdukları -dayanışma amaçlı- sendika türü örgütlenmeler de aynı özelliklere sahip [geçici çıkar ilişkilerine sahip oldukları kastediliyor- V.Y.] “kitle örgütleri” olmaktan öteye gidememişlerdir. Bunun asli nedeni, yinelemek pahasına belirtelim ki, alt sınıfların zihni emekten kopuk, zihni etkinlik ve yetenek gerektirmeyen, salt fiziki bir üretici-yapıcı işleve indirgenmiş olmasıdır. Bu varoluşsal daralma ve onun verdiği kaçınılmaz acz duygusu, onların salt sayılarıyla, fiziki güç ve potansiyellerinin toplamı ile kendilerini var edebilecekleri, koruyabilecekleri birlik biçimlerinin ötesine geçmelerini engeller, kısıtlar. Yoksulluğun yoksunlukla, insani acz ve yetersizlik duygusuyla iç içeleştiği, birbirini kilitlediği nokta burasıdır.”5
Tüm bu “acz” içinde ama yine de “sonul ürün için işlevleri gerekli ve zorunlu olan endüstriyel toplum işçi ve emekçileri”, 80’lerle birlikte “ikinci endüstriyel devrim” le karşılaşırlar. Konuyu işçi sınfı ekseninden koparan teorik hamle ise bu noktada somutlanır: Bu “devrim” yeni bir dönemi beraberinde getirmiş, “klasik” üretim tanımı ve emekçilerin üretime göre konumu değişmiştir. “Küreselleşme kanalları” ile tüm dünyaya yayılan bu devrim, yepyeni bir yoksulluğu da beraberinde getirir.6 Sanayi üretiminin sona erdiği tezi, üzerinde ortaklaşılan bir noktadır:
“Sanayi sonrası ekonomik düzen içinde yeni teknolojilerin getirdiği emek tasarrufu ve esnek üretim imkanları, küreselleşme bağlamında ortaya çıkan yoğun rekabet, yeni demografik eğilimler ve dünyanın her yerinde tarım sektörünün hızla çözülmeye başlaması gibi faktörler, yoksulluğun, eski tip “refah rejimleri” nin çözümleyemeyeceği bir sorun olarak ortaya çıkmasına yol açmışlardır.”7
“Devrim” niteliğindeki bu gelişme, sınıflı toplumlarda bir sınıfın diğer sınıfın ürettiği artı değere el koyması biçiminde gerçekleşen sömürü mekanizmasını da büyük ölçüde ortadan kaldırır; çünkü “modern” tarihin sona erip “postmodern” tarihi başlatan bu “devrim” sonucunda, işçi sınıfı sömürünün nesnesi olmaktan bile dışlanmış, egemen sınıf için toplumsal açıdan adeta bir yük haline gelmiştir. Bu, tarihte bir ilktir.8 “Dışlanma” -ki zaman zaman toplumsal dışlanma (social exclusion), kenardalık (marginality) ve alt-sınıf (underclass) terimleri de kullanılmaktadır- belirleyici hale gelen bir olgu olarak yeni dönemin kilit kavramı mertebesine eriştiği gibi, eski ile yeniyi ayıran temel gösterge olarak şekillenir:
“Modern, özellikle de postmodern dönemin yoksulluk alıntılarında ‘dışlanma’ korkusunun, dışlanmışlık duygusunun ön planda oluşu da bu olguyla doğrudan ilişkilidir. Kapitalizm öncesi ve kapitalizmin kuruluş-yükseliş dönemlerinde sistemin kendileri olmaksızın işlemeyeceğini, yapım-üretim çarklarının kendi işlevlerine mutlak surette muhtaç, onsuz dönemeyeceğini bilen alt sınıfların büyük çoğunluğu için dışlanma gibi bir ihtimal söz konusu olamazdı. Yerine getirdikleri işlev giderek daralıyor, ufalanıyor olsa da, ‘bir şey’ di; günümüz yoksullarının sık sık bir ‘hiç’ olduklarını söylemelerinin gerisinde yatan işlevlerinin, dolayısıyla varlıklarının ‘gereksiz’ leşmesi olgu veya ihtimalinin doğurduğu acz ve korku duygusunun hayli uzağında idiler”9
“Yeni düzen” ile birlikte gelen bu “gereksiz olma” durumu “yoksullar” tarafından da kavranmış, önceki dönemlerin aksine toplumsal bir özgüven bunalımına ve iddia kaybına neden olmuştur:
“Onların, yerine getirdikleri -üretici, yapıcı- işleve dayanarak bunun sağladığı potansiyel özgüven ve iddialılıkla üst sınıfların varlığını, varlık nedenini sorgulayabilecek, reddedebilecek olmalarına karşılık; ileri endüstriyel toplumların “yeni işsizleri” nden küresel kapitalizmin çekim alanına girmiş en “geri” toplumların alt sınıflarına kadar dünyanın tüm yoksullarında, yoksullaşma tehdidini enselerinde hisseden kitlelerde böylesi bir bilincin sadece kalıntılarına rastlamamızın temel nedeni, başından beri vurgulamaya çalıştığımız gibi onların, yerine getirdikleri veya getirebilecekleri üretici-yapıcı işlevin içerik ve önemine bizzat kendilerinin bile değer atfetmiyor oluşlarıdır.”10
Ve yoksulluk başlığına yaklaşımda kullanılması için öne sürülen yöntem önerisi, sistemi tamamlar:
“Bu bakımdan, bugün artık yoksulluk sorunu, bir paylaşım sorunu, sorunsalı olarak ele alınabilir olmaktan kesinlikle çıkmıştır. Toplumsal-insani bir sorun haline gelmiştir ve bu kapsamda ele alınmak zorundadır.”
Yoksulluğa dair sunulan çerçeve bir kez böyle çizilince, sonrasında yapılması gerekenler de açık hale gelmektedir: Sorunu “insani”, yani bireysel bir boyutta ele almak.
Bugün yoksulluk başlığı üzerine yapılan somut üretimlerin tamamında yaklaşık olarak şu yöntem izlenmektedir: Dünya Bankası da dahil olmak üzere çeşitli uluslararası kurum, “sivil toplum kuruluşu”, “araştırma enstitüsü”, “işbirliği programı”, fon vs. den kaynak bulunmakta, kent yoksullarının yaşadığı bölgelere gidilmekte ve sayısız röportajla “veri” toplanmaktadır. Röportaj yapılan “birey” lere sorulan soruların yaklaşım yöntemiyle oldukça uyumlu olarak bireysel yaşama ilişkin oluşu, röportajı gerçekleştirenlerin katı pozitivist tutumları ile birleşince gerçekten de amaca ulaşılmakta ve çoğu uzun süredir işsiz olan, en temel insani ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanan onlarca insanla yapılan röportajların yüzlerce sayfalık metni okunduktan sonra bile bir toplumsal bağlama ulaşmak mümkün olmamaktadır!
Bundan sonrası ise tam bir şenliktir.
Eldeki “zengin” veri setinden yararlanılarak “kültürel temsiller”, “kadının konumu”, “alışkanlıklar” vs. ile yoksulluk arasındaki bağı ele alan ve en iyi tabirle sosyo-psikolojik olarak ele alınabilecek sayısız çalışma yayınlanmaktadır. Tamamında sorunun bireye hapsedildiği bir bakışı merkeze koyan bu çalışmalar, toplumsal bir bütünlüğe ulaşmaktan köşe bucak kaçtıkları için, ilk elde karşılaştıkları en anlamlı bütün, enformel ilişki ağları olmaktadır.
Yoksulluğu konu alan bu çalışmaların vardığı sonuçlara ve çözüm önerilerine geçmeden önce, “yoksulluk karşıtı” literatürün gözde odaklanma başlıklarından olan “enformelite” ye yazının ana ekseni bağlamında bir parantez açmakta fayda var. Enformelite ya da enformel ilişkiler, işçi sınıfının görece daha yüksek kazanımlar elde ettiği dönemlerde toplumsal alanda daha az yer kaplayan, bunun tam tersi bir durumda ise -ki 1970 sonrası dönem örnek gösterilebilir- daha geniş bir alana yayılan bir ilişkiler toplamı olarak ele alınabilir. “Formel” haliyle de bir sömürü düzeni olan kapitalizmin, enformele olan ihtiyaç ve yöneliminin ise tek bir nedeni var: Daha çok sömürü. Bugün hiçbir sosyal güvelik söz konusu olmaksızın sınırsız bir sömürüyle üretim yapan birçok işyerinden, devlet arazileri üzerinde kaçak olarak konumlanan ve insanlık dışı koşullar barındıran emekçi yerleşimlerine kadar birçok başlığı içinde barındıran enformel ilişkiler, aslında sermaye düzeninde arızi ve dışsal bir durum olarak değil, bizzat sermayenin emek karşısındaki “yeniden kazanımları” olarak ele alınmalı. Çok temel bir örnek açıklayıcı olabilir; örneğin bir kent merkezine çalışmak için gelen bir emekçinin emek-gücünü yeniden üretmek için zaruri olan barınma ihtiyacı, sermaye sahibinin temin edeceği ve asgari insani koşulları taşıyan lojmanlar tarafından karşılanabileceği gibi emekçi tarafından akrabalık, hemşerilik vs. gibi patronaj ilişkilerinin de yardımıyla her tür insani koşuldan mahrum bir şekilde de karşılanabilir. Sermaye açısından bakıldığında ilk durum ve ikincisi arasında şöyle bir fark vardır: İkinci durumda, emekçinin asgari geçimi için gerekli olan ve bu haliyle ücrete yansıyan barınma kalemi ya daha az olmakta ya da böyle bir kalem ücrette yer almamaktadır. Sonuç ise tektir: Sömürünün artması. Dolayısıyla kapitalizmin tercihi her zaman enformelden yanadır ve enformel ilişkiler, krizle birlikte sömürü koşullarının kazandığı yeni bir boyut olarak ele alınmalıdır. Bu yüzden, enformelitenin işçi sınıfı açısından “olanak sağlaması” hiçbir zaman söz konusu olamaz. Oysa alternatif liberalizmin konuyu ele alışı bunun tam tersi bir şekilde gerçekleşmekte, “enformel olanaklar” “yoksullar için bir tutamak noktası” olarak adeta kutsanmaktadır:
“İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş ülkelerde refah devleti uygulamaları, yoksulluğu büyük ölçüde kontrol altında tutabilmişlerdir. Türkiye gibi geç sanayileşen ülkelerde ise bu sorun büyük ölçüde kişisel ilişki ağları içinde çözülmeye çalışılmış, kamu işletmelerindeki ve enformel emek piyasasında istihdam olanaklarıyla tarımın ekonomideki önemini koruması sayesinde de sorunun baş edilemez boyutlara ulaşması bir miktar engellenebilmiştir.”11
Bu ise bizzat sermayenin işçi sınıfına yönelik geliştirdiği bir dayatmanın, bir olanak olarak meşrulaştırılması çabasından başka bir şey değildir. Örnek olsun, çok yoğun sömürü koşullarının hakim olduğu KOBİ’ lere ilişkin proje ve makale sayısındaki artış, bizzat böyle bir olanak vurgusunu güçlendirme işlevini de görmektedir.
Parantezi kapatırsak, alternatif liberalizmin enformelitenin sağladığı “olanaklar” a yaptığı bu vurguyla birlikte, “yoksulluk karşıtı” teorik çerçevenin tamamlandığını görürüz. İşçi sınıfının toplumsal konumuna tamamen dışsal bir biçimde -“ikinci endüstriyel devrim” ya da “bilgi devrimi” ile- ortaya çıkan “yeni yoksulluk”, bir birey olarak “yoksul” u “acz içinde boğmakta”, toplumsal bir “gereksizleşme” algısı yaratmaktadır. Varılacak sonuç ise açıktır: “Her şeyden önce” yapılması gereken, bireyin güçlendirilmesidir. Sonrasında gündeme gelen “sosyal politika önerileri” ise emperyalizmin “yoksulluk karşıtı” söylemini meşru kılan bu teorik çerçeveyle uyum içerisindedir.
Örnek olarak “yoksulluk karşıtı bir politika önerisi” üretmek amacıyla gerçekleştirilen bir araştırmayı ele alabiliriz12 . Araştırma, “yeni yoksulluk” olgusuna bir çözüm olarak hane bazında “nakit gelir desteği” sağlanmasını önermektedir. Bu destek, en iyimser senaryoda bile hane başına asgari ücretin yarısından az olacak şekilde tasarlanmıştır. Öneri, henüz başından, yine Dünya Bankası tarafından şekillendirilen ve Avrupa Birliği’ nin Ortak Tarım Politikası’ na uyum adı altında birkaç yıl önce uygulamaya geçen “doğrudan gelir desteği” uygulamasını anıştırmaktadır. Araştırmanın rapor metninin hemen başında bu satırlar yer alıyor:
“Yoksullukla mücadelede nihai amaç, toplumun bütün fertlerini yoksulluk sınırı üzerine taşımaktır.”13
Öncelikle belirtilen amaçlananın kesinlikle “yoksulluğu ortadan kaldırmak” ya da toplumu yoksulluktan kurtarmak olmadığıdır; amaçlanan, yalnızca ferdi düzeyde muğlak bir eşiğin atlanmasıdır. Çözüm ise yüzdelerle ya da sayılarla ifade edilen bireylerin muğlak bir gelir eşiğini atlaması olarak formüle edilmektedir. Yaklaşımın birey üzerinden temellendirilip toplumsal bağlama ilişkin herhangi bir vurgunun yapılmasından özenle kaçınılması, toplumsal yaşama ve tabii ki üretim ve bölüşüm olgularına dair toplumsal bütünlük algısını kırmayı hedefleyen çerçeveyle uyum içerisindedir. Yukarıda “yeni yoksulluk” başlığında belirtilen “toplumsal özgüven bunalımı” ve “çaresizlik” algısı ile ilintili olarak yapılan “toplumsal açıdan kendine güvenen bireyler yaratma” vurgusu, çalışmada merkezi bir yer işgal etmektedir; çünkü en genel anlamda amaçlanan, mevcut durumda ekonomik süreçlerin dışına itilmiş ve dünya kapitalizminin durgunluk ve kriz dinamikleri de dikkate alındığında yakın dönemde bu süreçlerin içinde yer alamayacağı görülen kesimlerin, düzen dışına çıkmalarına neden olacak nesnel koşulların bir ölçüde de olsa hafiflemesiyle, bu “çıkma olasılığı” nın bertaraf edilmesi çabasından başka bir şey değildir:
“Söz konusu nakit gelir desteğinin, herkesin gelirini ülkede kabul edilen yoksulluk sınırına ya da sınırlardan birine yükseltecek miktarda olması gerekli değildir. Yoksulluk, sadece gelir düzeyiyle değil, gelirin düzensizliğiyle ve bu düzensizliğin yarattığı belirsizlikle ilgili bir olgudur. Dolayısıyla eve her ay belirli bir miktar gelirin düzenli olarak gireceğini bilmek, çok önemli bir psikolojik rahatlama yaratarak yoksul insanların kendi hayatlarıyla ilgili daha sağlıklı düşünmeye başlamalarına olanak verebilir.”14
Yaklaşımla uyumlu bir biçimde devreye, sosyalizmin planlamacı yönüne saldırmak için kullanılan, ancak tam da liberal toplum algısına denk düşen bir kavram olarak “toplum mühendisliği” girmektedir: “Proje” nin maliyeti en ince ayrıntısına göre hesaplanmış ve farklı uygulamaların “yükü” nün ne olacağı ortaya konmuştur:
“Sanıldığının aksine, böyle bir uygulamanın maliyeti çok yüksek değildir. Bu araştırmada, uygulamanın maliyetinin ne olabileceğini hesaplamak üzere, farklı yardım miktarları ve yardım alacak hane sayılarına dayanan 24 senaryo geliştirilmiştir. Bu senaryoların sadece 5 tanesinin yıllık toplam maliyeti GSMH’ nin yüzde 1′ ini aşmaktadır. Senaryoların 9 tanesinde maliyetler konsolide bütçe giderlerinin yüzde 1′ inden, sadece 3 tanesinde bu giderlerin yüzde 2′ sinden fazladır. Hemen uygulamaya konulabileceğini düşündüğümüz senaryolardan biri, nüfusun yüzde 14′ üne tekabül eden 1.720.208 haneye, ayda 65 dolar, yani asgari ücretin üçte birinden az bir miktarda yardım yapılmasını öngörmektedir. Bu senaryonun yıllık toplam maliyeti, GSMH’ nin yüzde 0,56′ sına, konsolide bütçe giderlerinin yüzde 0,89′ una, faiz dışı bütçe giderlerinin yüzde 1,25′ ine eşittir.”15
“Tüccar siyaset” le oldukça uyumlu olan bu tüccar hesabının ardından hatırlatmakta fayda var: IMF ile ilk stand-by anlaşmasının yapıldığı 1999 yılından bu yana, bu ülkede her yıl bütçenin yüzde 6,5′ i “faiz dışı fazla” adı altında, emekçilerin hiçbir biçimde neden olmadığı borçların faizlerini ödemek için, onların da yararlanacağı kamu yatırımlarından kesilerek emperyalist finans şirketlerine teslim ediliyor. Ayrıca 1994′ ten 2001′ e konsolide bütçeden yalnızca eğitim ve sağlığa ayrılan paylarda yaşanan düşüş, konsolide bütçenin toplam yüzde 6′ sını aşarken yüzde 0,89 gibi rakamlardan bahsetmek, çözümü bölüşüm eksenli bir yaklaşımda arayan bir bakışla bile örtüşmemekte ve burjuvazi aleyhine bir düzenlemenin hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğini göstermektedir.
Kaldı ki, bu “yüzde 0,89” luk kısmın tamamı yeni bir fon bile olmayacaktır:
“Ayrıca nakit gelir desteği politikasının uygulamaya girmesiyle, Türkiye’ de halen yapılmakta olan sosyal yardım harcamalarının bir kısmı gerekliliğini yitirecektir. Dolayısıyla uygulamanın hesaplanan maliyetinin tamamı, fazladan bir harcama olarak bütçeye yansımayacaktır.”16
Açıktır ki, emperyalist kapitalizmin emekçiler açısından yarattığı yıkıma karşılık olarak önerilen meblağlar, sembolik miktarlardan öteye geçmemektedir. Bu ise maddi olmaktan çok, ideolojik bir içerik taşıdıklarının bir göstergesinden başka bir şey değildir: Tüm tarımsal sübvansiyonlarını yitirmiş, ürün fiyatlarının piyasa tarafından belirlendiği bir tarım sektörüne önerilen Doğrudan Gelir Desteği’ nin işlevi neyse, tüm sosyal güvencesini yitirmiş/yitirecek olan, sonuna kadar esnek sömürü koşullarına itilen ve gün geçtikçe daha da artan bir sömürüye maruz kalan emekçilere önerilen “Nakit Gelir Desteği” de odur.
Sonuç yerine
90′ larla birlikte emperyalizmin gündemine giren “yoksulluğa çözüm arayışları” nın, emperyalizmin önümüzdeki dönem açılımlarına da artan bir şekilde eşlik edeceğini öngörmek zor değil. Sistem içi çelişkilerin gün geçtikçe artmakta olduğu, işçi sınıfının üzerindeki sömürü baskısının giderek ağırlaştığı ve örneğin Büyük Ortadoğu Projesi gibi militarizm eksenli açılımlarla bölgesel savaşların artacağı bir döneme girdiği düşünülürse, emperyalizmin tüm bu sürecin uzantısı olan yoksullaşma olgusuna yönelik olarak araçlar geliştirmesi bir zorunluluk arz ediyor. Bu araçların “maddi” bir içerik taşıması ise bugün imkan dahilinde görünmüyor; keza emperyalizm için “refah devletine dönüş” gibi bir alternatif, bugün biçimsel olarak bile seçenekler arasında yer almıyor. Sermayenin, “telafi amaçlı” olsa bile, artı değerin en ufak bir kısmını diğer toplumsal katmanlarla paylaşmak gibi bir niyeti olmadığı gibi yazıda kullanılan örnekte de görüldüğü üzere, en iyi niyetli yaklaşımların kapsamında bile sömürünün artış hızında çok küçük bir azalmadan başka bir şey yok.
Bu durum, toplumsal zeminde konunun siyasal ve ideolojik boyutlarıyla öne çıkmakta olduğunun ve çıkacağının en büyük göstergesi olarak okunmalı. Ayrıca, özellikle siyasal boyutu nesnel olarak ön plana iten bir başka durum olarak, emperyalizmin “kalkınma” söylemini terk etmesi dikkate alınmalıdır. 60′ lı yılların ekonomik açılımlarına eşlik eden bu söylem nesnel olarak sola alan açarken, bugün bu zemin ortadan kalkmıştır. “Yeni yoksulluk” tartışmaları ekseninde oluşan alan ise daha baştan sınırlı tutulmaktadır. Elbette, burada emperyalizm adına bir “sol korkusu” söz konusudur; ancak sonuç olarak solun da müdahil olabileceği bir “kalkınmacılık” zeminin halihazırda mevcut olmayışı, konuya ilişkin üretimin oturduğu siyasal-ideolojik temelin önemini daha da artırmakta, solun gerçekleştirdiği üretimin niteliği ise bu iki eksen üzerinden ve daha çok bir bütünlük içinde tanımlı hale gelmektedir. Her ne kadar “kalkınmacı” söylemin yarattığı zeminin ortadan kalkmış olması sol açısından son kertede bir handikap olarak okunabilecekse de emperyalizmin -yaşadığı sıkışmanın bir sonucu olarak- tüm toplumsal bağlarından koparıp ürkek bir biçimde baştan sınırladığı “yoksulluk karşıtı” alanın toplumsal işlevi bakımından oldukça sınırlı olmasının yarattığı/kapatamadığı boşluk, kapitalizm açısından ciddi bir sorundur ve sol tarafından doldurulmaya adaydır. Dahası, sorun siyasal, ideolojik ve ekonomik boyutlarıyla bütünlüklü bir toplumsal proje olmaksızın çözülmek bir yana, temas bile edilemez bir noktaya gelmiştir. Bu yüzden, tekrarlamak gerekirse, siyasal ve ideolojik boyutların oluşturacağı düzlem, bugün komünistlerin karşı üretimlerini gerçekleştirecekleri esas temeli teşkil etmektedir.
Gerçekleştirilecek üretimin niteliği ise alternatif liberal üretim kanallarının birey eksenli yaklaşımını tam da karşıya alarak toplumsal eksende tarif edilmeli, birey odaklı yaklaşımların sorunun temelini perdeleyen açılımları bu bağlamda mahkum edilmelidir. Komünistlerin bu konuda eli rahat olmalıdır; çünkü tarihin de gösterdiği gibi bugün yoksulluğu toplumsal zeminden kazıyacak olan tek alternatif proje, üretim araçlarının mülkiyetini ortadan kaldırarak bütünsel bir toplumsal kurtuluşu hedef alan sosyalizmdir. Bilinmelidir ki üretici güçlerin ulaştığı bu gelişkinlik aşamasında, kapitalizmin insanlık karşısında işlediği en belirgin suçlardan biri olan yoksulluk, sosyalist bir iktidarın en hızlı bir biçimde çözeceği sorunlardan biri olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Karl Marx, Kapital, cilt 1, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Ekim 2000, s.609.
- “Kapitalizmin güncel yönelimi ve sosyalist görevler”, Gelenek, sayı: 79, Aralık-Şubat 2003, s.2.
- Burada bahsedilen kardeşlik, kurumların emperyalizme tabiyetinin ötesindedir: IMF üyeliği, Dünya Bankası’na üyelik için bir ön şart olduğu gibi, Dünya Bankası’ ndan ayrılan bir ülke otomatik olarak IMF üyeliğinden de ayrılmış sayılmaktadır. Ayrıca bir çok başlıkta ve özellikle “yoksulluğu azaltma stratejilerinin geliştirilmesi başlığında, yönetim kurulları düzeyinde bir “ko-operasyon” görülmektedir.
- Ömer Laçiner, Yoksulluk Halleri, (ed. Necmi Erdoğan), Demokrasi Kitaplığı Yayınevi, İstanbul, Ağustos 2002, s.207.
- a.g.y., s.208-209.
- a.g.y., s.209.
- Prof. Ayşe Buğra-N. Tolga Sınmazdemir, Araştırma raporu: Yoksullukla Mücadelede İnsani ve Etkin Bir Yöntem: Nakit Gelir Desteği, 2004, www.spf.boun.edu.tr adresinden alınmıştır.
- Ömer Laçiner, Yoksulluk Halleri, (ed. Necmi Erdoğan), Demokrasi Kitaplığı Yayınevi, İstanbul, Ağustos 2002, s.207.
- a.g.y., s.210.
- a.g.y., s.209.
- Prof. Ayşe Buğra-N. Tolga Sınmazdemir, Araştırma raporu: Yoksullukla Mücadelede İnsani ve Etkin Bir Yöntem: Nakit Gelir Desteği, 2004, www.spf.boun.edu.tr adresinden alınmıştır.
- Son yıllarda Türkiye’ de de, özellikle akademik çevreler tarafından bu konuda birçok çalışma yapılmıştır. Yazı boyunca Boğaziçi Üniversitesi’ nden Prof. Ayşe Buğra tarafından yapılan “Yoksullukla Mücadelede İnsani ve Etkin Bir Yöntem: Nakit Gelir Desteği” adlı çalışmaya daha çok yer verilmesinin nedeni ise, çalışmanın gerek kapsam gerekse ciddiyet açısından diğerlerinden sıyrılan bir çalışma olmasıdır. Ayrıca Dünya Bankası’ nın başını çektiği “yeni yoksulluk” yaklaşımının ve tezlerinin “özümsendiği” bu çalışma ve yine Ayşe Buğra-Çağlar Keyder tarafından UNDP’ ye sunulan benzer içerikli proje raporu, medyada ve bu yaklaşıma hiç de uzak olmayan liberal sol çevrelerde büyük ilgi uyandırmıştır.
- Prof. Ayşe Buğra-N. Tolga Sınmazdemir, Araştırma raporu: Yoksullukla Mücadelede İnsani ve Etkin Bir Yöntem: Nakit Gelir Desteği, 2004, www.spf.boun.edu.tr adresinden alınmıştır.
- a.g.y.
- a.g.y.
- a.g.y.